İRSÂD

(الإرصاد)

Sözün önünde sonuna delâlet eden bir kısım bulunması anlamında edebî sanat.

Sözlükte irsâd “gözletmek, gözetletmek, yola gözcü koymak” mânasına gelir. Bedî‘ ilminde anlama güzellik katan sanatlardan olan irsâd edebî nesirde seci fıkrasının son kelimesine (sec‘a), şiirde ise beytin son kelimesine (kafiye) işaret eden bir kısmın sözün baş tarafında yer almasıdır. Sözün başı ile sonu arasında sıkı irtibatın bulunması, biri söylenince diğerini çağrıştıracak bir işaretin varlığı, lafızlarla mânaların birbirini dinleyiciye fısıldar mahiyette olması beliğ sözün ve güzel şiirin niteliğidir (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 425). Bu aynı zamanda, Kudâme b. Ca‘fer’in edebî sanatların temeli olarak gördüğü “uyum” (îtilâf) teorisinin de gereğidir. Bu türde sözün başıyla sonu arasında sıkı bir irtibat bulunduğundan dinleyici, secili kafiyenin son harfini (revî) bildiği takdirde sözün başını duyunca nihayetine varmadan sondaki kelimenin ne olacağını kestirebilir. Teftâzânî sadece revînin bilinmesinin yeterli olamayacağını, kafiye kelimesinin kalıbının da (sîga) bilinmesi gerektiğini söyler.

İrsâd, belli bir isim verilmeden ilk defa İbnü’l-Mukaffa‘ (ö. 142/759) tarafından tanımlanmıştır. İbnü’l-Mukaffa‘ bir şiirin en iyi beytinin, başı duyulunca kafiye kelimesinin bilinebileceği beyit olduğunu söyler (Câhiz, I, 116). Bir manzumede yer alan beyitleri estetik açıdan sınıflandıran Sa‘leb “el-ebyâtü’l-muhaccele” ismiyle konuya temas etmiş ve bu tür beyitleri “ilk mısraının son kelimesinden kafiyesi anlaşılabilen, sonu (acüz) söz sahibinin amacını açıklar nitelikle olan beyitler” şeklinde tanımlamıştır. Kudâme b. Ca‘fer, “tevşîh” olarak adlandırdığı bu türü kafiye kelimesinin beytin diğer öğeleriyle uyumu nevinden saymıştır.

Ali b. Hârûn el-Müneccim irsâda “teshîm” adını vermiştir. Ona göre bu özelliği taşıyan şiir (müsehhem), ilk mısraını duyan dinleyicinin son mısraı duymadan kafiye kelimesini tahmin edebileceği şiirdir (Hâtimî, I, 152). Hasan b. Bişr el-Âmidî, belli bir isim vermemekle birlikte tenâsüp veya tezat uyumu ile bölümleme mükemmelliğinin bir gereği olarak parçalarının birbirine delâlet etmesini güzel sözün, beytin başı okununca sonunun nasıl geleceğinin bilinmesini de güzel şiirin niteliği olarak görür. Bu sanata teshîm denmesini uygun bulmayan İbn Vekî‘ ona “mutmi‘” (duyanda benzerini söyleme arzusu uyandıran şiir) adını vermiş ve “lafızları kulağa ulaşmadan anlamı kalbe erişen şiir” olarak tanımlamıştır. Ebû Hilâl el-Askerî buna “tebyîn” denmesini önerdikten sonra onu “başı sonunu haber veren, başı duyulunca sonu tahmin edilebilen beyit” olarak tanımlamış ve en iyi şiiri “başları ile sonlarının, lafızları ile mânaların yarışırcasına birbirine delâlet eden şiir” olarak nitelemiştir (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 425).

Bu sanata irsâd adını ilk veren âlim Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’dir (ö. 637/1239). Ardından Hatîb el-Kazvînî ile onun Telħîśü’l-Miftâĥ’ına şerh yazanlar ve bunlardan sonra gelen belâgat âlimleri aynı terimi kullanmışlardır. İbn Münkız ile Ziyâeddin İbnü’l-Esîr ve İbn Kayyim el-Cevziyye, tevşîhi irsâd karşılığı olarak değil farklı bir edebî tür şeklinde ele almışlardır. Diğer belâgat âlimleri, edebiyat münekkitleri ve bedîiyyât sahipleri çoğunlukla tevşîh, teshîm ve irsâd terimlerine aynı sanatı ifade etmek için yer vermişlerdir. İbn Ebü’l-İsba‘ tevşîh ile teshîm arasında üç fark bulunduğunu söyler. Teshîmde seci ve kafiye bilinmese de sözün başından sonu bilinebilir. Tevşîhte bunlar önceden bilinmedikçe son kelime tahmin edilemez. Teshîmde bazan sözün başı sonuna, bazan da sonu başına delâlet eder; tevşîhte ise sadece baş sona delâlet eder. Teshîmde sözün baş tarafı bazan beytin sonuna, bazan da başka yere delâlet ederken tevşîhte sadece beyit başı kafiyeye delâlet eder (Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 264-265). Nüveyrî de bu iki terimi farklı görmüş ve İbn Ebü’l-İsba‘ın üçüncü sırada andığı farkı zikretmiştir (Nihâyetü’l-ereb, VII, 142).

Anlamın delâleti sebebiyle, şiir nihayete ermeden dinleyici tarafından sonunun tamamlanması Arap geleneğinde kaliteli şiirin özelliğidir. Şairler şiirlerinin bu hususiyetiyle övünmüşlerdir. İbn Nübâte es-Sa‘dî, “Toplumda okunduğunda bir coşku kaynağıdır onlar; kafiyeleri de başları söylenince bilinir” (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 357-358) anlamındaki beytinde şiirlerini bu özelliğiyle övmektedir. Ferezdak’ın, Cerîr’in bazı şiirleri kendisine okunduğunda şiirdeki muntazam dizim ve mükemmel uyum sebebiyle her beytin sonunu daha okunmadan tamamladığı kaydedilir (Tîbî, s. 394-398).

Sözün, baş tarafı okununca nasıl sona ereceğini tahmin ettirecek nitelikte olması arada güçlü bir irtibatın bulunmasından ileri gelir. Bu irtibat taksim, tenâsüp, tezat, mukabele, lüzum, lafız delâleti, anlam delâleti gibi alâkalardır (Âmidî, s. 262). Helâk edilen milletleri anlatan “وما كان الله ليظلمهم ولكن كانوا أنفسهم يظلمون” (Allah onlara asla zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydi) âyetinde (el-Ankebût 29/40), baştaki lafız ve anlam delâleti sondaki fâsıla kelimesini (يظلمون) söylenmeden bilme imkânı verecek derecede baş-son irtibatı sağlamıştır.

”مثل الذين اتخذوا من دون الله أوليآء كمثل العنكبوت، اتّخذت بيتاً، وإنّ أوهن البيوت لبيت العنكبوت“ (Allah’tan başka birtakım dostlar edinenlerin hali örümceğin haline benzer: O bir ev edinmiş, halbuki evlerin en çürüğü örümceğin evidir) âyetinde de (el-Ankebût 29/41) öndeki lafız ve anlam delâleti, sondaki “لبيت العنكبوت” terkibini söylenmeden tahmin etme imkânı verecek irtibatı temin etmektedir. Bu iki örnekte görüldüğü gibi, bazı açık irsâd misallerinde son kelimenin tahmin edilmesinde revînin bilinmesine de gerek kalmaz. Bazı durumlarda da âyette yakın âyetlere, şiirde diğer beyitlere, nesirde yakın fıkra secilerine bakılarak hem revî hem de kafiye / fâsıla sîgasının önceden bilinmesi mümkün olur.”وما كان الناس إلا أمّة واحدة فاختلفوا، ولولا كلمة سبقت من ربك لقضي بينهم فيما فيه يختلفون “ âyetinde (Yûnus 10/19)


öndeki “فاختلفوا” (ihtilâfa düştüler) ve “لقضي” (hüküm verilirdi) ifadelerinin delâletleri, sondaki “فيما فيه يختلفون” kısmını bilme imkânı verebilir. Ancak revî harfinin, önünde vâv bulunan nûn harfi olduğu önceden bilinmezse “يختلفون” yerine “اختلفوا” olarak da tahmin yapılabilir. Buhtürî’nin şu beytinde “savaşmak / barışmak, aziz / zelil, aziz eylemek / zelil eylemek” şeklinde zıtlar arasındaki ilgi son kelimeyi söylenmeden söyletecek güçtedir:”فإذا حاربوا أذلّوا عزيزاً / وإذا سالموا أعزّوا ذليلا “(Savaştıklarında azizi zelil kılarlar, barıştıklarında ise zelili aziz eylerler; Mecdî Vehbe Kâmil el-Mühendis, s. 17). Şu hadiste de sözün sonunun nasıl geleceğini tahminde zıt, karşıt ve taksim ilgisinin etkisi görülür:”من جعله أمامه قاده إلى الجنّة، ومن جعله خلفه ساقه إلى النّار“(Kim Kur’an’ı önüne koyarsa onu cennete götürür, kim onu arkasına atarsa onu cehenneme sevkeder; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 358-359). Züheyr b. Ebû Sülmâ’nın şu beytinde üç kısım olarak söz edilen zamanın taksiminin beytin sonunun nasıl geleceğini bilmede irtibat sağladığı görülmektedir:”وأعلم ما في اليوم والأمس قبله / ولكنّي عن علم ما في غد، عم “(Bugünde ve ondan önce dünde olanları bilmekteyim, ama ben yarın olacakların bilgisinden yoksunum).

Nutfe, aleka, mudga, kemiğe ve ete bürünme şekillerinde insanın yaratılış evrelerinden söz edildikten sonra âyetin “ثمّ أنشأناه خلقاً آخر” (Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik; el-Mü’minûn 23/14) kısmına gelince vahiy kâtibi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, öndeki bu lafız ve anlam delâleti sebebiyle kendisini tutamayarak “فتبارك الله أحسن الخالقين” (Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir) şeklinde ekleme yapmış, bunun üzerine Hz. Peygamber de “Yaz, böyle indi” demiştir (Tîbî, s. 396-397).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, II, 551-552; III, 1450; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 115-116; Sa‘leb, ĶavâǾidü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1948, s. 71; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 167-168; Âmidî, el-Muvâzene (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1363/1944, s. 262-263; İbn Vekî‘, el-Münśıf fî naķdi’ş-şiǾr (nşr. M. Rıdvân ed-Dâye), Dımaşk 1402/1982, s. 68-69; Hâtimî, Ĥilyetü’l-muĥâđara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, I, 152; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 425-428; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 616-620; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 160-161; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), III, 206-216; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 263-267; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 137-138, 142-143; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 492-493; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 394-398; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâžü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 355-359; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1309, s. 422; Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 17.

İsmail Durmuş