İRDÂF

(الإرداف)

Söz içinde tâbi unsur anılarak metbûun anlatıldığı bedî‘ sanatı.

Sözlükte irdâf “tâbi olmak, izlemek; binek hayvanı süren binicinin terkisine adam bindirmesi” anlamına gelir. Arkaya bindirilen kimseye de ridf veya redîf denir. Beyân ve bedî‘ ilimlerinde irdâf, “birbiriyle alâkalı iki anlam ve fikir arasında öncelik ve sonralığı dikkate alıp sonuç ve tâbi konumundakini anarak diğerini anlatmak” mânasında kullanılmıştır. Aralarında, ata binenle arkasına bindirdiği kimse arasındaki yakınlığa benzer bir ilgi bulunan bu iki unsurun durumu arkaya binenin anılarak öndeki binicinin onunla temsil edilmesi, arkadakinin öndekine delâlet ve işaret eder konumda olmasıdır. Ömer b. Ebû Rebîa’nın, bir mısraında sözünü ettiği kadının boynunun uzunluğunu tasvir ederken kullandığı” بعيدة مهوى القرط“ (Küpe sarkım mesafesi uzundur) ifadesi irdâfa bir örnek teşkil eder. Şair burada düz ifade yerine onunla yakından ilgili, onun bir sonucu ve tâbii durumundaki küpe sarkım mesafesinin uzun olduğunu söyleyerek boynunun uzunluğuna işaret etmiştir. Gerçekçi ifade yerine dolaylı anlatımın tercih edilmesi mânaya zenginlik katarak ifadeyi daha canlı ve zarif hale getirmiştir. İrdâfa, kendisinde tâbi unsur anılarak metbû anlatıldığı için tetbî‘ adını verenler olduğu gibi iki terimi birleştirerek irdâf ve tetbî‘, erdâf ve tevâbi‘ diyenler de vardır. Düz anlatım terkedilerek (tecâvüz) dolaylı anlatım tercih edildiğinden irdâfı tecâvüz olarak adlandıran âlimler de bulunmaktadır (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 385; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, I, 533; İbn Sinân el-Hafâcî, s. 229-230).

Bu sanatı ilk keşfeden ve ona irdâf adını veren Kudâme b. Ca‘fer (ö. 337/948), irdâfı lafzın anlamla uyumuna (îtilâf) dahil bir nevi saymış ve, “Şairin bir düşünce-yi dile getirmek isterken onu anlatan lafzı değil onun tâbii ve redifi (mürâdif) durumundaki fikri anlatan lafzı kullanmasıdır” şeklinde tanımlamıştır. İbn Kuteybe ve İbnü’l-Mu‘tez gibi edip ve münekkitlerin verdikleri örneklerden irdâfı kinaye ve ta‘riz kapsamında mütalaa ettikleri anlaşılmaktadır (et-Teǿvîl, s. 199; el-BedîǾ, s. 160-161). Rummânî, Hâtimî, Ebû Hilâl el-Askerî, İbn Reşîķ el-Kayrevânî, İbn Sinân el-Hafâcî, Hatîb et-Tebrîzî, Ebû Tâhir el-Bağdâdî, İbn Ebü’l-İsba‘ gibi belâgat ve bedî‘ âlimlerinin çoğu ile Safiyyüddin el-Hillî, İbn Hicce el-Hamevî gibi bedîiyyât müellifleri, Kudâme b. Ca‘fer’i takip ederek irdâfı kinaye ve ta‘rizden ayrı bir sanat olarak ele almışlardır. Süyûtî irdâfı kinayeye benzeyen bir bedî‘ türü şeklinde görür. Abdülkāhir el-Cürcânî’nin de irdâfı kinayeden saydığı verdiği örneklerden anlaşılmaktadır. Beyân âlimleri irdâfı kinaye ile eş anlamlı saydıkları gibi Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, Muzaffer el-Alevî ve Necmeddin İbnü’l-Esîr el-Halebî onu bir kinaye türü olarak kabul etmişlerdir.

İrdâf ile kinayenin farkı şöyle açıklanmıştır: Her ikisinde de söz içinde geçen öğe ve onun örtülü olarak anlattığı öğe olmak üzere iki temel unsur vardır. Kinayede bu iki öğe arasında lüzum ilgisi bulunur. Söz içinde geçen öğe (lâzım) diğer öğenin (melzûm) ayrılmaz bir parçası, bir özelliği ve ön şartı konumundadır. Kinayede lâzım zikredilir, melzûm kastedilir; lâzımdan melzûma geçiş söz konusudur. İrdâfta ise iki öğe arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır; tâbi olan unsur anılarak metbûa (sonuç zikredilerek sebebe) işaret edilir. “Cömert, misafirperver” anlamında kinaye olan “كثير الرماد” (külü bol) ifadesinde kül bolluğu, çok ateş yakmak, çok yemek pişirmek, çok konuk ağırlamak


gibi işler, bir kimsenin cömert ve misafirperver adını almasının ön şartları ve lâzımlarıdır. Söz içinde bunların zikredilmesiyle cömertliğin kastedilmesi kinaye olur. İmruülkays’ın, bir kadının tasvirinde zikrettiği “غنيّة مرفهة” (zengin ve müreffeh) anlamında irdâf olan “نؤم الضحى” (kuşluk uykusuna yatar) ifadesinde, kuşluk uykusuna yatmak zengin ve müreffeh olmanın ön şartı ve lâzımı değil onun bir sonucudur. Bu sebeple zengin ve müreffeh olduğunu kastederek “kuşluk uykusuna yatar” ifadesinin kullanılması irdâftır. Diğer kadınların iş görmek, hizmet etmek için ayakta olduğu bir vakitte onun uyuması, işlerini gören hizmetçi ve uşaklarının bulunduğunu, dolayısıyla zengin olduğunu ve müreffeh bir hayat sürdüğünü göstermektedir. Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’e göre kinaye ile irdâfın bir farkı da kinaye hem tek kelime hem terkip halinde bulunabilirken irdâf sadece terkip halinde olabilir (el-Meŝelü’s-sâǿir, III, 59-60).

İşaretle irdâfın farkına temas eden İbn Ebü’l-İsba‘ işaret olan bir sözde sadece anlam zenginliği, irdâfta ise anlam zenginliği yanında övgü ve tasvirde mübalağanın da bulunduğunu söyler. İrdâfın bu özelliğine dikkat çeken ilk âlim İbn Sinân el-Hafâcî’dir (Sırrü’l-feśâĥa, s. 230-231). İbn Ebü’l-İsba‘ irdâfı zahiriyle anlam bildiren, tetbîi ise te’vil yoluyla anlam bildiren lafızlar sınıfına dahil ederek iki terim arasında fark gören İbn Reşîķ ile Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’i eleştirmiş, her ikisinin de te’vile dayalı anlam bildiren lafızlar kategorisine dahil olduğunu söylemiştir.

İrdâfın ilk örnekleri İmruülkays’ın şiirlerinde görülmektedir. Onun, atının hızını tasvir ederken “serî‘” (hızlı) kelimesi yerine bir irdâf olarak kullandığı “قيد الأوابد” (yaban hayvanlarının kemendi) terkibini büyük bir beğeniyle karşılayan edebiyat eleştirmenleri ve belâgat âlimleri İmruülkays’ı tanıtırken, “O yaban hayvanlarına kement vuran ilk şairdir” nitelemesinde bulunmuşlardır (Kudâme b. Ca‘fer, s. 158). Bu söz, hızlı olmanın lâzımı ve ön şartı değil onun bir sonucu olduğu için irdâftır ve hızlılık anlatmasının yanında buna tasvir ve övgüde abartı kattığı için de serî‘ kelimesine göre daha belîğdir. Arap kadın şairlerinden Leylâ el-Ahyeliyye’nin cömertlikle övdüğü kimse için “cömert ve kerem sahibi” diyecek yerde “مخرق عنه القميص” (-isteyicilerin çekiştirmesiyle- gömleği yırtık pırtık olmuş) ve ”تخاله بين البيوت من الحياء سقيماً “ (insanlar arasında dolaşırken -ihsanda bulunduğu kimselerden- utandığı için hasta gibi görünen) ifadeleriyle Hakem el-Hudrî’nin “كبير مسن” (yaşlı-ihtiyar) yerine “تنحنحي وسعالي” (öksürüp tıksırır) ifadeleri, sonuç belirttikleri için irdâf olduğu gibi aynı zamanda anlama zenginlik katan edebî anlatımlardır.

İrdâfa bedevîlerin özlü sözlerinde de çok rastlanır. Yoksulluğundan şikâyet edip erzak talebinde bulunmak üzere valinin yanına giden yaşlı ve kimsesiz kadının, “Evimde -farelerin bile- yiyeceği bir şey kalmadı” diyecek yerde,” أشكو إليك قلة الجرذان“(Size şikâyetim evimden farelerin de çekilmiş olmasıdır) diyerek talebini arzetmesi karşısında vali, “Bu kadın ne zarif ve örtülü bir anlatımla meramını dile getirdi, derhal evini erzakla doldurun” emrini vermiştir (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 386).

Kur’ân-ı Kerîm’de irdâfın çok güzel örnekleri bulunmaktadır. Hûriler tasvir edilirken “عفيفات” (iffetli kadınlar) kelimesi yerine kullanılan “قاصرات الطرف” (bakışlarını eşlerine hasretmiş kadınlar) terkibi (es-Sâffât 37/48; Sâd 38/52; er-Rahmân 55/56) iffetli olmanın bir neticesi olduğu için irdâftır. Nûh tûfanının sonucu anlatılırken, “Allah’ın helâkini emrettikleri helâk oldu, kurtuluşunu takdir ettikleri kurtuldu” yerine “وقضي الأمر” (ve iş yerine getirildi) ifadesi (Hûd 11/44) sonuç belirttiği için irdâftır. Bu ifade, hem daha veciz olduğu hem de işin (tûfan) emirleri karşısında durulmaz, kudret sahibi bir âmirin emriyle meydana geldiğine dikkat çektiği için daha edebîdir.

Ziyâeddin İbnü’l-Esîr olumsuz istisna tarzında bir irdâf olarak gördüğü, “Cehennemlikler için şıbrak dikeni kurusundan (darî‘) başka hiçbir yiyecek yoktur” ifadesinin (el-Gāşiye 88/6), “Onlar için hiçbir yiyecek yoktur” anlamına geldiğini, bunun tasvir içermesiyle daha canlı biçimde dile getirilmiş dolaylı bir anlatım olduğunu, çöllerde develerin bile yemekten kaçındığı bu dikenin anılmasıyla cehennemliklerin hiçbir yiyeceklerinin bulunmadığının anlatılmak istendiğini söylemiştir. Zemahşerî de âyetin yorumlarından biri olarak bu görüşe yer vermiştir (el-Keşşâf, IV, 246). İbnü’l-Esîr, “Sadece onlar nâil oldu ikramlarına, diğerlerinin ise ikram olarak mahrumiyetten başka nasipleri yoktu” anlamındaki beyti bu mânaya delil olarak getirmiştir. Burada başkalarının hiçbir ikrama nâil olmadığı anlatılmak istenmektedir, çünkü ikramlardan mahrumiyet, onların nasibi ise onlar için hiçbir ikram yok demektir. Bu yoruma göre yukarıdaki âyette alay üslûbu da (istiâre-i tehekkümiyye) söz konusudur. Çünkü nimet olmayan şey nimet, yiyecek olmayan şey yiyecek olarak takdim edilmiştir. Kur’an’da “kâfirlerin müjdelenmesi, azabın tadılması” gibi buna benzer birçok örnek mevcuttur.

Asıl kastedilerek işlerin benzere isnadı ile anlatılması da bir irdâf türüdür. “Sen bunu yapmazsın” yerine, “Senin gibisi bunu yapmaz”; “Sana bu yakışır” yerine, “Senin gibisine bu yakışır” denilmesi gibi. Yine “sana” denecek yerde “Türk’e / Arap’a / müslümana ... bu yakışır” tarzındaki ifadelerde de irdâf vardır. Bu tür ifade örnekleme ve genelleme içerdiğinden düz anlatıma göre daha güçlüdür. ” ليس كمثله شيء“(O’nun benzerine benzer hiçbir şey yoktur; eş-Şûrâ 42/11) âyetinde de bu tarz dolaylı anlatım üslûbu görülür. “Bırakın benzerinin bulunmasını, benzerinin benzeri bile yoktur” şeklinde zarif bir mübalağa ve güçlü bir vurgu ile Allah’ın eşsizliğini dile getiren bu ifade tarzı Kur’an’daki hâkim edebî üslûba daha uygun düşmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, II, 577-578; İbn Kuteybe, Teǿvîlü müşkili’l-Ķurǿân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1373/1954, s. 199; İbnü’l-Mu‘tez, el-BedîǾ (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut 1410/1990, s. 160-161; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 157-159; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 385-388; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 533-545; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥâ, Beyrut 1402/1982, s. 229-234; Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâǿilü’l-iǾcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1404/1984, s. 262-268; Hatîb et-Tebrîzî, el-Vâfî fi’l-Ǿarûż ve’l-ķavâfî (nşr. Ömer Yahyâ - Fahreddin Kabâve), Dımaşk 1399/1979, s. 265; Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), IV, 246; İbn Mu‘tî, el-BedîǾ fî Ǿilmi’l-bedîǾ (nşr. Mustafa es-Sâvî el-Cüveynî), İskenderiye 1996, s. 82-83; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), III, 58-61; Ebû Tâhir el-Bağdâdî, Ķānûnü’l-belâġa (nşr. Muhsin Gayyâz Uceyl), Beyrut 1409/1989, s. 47-49; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 207-213; a.mlf., BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 83-84; İbnü’l-Bennâ el-Merrâküşî, er-Ravżü’l-merîǾ fî śınâǾati’l-bedîǾ (nşr. Rıdvân b. Şakrûn), Dârülbeyzâ 1985, s. 117; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Beyrut 1403/1983, s. 199-200; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb, Kahire 1304, s. 376-377; Süyûtî, el-İtķān, Beyrut 1973, II, 48; Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, Nefeĥâtü’l-ezhâr, Beyrut 1404/1984, s. 279-280.

İsmail Durmuş