İNTİHÂ

(الانتهاء)

Edebî eserlerin güzel bir sözle bitirilmesi anlamında bedî‘ ilmi terimi.

Sözlükte intihâ “sona ermek, bitmek; sonuç ve bitiş” mânalarına gelir. Belâgat âlimlerine göre müelliflerin edebî eserlerde üç yere daha fazla özen göstermesi gerekir. Bunlar giriş (ibtidâ, istihlâl) ve sonuç (intihâ, hâtime, hitâm) kısımlarıyla eserde konular arasındaki geçişlerdir (tehallus). Nazım olsun nesir olsun herhangi bir edebî esere güzel sözlerle başlamak, söz ortasında farklı iki konuyu kaynaştırabilmek için güzel bir münasebet düşürerek bağ ve ilgi kurmak edebî birer sanat olduğu gibi sözün sonunu en güzel ifadelerle bitirmek de bir sanat kabul edilmiştir. Çünkü okuyucunun gönlünde yer edecek olan son sözdür. Güzel ve etkileyici bir sonuç, eserin noksanlıklarını unutturarak bütününe o nisbette güzellik verir. Bunun aksine son söz güzel ve etkili olmazsa daha önceki güzellikleri de unutturarak eseri sevimsiz gösterebilir. Belâgat âlimleri sözün sonuç kısmını yemeğin sonunda yenen tatlıya benzetirler (Desûkī, II, 666). İbn Reşîķ, eserin sonuç kısmını kaside binasının üzerine oturduğu temel olarak kabul etmiş ve başını anahtara, sonunu da kilide benzetmiştir (el-ǾUmde, I, 239).

Sözü konuya uygun bir nükte, fıkra, vecîze, teşbih, temsil, darbımesel veya bir dua ile bitirmeye “hüsn-i hâtime, hüsn-i hitâm, hâtime, intihâ, makta‘, hüsn-i makta‘”; son sözün âdeta eseri bir kilit gibi kapayarak geriye baktırmayacak şekilde mükemmel olmasına da “berâat-i makta‘, ahsen-i intihâ” adı verilmiştir. Usta edip ve şairler edebî bir metnin dua ile veya “sona erdi, bitti, tamam oldu” gibi klişe ifadelerle tamamlanmasını edebî açıdan bir zayıflık ve âcizlik olarak kabul etmişler, sadece konusu büyüklerle ilgili olduğu takdirde sözün dua ile bitirilmesini uygun görmüşlerdir (a.g.e., I, 240-241).

İbn Ebü’l-İsba‘ (ö. 654/1256), bir bedîî türü olarak hüsn-i hâtimeyi kendisinin tesbit ettiğini söylüyorsa da (Taĥrîrü’t-taĥbîr, s. 616) ondan çok önce Şebîb b. Şeybe (ö. 170/786 [?]) “cevdet-i kat‘”, Kādî Ebü’l-Hasan el-Cürcânî “(hüsni) hâtime”, İbn Reşîķ el-Kayrevânî “intihâ” ve Şehâbeddin Ahmed b. Yûsuf et-Tîfâşî “hüsn-i makta‘” adlarıyla konuya temas etmişlerdir. Kādî Ebü’l-Hasan el-Cürcânî usta şairlerin kasidelerinin başlangıç, geçiş ve sonuç kısımlarına özel itina göstererek lafız ve mâna bakımından daha güzel olmasına dikkat ettiklerini, bu bölümlerin dinleyici, muhatap ve okuyucunun özellikle ilgisini çeken bölümler olduğunu belirtmiştir (el-Vesâŧa, s. 48).

Bu bedîî türe benzer örnekler İslâm öncesi döneme kadar uzanmaktadır. Eksem b. Sayfî’nin (ö. m. 612 [?]) Câhiliye devri krallarına mektup yazdırırken kâtiplerine, “Anlam bütünlüğü tamam olmuşsa sözü kesici ifadelerle bitirin (fasl),


aralarında anlam ilgisi olan ifadeleri uygun ilgilerle kaynaştırın (vasl)” dediği nakledilir (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 498). Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’ye yazdırdığı bir mektupta, hurma ağacı budayan kimsenin kesilecek ve bırakılacak kısımlara dikkat ettiği gibi sözün kesilecek ve ulanacak yerlerine itina gösterdiği rivayet edilir (a.g.e., a.y.). Zibrikān b. Bedr de hüsn-i hâtimenin tanımına ve belâgat açısından önemine ilk temas edenlerdendir. Ahnef b. Kays, fesahatiyle ünlü hatip ve kumandan Amr b. Âs’ın bu konudaki ustalığını, “Söze nihayet verilecek yere gelince öyle hoş ifadelerle bitirir ki söz perdesinin kapandığı, artık devamının olmadığı anlaşılır” sözleriyle ifade etmiştir (a.g.e., s. 497). Bu son cümle berâat-i maktaın en güzel târiflerindendir. Bir edibin belâgat konusunda Me’mûn’a verdiği şu cevap intihâ ve faslın belâgatla yakın ilgisini göstermektedir: “Kesilip ulanacak yerlerine vâkıf olunmadan söylenmiş bir söz ipliği kopmuş incilere benzer” (a.g.e., a.y.).

Bununla birlikte gerek Câhiliye devrinde gerekse İslâmî dönemin ilk 150 yılında îcâz ve veciz ifadeler esas olduğu, ilgi ve bağ kurucu ifadeler bir nevi haşiv kabul edildiği için kısa, ilgisiz, kesik ve kopuk, ancak veciz ifadelerin ardarda sıralanması yaygın bir anlatım yolu olarak görülmüştür. Bu dönemlerde kaside, mektup ve hitabelerin sonuç anlatan ifadelere yer verilmeden soğuk ve garip bir biçimde kesilmesi bir gelenekti. Nitekim en büyük Arap şairi olarak kabul edilen İmruülkays muallakasını sel tasviriyle bitirmiştir. Bir yoruma göre eski edip ve şairlerde görülen bu gelenek, onların âcizliklerinden değil anlatımda tekellüfsüzlüğü ve yalınlığı esas kabul etmelerinden ileri gelmekteydi (Desûkī, II, 665-666). Bu geleneğin ve üslûbun izlerini Kur’ân-ı Kerîm’de, özellikle Mekke’de inen sûrelerde görmek mümkündür. Ancak birçok sûrenin başlangıcı ile sonu arasında derin alâkalar bulunmaktadır. Meselâ Fâtiha sûresinin, âlemlerin bir tek rabbi ve O’nun temel nitelikleriyle başlayıp O’nun hakkında sapık ve yanlış inançların eleştirisiyle, Zilzâl sûresinin dünya hayatının sona erişiyle başlayıp uhrevî hayatta iyi veya kötü her amelin karşılığının görüleceği hususuyla sona ermesi, başlangıç ve bitiş arasındaki güzel ilgi ve mükemmel uyumu göstermektedir. Aynı şekilde Mü’minûn sûresinin inananların kurtuluşa ereceği müjdesiyle başlayıp inanmayanların kurtuluşa ermeyeceği uyarısıyla bitmesi, Kalem sûresinin başında ve sonunda Hz. Peygamber’e delilik isnadında bulunulmasından söz edilmesi, Sâd sûresinde “zikir sahibi Kur’an” ile söze başlanıp sûrenin “Kur’an’ın âlemler için bir zikir” olmasıyla sona ermesi vb. örnekler, sûrelerdeki hâtime güzelliklerinin başlangıçlarıyla alâkası dikkate alındığında daha güzel ortaya çıktığını göstermektedir. Yine Kur’an’ın ilk sûresi olan Fâtiha’da kendisine hamdedilip ibadet edilen, hidayet veren, âlemlerin rabbi, rahmân, rahîm ve mâlik sıfatlarının sahibi ulu Allah’tan söz edilip son sûrelerinde O’nun bazı zâtî sıfatlarına ve O’na sığınmanın gerekli olduğuna temas edilmesinde de aynı özellik vardır. Kur’ân-ı Kerîm’den en son nâzil olan âyet (Bakara 2/281) ve sûrenin (Nasr 110/1-3) Resûl-i Ekrem’in vefatının yakın olduğuna dair telmihler içermesi hüsn-i hâtime konusunda dikkat çekicidir.

Putperest Roma’ya karşı tevhid inancını savunduğu için takibe uğrayarak mağaraya gizlenmek zorunda kalan Ashâb-ı Kehf’in söz konusu edildiği Kehf sûresinin şirkten tenzih ve tevhidi tebliğle sona ermesi (18/110), hâtimelerin sûrelerin içeriğine uygunluğu konusunda güzel bir örnektir. Nahl sûresi de tebliğ ve davetin zorlukları söz konusu edildikten ve bu uğurda sabır ve tahammül tavsiyesinden sonra bu mukaddimeyle bağlantılı olarak Hz. Peygamber’i teselli sadedinde duruma uygun bir hâtimeyle sona ermiştir (16/128). Hicr sûresinin, “Ölünceye kadar rabbine kulluk et” (15/99) şeklindeki hâtimesi de veciz ve parlak bir bitiriştir. İbrâhîm ile Ahkāf sûrelerinin hâtimelerinde “bu bir tebliğdir ...” tarzında sona erişi belirten ifadeler berâat-i makta‘ konusunda güzel örneklerdir. En‘âm sûresinin son âyeti va‘d ve vaîdi birleştiren veciz bir hâtimedir (6/165). Bunlardan başka birçok sûrenin konuya uygun dua, hamdü senâ, mev‘iza, tavsiye, va‘d, vaîd, tebşîr ile sona ermesi hüsn-i hâtimenin gereğidir.

Abbâsîler’in ilk dönemlerinden itibaren edip ve şairler sözlerinin başlangıç ve sonuç kısımlarının mükemmel olmasına, farklı konuları kaynaştıran güzel münasebetler düşürmeye özen göstermişlerdir. Konuyu onu özetleyen uygun vecize, atasözü, hikmetli ve nükteli söz, teşbih, temsil, âyet veya hadisle bitirmek yaygın bir gelenek olmuştur. Özellikle Büveyhî vezir ve edibi Sâhib b. Abbâd ile sanatlı nesrin önde gelen ustalarından Kādî el-Fâzıl mektup ve inşalarında, başta Mütenebbî olmak üzere Ebû Nüvâs ile Ebû Temmâm gibi şairler kasidelerinin anılan bölümlerinde önemli başarılar göstermişlerdir. Mütenebbî’nin Büveyhî Hükümdarı Seyfüddevle’nin methine dair kaleme aldığı bazı kasidelerin son kısımları duruma uygun dualar içeren, kasidenin sona erdiğini, artık sözün arkasının bulunmadığını ifade eden parlak hâtimelerdir. Bedîiyye şairleri de Hz. Peygamber’i övdükleri bedîiyyelerinde konuyla ilgili güzel örnekler vermişlerdir. Safiyyüddin el-Hillî ile İbn Câbir’in kasidenin sona erdiğini belirten mısraları çok başarılı kabul edilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 112; Ebü’l-Hasan el-Cürcânî, el-Vesâŧa beyne’l-Mütenebbî ve ħuśûmih (M. Ebü’l-Fazl İbrâhim - Ali Muhammed el-Bicâvî), Beyrut 1386/1966, s. 48; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 497-508; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1374/1955, I, 239-241; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 616-623; İbn Câbir, el-Ĥulletü’s-siyerâǿ fî medĥi ħayri’l-verâǿ (nşr. Ali Ebû Zeyd), Beyrut 1405/1985, s. 155-157; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, II, 598-600; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 333-334; Teftâzânî, el-Muŧavvel Ǿale’t-Telħîś, İstanbul 1309, s. 480-482; Zerkeşî, el-Burhân, I, 182-186; Desûkī, Ĥâşiyetü’d-Desûķī Ǿalâ Şerĥi’s-SaǾd li-Telħîśi’l-Miftâĥ, Kahire 1937, II, 665-667; S. A. Bonebakker, “Intihāǿ”, EI² (İng.), III, 1246.

İsmail Durmuş