İSTANBUL

Marmara bölgesinde Türkiye’nin en büyük şehri ve aynı adı taşıyan küçük bir ilin merkezi.

I. TARİH

II. SANAT

III. KÜLTÜR ve EDEBİYAT

Aynı adlı boğazın (İstanbul Boğazı) güney ağzında ve Avrupa tarafında, boğaza açılan dar bir koy olan Haliç’in güneyindeki küçük bir yarımada üzerinde kurulmuş, daha sonraki dönemlerde genişleyerek Haliç’in kuzey kesimine ve İstanbul Boğazı’nın her iki yakasına yayılmıştır. Şehrin, ilk kuruluş yeri olan küçük yarımadadan dışarı taşarak zaman içinde çok geniş bir alana yayılmış olması İstanbul adına günümüzde birbirinden farklı iki anlam kazandırmıştır. Bunlardan ilki kendi adını taşıyan boğazın güney ağzında ve Avrupa tarafında, Boğaz’a açılan derin ve oldukça geniş bir koyun (Haliç) güneyinde kalan küçük bir yarımada (İstanbul yarımadası) üstünde yerleşmiş ve batıdan da surlarla kuşatılmış kesimi ifade ederken ikincisi, bu tarihî yarımadayla birlikte hem Avrupa hem Asya topraklarına yayılmış bulunan bütün yerleşme bölgesini kapsamaktadır.

Coğrafî durumu bakımından İstanbul’un karalar ve denizler arasında bir geçit yerinde bulunması büyük önem taşır. Balkan ve Anadolu yarımadalarını katederek geçen yollar önemli bir engelle karşılaşmadan burada düğümlenir. Boğaz ne karşıdan karşıya geçmeyi güçleştirecek kadar geniş, ne de gemilerin gidiş gelişini güçleştirecek kadar dar, kayalık ve sığdır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ve Akdeniz kültür âlemlerini birleştiren bir deniz yolu olması, ayrıca Asya ile Avrupa’yı bağlayan kara yollarının Boğaz’a doğru yaklaşarak burada birbiriyle düğümlenmesi, İstanbul’un bütün tarihi boyunca gelişmesini etkileyen ve bu şehre özel bir kişilik kazandıran önemli bir faktördür. Şehrin İstanbul yarımadasının ucunda (günümüzde Sarayburnu adı verilen mevki) kurulmasını sağlayan coğrafî şartların en belirgini Haliç’in varlığıdır. Karalar içine 8 km. kadar sokularak geniş ve derin bir koy meydana getiren Haliç hem fırtınalardan korunan güvenceli bir liman oluşturmuş, hem de Marmara deniziyle arasındaki tepelik yarımada sayesinde korunmaya elverişli bir yerleşme yeri hazırlamıştır.

I. TARİH

Kuruluşundan Fethe Kadar. Şehrin en eski yerleşim tarihi hakkında kesin bilgi bulunmamaktadır. Ancak araştırmacılar, milâttan önce III. binin başlarından itibaren bu yörede yerleşim olduğu görüşündedir. En erken yerleşim yeri olarak Haliç kıyıları ile bunun ucundaki Alibey ve Kâğıthane derelerinin vadileri veya bu vadilere hâkim tepeler gösterilmektedir. Romalı yazar Plinius, coğrafî konumu ve stratejik önemi çok eski çağlardan beri farkedilmiş olan bu yerde Byzantion’un kurulmasından, yani milâttan önce VII. yüzyıldan önce Lygos adında bir köy bulunduğunu söyler.

Şehrin ilk kuruluşuna dair yaygın efsane bir Megara kolonisi olarak kurulduğu (m.ö. 659) şeklindedir. Efsaneye göre Megaralılar’ın başındaki kumandanın adı Byzas idi ve şehrin adı da buradan geliyordu. Bir başka efsaneye göre Byzantion’un kurucusu olan Byzas, Tanrı Zeus’un kızı Keroessa ile Deniz Tanrısı Poseidon’un oğludur. Byzas doğduğu yerde bir şehir kurmuş ve şehre kurucusuna izâfeten Byzantion adı verilmiştir (Erhat, s. 187). Küçük bir şehir olan Byzantion coğrafî konumu ve stratejik önemi sebebiyle çevredeki devletlerin ilgisini çekti. Şehir Traklar’ın saldırılarını göğüslemek zorunda kaldığı gibi Persler’in işgaline de uğradı. Milâttan önce 478’de Atina’nın zorlamasıyla Persler’e karşı kurulan Delos Deniz Birliği’ne girdi. Bununla beraber milâttan önce 440’ta Atina’ya isyan etti, fakat kısa süre sonra Atina’nın hâkimiyetini yeniden tanımaya mecbur oldu. Şehir Atina ile Sparta arasındaki savaşlar sırasında Spartalılar’ın eline geçti. Milâttan önce 340’ta Makedonya Kralı II. Filip (Philippos) tarafından denizden ve karadan kuşatıldı, fakat müttefiklerinin yardımı sayesinde kurtuldu. Roma’nın Makedonya ve Yunanistan’da üstünlük sağlamasıyla Byzantion önce Roma’nın hâkimiyetini kabul ederek serbest şehir (civitas libera) statüsünü sürdürmeyi başardıysa da milâttan sonra 73 yılında İmparator Vespasianus tarafından Roma topraklarına katıldı. Ancak İmparator Septimus Severus ile rakibi İmparator Pescenius Niger arasındaki iktidar mücadelesinde Niger’i tutan Byzantion onun öldürülmesinden sonra Severus tarafından tahrip edildi. Severus şehrin sınırlarını biraz daha genişleterek yeniden imar etti ve oğlunun şerefine Augusta Antonina adını verdi.


İmparator I. Konstantinos Roma tahtını ele geçirdikten (323) sonra Byzantion’u imparatorluğun yeni merkezi olarak seçti. Başşehrin inşasına 324 yılında başlandı. Konstantinos önce şehrin alanını genişletti. Yeni şehrin alanı eskisinden hemen hemen dört misli büyüktü. Buna göre kara tarafındaki surun eskisinden çok daha batıya götürüldüğü anlaşılmaktadır. Ancak günümüze hiçbir iz kalmamış olduğundan Marmara’dan Haliç’e uzanan bu surun nereden geçtiğini kesin biçimde tesbit mümkün değildir. Bir iddiaya göre sur Marmara kıyısında Samatya’dan (Rabdos) başlamakta, Çukurbostan’dan (Makios) Bayrampaşa deresine (Lykos) inmekte ve Cibali yakınında (Petrion) Haliç’e ulaşmaktaydı. Yeni başşehirde muhteşem bir saray, senato binası, hipodrom, tapınak ve kiliseler yapıldı. Meydanlar imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen sanat eserleriyle süslendi ve nihayet 11 Mayıs 330’da günlerce süren eğlenceler içinde şehrin resmî açılış töreni yapıldı.

Yeni başşehir topografik bakımdan çok farklı olmakla beraber Roma’ya benzetilerek kuruldu; Roma’daki belediye teşkilâtına göre düzenlendi ve son ikisi sur dışında olmak üzere on dört bölgeye (region) ayrıldı. On dördüncü bölge olan Blakhernai (Ayvansaray) sonradan surların içine alınmıştır. Daha sonraki yüzyıllarda imparatorların oturduğu Blakhernai Sarayı burada inşa edilmiştir. On üçüncü bölge ise Galata’nın aşağı kısmındaydı ve Sykai (İncirlik ?) adını taşıyordu. Resmen şehrin bir parçası olduğu halde surların dışındaydı ve hiçbir istihkâmı yoktu. Herhalde Roma’da Tiber nehrinin ötesindeki bölge örnek alınarak kurulmuştu.

Şehrin Roma’ya benzeyen başka bir yönü de Büyük Saray’ın Hipodrom’a yakınlığı idi ve Roma’daki Circus Maximus ile Palatine saraylarının durumunu andırıyordu. Ayrıca Augusteion Meydanı’na dikilen ve imparatorluk yol sisteminin başlangıç noktasını gösteren (“0” km. taşı) Milion, Roma Forumu’ndaki Milliarium’a karşılıktı. Yaldızlıkapı’dan (Altınkapı) başlayan zafer alayı törenleri burada son bulurdu. Doğu-batı istikametinde yaklaşık 2 km. uzayan şehrin ana caddesi de (Mese) Milion’dan başlamakta ve Kapitol denen yerde ikiye ayrılarak biri surlardaki Yaldızlıkapı’ya, diğeri Edirnekapı’ya ulaşmaktaydı. Bu yol üzerinde, imparatorluğun yeni başşehrinin kurucusu adına yapılan meydanın (Forum Constantini) ortasına dikilen porfir sütunun (Çemberlitaş sütunu) üstünde I. Konstantinos’un Güneş tanrısını (Sol-Helios) sembolize eden tunçtan bir heykeli vardı. Yeni başşehrin kuruluşu sırasında yeni resmî din Hıristiyanlığın mâbedi olan kiliseler de yapıldı. Bunların ilki “ilâhî huzur” veya “kutsal barış” anlamını taşıyan Aya İrini (Hagia Eirene) Kilisesi’dir. V. yüzyılda İstanbul’da 323 sokak ve 4383 ev bulunmaktaydı. Yine Roma’nın limanı Ostia’da olduğu gibi İstanbul’daki zengin evleri de iki katlı inşa edilmişti. Fakirler ise çoğu tabanı toprak, damı sazlarla örtülü kulübelerde yaşıyordu.

Başşehrin kuruluşundan itibaren İstanbul halkı için en önemli yer Hipodrom idi. Burası sosyal hayatın en canlı noktasıydı. Araba yarışlarının ve tiyatro gösterilerinin yapıldığı Hipodrom’a giriş serbestti. Roma’daki Circus Maximus örnek alınarak Septimus Severus tarafından yaptırılan, daha sonra I. Konstantinos tarafından yenilenen Hipodrom seyirci kapasitesi bakımından Circus Maximus’tan daha büyüktü ve 80.000 kişi alıyordu. I. Konstantinos’un yarışları seyretmek için yaptırdığı loca (Kathisma) spiral bir merdivenle Büyük Saray’a bağlıydı. Yarış alanının ortasında uzunluğuna yapılan ve sanat eserleriyle süslenen duvara Spina deniliyordu. Yarış arabaları bu duvarın etrafında koşarlardı. Konstantinos devrinde Delphi’den getirilen Yılanlı Sütun Hipodrom’a konmuştu. I. Theodosios zamanında obelisk de (dikili taş) buraya konuldu. II. Theodosios döneminde locanın ön tarafına Khios adasından getirilen yaldızlı bronzdan yapılmış Lysippos’un dört at heykeli konulmuştu. En alt sıradaki özel yerler senatörlere ayrılmıştı. Maviler Partisi’nin üyeleri locanın sağında, yeşiller ise solunda otururlardı.

Hipodrom zaman içinde merasimlerin ve politik tartışmaların da yapıldığı yer haline geldi. Yeni bir imparatorun tahta çıkması sırasında halk Hipodrom’da toplanır ve seçimi onayladığını burada belirtirdi. Aynı zamanda halk imparatorun tutumunu yine burada eleştirip şikâyetlerini dile getirirdi. Bundan dolayı sonraki devirlerde Hipodrom tahtı sarsan birçok gösteri ve ayaklanmaya sahne olmuştur. Her şeye rağmen Hipodrom esasta araba yarışlarının yapıldığı yerdi. Önceleri yarışçılar işçi sınıfının üst tabakasından seçilirdi. Zamanla asil sınıfından gençler de Hipodrom’da yarışmaya başladı. Yarışçılar Maviler, Yeşiller, Kırmızılar, Beyazlar diye adlandırılan ve halkı temsil eden siyasî partilerden biri veya diğeri için yarışırdı. İmparatorlar da bu partilerden


birini tutar ve bunu açıkça belli ederlerdi. Sonraki zamanlarda Maviler ve Yeşiller çok önem kazandı ve Kırmızılar ile Beyazlar bunlara katılıp silindi. Latin işgali araba yarışlarının sona ermesine yol açtı ve 1261’de İstanbul’un geri alınmasından sonra da artık yapılmadı.

Şehrin merkez alanında pazarlar kurulurdu. Halk günlük haberleri duymak ve meseleleri tartışmak için buralarda toplanırdı. VI. yüzyılda Augusteion Meydanı başşehrin en sevilen buluşma yeri olmuştu. Kitapçı dükkânları buraya yakındı. Arzuhalciler de burada Ayasofya’nın önünde bekleşirlerdi. Bu dönemde burada büyük bir gıda pazarı da kuruldu. Büyük Saray ile Konstantinos Forumu arasındaki çarşıda kuyumcu dükkânları yer alırdı. Ayrıca her tarafta gezerek kıymetli kumaşlar, ayakkabılar veya basit günlük eş-yalar satan sokak satıcıları da vardı.

Asil beyler genelde beyaz atlara binerdi; yanlarında yürüyen uşakları ellerinde sopalarla efendilerine kalabalıkta yol açardı. Şık giyimli zarif hanımlar ise şehirde ya araba ya da tahtırevanla dolaşırdı ve beraberlerinde harem ağaları bulunurdu. Kadınların bazı kanunî hakları vardı. Miras alırlar, dul kaldıklarında kendi mülklerini idare eder, çocuklarının vasîsi olurlardı. Şehirde okuma yaygındı. İstanbul’un koruyucusu Meryem Ana’yı elinde kitapla gösteren bir tasviri örnek alan asil hanımlar arasında okuma merakı oldukça yüksekti. Aileler çocuklarının öğrenimine önem verirlerdi.

Mezarlıklar şehir dışındaydı. Sadece imparator ve akrabaları surlar içinde kilisede gömülebilirdi. Şehirde hastaların bakımı için birçok hastahane, yetimhane ve fakirhane yapılmıştı. Önceleri başşehrin su ihtiyacı dışarıdan gelen su yollarıyla karşılandı. Ancak şehre saldıran düşmanların bu su yollarını kolayca kesmesi mümkün olduğundan devlet daha pratik bir sistem geliştirerek yer altında büyük sarnıçlar kurdu. Bunlardan otuz kadarı günümüze ulaşmıştır.

İki nesil içinde şehrin nüfusu Konstantinos’un çizdiği sınırları aştı ve surların dışında yeni mahalleler oluştu. Şehrin nüfusu IV. yüzyılın sonunda tahminlere göre 200.000’e ulaştı, VI. yüzyıl içinde bu sayı yarım milyonu, IX. yüzyılda ise 1 milyonu buldu. Yeni başşehrin etrafında Roma hayatının önemli bir unsuru olan yazlık mahalleler genelde deniz kıyısında Bakırköy’e kadar uzanan batı sahilinde, Boğaziçi kıyılarında, Üsküdar ve Kadıköy’de kuruldu. Buralarda birçok yazlık saray, kilise ve manastır inşa edildi. Prens adaları yazlık olarak değil gözden düşen hânedan mensupları veya önemli şahıslar için sürgün yeri olarak kullanıldı. Böylece boğazın iki yakasındaki yazlık mahallelerle birlikte İstanbul Ortaçağ’ın en görkemli ve büyük başşehri haline geldi. Şehir eyaletlerden alınan vergiden muaf tutuldu. Halka bedava ekmek dağıtıldı. İmtiyazlar tanınmak suretiyle birçok Roma senatörü ve diğer şehirlerden pek çok seçkin aile başşehre göç etmeye teşvik edildi. Bunlara inşaat yapmak üzere bedava arsalar verildi. Böylece İstanbul kuruluşundan itibaren çeşitli insan gruplarının birleştiği yer oldu.

İmparatorluğun merkezini İstanbul’a taşıyan ve resmî din olarak kabul ettiği Hıristiyanlığa, 325 yılında İznik’te toplanmasını gerçekleştirdiği I. Genel Konsil ile yeni bir güç kazandıran Konstantinos’un dönemi eski imparatorluk idaresinden kesin kopuşun başlangıcı oldu ve bundan böyle ağırlık merkezi doğuya geçmiş olan imparatorluk her yönden batı şartlarına yabancılaştı. Persler’e karşı sefere çıkmaya hazırlanırken İzmit yakınında ölen (337) kralın cenazesi İstanbul’a getirilerek Hagioi Apostoloi (On İki Havari) Kilisesi’nin doğu ucunda imparatorluk ailesi için inşa edilen Mausoleum’a gömüldü (Burkhard, s. 370). Büyük oğlu II. Konstantios babasının başlattığı İstanbul’u imar faaliyetine devam ederken şehir 24 Ağustos 358’de İzmit’i yerle bir eden ve etkisi Makedonya’da bile hissedilen bir depremle sallandı (Marcellinus, s. 126 vd.). İmparator Valens, İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için yapımı devam eden su şebekesine Valens Su Kemeri’ni (Bozdoğan Kemeri) ekledi.

Yeni bir hânedanın kurucusu olan I. Theodosios, 383’te batı eyaletlerinde mukabil imparator ilân edilen Maximus’a karşı kazandığı zaferin anısına 390’da İstanbul’da Hipodrom’un Spina’sına Mısır’dan getirilmiş olan obeliski diktirdi. Theodosios, 381’de İstanbul’da toplanan II. Genel Konsil kararlarına uygun olarak çıkardığı bir fermanla Aryanistliği yasakladı ve İznik iman formülünü -oğulun ezelden beri baba ile bir olduğu dogmasını- devletin resmî dini olarak kabul etti. Böylece Ortodoksluk kurulmuş oldu. Ancak Aryanistler direndiler, hatta 388 yazında Ayasofya’nın güneyindeki patriklik sarayını yaktılar (Sozomenos, LXVII, 7, 14). Putperestlik de kesin olarak yasaklandığından 392’de Zafer ilâhesinin heykeli senato salonundan çıkarıldı. Eski ilâhlar döneminin olimpiyat oyunları da 393’te son defa yapıldı. Böylece Roma İmparatorluğu tamamen hıristiyanlaşmış oldu.

395’te Theodosios’un ölümünden sonra imparatorluğun idaresi oğulları Arkadios ve Honorios arasında ikiye ayrıldı. Arkadios’un siyasî açıdan fazla önem


taşımayan saltanat döneminde başşehirdeki dinî kargaşanın sebep olduğu isyan sırasında Ayasofya Kilisesi yandı (404). Theodosios ve Arkadios dönemlerinde İstanbul birkaç defa yangın (388, 400, 406) ve deprem (395,402, 403, 407) felâketine uğradı. II. Theodosios devri, Hz. Îsâ’nın niteliği konusunda birbirine cephe alan inanç kavgalarının doğurduğu dinî görüş ayrılıklarına son vermek için III. Genel Konsil’in Efes’te toplanması (431), İmparator Kanunları Mecmuası’nın (Codex Theodosianus) neşri (438) ve Hunlar’ın devletin varlığını tehdit eden akınları bakımından önem taşımaktadır. Hunlar’ın yarattığı büyük tehlike karşısında İstanbul surlarının 2 km. daha batıya götürülerek bugünkü yerinde inşası (413-447) ve Latince-Grekçe olarak hitabet, gramer, felsefe, hukuk derslerinin verileceği yüksek okulun (Auditorium) kuruluşu (425) II. Theodosios devrinin en önemli olaylarıdır.

Markianos devrine dinî inanç kavgaları, özellikle Efes Konsili’nde üstünlük sağlayan monofizit görüşe son vermek amacıyla 451’de Kadıköy’de (Khalkedon) toplanan IV. Genel Konsil ve Attilâ’nın ölümüyle Hun Devleti’nin dağılması sonucunda imparatorluğun bu tehlikeden kurtulması damgasını vurmuştur. Günümüzde Kıztaşı adıyla bilinen, Fatih’te bir meydanın ortasında yükselen Markianos Sütunu bu döneme tanıklık eder ve imparatorluğun Hun baskısından kurtuluşunu simgeler. Ortodoks inancına yeniden dönüş anlamına gelen Kadıköy Konsili’nin İznik iman formülüne bazı ilâvelerle aldığı kararlar günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir.

I. Leon döneminde 465 yılında 1 Eylül gecesi başlayan ve dört gün süren yangında şehrin büyük bir bölümü tamamen yandı. İmparatorluğun batı yarısı Germen kavimlerinin saldırısıyla yıkılırken (476) doğu yarısı bu tehlikeyi atlatabildi. 491’de tahta geçen İmparator Anastasios’un özellikle malî alanda yaptığı reformlarla imparatorluk ekonomik bakımdan kalkınmayı başardı. Bu dönemde İstanbul, Ortodoks halkın monofizit inanca sahip olan imparatora ve taraftarlarına karşı 4-6 Kasım 512’de giriştiği büyük bir ayaklanmaya tanık oldu.

I. Iustinianos döneminde 529 yılında hukukun yeniden düzenlenmesi ve yayımlanması (Codex Iustinianos) büyük önem taşır. İstanbul tarihinin en kanlı ayaklanması da onun zamanında meydana geldi. 532 yılında Maviler ve Yeşiller’in birleşerek çıkardıkları Nika İsyanı büyük zararlara sebep oldu. Ayaklanma hızla yayıldı. İstanbul her taraftan ateşe verildi. Aralarında Ayasofya Kilisesi’nin de bulunduğu binalar ve anıtlar yakılıp yıkıldı. Altı gün süren isyan Belisarios ve Narses adlı kumandanlar tarafından Hipodrom’da toplanmış 30.000’den fazla insanın öldürülmesiyle bastırıldı. Iustinianos, Nika İsyanı sırasında çıkan yangında ikinci defa kül olan Ayasofya’yı muhteşem bir şekilde yeniden inşa ettirerek büyük bir ün kazandı. Ancak malî kaynakların büyük ölçüde israfı devletin de gücünü yitirmesine sebep oldu. Iustinianos devrinde İstanbul’da toplanan V. Genel Konsil (553) bir ölçüde de olsa İstanbul ve Roma kiliseleri arasında bir uzlaşma sağladı. Fakat bu anlaşma sürekli bir neticeye ulaşamadığı gibi Roma’ya yakınlaşma Doğu kiliselerinin İstanbul’dan daha çok kopmasına sebep oldu. Yeğeni II. Iustinianos İran’a karşı ikinci bir cephe oluşturmak üzere Göktürk hakanı ile dostluk kurmaya çalıştı.

Yeni bir hânedanın kurucusu olan Herakleios devrinde Balkanlar’ı hemen bütünüyle ele geçiren Avar ve Slav orduları doğrudan İstanbul’u tehdit etmeye başladılar. Öte yandan Boğaziçi kıyılarına kadar ilerleyen İran orduları İstanbul’u zaptetmek üzere Avarlar’la anlaştı. Durumu böylesine çaresiz görünen imparatorluk hiç umulmadık bir şekilde kendini yenileme oluşumunu gerçekleştirdi. Herakleios’un idarî, dinî, kültürel ve en önemlisi “tema”lar (askerî eyalet) sistemini kurarak askerî alanlarda yaptığı reformlar devlete yeniden yaşama gücü verdi. 622-629 yılları arasında süren savaşlar sonunda İran ve Avarlar karşısında kesin başarı sağlandı. Bu savaşlar sırasında 626’da Avarlar ve İranlılar’ın beraberce yaptıkları kuşatma zorlu bir direnme ve donanmanın başarısı ile atlatılabildi. Ancak bir süre sonra başlayan İslâm fetihleri sonunda Filistin, Suriye, el-Cezîre, Mısır eyaletlerinin kaybedilmesi imparatorluğun doğuda kazandığı üstünlüğü silip götürdüğü gibi İstanbul’u hedef alan müslüman Araplar’ın karadan ve denizden düzenledikleri seferler imparatorluğu tamamen ortadan kalkmak tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı.

Herakleios’tan sonra tahta geçen torunu II. Konstans devrinde hızla ilerleyen İslâm fetihleri Tunus içlerine kadar Kuzey Afrika’ya, Toros silsilesine kadar Anadolu’ya ulaşmış, Kıbrıs ve Rodos adalarını ele geçiren müslümanlar imparatorluğun Doğu Akdeniz’deki üstünlüğünü kırmıştı. İmparator II. Konstans Langobardlar’a karşı İtalya’yı, Araplar’a karşı Kuzey Afrika’yı daha iyi savunabilmek için başşehri Syracusa’ya taşımaya karar vermişti. Başşehir halkı ve patrik bu düşünceye kesinlikle karşı çıktı ve mesele imparatorun öldürülmesiyle son buldu.

IV. Konstantinos devrinde İstanbul bu defa da Emevî Halifesi Muâviye’nin ordularını surlarının önünde gördü (669). Kıbrıs, Rodos, Kos (İstanköy), Khios (Sakız) adalarının ele geçirilmesinden sonra 670’te Kyzikos (Kapıdağ) yarımadasının zaptı müslümanların hedefinin İstanbul olduğunu açıkça göstermişti. Büyük taarruz, 674’te muazzam bir donanmanın getirdiği kuvvetlerin şehri karadan ve denizden kuşatmasıyla başladı ve 678’e kadar sürdü. Ancak İstanbul karadan yapılan hücumların müstahkem surları aşamaması ve müslüman gemilerinin Grek ateşiyle (Sıvı Ateş) yakılması sonucunda kurtuldu. Fakat İslâm’ın yükselişi imparatorluğun dinî siyasetini de etkilemekteydi. Bütün doğu eyaletlerini müslümanlara kaptırmış olan Bizans, artık kilise bakımından doğu hıristiyanlarıyla barışık kalmak zorunda değildi. Herakleios döneminde 638’de kabul edilen Monotheletismus (Îsa’da bir tek iradenin varlığı) ile bütün bağlarını kopararak Roma ile barıştı ve İstanbul’da toplanan VI. Genel Konsil (7 Kasım 680 - 16 Eylül 681) Monotheletismus’u mahkûm etti.

On altı yaşında tahta çıkan II. Iustinianos’un ilk saltanat dönemi (685-695) Maviler Partisi’nin öncülük ettiği bir halk isyanıyla son buldu. II. Iustinianos 705’te ikinci defa tahta çıktı. İstanbul halkı korku içinde ve acılar çekerek altı yıl Iustinianos’un zulümlerine katlandı.

İmparatorluk 711-717 yılları arasında saray ihtilâlleri ve anarşi içinde çırpınıp durdu. Bu arada İstanbul depremler ve yangınlar yüzünden tekrar tekrar harap


oldu. Emevîler Bizans’ın bu durumundan yararlanarak yeniden İstanbul’u kuşattı. Halife Süleyman b. Abdülmelik’in kardeşi Mesleme tarafından kuşatılan başşehir 717’de tahta çıkan III. Leon’un gayretiyle, özellikle Grek ateşi ve şehir surlarının dayanıklılığı sayesinde bu tehlikeyi de atlattı. Ayrıca Anadolu’da kazanılan başarılarla müslümanların devleti tehdit eden hücumları durduruldu. 726’da İmparator III. Leon’un bir emirnâmesiyle başlayan “tasvir kırıcılık” (ikonoklasm) hareketinin asıl hedefi, aslında tasvir kültünü kendileri için bir sanayi haline getirmiş olan keşişlik müessesesinin kudret ve nüfuzunu kırmaktı. Ancak Leon’un sarayın kapısı üzerinde bulunan Îsâ tasvirini söktürmesiyle başlayan sokak kavgaları İstanbul’u kana buladığı gibi tasvir kırıcılık hareketi imparatorluğun birçok yerinde isyanların çıkmasına sebep oldu. İstanbul bu dönemde 26 Ekim 740 günü vuku bulan şiddetli depremden de büyük zarar gördü. Aya İrini Kilisesi ve birçok büyük bina kısmen veya tamamen yıkıldı. Şehir iki yıl sonra 742’de yeni bir depremle tekrar sarsıldı.

Tasvir kırıcılık hareketinin en şiddetli temsilcisi olan V. Konstantinos, tahta çıktığı yıl (741) iktidarı eniştesi Artabasdos’a kaptırdıysa da onu bertaraf ederek 743 Ekiminde başşehre girip yeniden tahtına oturmayı başardı. Bu taht kavgası sonunda İstanbul, İmparator Konstantinos’un intikam almak için yaptığı cezalandırma hareketine sahne oldu. Bulgarlar’ın kesin hezimetiyle son bulan savaştan (763) sonra halk İmparator V. Konstantinos’un muhteşem bir merasimle şehre girişine alkış tuttu ve bu zaferi Hipodrom’da yapılan büyük şenliklerle kutladı. 10 Şubat 754’te toplanan konsilden sonra tasvir kırıcılık hareketinin özellikle başşehirde en sert tedbirlerle uygulanması halkı perişan etti. İmparatorun merhametsiz tutumu sonucu pek çok kişi öldürüldü. Heykeller, mozaikler, resimler, el yazmalarındaki tezhipler, en kutsal emanetlere varıncaya kadar ibadete maddî dayanak olabilecek her şey yok edildi.

İstanbul, Abbâsî Halifesi Mehdî-Billâh’ın oğlu Hârûnürreşîd kumandasında gönderdiği orduların tehdidinden İmparatoriçe Irene’nin Hârûnürreşîd’le imzaladığı barış antlaşması sayesinde kurtuldu (782). Papalık ile de yeniden dostluk kuran imparatoriçe, tasvirlere ibadete dönüşü sağlamak amacıyla 31 Temmuz 786’da İstanbul’da Hagioi Apostoloi Kilisesi’nde bir genel konsil topladı. Ancak konsil ikonoklast kumandanlar tarafından dağıtıldı. Fakat Irene, bir yıl sonra (24 Eylül 787) İznik’te topladığı genel konsilde tasvir kırıcılık hareketini mahkûm ettirdi. Konsilin İstanbul sarayında yapılan kapanış töreninde alınan kararlar Irene ve genç imparator tarafından da imzalandı (23 Ekim 787). İstanbul 17 Mart 780, 9 Şubat 790 ve Mayıs 796’da deprem felâketine uğradı.

31 Ekim 802’de İstanbul sarayındaki bir ihtilâl sonunda tahttan indirilen Irene’nin yerini onun maliye vekili I. Nikephoros aldı. Onun ölümünden sonra İstanbul 813 ve 814 yıllarında Bulgar Kralı Krum tarafından iki defa kuşatıldı. Başşehir, Krum’un birinci kuşatmasından surlarının sağlamlığı sayesinde kurtuldu. İkinci kuşatma sırasında da Krum ansızın ölünce kuşatma sona erdi.

İstanbul, 820 yılı Noel günü Ayasofya Kilisesi’ndeki âyin sırasında İmparator V. Leon’un öldürülmesiyle yeni bir cinayete tanık oldu. Onun yerine geçen II. Mikhail ile kurulan Amorion hânedanı döneminde tasvir kırıcılık hareketi tekrar güç kazandı. İlim ve sanat hayranı aydın bir kişi olup İslâm kültürünün de etkisinde kalan İmparator Theophilos, Bağdat saraylarının resimlerini getirterek İstanbul’da Bryas (bugünkü Küçükyalı) mevkiinde Abbâsî saraylarının benzeri bir saray yaptırdı ve eşsiz güzellikteki bu sarayda yaşamayı tercih etti. Theophilos’un ölümüyle tasvir kırıcılık hareketi kesin olarak son bulunca bu akımın doğurduğu dinî kargaşadan kurtulan imparatorlukta büyük bir kültürel ilerleme dönemi başladı. İstanbul sarayında yeniden açılan yüksek okul fikir ve sanat merkezi oldu, bunu siyasî ve askerî yükselme ve güçlenme devri takip etti.

Theophilos’un ölümünden sonra tahta çıkan oğlu III. Mikhail döneminde Ruslar ilk defa gemilerle Karadeniz’den gelip şehri kuşattılar (860). Halkı dehşete düşüren bu saldırıdan İstanbul, patlayan bir fırtına sonunda Rus gemilerinin parçalanıp mahvolması sayesinde kurtuldu. Yine bu dönemde başşehir 862 ve 866 yıllarında vuku bulan şiddetli iki depremin tahribatına uğradı.

Makedonya hânedanının kurucusu olan I. Basileios zamanında arka arkaya İstanbul’da toplanan dinî meclislerden ve 869-870’teki VIII. Genel Konsil’den sonra Roma kilisesiyle ilişkiler daha ılımlı hale dönüştü. İstanbul, 9 Ocak 869 tarihinde başlayan ve kırk gün devam eden depremle harap oldu. Basileios zamanında başlatılan kanunların yeniden düzenlenmesi çalışmaları VI. Leon devrinde tamamlandı ve imparatorluğun uzun yıllar kullanacağı kanun koleksiyonu Basilika adıyla yayımlandı. VI. Leon döneminde devlet idare sistemi ve bürokrasi düzeni mükemmel bir seviyeye ulaştı. Devletin merkeziyetçi karakteri şehir hayatına ve ekonomisine damgasını vurdu. Başşehrin bütün ekonomik hayatı “eparkhos”un (vali, belediye başkanı) kontrolü altındaydı. Ticaret ve sanat erbabı loncalar halinde organize edilmişti. 912 ilkbaharında İstanbul, Ayasofya Kilisesi’nin yakınındaki mumcu dükkânlarında çıkan bir yangın tehlikesine mâruz kaldı. 913’te Bulgar Hükümdarı Symeon’un Bizans tacını elde etmek amacıyla İstanbul surları önüne gelmesi üzerine hükümet ağır tâvizler vererek onunla anlaşmak yoluna gitti. İstanbul sarayına davet edilen Symeon, İmparator Konstantinos ve patrik Nikolaos tarafından törenle karşılandı. Kendisine Bulgarlar’ın Basileios’u unvanı verilmek suretiyle barış sağlandı. 924 yılında İstanbul Symeon tarafından tekrar kuşatıldıysa da İmparator I. Romanos’un siyasî maharetiyle bu tehlikeyi de atlattı. 931 yılı yazında Konstantinos Forumu (bugünkü Çemberlitaş semti) yakınında mumcu ve derici dükkânlarında çıkan yangın geniş bir alana yayıldı ve şehirde büyük tahribata sebep oldu. İstanbul 941 Haziranında Ruslar’ın âni bir saldırısına uğradı. Ioannes Kurkuas etkili bir taarruzla Ruslar’ı geri çekilmeye zorlarken bizans donanması da Rus gemilerini Grek ateşiyle yakıp tahrip etti.

Siyaset ve devlet idaresinden ziyade ilim ve sanata ilgi duyan VII. Konstantinos döneminde kültür alanında büyük gelişmeler oldu. Onun imparatorluk idaresiyle ilgili olarak kaleme aldığı De Administrando imperi adlı eserinde Bizans’a komşu Türkler hakkında çok değerli bilgiler mevcuttur. De Caerimoniis adlı kitabından da İstanbul’da saray muhafızı olarak görev yapan Ferganalı Türkler’in bulunduğu anlaşılmaktadır. İnşa edilen çok sayıda bina ve anıtlarla İstanbul daha da güzelleşti. Sınırlarda sağlanan güvenlikle uzun yıllardan beri düşman tehdidinden kurtulmuş olan İstanbul halkı 948’de vuku bulan bir deprem dışında huzur içinde yaşamını sürdürdü. Bu dönemde yabancı saraylarla sıkı bir münasebete girilerek komşu Arap devletlerine, Endülüs Emevî halifelerinden III. Abdurrahman’ın Kurtuba’daki (Cordoba) sarayına ve Roma-Germen İmparatoru I. Otto’ya elçi heyetleri gönderildi. Bundan başka kısa süre önce Hıristiyanlığı


kabul etmiş olan Kiev-Rus Kraliçesi Olga 957 yılı sonbaharında İstanbul’a geldi. Bizans-Rus münasebetlerinde yeni bir dönem açan bu ziyaret Bizans kilisesinin Rusya içindeki gelişmesini hızlandırdı.

10 Aralık 969’da İstanbul, Nikephoros’un bir saray suikastına kurban gitmesine tanık oldu. II. Basileios, 988’de âsi Bardas Phokas’ın İstanbul’u ele geçirmek üzere Üsküdar’a kadar ilerleyişi karşısında çok zor duruma düştü ve Kiev Hükümdarı Vladimir’den yardım istemek zorunda kaldı. Basileios, Vladimir’in gönderdiği 6000 Rus askeri sayesinde başarıya ulaştı. Bizans’ın hizmetinde kalan bu Rus birliğine sonraki yıllarda Normanlar, Franklar ve başka yabancılar da katıldı. 26 Ekim 989’da meydana gelen korkunç deprem sadece başşehirde değil başta İzmit olmak üzere Orta Anadolu ve Trakya’da da büyük zararlara sebep oldu. Ayasofya’nın batı kubbesi çöktü.

II. Basileios döneminde İstanbul güçlü ticaret hayatı, iyi idare edilen kurumları ve kültür alanında sürdürdüğü gelişmesiyle Ortaçağ’ın en büyük ve en pırıltılı şehri haline geldi. 1010 yılı Ocak ve Mart ayları arasında yaşanan depremde birçok kilise yıkıldı. II. Basileios’un yeteneksiz halefleri otuz yıl içinde imparatorluğu çöküşe sürüklediler. Halk 1037, 1038, 1041, 1042 yıllarında arka arkaya vuku bulan depremlerin acısını ve 6 Ağustos 1040’ta limandaki bütün gemileri yakıp kül eden yangın felâketini de yaşadı (Kedrenos, II, 529). İmparatoriçe Zoe’nin, evlât edinip tahta çıkardığı V. Mikhail tarafından iktidardan uzaklaştırılarak bir manastıra hapsedilmesi üzerine başşehirde meydana gelen korkunç ayaklanma (Psellos, s. 81-90), Zoe’nin kız kardeşi Theodora ile birlikte tahta çıkarılması ve Ayasofya’ya sığınan V. Mikhail’in yakalanıp gözlerine mil çekilmesiyle son buldu (20 Nisan 1042).

İmparator IX. Konstantinos zamanında yüzyıllardan beri süregelen Roma-İstanbul kiliseleri arasındaki anlaşmazlık kesin bir ayrılığa dönüştü (1054). Devlet yönetimindeki başarısızlığına rağmen IX. Konstantinos’un 1045’te hukuk ve felsefe yüksek okullarının kuruluşuna ön ayak olması eğitim açısından büyük bir gelişmenin başlangıcı oldu. Devletin ihtiyaç duyduğu yüksek düzeyde memurlar bu okullarda yetişmeye başladı. İlim ve öğrenimdeki gelişme kütüphanelerin de çoğalmasını sağladı. Saray, manastır ve okulların zengin kütüphaneleri Batı’dan ve Doğu’dan gelen pek çok yabancının ilgisini çekmekteydi.

1057 yılında askerî darbe ile Anadolu’da imparatorluğunu ilân eden Isaakios Komnenos kötü gidişe son verecek bir kurtarıcı gibi sevinçle karşılandı. Fakat Sivil Asalet Partisi’nin hilesiyle iki yıl sonra tahttan uzaklaştırıldı. Şehir 1064 Eylülünde yeni bir depremle sarsıldı. Malazgirt Muharebesi’nde yenilen ve esir düşen IV. Romanos Diogenes İstanbul’daki saray ihtilâliyle tacını ve hayatını kaybetti (1072). Anadolu Selçuklu ailesinden Kutalmış oğlu Süleyman Şah, İznik’in hâkimiyetini eline geçirip Anadolu’da ilk Türk devletini kurdu (1078). Böylece Türkler Boğaziçi kıyılarına kadar ilerleyerek doğrudan İstanbul’u tehdide başladılar. Bizans’ı düştüğü bu durumdan genç kumandan Aleksios Komnenos kurtardı. Askerî asalet sınıfı tarafından imparator ilân edilen Aleksios’un birlikleri 1 Nisan 1081 günü İstanbul’a girdi. Başşehir üç gün boyunca her türlü kargaşa ve yağma olayına mâruz kaldı. Aynı yıl İstanbul yeni bir depremle sarsıldı (Glykas, s. 15 vd., 620).

Peçenekler, İzmir Beyi Çaka ile anlaşarak 1090-1091 kışında İstanbul’u denizden ve karadan kuşattılar. Aleksios Peçenekler’e karşı Kumanlar’la anlaştı ve 29 Nisan 1091’de Peçenekler’i dağıttı. 1096 yılında Haçlı orduları İstanbul’a geldi. Halk dilleri ayrı, inançları farklı ve görünüşleri dehşet saçan Batılı barbar ordularının İstanbul surları önünde konakladığı sürece korku içinde yaşadı. Halkı ile aynı korkuyu paylaşmakta olan Aleksios, her şeye rağmen Haçlı reisleriyle anlaşmalar yaparak onlardan yararlanma imkânını buldu, Haçlı ordularının Anadolu’ya geçmesini sağladı. Haçlılar tarafından kuşatılan Anadolu Selçuklu Devleti’nin başşehri İznik Bizans’a teslim edildi (19 Haziran 1097).

Kudüs’ün 1099’da Haçlılar tarafından zaptı Avrupa’da büyük bir heyecan ve coşkuyla karşılandı. Kısa süre sonra yeniden büyük bir sefer girişimi başlatıldı. İstanbul, 1101 yılının ilk yarısında Batılı orduların yarattığı zorlukları yeniden yaşadı. II. Ioannes Komnenos’un tahta çıkışı sırasında (1118) İstanbul sarayında hânedan mensuplarını da ikiye ayıran karışıklıklar yaşandı. Sonunda aslen Türk olan büyük başkumandanı (megas domestikos) Aksukhos’un (krş. Demirkent, TTK Belleten, LX/227 [1996], s. 59-72) sayesinde II. Ioannes duruma hâkim oldu.

Urfa’nın Atabeg İmâmüddin Zengî tarafından fethi üzerine (24 Aralık 1144) Bizans’ın desteğine ihtiyacı olduğunu anlayan Antakya Prinkepsi Raymond, İmparator Manuel’den af dilemek ve onunla anlaşmak için 1145 yılında İstanbul’a geldi. Urfa’nın fethi Avrupa’yı da sarsmıştı. Fransız ve Alman krallarının kumandasında yeni bir Haçlı seferi düzenlendi. İmparator Manuel, 1147 sonbaharında İstanbul önüne ulaşan Haçlılar’ın bu teşebbüsüne karışmayıp onlarla iyi ilişkiler içinde olmaya çalıştı.

İmparator Manuel ile barış antlaşması imzalayan II. Kılıcarslan İstanbul’a giderek üç ay misafir kaldı (1162). Esasen Bizans ile Selçuklular’ın Anadolu’da yüzyıllarca süren hâkimiyet mücadelesine rağmen iki komşu millet arasında kurulan ilişki sadece düşmanca duygular içinde hapsolup kalmamıştı. Aksine bu ilişki, İstanbul ile Konya arasında hoşgörüye dayalı bir kültür alışverişinin doğmasını ve kesintisiz sürüp gitmesini sağlamıştı. Böylece XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Komnenoslar döneminde İstanbul’un kozmopolit hayatında Selçuklu yaşayışının kültür ve sanatının etkileri açıkça görülmektedir. Çeşitli alanlardaki


bu etkilenmenin çok güzel bir örneğini Selçuklu mimari tarzını, resim ve süsleme sanatını yansıtan Büyük Saray kompleksi içinde imparatorluk taht salonunun hemen batısında inşa edilmiş olan müstakil bir bina aksettirir.

Nûreddin Mahmud Zengî’nin gücü karşısında Bizans ile ilişkilerini kuvvetlendirmek isteyen Kudüs Kralı Amaury 1171 ilkbaharında İstanbul’a gelerek Manuel’i ziyaret etti ve onun desteğini kazandı. Manuel’in ölümüyle küçük oğlu Aleksios’a niyâbet eden dul imparatoriçe Maria’nın hâkimiyeti Latinler’e duyulan nefret yüzünden İstanbul’da hiç benimsenmedi. Nihayet imparatoriçeye karşı 1182’de tertip edilen isyanla İstanbul halkı bir taraftan Latinler’i öldürürken bir taraftan da Manuel’in kuzeni Andronikos Komnenos’u tahta çıkardı (1183). Andronikos’un saltanatı, yeniden disiplini sağlamak için başvurduğu sert tedbirler yüzünden facialar, suikastlar, komplolar ve ayaklanmalar içinde geçti.

Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs krallık ordusunu imha ederek kazandığı Hittîn Savaşı (4 Temmuz 1187) ve arkasından Kudüs’ü fethi (2 Ekim 1187) üzerine düzenlenen III. Haçlı Seferi sırasında karayolunu takiple Bizans arazisinden geçen Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa’nın Bizans’a karşı sergilediği düşmanca tutum ve davranış imparatorluk için yeni sıkıntılara sebep oldu.

Bizans bu dönemde iç ve dış mücadelelerle tükenirken Batılı devletler Bizans’a saldırmak için bekledikleri fırsatı IV. Haçlı Seferi’nde yakaladı. Amcası III. Aleksios Angelos’a karşı Bizans tahtını yeniden ele geçirmek isteyen Aleksios’un yardım çağrısı üzerine Boniface de Montferrat kumandasındaki Haçlı donanması İstanbul’a geldi (24 Haziran 1203). Galata’nın alınmasından sonra Haliç’e girişi kapatan zinciri parçalayıp gemilerini Haliç’e sokan Haçlılar 17 Temmuz günü şehre girdiler ve II. Isaakios’u bu defa oğlu Aleksios ile (IV.) birlikte tahta çıkardılar. Ancak yeni hükümdarlar vaadlerini yerine getiremeyince Haçlılar ile ilişkiler gerginleşti. Bu arada İstanbul içinde dolaşan Haçlılar halkı son derece öfkelendirmekteydi. Haçlılar’ın 17 Temmuz ve 18 Ağustos’ta çıkardıkları yangınlar şehrin büyük bir bölümünü kül etti. Bunlara karşı duyulan öfke ve nefret ocak ayında bir ayaklanmaya dönüştü. Halk Haçlılar’la iş birliği yapan hükümdarlarını öldürdü. Bunun üzerine Haçlılar şehri zaptettiler (13 Nisan 1204). İstanbul, Büyük Saray’a gelip yerleşen Venedik “doge”u Enrico Dandolo ve Haçlı kontlarının izniyle günlerce yağmalanıp tahrip edildi. Olayın görgü tanığı Batılı yazarlar bile Haçlılar’ın vahşet ve çılgınlığından dehşete düşmüşler, bu vahşet yüzünden duydukları utancı kaleme aldıkları eserlerinde belli etmişlerdir. 900 yıl boyunca hıristiyan dünyasının merkezi olan İstanbul bu yağma sonunda bütün ihtişamını, zenginliğini, sanat eserlerini, bir daha yerine gelmeyecek şekilde kaybetti. Bütün kiliseler, manastırlar, saraylar ve kütüphaneler yağma edildi. Venedikliler, İstanbul’un kültür ve sanat eserlerini toplayıp kendi şehirlerini süslemek üzere alıp götürürken Haçlılar taşıyabilecekleri eşya dışında her şeyi tahrip ettiler. Batılılar sadece yağma ve tahriple de yetinmediler; erkek kadın, yaşlı çocuk demeden katliamlar yaptılar. Bu yağma, tecavüz ve katliam sonunda “şehirler kraliçesi” İstanbul Avrupalı barbarların ayakları altında mahvolup gitti.

Avrupalılar daha sonra İstanbul’da bir Latin imparatorluğu kurdular ve imparatorluk arazisini aralarında bölüştüler. Devletin başına Baudouin de Flandre getirildi. Ancak Batılılar İstanbul’u zaptetmekle bütün imparatorluğu ele geçirmiş olmadılar. Aradan daha iki yıl geçmeden Haçlılar tarafından işgal edilmemiş imparatorluk topraklarında Trabzon, Epiros ve İznik’te Bizans’ın uzantısı olan üç bağımsız devletçik kuruldu.

Elli yedi yıl süren mücadeleden sonra 25 Temmuz 1261’de Haliç kıyısındaki Latin mahallesini yakan İznik birlikleri şehirdeki Batı hâkimiyetine son vermeyi başardı. Bizans’ın son hânedanının kurucusu olan VIII. Mikhail Palaiologos 15 Ağustos’ta Ayasofya’da taç giyerek imparator ilân edildi. İmparatorluk başşehri İstanbul Latin hâkimiyeti devrinde bütün zenginliğini kaybetmiş, yabancıların sayısı artmış, nüfus 50-75.000 kişiye düşmüştü. VIII. Mikhail büyük bir gayretle Bizans’ı yeniden canlandırmaya çalıştı. Onun ölümünden sonra yerini alan oğlu II. Andronikos ve onu takip eden imparatorlar devrinde İstanbul iç karışıklıklar ve isyanlar içine sürüklendi. Ayrıca 1291, 1303, 1308, 1351,1434 yıllarındaki yangın felâketleriyle 1296, 1323, 1331, 1346 ve 1354’teki depremler yüzünden harap oldu. Bu dönemde İstanbul halkı, Anadolu’da Osmanlı Türkleri’nin ve Balkanlar’da Sırplar’ın tehdidini artık kapısında hissetmeye başladı. İstanbul taht kavgalarına sahne olurken Sırp ve Osmanlı devletleri arasında sıkışıp kalan Bizans varlığını sürdürebilmek için bu devletlerin desteğine muhtaç hale düştü. Bizans her ne kadar Türkler’in yardımı ile Sırp tehlikesinden kurtulduysa da Sırplar’a karşı savaşmak için Avrupa topraklarına geçmiş olan Türkler’in bundan sonra Trakya’da sistemli şekilde ilerleyişlerini durduramadı. Batı’dan yardım elde etmeye çalışan İmparator V. Ioannes, papanın isteğine uyarak Katolikliği kabul edip İstanbul ve Roma kiliselerinin birleştirilmesine bile razı oldu. Fakat İstanbul kilisesi ve halkı buna şiddetle karşı çıkınca anlaşma gerçekleşmedi. Türkler’in 1371’de Sırplar’a karşı kazandığı savaş Bizans için tam bir darbe oldu. Balkanlar’daki topraklarının hemen tamamını kaybeden Bizans, Bulgar Çarlığı ile birlikte artık Türkler’e bağımlı bir devlet haline geldi. Arazisi gittikçe küçülen ve Türkler karşısında askerî ve malî hiçbir gücü kalmamış olan Bizans sonunda İstanbul surlarının çevrelediği bir şehir devleti haline dönüştü.


Osmanlı ordusu ilk defa 1359 yılında İstanbul surlarının önünde göründüğünde halk büyük bir paniğe kapıldı. İstanbul hem bundan hem de 1391, 1400 yıllarında I. Bayezid ve 1422 yılında II. Murad tarafından gerçekleştirilen Osmanlı kuşatmalarından kurtuldu. XI. Konstantinos da kendisinden önceki imparatorlar gibi kiliselerin birleştirilmesi konusunu son umut olarak ele aldı ve böylece Avrupa’dan yardım sağlamaya çalıştı. Papanın elçisi İstanbul’a gelerek 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da kilise birliğini ilân etti ve ilk defa Roma usulünde âyin yaptı. Ancak bu durum Bizans halkında büyük infial yarattı ve Roma’ya bağlanmaktansa Türk hâkimiyetini kabule taraftar olanların sayısı arttı. II. Mehmed 29 Mayıs 1453’te İstanbul’u fethederek Bizans hâkimiyetine son verdi.

BİBLİYOGRAFYA:

Strabon, Strabonis Geographica (nşr. A. Meineke), Leipzig 1909-13, VII, 320; Tacitus, Annales, XII, 62-63; The Annals of Tacitus (trc. J. Jackson), Cambridge-Massachusetts-London 1937, III, 407; A. Marcellinus, The Later Roman Empire: A. D. 354-378 (trc. W. Hamilton), New York 1986, s. 126 vd.; Sozomenos, Historia ec-clesiastica, Patrologia Graeca (ed. J. Migne), Paris 1864, LXVII, 7, 14; Prokopios, İstanbul’da Iustinianus Döneminde Yapılar (trc. Erendiz Özbayoğlu), İstanbul 1994; Theophanes Continuatus, Chronographia, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae (nşr. I. Bekker), Bonn 1838, s. 420; M. Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı (trc. Işın Demirkent), Ankara 1992, s. 81-90; ayrıca bk. İndeks; G. Kedrenos, Historia, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae (nşr. I. Bekker), Bonn 1839, II, 313, 529; M. Glykas, Annales, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae (nşr. I. Bekker), Bonn 1836, s. 15 vd., 620; I. Kinnamos, Epitome Rerum ab Ioanne et Alexio Comnenis Gestarum, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae (nşr. A. Meineke), Bonn 1836, s. 35, 38, 67 vd., 106 vd., 186 vd., 204 vd.; Ioannes Kinnamos’un Historia’sı (trc. Işın Demirkent), Ankara 2001, bk. İndeks; N. Khoniates, Historia: Die Kreuzfahrer Erobern Konstantinopel, Byzantinische Geschichtschreiber (trc. F. Grabler), Graz 1958, IX, 161-230; a.mlf., a.e.: Historia Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1995, bk. İndeks; G. Pakhymeres, De Michaele et Andronico Palaeologis, Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae (nşr. I. Bekker), Bonn 1835, s. 310 vd.; J. Burkhardt, Die Zeit Constantins des grossen, München 1982 (1853), s. 370; J. B. Bury, A History of the Later Roman Empire, London 1889, I, 61-78, 123-136, 227-233, 351 vd.; II, 145 vd., 207-226, 258-273, 408-424, 480 vd.; F. Chalandon, Essai sur le règne d’Alexis I. Comnène (1081-1118), Paris 1900, s. 51-135, 155-189; a.mlf., Les Comnène: Jean Comnène (1118-1143) et Manuel Comnène (1143-1180), Paris 1912, s. 110-154, 184-193, 257 vd., 275 vd., 296 vd., 308, 498 vd., 509 vd.; R. Janin, Constantinople byzantine, Paris 1964, bk. İndeks; D. T. Rice, Constantinople: Byzantium-Istanbul, London 1965, bk. İndeks; T. T. Rice, Everyday Life in Byzantium, New York 1967; D. M. Nicol, The Last Centuries of Byzantium, London 1972, s. 45-95, 99-112, 159 vd., 191 vd., 310 vd., 357-436; P. Speck, Die Kaiserliche Universität von Konstantinopel, München 1974; Semavi Eyice, “Tarih İçinde İstanbul ve Şehrin Gelişmesi”, TTK Atatürk Konferansları VII: 1975, Ankara 1980, s. 89-182; a.mlf., “Haçlı Seferi ile Gelen Batılılar’ın Gördükleri İstanbul”, Dünya Kenti İstanbul, İstanbul, ts. (Tarih Vakfı), s. 12-21; a.mlf., “İstanbul’da Abbâsi Saraylarının Benzeri Olarak Yapılan Bir Bizans Sarayı: Bryas Sarayı”, TTK Belleten, XXIII/89 (1959), s. 79-99; G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1981, bk. İndeks; M. Angold, The Byzantine Empire 1025-1204, London 1984, s. 94 vd., 106 vd., 109 vd., 155-159, 186, 190-194, 263-295; Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, I, 52-54, 135-149; II, 15-25, 174 vd., 183, 194 vd., 222-228, 237, 296, 326, 345, 382 vd., 389 vd.; III, 38 vd., 95-116; Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, İstanbul 1989, s. 187; Işın Demirkent, “14. Yüzyıla Kadar Balkan Yarımadasında Bizans Hâkimiyeti”, Birinci Kosova Zaferi’nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, Ankara 1992, s. 1-11; a.mlf., Haçlı Seferleri, İstanbul 1997, s. 15, 21-27, 104 vd., 167-181; a.mlf., “Türk Yaşamının Bizans’a Etkilerinden Birkaç Örnek”, Tarih Boyunca Türklerde Ev ve Aile Semineri (25-26 Mayıs 1998) Bildirileri, İstanbul 2000, s. 145-154; a.mlf., “Bizans Kaynaklarına Göre IV.-XI. Yüzyıllarda İstanbul ve Çevresinde Depremler”, Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Âfetler ve Deprem (22-23 Mayıs 2000): Bildiriler, İstanbul 2001, s. 51-65; a.mlf., “1071 Malazgirt Savaşına Kadar Bizans’ın Askerî ve Siyasî Durumu”, TD, sy. 33 (1982), s. 133-146; a.mlf., “Komnenos Hanedanı’nın Büyük Başkumandanı: Türk Asıllı Ioannes Aksukhos”, TTK Belleten, LX/227 (1996), s. 59-72; a.mlf., “1082-1302 Yılları Arasında Bizans-Venedik İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, TD, sy. 36 (2001), s. 137-154; K. N. Ciggaar, Western Travellers to Constantinople. The West and Byzantium, 962-1204, Leiden 1996, s. 45-77; Kâzım Çeçen, Roma Suyollarının En Uzunu, İstanbul 1996, s. 20-41, 122-127, 214-222; Oğuz Tekin, “Başlangıçtan Bizans İmparatorluğu’nun Sonuna Kadar Byzantion / Constantinopolis’te Sikke Basımı”, Dünya Kenti İstanbul, İstanbul, ts. (Tarih Vakfı), s. 60-67; Ayla Ödekan, “Kentlerin Kraliçesi Konstantinopolis”, a.e., s. 108-130; G. Downey, “Earthquakes at Constantinople and Vicinity, A.D. 342-1454”, Speculum, XXX, Cambridge 1955, s. 596-600; Hakkı Dursun Yıldız, “İstanbul’un Müslümanlar Tarafından Muhasaraları”, Lâle, I, İstanbul 1982, s. 27-32; A. Decei, “İstanbul”, İA, V/2, s. 1142-1171; İbrahim Kafesoğlu, “İstanbul”, a.e., s. 1173-1180; M. Tayyib Gökbilgin, “İstanbul”, a.e., s. 1180-1185; DBİst.A, I-VIII.

Işın Demirkent





İstanbul’un Fethi.

XIV. yüzyıl başlarında küçük bir beylik olarak Bizans sınır boylarında kurulan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’a ilgisi kuruluş devrinin ilk yıllarında başladı. Orhan Bey ve I. Murad dönemlerinde Osmanlı askerleri Bizans’ın pâyitahtı önünde göründülerse de bu ciddi bir saldırı veya kuşatma değil daha ziyade karşılıklı ittifaklar dolayısıyla gerçekleşmişti. İlk ciddi muhasara teşebbüsü Yıldırım Bayezid tarafından yapıldı. Bir süredir sıkı bir şekilde abluka altına alınmış olan şehir 1395’te kuşatıldı; fakat bu sırada Haçlı kuvvetlerinin Balkanlar’a girdiği haber alınınca muhasara kaldırıldı. Niğbolu zaferinden sonra İstanbul’un zaptını kolaylaştırmak için Boğaz’da Anadolu yakasında müstahkem bir kale yaptırıldı ve bu havale kalesi sayesinde şehirdeki faaliyetler izlendi. Bayezid, âni ve sıkı bir kuşatma yerine abluka siyaseti takip ederek büyük ihtimalle Bizans’ı bunaltmak ve zayıf bir anını yakalamak istiyordu; bu yolu tercih etmesinde hiç şüphesiz doğuda ve batıda meydana gelmesi muhtemel birtakım olumsuz gelişmelerin etkisi önemli rol oynamıştı. Abluka döneminde zaman zaman askerî faaliyete girişilmişse de çeşitli dış tehditler fethi engellemiş, 1400 yılı baharında başlayan ve giderek şiddetlenen muhasara da Timur’un Anadolu’ya girmesi üzerine sona ermişti. 1402’deki bozgunun ardından baş gösteren karışıklık devresinde (Fetret devri) Bizans İmparatoru Manuel Palaiologos dikkatli bir siyaset izleyerek Bizans’ın bir süre daha dayanmasını sağladı. II. Murad’ın 15 Haziran 1422’deki muhasara teşebbüsü ise bir bakıma amcası Düzmece Mustafa Çelebi isyanıyla ilgiliydi. 1422 kışında Mustafa’yı yenerek bertaraf eden II. Murad İstanbul üzerine yürüdü ve şehri sıkı bir şekilde kuşattı. Bizans kaynaklarına göre kuşatma bütün kara surları boyunca gerçekleşmişti. Ağustos ayındaki genel hücum şehirde büyük bir telâşa yol açmış; ancak bu arada Murad’ın küçük kardeşi olup Karaman, Germiyan ve Candaroğulları tarafından desteklenen Mustafa’nın isyanı, Bursa’ya yürüyerek burayı kuşatması İstanbul muhasarasının sona erdirilmesiyle neticelenmişti.

II. Mehmed ikinci defa ve kati şekilde tahta cülûs ettiğinde tek hedefi artık iyice gücünü kaybetmiş olan Bizans’ın başşehri oldu. Daha şehzadeliğinde ve tahta ilk çıktığı yıllarda etrafındakilerin de telkiniyle kuşatma için gerekli planlamaları yapmıştı; böyle bir fethi, devletin geleceğinin teminatı ve kurmak istediği cihanşümul siyasetin dayanağı olarak görüyordu. Öte yandan jeopolitik olarak Rumeli ve Anadolu topraklarının ortasında irtibatı daima engelleyen bir konumda bulunması sebebiyle buranın zaptı öncelik kazanmaktaydı. Coğrafî ve siyasî gereklilik yanında böyle bir fethin mânevî bakımdan


yankı uyandıracağı da hesaplanmıştı. İstanbul’un fetih müjdesini bildiren İslâmî gelenek, Konstantiniye’nin fâtihi olma sıfatı dolayısıyla bunu gerçekleştirecek sultana büyük bir mânevî güç sağlayacaktı. Devletin imparatorluk sürecine girebilmesi de buna bağlıydı; zira düşünülen iç reformları uygulayabilmek için böyle bir mânevî sıfata büyük ihtiyaç duyulmaktaydı.

İstanbul’un kuşatma hazırlıkları oldukça uzun sürdü. Öncelikle böyle bir harekâtı kolaylaştıracak ve Boğaz’ı kontrol altında tutacak olan bir hisar daha yapılması planlandı. 1452 Nisanında Rumeli yakasında Boğaz’ın en dar yerinde yeni bir hisarın inşasına başlandı. Hatta bu inşaat sırasında Osmanlı askerleriyle yerli halk arasında çıkan bir olay savaş ilânının zâhirî bir sebebi sayılacaktı. Boğaz’dan gelip geçen gemilerin kontrol altına alınmasını sağlayan hisarın yapımı Ağustos 1452’de tamamlandı ve hemen ardından bizzat II. Mehmed, 50.000 kişilik bir kuvvetle ansızın şehir surları önüne giderek incelemelerde bulundu. Üç gün süren bu keşiften sonra geri dönüldü. Bu faaliyetler dolayısıyla Bizans İmparatoru Konstantinos Palaiologos şehrin ciddi bir tehdit altında bulunduğunu anlamış, Boğaz’dan geçmeye çalışan iki Venedik gemisinin tutulması ve diğerlerinin engellenmesi de Avrupa’da II. Mehmed’in niyetinin kesin biçimde anlaşılmasına yol açmıştı. Venedikliler Osmanlı limanlarında ticaret yapmaktaydılar, ayrıca Bizans imparatoru da onlarla yaptığı ticarî anlaşmaları yenilemişti. Fakat sayıca az da olsa bazı Venedikliler İstanbul’un Türkler’in eline geçmesinde ticarî menfaat görmekteydiler. Hatta Bizans’ın kendi kaderine terkedilmesi konusu ortaya atıldığında Venedik Senatosu’ndaki oylamada yedi kabul oyu çıkmıştı; diğer yetmiş dört kişi şehrin müdafaasına yardım edilmesini istemişti. Ancak o sırada Venedik savaş hali içinde bulunduğundan yapabileceği pek fazla bir şey yoktu; donanması kendi kolonilerini korumakla uğraşıyordu. Venedik’in çaresizliği Ceneviz için de geçerliydi; Galata’da kolonisi bulunan Cenevizliler’in de önemli problemleri vardı. Papa, 1452’de taç giymek için Roma’ya gelen İmparator III. Frederic’e baskı yaparak Osmanlı padişahına sert bir ultimatom gönderttiyse de Bizans’a yardım konusundaki çabaları netice vermedi. Aynı şekilde Bizans imparatoru da yardım konusunda olumlu bir cevap alamamıştı. Son bir gayretle papaya başvurarak Ortodoks kilisesini Vatikan ile birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi. Papanın 1452 Mayısında küçük bir Napoli askerî birliğinin eşliğinde yola çıkan temsilcileri 6 Ekim’de İstanbul’a ulaştıklarında saray ve halk tarafından sevinçle karşılandılar. Fakat birleşme için kurulan komitelerde şiddetli tartışmalar cereyan etti; bu arada Osmanlılar’ın kuşatma hazırlıkları bir an önce yardım teminini gerektirdiği için tartışmalar yatıştırıldı ve kiliselerin birleştirildiği ilân edildi. Halk ve din adamlarıyla bazı önde gelen askerler buna sessiz kalırlarken alınan kararı destekleyen kesimler de şehir tehlikeyi atlattıktan sonra bu konunun tekrar gözden geçirilebileceği ümidini taşıyordu.

Bizans’ta bu gelişmeler olurken II. Mehmed de kuşatma hazırlıklarını hızla sürdürmekteydi. Ancak bu hazırlıklar, mevcut maddî kaynakların sonuna kadar zorlanmış olmasından dolayı geniş çaplı bir sosyal huzursuzluğa yol açmıştı. Dış siyasette verilen tâvizler, içeride yeni vergiler devlet adamlarını endişelendirdiği gibi halkı da etkiliyordu. Bir bakıma bütün her şey masrafları karşılayacağı ümit edilen fethe bağlanmıştı. II. Mehmed’in tahta çıktıktan sonra yerinde bıraktığı, fakat vaktiyle tahttan indirilmesinde oynadığı rolden ötürü iyi hisler beslemediği Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa ise yeniçerilere dayanan iktidarının verdiği güçle Bizans’a karşı dostluk siyaseti izlenmesi gerektiğini savunuyordu. Onun en büyük endişesi Avrupa’da oluşması muhtemel olan yeni ittifaklardı. Zira II. Murad döneminde bu ittifaklar karşısında yaşanan zor anlara yakından şahit olmuştu. Çandarlı’nın bu tavrına rağmen II. Mehmed onu görevde tutarak diplomasideki maharetinden faydalanmak, Balkanlar’daki yeni tehdit ve oluşumları onun vasıtasıyla engellemek istiyordu. Gerçekten de Çandarlı Halil Paşa bu dikkat çekici diplomatik misyonu başarıyla yerine getirdi. İstanbul’un kuşatma hazırlıklarının askerî cephesini II. Mehmed ve yakın adamları olan Şehâbeddin, Sarıca ve Zağanos Mehmed paşalar ekibi yürütmekteydi.

İstanbul surları bazı yerlerde çifte duvarla çevrili olmakla birlikte devrin şartlarına uygun bir şekilde modernleştirilmemişti. Azametli görünüşüyle kuşatmaya gelenler üzerinde yıldırıcı bir etki bırakan ve uzunluğu 22 kilometreye yaklaşan bu surlar, gerek çok uzun olması gerekse Bizans’ın içinde bulunduğu maddî sıkıntılar yüzünden uzun zamandır iyi bir onarım görmemişti. Fakat yine de aşılması zor bir engel durumundaydı. Haliç kıyısındaki surlar 5,5 km. uzunluğunda olup Ayvansaray’dan Sarayburnu bölgesine kadar geliyor ve buradan Marmara kıyısını takip ederek Yedikule’ye (8 km.) uzanıyordu. Bu bölümde surlar tek sıra halindeydi, bazı yerlerde dik olarak doğrudan denize iniyordu. Kara surları boyunca içleri deniz suyu ile dolu hendekler vardı. Haliç girişi ise zincirle kapatılabiliyor, içeride Bizans ve İtalyan gemileri barınıyordu.

II. Mehmed’in bizzat planladığı kuşatma yeni bir teknik anlayış çerçevesinde gerçekleşti. Onun kuşatma taktikleriyle ilgili kitaplar okuduğu ve planlar üzerinde çalıştığı rivayet edilir. Sur boyunun uzun olması, kalabalık bir orduyla yapılacak muhasarada müdafiler bakımından bir dezavantajdı; fakat surların kalınlığı ve yüksekliği daha kolay savunma imkânı verebilmekteydi. Yine de sayıca fazla olmayan Bizans askerlerine çok iş düşecekti. II. Mehmed’in bu durumu tahmin ettiği ve planlarını da ona göre yaptığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen daha önceki tecrübelerin ışığı altında uzun sürecek bir abluka hareketinin faydalı olmayacağı ve Avrupa’dan gelebilecek askerî ve maddî yardımlara gereken zamanı kazandıracağı hesaplanmış, bir an önce şehrin ele geçirilmesi hedeflenmişti. Öte yandan kılıç gücüyle alınan bir şehrin statüsünün İslâmî geleneğe göre farklı olduğu ve padişaha tam tasarruf hakkı doğduğu da düşünülmüştü. Nitekim muhtelif kaynaklarda İstanbul’un fethinin gazâ geleneğinin bir tezahürü olduğu, buranın memleketin ortasında oluşu yüzünden devletin istikbali için mutlaka alınmasının gerektiği fikrinde olan II. Mehmed’in kılıç yoluyla kazanılan başarının bütün İslâm dünyası ve tebaası nazarında kendisine daha fazla şan ve şöhret kazandıracağını hesaba kattığı ima edilmektedir.

Devrin kaynaklarında kuşatmaya katılan Osmanlı kuvvetlerinin görülmemiş derecede kalabalık olduğu yazılıdır. Bu kabil ifadeler bazı Osmanlı kaynaklarında da yer alır. Rakamlar 100.000-300.000 arasında değişmektedir. Fakat kuşatmaya katılan asker sayısının 100.000 civarında veya bundan biraz daha fazla olduğu söylenebilir. Bunun dörtte birini yeniçeri ve kapıkulları teşkil etmekteydi. Osmanlı ordusunda bilhassa toprak altında tünel kazan (lağımcı) grup arasında 300 kadar Sırp madencinin bulunduğu, ayrıca Alman, Bohemyalı, Macar ustaların görev yaptığı belirtilir. Silâh ve teçhizat yönünden çok kuvvetli olan orduda asıl gücü


Anadolu ve Rumeli tımarlı askerleri teşkil etmekteydi. Muharebelerde en etkili rolü, piyade askerleri olan kapıkulu ve özellikle ön saflarda çarpışan azebler oynamışlardır. Orduda ayrıca çeşitli yörelerden gelmiş gönüllüler ve başı bozukların yanında içlerinde devrin büyük mutasavvıflarının da bulunduğu tekke şeyhleriyle dervişler de vardı ve bunlar askere mânevî açıdan cesaret veriyorlardı. Padişah üzerinde büyük bir mânevî nüfuza sahip Akşemseddin, Molla Gürânî, Molla Hüsrev gibi tanınmış âlimler hem onu hem de kumandanları mânevî bakımdan destekliyorlardı. Özellikle Akşemseddin’in muhalif kesimlere karşı dinî açıdan böyle bir fethin gerekliliğini savunduğu ve bu yolda II. Mehmed ve yanındakileri kuvvetle desteklediği, bu sebeple de sonradan fethin mânevî mimarlarından biri olarak anıldığı bilinmektedir.

Çağdaş Bizans ve Latin kaynakları şehirde askerî güç olarak 5000 dolayında bir kuvvet bulunduğunu, müdafaaya katılan bazı yardımcı birliklerle bu sayının 8-9000 dolaylarına çıktığını yazar. Ayrıca sivil halk da savunma sırasında surların tamirinde, teçhizat ve malzeme temininde önemli rol oynamıştı. Nitekim Dolfin, şehirde çok sayıda Rum’un bulunmasına rağmen kılıç kullanabilenlerin az olduğunu, bunların da silâh kullanmada usta olmadıklarını, fakat surlar üzerinde ellerinden geleni yaptıklarını belirterek sivil şehir halkının savunmada etkili rol oynadığını ima eder (Fatih ve İstanbul, I/1, s. 35). Müdafiler, askerî güçleri az olmakla beraber savunma üstünlüğü sebebiyle kalabalık Osmanlı ordusuna bir süre karşı koyabilecek durumdaydılar. Şüphesiz dışarıdan yardım almaksızın uzun müddet dayanabilmeleri imkânsızdı. Bu sırada şehirde 30.000 dolayında sivil nüfusun bulunduğu tahmin edilmektedir. Savunmaya Venedikliler, Cenevizliler ve diğer bazı yabancı güçler de katılmıştır. Bizans kuvvetleri bizzat imparator tarafından seçilen savunma mevzilerine yerleşmişlerdi. İmparator, en iyi birliklerini yanına alarak Topkapı ve Edirnekapı arasında karargâh kurdu, Ocak 1453’te yanındaki 400’ü Cenevizli 700 adamıyla gönüllü olarak Bizans’a yardıma gelen ve şehir savunmalarında ün yapmış olan Cenevizli savaşçı Giustiniani sağ cenahında mevzilenmişti. Daha sonra onun kumanda ettiği Cenevizliler imparatoru takviye için merkeze kaydırıldı. Venedik balyosu Minotta ve yardımcıları Tekfur Sarayı savunmasıyla görevlendirilmişlerdi. Bu kesimde daha önce mevcut olup dolmuş olan hendek de savunma tedbirleri alınırken yeniden kazılmıştı. Şehrin belli başlı kapılarından dördünün muhafazası Venedik ve Cenevizliler’in talebi üzerine dört Venedikli kumandana verildi. Eğrikapı ile (Kaligaria) Haliç’teki Xyloporta arasını yaşlı kumandan Teodor Caristino koruyacaktı. Sakızlı piskopos Leonardo ve Langosco kardeşler ise bu bölgedeki hendeğin arkasında mevzilenmişlerdi. İmparatorun sol tarafında Ceneviz birliklerine kumanda eden Cattaneo ile Silivrikapı bölgesinin korunmasıyla görevli Theophilos Palaeologos yer alıyordu. Marmara sahillerinden Yaldızlıkapı’ya (Altınkapı) kadar olan bölümü Venedikli Filippo Contarini korumaktaydı. Cenevizli Manuel de Yaldızlıkapı’yı muhafaza ile görevlendirilmişti. Onun solunda deniz yönünde Demetrios Kantakuzenos bulunuyordu. 2 Nisan günü Venedikli Bartolomeo Soligo Haliç’e zincir gererek girişi kapattı. Sarayburnu’na gelmeden bugünkü Sirkeci civarında Saint Eugenius Kulesi’yle Tophane’de Mumhâne burnunun bulunduğu Galata surları arasına çekilen zincir hattının gerisinde Bizans ve İtalyan gemileri sıralanmıştı.

Marmara sahillerinde surlar daha az askerle korunuyordu. Langa Limanı, Bizans’ta yaşayan Şehzade Orhan ve yanındaki ücretli küçük Türk birliği tarafından savunulmaktaydı. Hipodrom’un altındaki kıyı şeridinde Katalanlar mevzilenmişti. Papanın temsilcisi olarak Bizans’ta bulunan ve dinî birleşme görüşmelerine katılan Kardinal Isidore 200 kişiyle Sarayburnu’na (Acropolis Burnu) yerleşmiş, Haliç kıyılarında Ayvansaray-Fener hattından Sarayburnu’na kadar Gabriel Trevisano, Haliç Limanı sahilleri (Ayakapı’ya kadar olan bölge) Grandük Lukas Notharas kuvvetlerince koruma altına alınmış, kaptan Alvisio Diedo donanma kumandanlığını üstlenmişti. Ayrıca şehir içindeki bazı stratejik bölgelere ihtiyat kuvvetleri yerleştirilmişti. Müdafilerin yeterli sayıda ok, mancınık ve mızrakları yanında birkaç topları da vardı. Zorzi Dolfin, müdafilerin sayıca az olmakla birlikte etkili savunma araçlarının olduğunu, yeteri kadar topun da bulunduğunu belirtirken Kritovulos belde halkının çok kuvvetli olmadığını, hatta şehrin kurtarıcısı olarak görülen deniz cephesinden de nefesinin kesildiğini, İtalya’dan gelmesi beklenen yardımın geciktiğini yazar. Gerçekten de deniz tarafının pek başarılı olmasa da Osmanlı donanmasınca çevrilmiş olması, kuşatmanın kaderinde etkili rol oynamıştır.

Osmanlı ordularının öncüleri 2 Nisan’da surlar önünde göründü ve bunlarla Bizanslılar arasında küçük çaplı bir savaş meydana geldi. Ancak bunları büyük bir Osmanlı ordusunun takip etmekte olduğunu gören Bizans askerleri derhal geri çekilerek şehrin kapılarını kapattılar, hendekler üzerindeki köprüleri yıktılar ve savunma hazırlıklarına son şekli verdiler. Aynı gün surların önüne gelen II. Mehmed, 5 Nisan’da Lycos (Bayrampaşa) vadisinin sol tarafındaki tepenin (Maltepe) üzerinde otağını kurdu, daha sonra birliklerini biraz daha öne alarak cephe oluşturdu. Ayrıca Marmara sahillerinden Haliç’e kadar uzanan sahil surlarını da deniz yönünden teftiş ettirdi, askerî birliklerini önceden


hazırladığı plana göre yerleştirdi. Zağanos Mehmed Paşa, Beyoğlu ile Kasımpaşa sırtlarına yerleşen ordunun bir bölümüyle Ceneviz kolonisi durumunda bulunan Galata’dan Kâğıthane’ye kadarki kuzey kıyılarını ve kara surlarının başladığı güney sahillerini baskı altında tutmakla görevliydi. Hasköy ile karadaki surlar arasında bir de köprü kurulması kararlaştırılmıştı. Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa sol tarafta, Haliç’ten itibaren Tekfur Sarayı’nın bulunduğu bölgeyi ve Eğrikapı’ya kadarki kara surlarını kuşatmakla görevlendirildi. Bu cephede büyük toplar da bulunuyordu ve bunların hedefi, saray kesimindeki tek sıra duvar ve burçların Theodosian surlarıyla birleştiği yeri vurmaktı. Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa ile Mahmud Paşa, Topkapı’dan Yaldızlıkapı’ya ve Marmara sahilindeki Mermerkule’ye kadar uzanan kısma yerleşmişti. Merkezde Edirnekapı-Topkapı hattında bizzat padişah ve vezîriâzam bulunuyordu. Burası surların en zayıf olarak düşünüldüğü kesimdi ve ordunun en seçkin askerleri bu cephede mevzilenmiş, ağır toplar ve büyük top bu surların karşısına konulmuştu. Baltaoğlu Süleyman Bey idaresindeki Osmanlı donanması Marmara kıyıları boyunca dolaşıyor ve herhangi bir yabancı geminin geçmesine engel oluyordu. Bir başka hedef de Haliç ağzına gerilen zinciri zorlamak ve buraya girebilmekti. Zağanos Mehmed Paşa’nın kalabalık askerlerinin bulunduğu mevki hesaba katılırsa başlangıçta II. Mehmed’in zayıf ve savunması güç olan Haliç surlarını baskı altında tutmak, buradan şehre girmek düşüncesinde olduğu anlaşılır. Hatta herhangi bir başarısızlık karşısında muhtemelen donanmayı karadan Haliç’e indirme planları ve hazırlıklar da önceden yapılmıştır.

Surların önündeki Osmanlı birliklerinin en etkili silâhı topları olmuştur. Top ateşinin etkili şekilde kullanıldığı bu kuşatma sırasında devrin kaynaklarına göre bataryalar dikkatle yerleştirilmiş, muhasara boyunca ihtiyaç duyuldukça sık sık yerleri değiştirilmiştir. Kritovulos’a göre Osmanlı topları Edirnekapı, Tekfur Sarayı, Bayrampaşa deresi-Topkapı ve Eğrikapı arasındaki surlar önünde üç tabya halinde yerleştirilmişti. Bazı Bizanslı ve İtalyan müellifler de topçu gücünü her birinde dört büyük topun bulunduğu on dört batarya (bazılarına göre dokuz batarya) olarak belirtir. Muhasara hazırlık faaliyetlerinin tamamlandığı 6 Nisan’da II. Mehmed İslâmî geleneklere uygun şekilde imparatordan şehrin teslimini istediyse de bu teklif kabul edilmedi. Aslında bunun bir formaliteden ibaret olduğu her iki tarafça da biliniyordu. Bazı araştırmacılar 6 Nisan’da, bazıları ise 12 Nisan’da büyük topun ateşlenmesiyle fiilî mücadelenin başladığını yazar.

Top atışlarıyla dövülen sur duvarlarında yer yer gedikler açıldıysa da bunlar müdafiler tarafından derhal tamir edildi. Bu arada Baltaoğlu Süleyman Bey idaresindeki Osmanlı donanması Haliç’e doğru hareket etmişti. Müdafaaya şahit olan Venedikli Barbaro’ya göre 11 Nisan’da Türk topları zayıf sayılan surların önüne çekilmiş ve dört ayrı mevkiye yerleştirilmişti. Kadırga, kalyon ve küçük teknelerden müteşekkil 145 parçalık Türk donanması 12 Nisan’da Beşiktaş-Kabataş önlerinde toplanmış bulunuyordu. Mükemmel şekilde teçhiz edilmiş olanlar on iki kadırga ile yetmiş seksen kalyondu. 12-18 Nisan arasında top ateşi dışında herhangi bir ciddi hücum gerçekleştirilmedi. 18 Nisan’da toplarla tahrip edilen Bayrampaşa deresi yönünde dış surlara yönelik olarak girişilen ilk hücum Guistiniani’nin etkili savunmasıyla sonuçsuz kaldı. Barbaro bu ilk hücumda Türk kayıplarını 200 olarak gösterir. 20 Nisan’da ise İstanbul’a iâşe ve yardım getiren üç Ceneviz gemisi, Çanakkale Boğazı girişinde yanlarına katılan bir Bizans nakliye gemisiyle birlikte İstanbul önlerinde gözüktü. Osmanlı donanması bunları durdurmak üzere harekete geçti ve Yenikapı önlerinde karşıladı. Şiddetli lodos kürekli Osmanlı gemilerinin manevra yapmasını önlüyordu. Yüksek bordolu Ceneviz gemileri kolaylıkla kuşatmayı yarıp Haliç’e girmeyi başardı. Bu başarısızlık kuşatmayı sürdüren ordunun da mâneviyatını kırdı. Denizdeki mücadeleyi damlara çıkmış Bizans halkının ve Zeytinburnu kıyılarından bizzat II. Mehmed’in de seyrettiği rivayet edilir. Bu başarısızlık sadece asker üzerinde değil ulemâ ve kumandanlar arasında da huzursuzluğa yol açmıştı. Nitekim Akşemseddin, gönderdiği bir mektubunda padişahı açık bir şekilde “hükmünü yürütmekten âciz” olmakla suçlayarak derhal gereken tedbirlerin alınmasını istemişti. İlk hücumun ve ardından denizdeki başarısızlığının verdiği hislerle Bizans’ın barış teklifi yeniden müzakere edildi, kuşatmanın kaldırılmasına taraftar olanların başında yer alan Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa teklifin kabul edilmesini desteklerken Akşemseddin, Zağanos Mehmed Paşa, Molla Gürânî gibi önde gelen ulemâ ve askerler buna şiddetle karşı çıkarak muhasaranın sürdürülmesi gerektiğini savundular. Akşemseddin’in mektubunun bu hararetli tartışmalar sırasında yazıldığı kabul edilecek olursa bu durumda II. Mehmed’in tereddüt içinde bulunduğu, ancak gerek Akşemseddin’in ikazları gerekse yakını olan paşaların ısrarları sonucu kuşatmayı sürdürme kararı aldığı söylenebilir.

Bu karardan sonra başarısızlığın izlerini silecek ve askerin mâneviyatını yeniden takviye edecek tedbirler alınmaya çalışıldı. Kara surlarının uzun süre dayanacağı hesaplandığından daha zayıf olan Haliç surlarını baskı altına almak için muhtemelen önceden düşünülmüş ve hatta hazırlıkları da önemli ölçüde tamamlamış olan, donanmaya ait bir kısım gemilerin karadan çekilerek Haliç’e indirilmesi planı devreye girdi. Gemileri karadan çekerek denize indirme işinin birden olmadığı, bunun için önceden uzun süren hazırlıkların yapıldığı, hatta gerek insan gücü gerekse makineler (Tursun Bey’de “cerr-i eskāl”) vasıtasıyla kızaklar üzerinden çekilen gemilerin birkaç gün süren bu işlemler sonrasında Kasımpaşa sırtlarında birbiri peşi sıra dizildiği ve gece ansızın


Haliç’e indirildiği sanılmaktadır. Zira gemilerin bir gecede bu kadar yolu katederek çekilmesi ve Haliç’e indirilmesi pek mümkün görünmemektedir. Bir başka tartışma noktası, sayıları altmış yetmiş olarak verilen bu gemilerin hangi güzergâhtan çekildiği konusudur. Bazı araştırmacılar, Tophane Limanı’ndan Humbaracıbaşı Yokuşu’nu takip ederek Asmalı Mescid’den Tepebaşı yoluyla Kasımpaşa’ya indirildiğini belirtirken bazıları, 2-3 kilometrelik bu arazinin inişli çıkışlı oluşunu hesaba katarak o sıralarda denizin içeri doğru girdiği bir koy durumunda bulunan Dolmabahçe’den veya Beşiktaş’tan itibaren daha düz, inişi ve yokuşu az olan Harbiye yoluyla Kasımpaşa’ya veya daha geride Eyüp tarafının karşısına indirildiği üzerinde dururlar. Ayrıca bu sonuncu hat Zağanos Mehmed Paşa’nın kuvvetlerinin gerisinde kaldığından yapılan işlemlerden Galata Cenevizlileri’nin ve Bizans’ın haberi olmadığı, ilk hat kullanıldıysa bundan Galata’daki koloninin haberdar olmamasının düşünülemeyeceği de ifade edilmektedir. Muasır ve muahhar Osmanlı kaynaklarında ortak olan husus, gemilerin “Galata üstünden, Galata ardından, Galata Kal‘ası’nın üst yanından, Galata ensesinden” çekilerek Kasımpaşa’ya veya Eyüp tarafının karşısına indirilmiş olmasıdır.

21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece muhtemelen önceden çekilerek sıra sıra hazırlanan gemiler birbiri peşi sıra Haliç’e indirildi. İrili ufaklı altmış yetmiş kadar geminin Haliç’te ansızın görülmesi önceki başarısızlıkları örttüğü gibi askerin mâneviyatı üzerinde de etkili oldu, buna karşılık Bizans’ta büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına yol açtı. Şehrin müdafaasına katılan tarihçiler bu hadiseden duyulan şaşkınlığı açık bir dille belirtirler. Barbaro’ya göre gemiler Haliç’e inince özellikle burada bulunan İtalyan gemiciler büyük bir korkuya kapılmışlar, buradaki donanma ile Marmara’da Haliç ağzındaki donanmanın birlikte hareket ederek kendi gemilerini yakacağından endişe etmeye başlamışlardı. Bu sebeple Haliç’teki Osmanlı donanmasını yakma teşebbüsünde bulunulduysa da bundan bir sonuç alınamadı. Ayrıca Zağanos Mehmed Paşa’nın Kasımpaşa ve Okmeydanı sırtlarındaki topçuları, Bizans ve İtalyan gemilerinin Osmanlı gemilerine saldırısını önleyici atışlar yapıyordu. Hatta Bizans filosundan iki gemi top ateşiyle batırılmıştı. Haliç’teki donanma kuşatmanın gidişinde çok etkili bir rol oynayamadı; bununla beraber surlara yakın yerde kurulan ve karşıdan karşıya geçişi temin eden, dolayısıyla Haliç’in kuzey sırtlarındaki Osmanlı ordusuyla kara surlarını muhasara eden kuvvetler arasındaki irtibatı sağlayan köprünün korunması işini üstlenmiş, ayrıca karşı tarafa geçişlerde gemilerden çok istifade edilmişti.

Kara surları cephesinde ise Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara 6 Mayıs’ta yapılan umumi hücumla muhasara yeniden şiddetlenmişti. 12 Mayıs’ta Tekfur Sarayı ile Edirnekapı arasına hücum edildi. Edirnekapı-Eğrikapı surları yoğun top atışlarıyla iyice çökertildi, buraya yapılan hücum pek şiddetli olduysa da bir netice alınamadı. 16 Mayıs’ta yer altından büyük bir tünel kazıldı, surların altından geçirilerek şehir içine kadar uzatıldı; fakat Bizanslılar’ca keşfedilen bu tünel karşı taraftan kazılan bir başka tünel vasıtasıyla çökertildi. 18 Mayıs’ta ise büyük ebatlarda inşa edilen yürüyen kule ile surlara yapılan hücum da başarısızlıkla sonuçlandı, kule yakılarak imha edildi. Ancak Barbaro’ya göre kuleyle ordugâh arasında üzeri derilerle kaplı bir yol yapılmış ve Osmanlı askerleri hiçbir kayıp vermeksizin surların önüne kadar rahat bir şekilde ilerleyebilmişlerdi. İçeride bulunan askerler de sur önündeki hendeği doldurarak yığdıkları toprağı surlar boyunca yükseltmişler ve bu da şehrin düşüşünde rol oynamıştı (Kostantiniyye Muhâsarası Ruznâmesi, s. 56-57). Ayrıca Haliç’te dubalar üzerindeki köprü icap ettiği takdirde çekilerek sur kapılarına doğru bir yol oluşturacak şekilde yapılmıştı.

Daha sonraki günlerde top atışları bütün şiddetiyle sürdürüldü. Özellikle şehir içine düşen gülleler ve çıkan ses şehirdeki korku ve panik havasını arttırıyordu. Birbiri ardınca kazılan tüneller ise müdafiler tarafından bulunup çökertiliyordu. Fakat gerek halk gerekse askerler dayanma sınırlarının sonuna gelmişlerdi, yedi haftadır süren kuşatma ümitleri yok ediyor, yardım beklentisini giderek zayıflatıyordu. 23 Mayıs’ta II. Mehmed, İsfendiyar oğlu İsmâil Bey’i Bizans’a elçi olarak gönderip şehrin teslim edilmesini, halkın canına ve malına dokunulmayacağını, imparatora da Mora despotluğunun verileceğini, isteyenlerin arzu ettikleri yere gitmelerine müsaade edileceğini bildirmişse de teklif kabul görmedi; yalnız kuşatma kaldırılırsa eskisi gibi tâbiiyetin kabul edilebileceği ve haraç verilebileceği cevabı alındı.

Bundan sonraki iki üç gün boyunca son bir genel hücum için büyük hazırlıklar yapıldı. Son saldırıyı gerçekleştirmek üzere gerekli planlar tamamlandı. Zağanos Mehmed Paşa Haliç surlarına yüklenecek, Karaca Paşa sağ yanında merkez cepheden Haliç surlarına kadar olan bölgeye, İshak ve Mahmud paşalar merkezden Marmara sahillerine uzanan kesime, padişahın bulunduğu merkez kuvvetleri Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara saldıracaktı ve bu son hücumun ağırlık merkezi de Topkapı ile Edirnekapı arası olacaktı. Bu hazırlıklar Bizans’tan haber alınınca Guistiniani, Notaras emrindeki topların Osmanlı merkez kuvvetlerinin bulunduğu kesime kaydırılmasını üstlendi. Fakat Notaras saldırıyı Haliç surlarına beklediğinden buna karşı çıktı; imparatorun emriyle toplar Guistiniani’nin istediği yere gönderildi. Bu arada şehir içinde mâneviyat bozukluğu had safhaya varmakla birlikte aradaki türlü çekişmelere son verilerek toplu bir savunma için çalışmaya başlanmıştı. Rum, İtalyan, Ortodoks ve Katolik ahali bir arada dinî törenler icra ederek beraberliklerini gösteriyor, Ayasofya’da toplananlar ve özellikle din adamları Vatikan’la birleşme sağlanmış gibi bir görüntü içerisinde yanyana dinî törenlere katılıyordu. İmparator ise düzenlediği toplantılarla son hazırlıkları ve müdafaa planını belirlemiş, bunun ardından kumandanlara dış surlardaki yerlerini almalarını emretmiş ve iç surların kapılarını bunların arkasından kapattırmıştı. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece şenlikler yapan ve etrafı mum donanmasıyla aydınlatan Osmanlı ordusu, gece yarısına doğru surların etrafını gündüz gibi aydınlatan ve Bizans halkına dehşet veren bu ışıkları birden bire söndürerek son hazırlıklarını tamamladı.

Bizans’ın düşüşü ile neticelenen son saldırı 29 Mayıs Salı günü sabaha karşı gerçekleşti. Bu hücum bir yerden değil bütün cephelerden birden başlatılmıştı. Donanma Samatya’ya kadar olan Marmara surlarını abluka altına alıp yer yer azeb askerlerini karaya çıkartarak hücuma kaldırırken Edirnekapı ile Topkapı arasındaki kesimde Bayrampaşa vadisi boyunca yıkılmış ve yer yer tamire çalışılmış surlara büyük bir kuvvetle saldırıldı. Birbiri ardınca yapılan üç hücuma Barbaro’ya göre kalabalık birlikler katılmış, top ateşi ortalığı duman içinde bırakarak mücadeleyi daha zor hale getirmişti. Gün doğmadan bir saat evvel büyük top harekete geçirilerek, tamir edilmeye çalışılmış olan yıkık


surlara ateşe başlamış ve bazı sur duvarlarını yerle bir ederek hücumu kolaylaştırmıştır. Nitekim bunun ardından 300 Türk askeri ikinci surları aşarak içeri girmiş, burada cereyan eden savaşta arkadan zamanında destek sağlanmadığı için bunlar geri püskürtülmüşlerdi. Fakat hemen ardından büyük bir kuvvet içeri girerek ikinci surları aşmıştı. Barbaro bunların 70.000 kişi olduğunu yazar (a.g.e., s. 66-67); fakat bu rakamın abartıldığı açıktır. Bu şiddetli savaş sırasında Guistiniani yaralandı ve hemen kendi gemisine taşındı; Bizans halkı arasında şehrin düştüğü ve askerlerin içeri girdiği şâyiası yayıldı. Halk panik halinde gemilere binebilmek için Haliç Limanı’na inmeye başladı. Topkapı gediğine saldıran kuvvetlerle Edirnekapı ile Canbazhânekapı (Kerkoporta) arasındaki yıkıntılara saldıran kuvvetler iki sur arasında bir süre çarpıştıktan sonra birleşerek Edirnekapı’daki müdafileri çevirmişler, aynı anda üç noktada onları dağıtarak şehre girmeyi başarmışlardır.

Guistiniani’den boşalan yeri doldurmak için gelen ve bizzat çarpışmaya katılan İmparator Kostantinos aldığı yaraların tesiriyle burada hayatını kaybetmiştir. İmparatorun yakın adamlarından olup muhasarayı anlatan Francis, Hasan adlı bir yeniçerinin surun bu yıkık bölgesinde cesaretle tepeye çıktığını, Bizans askerlerini kaçırdığını, yanına otuz kadar yeniçerinin ulaştığını, ardından birçoklarının surların üstüne çıktığını, buradaki savaş sırasında Hasan’ın bir taş isabetiyle yıkılıp vücuduna pek çok okun isabet ettiğini ve orada hayatını kaybettiğini, bununla beraber surlara çıkanların müdafaa hattını yardıklarını, adamlarıyla birlikte çarpışan imparatorun ise aldığı yaraların tesiriyle öldüğünü, Türkler’in Agios Romanos Kapısı (Topkapı) civarından içeri girdiklerini yazar (Şehir Düştü, s. 94-97). Aynı şekilde Barbaro da güneş doğarken Türkler’in San Romano Kapısı’ndan şehre girdiklerini, bu arada gün doğmadan bir saat evvel Türk donanmasının zincirin önüne geldiğini, Haliç’te bulunan Zağanos Mehmed Paşa kumandasındaki donanmanın Fener’e asker çıkardığını ve bunların şehre Türk bayrakları çekildikten sonra süratle içeri girdiklerini ifade eder (Kostantıniyye Muhâsarası Ruznâmesi, s. 68-69). Barbaro imparatorun ölüp ölmediği hakkında bir bilgi alınamadığını, ancak Türkler’in San Romano Kapısı’ndan içeri girdikleri sırada kendisini boğarak intihar etmiş olduğu yolunda haberler geldiğini yazar (a.g.e., s. 70). Kritovulos da buna benzer bir ifadeye yer vermiştir.

Muhasara sırasında İstanbul’da bulunmayan Dukas, elli kişilik bir grubun Bizans askerlerince “açık unutulan” bir kapıdan içeri dalıp surlara çıktığını ve müdafileri kaçırdığını, bu arada yalnız kalan imparatorun aldığı bir darbe ile yaralanıp düştüğünü, bu yoldan giren Türk askerlerinin sadece üç kayıp verdiklerini belirtir (Bizans Tarihi, s. 175-177). Ona göre müdafilerin kayıpları 2000 kadardır. Muhasarada bulunan Sakızlı Leonardo’dan ve diğer bazı eserlerden yararlanarak İstanbul’un fethi konusunu ele alan çağdaş Venedikli müelliflerden Zorzi Dolfin, Topkapı karşısına taşınmış olan büyük topun buradaki kuleyi yerle bir edip yıkıntılarının önündeki hendeği doldurduğunu ve buradan içeri girildiğini, bu civarda bulunan imparatorun o karışıklıkta ezilerek hayatını kaybetmiş olduğunu, 800 kadar Rum ve Latin’in de birbiri üstüne yığılarak öldüğünü yazar (Fatih ve İstanbul, I/1, s. 43, 48, 54). Bir Romen kaynağında ise surlara ilk çıkanların uzun boylu, korkunç görünüşlü beş Türk olduğu, ayrıca dev cüsseli çok cesur bir asker olan Mustafa Bey’in emrindeki Anadolu askerleriyle içeri girdiği ve bu beyin imparatorla savaştığı şeklinde efsanevî bir rivayete yer verilir (Iorga, XIII/49 [1949], s. 142-143). Burada imparatorun Yaldızlıkapı tarafına çekilip orada rastladığı Türk askerlerince öldürüldüğünün belirtilmesi, Osmanlılar’ın Topkapı gediğinden şehre girişleri sırasında imparatorun Yedikule’ye doğru çekildiğini belirten Kemalpaşazâde’nin verdiği bilgilere uygun düşmektedir. Kuşatmaya şahit olan Tursun Bey, yeniçerilerin arasına karışan bir grup azebin şehre girdikten sonra yeniçerilerden uzakta olmak için kimsenin bulunmadığı bir tarafa doğru yürüdüklerini, bu sırada gizlice deniz tarafına ulaşmak isteyen imparatora ve yanındakilere rast geldiklerini ve onun yaralı bir azebin üzerine yürümek isterken atının ayağının sürçmesi sonucu devrilip atın altında kaldığını ve yaralı azeb tarafından kim olduğu bilinmeksizin öldürüldüğünü belirtirken (Târîh-i Ebu’l-Feth, s. 58-59) Kemalpaşazâde önce Topkapı gediğinden surların aşıldığını, Yedikule tarafına kaçan imparatoru bir azebin kılıçla yaralayıp öldürdüğünü, ancak bu konuda pek çok rivayetin bulunduğunu yazar (Tevârih-i Âl-i Osmân, VII. Defter, s. 72). Ayrıca Guistiniani’nin yaralanmasından sonra bu kesimde içeri giren askerlerin surlar arasında mücadele ettiklerini, Silivrikapı civarından Anadolu askerlerinin, Edirnekapı civarından Rumeli askerinin surları aştıklarını ve gemilerle köprü kuran deniz askerlerinin de yine içeri girmeye başladıklarını söyler (a.g.e., s. 66 vd.). Bu arada surlara ilk çıkanlar hakkında herhangi bir bilgi vermeyen Osmanlı kaynakları içinde sadece Bihiştî, şehre ilk girenin Rumeli beylerinden olan babası Süleyman Bey olduğunu ifade eder (Tevârîh-i Âl-i Osmân, vr. 158a).

İlgili kaynaklardaki bilgileri eleştiren Selahattin Tansel, şehre ilk defa Haliç tarafındaki daha zayıf surlardan girilmiş olabileceği, bunu duyan imparatorun Türkler’in şehre girdikleri Haliç’e doğru süratle hareket ettiği, bu sırada Zeyrek Yokuşu civarında azeblere rastlayarak hayatını kaybettiği üzerinde durur ve bu konuda Kemalpaşazâde’yi delil olarak gösterirse de (Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, s. 98-99) gerek Tursun Bey’in gerekse Kemalpaşazâde’nin ifadeleri burada öne sürülen bilgilerle uyuşmaz. Yine çeşitli kaynakları değerlendirerek İstanbul’un fethini konu alan bir eser yazan Steven Runciman, imparatorun yalvarmalarına rağmen yaralı haldeki Guistiniani’nin gemisine giderek savaş mevkiini terkettiğini, bu arada Türkler’in Kerkoporta’dan içeri girdikleri haberinin ulaştığını, imparatorun hemen buraya koştuğunu, fakat geç kaldığını, bu kargaşalıkta “açık bırakılan” kapıyı kapamanın mümkün olmadığını, içeri sel gibi akan Türk birliklerinin karşısında burayı müdafaa eden Bocchiardi’nin birliklerinin tutunamadığını, bunun üzerine çaresiz kalarak Bayrampaşa vadisindeki siperlere doğru uzaklaştığını, yanında bulunan yeğeni Theophilos Palaeologos ve yakın arkadaşı Ioannes Dalmata ile birlikte, Guistiniani’nin geçtiği küçük kapı civarında yeniçerilerle mücadele ettiğini savaşanların arasına katıldığını ve kendisinden bir daha haber alınamadığını belirtir (Kostantiniyye Düştü, s. 220-221).

Şehrin kılıç gücüyle fethedilmesi İslâmî teamüle göre yağmaya açık hale gelmesi demekti ve askerlerin üç gün yağma hakkı bulunuyordu. Şehrin içlerine doğru hemen hemen her taraftan akan Osmanlı askerleri birçok esir alarak Aksaray’da birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Bu arada şehirdeki yerli halkın bir kısmı ve İtalyanlar, Haliç’teki gemilere ulaşarak Marmara’ya açılmayı başardılar. Venedik gemileri, birkaç Ceneviz savaş gemisi ve dört beş kadar da Bizans kalyonu,


Osmanlı donanmasındaki askerlerin karaya çıkmasını fırsat bilerek zinciri kaldırıp kaçtılar. Osmanlı donanması daha sonra Haliç’e girecek ve ancak öğleye doğru limanı kontrol altına alabilecektir.

Şehre giren Osmanlı kuvvetleri bazı yapıları tahrip ederek yağmaya daldılarsa da akşama doğru her şey yatıştı. Artık Fâtih unvanına hak kazanan II. Mehmed’in şehre girişiyle ordu disiplin altına alındı. Şehirde ölü sayısı 4000 kadardı (a.g.e., s. 232). II. Mehmed, Ayasofya’ya giderek burada toplanmış olan halka ve din adamlarına güvenliklerinin sağlanacağı teminatını verdi; burayı camiye tahvil etti. Ardından imparatorun sarayına gitti. Bu arada çavuşlar şehre dağılarak askerleri topladılar. Binaların tahribi önlendiği gibi yağmaya da artık son verildi. II. Mehmed sükûneti sağladıktan sonra şehri terkedip karargâhına geri döndü. Ertesi gün esirler arasında yer alan önde gelen aileleri, kumandanları, yüksek devlet memurlarını kendi nezâreti altına aldı; birçoğunu fidyelerini bizzat ödeyerek serbest bıraktırdı. Notaras’ı karargâhına getirtti ve ona iltifatta bulundu, imparatorun âkıbetini sordu; ardından cesedi arattı. Bu arada Bizans’ta bulunan ve savaş sırasında hayatını kaybeden Osmanlı şehzadesi Orhan’ın naaşı tesbit edildi. Venedikliler’e ise Bizans’a nisbetle daha sert davranıldı. Bunun sebebi iki devlet arasındaki savaş halinin sürmesiydi. Venedik kolonisinin başında bulunan ve çarpışmalara katılmış olan balyos Minotto ile oğullarından biri ve ileri gelen yedi Venedikli idam edildi. Katalanlar’ın başındaki Pere Julia da beş altı kişiyle birlikte aynı âkıbete uğradı. Daha sonra Lukas Notaras da bazı telkinler sonucu idam edildi. Yaralı Guistiniani gemisiyle Sakız’a ulaştığında aldığı yaraların tesiriyle öldü. Fâtih Sultan Mehmed ise cuma günü yeniden şehre girerek ilk cuma namazını Ayasofya’da kıldı. Artık asayiş sağlanmış ve sıra yeni pâyitahtın imarına ve devlete yakışır bir hale getirilmesine gelmişti.

Runciman’a göre II. Mehmed şehrin harap olmaması için her şeyi yapmıştı. Haliç kıyısındaki ticaret merkezi, Blachernae’daki imparator sarayı ve çevresi, Hipodrom dolayındaki kilise, ev ve saraylarla Acropolis geniş çapta yıkıma uğramakla birlikte pek çok kiliseye dokunulmamıştı. Şehir mahalleleri açık alanlar ve bahçelerle birbirinden ayrılmış olduğundan Osmanlı askerleri şehre girdiğinde, mahalle halkı vakit kaybetmeksizin kapıları açıp teslim olmuş ve padişaha başvurmuş; bunun üzerine evlerine, kiliselerine dokunulmamış ve herhangi bir tecavüze karşı muhafızlar gönderilmişti. Runciman, kendi istekleriyle kapıları açan Petrion (Fener) semtindeki kiliseye bu sebeple dokunulmamış olduğunu, Marmara kıyısında Samatya, İmrahor ile Narlıkapı bölgelerinde de aynı durumun meydana geldiğini belirtir. Yine şehirdeki ikinci büyük ibadethâne olan Hagioi Apostoloi (On İki Havari) Kilisesi’ne dokunulmamış olmasını da II. Mehmed’in özel emrine dayandırır (a.g.e., s. 236-239). Bu durum, anlaşma şartları ile teslim olma veya kapıları açmadan ziyade II. Mehmed’in pâyitaht yapmak istediği şehrin nüfus açısından desteklenmesi ve başşehire yakışır bir sosyal ve ekonomik yapıyı sağlama yolunda yerli ahaliyi yerinde tutma siyasetiyle yakından ilgili olmalıdır.

Fetih Sonrası İstanbul. Fetihten sonra imar hareketleriyle çehresi değişen ve yavaş yavaş bir Türk İslâm şehri hüviyetini kazanan İstanbul, tarihî yarımadanın dışına doğru taşmaya başlayarak zaman içerisinde bir imparatorluk merkezinin kozmopolit ve renkli hayatının hâkim olduğu, Avrupa ile Asya arasında Karadeniz’in kuzeyi ile Akdeniz’e açılan deniz ve karayollarının birleştiği, aynı zamanda farklı kültürlerin kaynaştığı bir büyük metropol haline geldi. Bütün bir imparatorluk zamanla İstanbul merkezli bir kültür ve sosyal yapının etkisi altına girdi. Özellikle XVI. yüzyıldan itibaren taşradaki şehir hayatında pâyitahtın mânevî ve kültürel baskısı sürekli hissedildi. Bu durum İstanbul’u bir cazibe merkezi haline getirdiği gibi ekonomik bakımdan da bütün dikkatler buraya yöneldi. XVI. yüzyıldan itibaren imparatorluğun yayılmış olduğu üç kıtanın bütün özelliklerini taşıyan İstanbul, kalabalık sivil nüfusu yanında saray ve görevlilerinin de sivil hayatı doğrudan etkilediği ve belki de bütünüyle saray ve çevresiyle özleştirilen bir şehir olarak anıldı. Hatta adı bile çok defa sadece bu hususiyeti aksettirecek şekilde değişti ve yaygınlaştı. Sarayda bulunan resmî tarihçilerin eserlerinde imparatorluk ile pâyitahtın bu şekilde birbiriyle bütünleştirildiği dikkati çeker. Onların eserlerinde bütün imparatorluğa şehir ve saray zâviyesinden bakış yaygın şekilde yer alır. Siyasî ve sosyal olaylar hep İstanbul merkezli olarak takdim edilir; hânedanla birleştirilmiş bir İstanbul tarihi verilir. Bu bakımdan fetihten sonra meydana gelen sosyal hadiselerle ilgili olarak kaynaklarda bol malzeme bulunmaktadır. Bu kaynaklardaki bilgilere bakıldığında genellikle hadiselerin devlet idarecileri, kapıkulu ve ulemâ üçgeni içinde anlatıldığı görülür; sivil halkın rolü de bu çerçevede geçer. Padişahların cülûsları, vefatları, haftanın belirli günlerinde çeşitli maksatlarla şehre inmeleri, yapılan teftişler, ileri gelen devlet adamlarının faaliyetleri, imar hareketleri, iâşe meseleleri, piyasa hareketliliği, yabancı elçilerin karşılanışı, ordunun sefere çıkış merasimleri, saray kaynaklı olup bütün halkı ilgilendiren şenlikler, tabii âfetler, kapıkulunun yer yer türlü bahanelerle çıkardığı isyanlar belli başlı konuları ihtiva etmektedir.

Fetihten sonra başşehir olarak özel bir idarî statüye sahip olan ve Galata, Üsküdar, Eyüp ile organik bütünleşme sürecine giren bir kadılık olarak kazâî hususiyeti belirlenen sur içindeki, yani tarihî yarımadadaki İstanbul (nefs-i İstanbul) imparatorluğun dağılışına kadar bir iki hadise dışında ciddi bir dış tehlikeye mâruz kalmadı. Ancak zaman zaman Çanakkale Boğazı’nın tutulması, kuzeyden gelen Kazaklar’ın Boğaz’a kadar girmeleri, Celâlî isyanları dolayısıyla şehrin hinterlandının güvensizlik içinde kalması gibi olaylarla karşı karşıya kaldı. İstanbul en bâdireli devrini XVII. yüzyılın ilk yarısından itibaren yaşadı; II. Osman’ın katli hadiseleri ve IV. Murad dönemindeki karışıklıklar, Sultan İbrâhim ve IV. Mehmed devirlerindeki sosyal çalkantılar şehri sarstı; bu dönemlerde Girit seferi dolayısıyla Venedik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı abluka altına almasının sıkıntılarını da çekti. 1651’deki esnaf ayaklanması şehrin tarihi için önemli bir hadiseydi. Bunun ardından 1656 yılındaki Çınar Vak‘ası ve bunu takip eden olaylar şehirde görülmemiş ölçüde bir karışıklığa sebep oldu. Köprülüler devrinde sağlanan asayiş II. Viyana bozgunu sonrasında yeniden kaybedildi. Özellikle II. Mustafa’nın tahttan indirilmesiyle sonuçlanan Edirne Vak‘ası (1703) İstanbul’u doğrudan etkiledi, asayişsizlik yüzünden şehirde birçok hadise meydana geldi. III. Ahmed’in tahttan indirilmesine yol açan Patrona Halil İsyanı yeni bir çehreye kavuşan, bilhassa Haliç kıyısı boyunca yeni köşkler, bahçelerle donatılan şehir için büyük bir yıkım oldu. Yaşanan büyük karışıklık sırasında sivil halk evlerine kapandı, bir bölümü de şehri terketti. I. Mahmud’un etkili faaliyetleriyle şehir yeniden huzura kavuştu. Uzun bir aradan sonra 1768’de başlayan savaşın olumsuz ortamı, kısa sürede İstanbul’u etkisi altına aldı. 1770’te Rus donanmasının


Ege’de görülmesi ve yeni bir abluka siyaseti, donanması yakılmış Osmanlı Devleti’nin pâyitahtını ilk defa doğrudan savunmasız bir hedef haline getirdi. III. Selim’in reformist faaliyetleri şehir için bazı yeni gelişmeleri de beraberinde getirdi ve Avrupa tarzında yeni askerî binaların inşa dönemi başlamış oldu. 20 Şubat 1807’de İstanbul önlerine gelen İngiliz donanması büyük bir heyecana yol açtıysa da gerekli savunma tedbirleri alınması üzerine bu donanma geri çekildi. Bunun hemen ardından ilk defa bir yabancı donanmanın toplarına doğrudan hedef olan şehirdeki büyük şaşkınlık ve saraya karşı duyulan güvensizlik, yeniçerilerin çıkardığı Kabakçı Mustafa İsyanı’na müsait bir zemin hazırladı (1807). Alemdar Mustafa Paşa’nın Rumeli ordusunun İstanbul’a gelişi yeni hadiselerin başlangıcına sebep oldu. Paşanın çıkan bir isyan sonucu hayatını kaybetmesinin ardından uzun bir süre yeniçerilerin tahakkümü sürdü. Özellikle 1821’deki Mora isyanı üzerine doğrudan doğruya İstanbul’daki gayri müslim hıristiyan tebaaya karşı birçok istenmeyen hadise cereyan etti. Bunlar etkili tedbirlerle önlenmeye çalışıldı. II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması (1826) şehri bir savaş alanı haline çevirdi. Büyük bir yeniçeri kıyımı başlatıldı, uğranılan bütün başarısızlıkların ve felâketlerin faturası bu ocağa çıkartıldı.

II. Mahmud’un şeklî reformları İstanbul’un mistik Doğu havasına, buna uydurulmaya çalışılmış bir Batı tarzının katılmasına yol açtı; İstanbul sokakları yeni kıyafetli memur ve askerlerle tanıştı; klasik sivil müslüman profilinde bu tarihten itibaren bir değişme meydana geldi. Ruslar’ın 1828’de Edirne’yi geçip Kırklareli’ne ulaşmaları İstanbul’u karadan açık bir hedef haline getirdi ve büyük bir paniğe yol açtı. İstanbul’un muhafazası için bazı tedbirler alındıysa da yapılan anlaşma üzerine bu tehdit ortadan kalktı. Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanı, ilk defa bir yabancı devletin askerlerinin İstanbul’a gelişine sebep oldu. Osmanlı Devleti’ne yardım için gelen sekiz Rus gemisi Büyükdere açıklarında demirledi; askerler ise Hünkâr İskelesi civarında karaya çıkıp karargâh kurdular. Bu meselenin halledilmesinin ardından Ruslar İstanbul’dan ayrıldı (1832). II. Mahmud devrinde şehirde birçok beledî yeni uygulama gerçekleştirildi. Tanzimat’ın ilânı ve uygulanışı yine ilk defa İstanbul’da başladı. Böylece şehir XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı şehirlerine benzer bir fizikî yapılanmaya sahne olduğu gibi halkın yaşayış ve âdetlerine yeni yeni unsurlar girdi, Avrupa’ya daha da açık bir Doğu şehri olarak kozmopolit yapısı hayli renklendi. Şehrin klasik sivil yaşantısına yeni bir hayat tarzı eklendi ve bu ikisinin arasındaki farklılaşma, eskisinden daha açık bir şekil aldı. Bir taraftan muazzam saraylar inşa edilirken bir taraftan da bürokrasinin yerleşeceği yeni binaların yapımına ve yeni eğitim kurumlarının inşasına hız verildi. 1876’da çıkan ayaklanmalar Abdülaziz’in hal‘i ile sonuçlandı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın olumsuz etkileri şehri derinden sarstı. Rus ordularının Yeşilköy’e kadar gelmesi, 24 Şubat 1878’de başkumandanlık karargâhının Yeşilköy’de kurulması halk arasında büyük bir telâşa yol açtı. İstanbul tarihinde ilk ciddi tehlike denilebilecek bu karargâhın tesisiyle şehir yabancı işgale açık hale geldi. Ancak yapılan anlaşma ile bu panik havası yatıştırıldı. İstanbul 1895’te de ilk defa geniş katılımlı bir gayri müslim topluluğun nümayişine sahne oldu. Ermeni grupları Bâbıâli’ye yürüdüler; ayrıca Ermeniler’le müslüman halk arasında çatışmalar meydana geldi. Ertesi yıl ikinci defa Ermeniler’in çıkardığı hadiseler şehri sarstı ve karşılıklı kıtal hareketlerine zorlukla engel olunabildi.

Balkan savaşları pâyitahtı yeniden yabancı bir tehditle karşı karşıya bıraktı. Çatalca’ya kadar ilerleyen Bulgarlar İstanbul tarihinde ikinci ciddi tehdittir. Tarafsız devletler, elçiliklerini koruma bahanesiyle İstanbul’a savaş gemileri gönderdikleri gibi bunlar şehrin işgal ihtimaline karşı karaya asker çıkardı. Bu zor durum yapılan mütarekeyle atlatıldı.

İstanbul en sıkıntılı yıllarını Balkan savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında yaşamıştır. Bu yıllarda Balkanlar’dan perişan halde kaçan kalabalık müslüman gruplar İstanbul’a yığıldı ve şehrin zaten bozuk olan sıhhî şartlarını daha da kötüleştirdi. Sivil halk bu yıllarda yiyecek bulamamanın zorluklarını derinden yaşadı; son derece bozuk ekonomik yapı sosyal bünye üzerinde tahripkâr oldu. Öte yandan sadece müslüman halkın değil pek çok yabancı göçmenin geçici veya sürekli ikamet etmek üzere şehre gelmesi, sosyal hayatı daha da kötüleştirdi; farklı âdet ve kültür unsurları bu göçmenler vasıtasıyla şehrin genel yaşantısında yeni alışkanlıkların ve uygulamaların yerleşmesine yol açtı.

Çanakkale müdafaası müttefiklere Boğaz’dan geçiş izni vermedi, böylece İstanbul yeni ve o devre kadarki en büyük tehlikeden kurtulmuş oldu. 1918’de semalarında görülen savaş uçakları şehri bombaladıysa da pek fazla bir zarar veremedi. Bu bombardımanın ardından 13 Ekim 1918’de müttefikler mütareke şartlarına göre elli beş parça savaş gemisiyle İstanbul önlerine gelip karaya asker çıkardı ve böylece işgal devri başlamış oldu. İstanbul 1453’te fetihten sonra ilk defa yabancı devletlerce işgal edilmişti. Bu durum halk üzerinde son derece olumsuz tesir icra etti, büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ankara hükümetinin Millî Mücadele’de başarılı çıkması üzerine işgal kuvvetlerinin İstanbul’u boşaltması kararlaştırıldı. Son Osmanlı padişahı VI. Mehmed’in 16 Ekim 1923’te İstanbul’u terketmesiyle Osmanlı idaresi fiilen sona erdi ve bu durum pâyitahtın kaderini de belirledi. 2 Ekim 1923’te işgal kuvvetlerinin şehri terketmesinin ardından işgal devri sona erdi; 6 Ekim’de Türk millî ordusu İstanbul’a girdi. 3 Mart’ta halifeliğin ilgası üzerine İstanbul önce bir pâyitaht, sonra da bir hilâfet merkezi olma özelliğini kaybetmekle birlikte Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesişme noktasında, iktisadî bakımdan ve kültür müesseseleri yönünden kalabalık nüfusu ile büyük bir metropol olma niteliğini sürdürdü.

BİBLİYOGRAFYA:

Yeorgios Francis, Şehir Düştü (trc. Kriton Dinçmen), İstanbul 1992; Dukas, Bizans Tarihi (trc. Vl. Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 142-189; Kritovulos, Târîh-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî (trc. Karolidi, TOEM ilâvesi), İstanbul 1328; Nicola Barbaro, Kostantıniyye Muhâsarası Ruznâmesi (trc. Şemsettin Talip Diler), İstanbul 1976; Âşıkpaşazâde, Târih (Atsız), s. 191-192; Tursun Bey, Târîh-i Ebu’l-Feth (haz. Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 44-65; Oruç b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osmân, s. 123-124; Bihiştî, Tevârîh-i Âl-i Osmân, İSAM Ktp., nr. 5196, vr. 150b-160b; Tâcîzâde Câfer Çelebi, Mahrûsa-i İstanbul Fetihnâmesi (TOEM ilâvesi), İstanbul 1331; Neşrî, Cihannümâ (Unat), II, 689-709; İbn Kemal, Tevârih-i Âl-i Osmân, VII. Defter, s. 28-75; [Anonim], Tevârih-i Âl-i Osmân, TSMK, Revan Köşkü, nr. 1099, vr. 63a; XVI. Asırda Yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı Tarihi (haz. Şerif Baştav), Ankara 1973, s. 137-149; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârih, İstanbul 1279, I, 419-429; Ahmet Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul 1320; E. Pears, The Destruction of the Greek Empire and the Story of the Capture of Constantinople by the Turks, London 1903, tür.yer.; G. Schlumberger, İstanbul’un Muhasarası ve Zabtı (trc. M. Nahid), İstanbul 1330; Danişmend, Kronoloji, I, 232-260; G. Tedaldi, “Letter to Alain de Coëtivy, the Cordinal of Avignon”, The Siege of Constantinople 1453: Seven Contemporary Accounts (trc. J. R. M. Jones), Amsterdam 1972, s. 3-9; Steven Runciman, Kostantiniyye Düştü


(trc. Derin Türkömer), İstanbul 1972; Feridun Dirimtekin, İstanbul’un Fethi, İstanbul 1976; İstanbul’un Fethi (TSKT, III/3 eki); Selâhattin Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, Ankara 1985, s. 39-111; Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Ankara 1987, s. 124-136; a.mlf., “Mehmet II”, İA, VII, 510-511; Hasan Kazankaya, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u Fethi ve Fethin Karanlık Noktaları, İstanbul 1990, II, 90-169; K. de Vries, “Gunpowder Weapons at the siege of Constantinople, 1453”, War and Society in the Eastern Mediterranean, 7th-15th Centuries (ed. Yaacov Lev), Leiden 1997, s. 343-362; N. Iorga, “İstanbul’un Zabtı Hakkında İhmal Edilmiş Bir Kaynak” (trc. Fazıl Işıközlü - Adnan S. Erzi), TTK Belleten, XIII/49 (1949), s. 107-147; Zorzi Dolfin, “1453 Yılında İstanbul’un Muhasara ve Zabtı” (trc. Samim-Suat Sinanoğlu), Fatih ve İstanbul, I/1, İstanbul 1953, s. 19-62; Şehabeddin Tekindağ, “İbn Kemal’e Göre Fâtih’in İstanbul’u Muhasara ve Zabtı”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, I, İstanbul 1955, s. 1-12; a.mlf., “İstanbul Kuşatmasında İki Önemli Olay”, TD, XXIII (1982), s. 1-6; Feridun Emecen, “İstanbul’un Fethine Giden Yol (1451-1453)”, Toplumsal Tarih, III/17, İstanbul 1995, s. 22-29; Tayyib Gökbilgin, “İstanbul [İstanbul’un Fethi]”, İA, V/2, s. 1185-1199; Midhat Sertoğlu, “İstanbul [Türk Devri]”, a.e., s. 1214/1-44.

Feridun Emecen





Türk Devri.

Doğu Roma İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti’nin başşehri, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfus ve ekonomi bakımından en büyük merkezi olan İstanbul tarihî olarak Haliç, Marmara denizi ve surların çevrelediği yarımadayı işaret eder. Osmanlılar tarafından “nefs-i İstanbul” denilen bu kesimin dışında Galata, Eyüp ve Üsküdar ona bağlı kadılık bölgeleri (bilâd-ı selâse) şeklinde teşkilâtlanmış ve zamanla şehrin adı altında bütünleşmişlerdir. Cumhuriyet döneminde yaşanan büyük demografik ve fizikî gelişme, İstanbul’u yeni oluşturulan birçok ilçesiyle birlikte çok geniş bir sahaya yayılmış kalabalık bir metropol özelliği kazandırmıştır.

Şehrin Adı. İstanbul’un bulunduğu tarihî yarımadadaki ilk yerleşme yerinin bilinen en eski adı Buzantion / Bizantion’dur; bunun da Trakça bir şahıs adı olan Buzas / Vizas’tan türetildiği belirtilir. Antik rivayetlere göre burası Trakyalı Buzie’nin yetiştirdiği yarıilâh Semestras’ın oğlu Kral Bizas tarafından kurulmuştur (RE, V, 1127). Roma İmparatorluğu’nun idaresi altına girince, önce Antonius Bassianus’a (İmparator Caracalla) izâfe edilerek Antonia veya Antoninia, 330 yılında imparatorluk merkezi buraya taşındığında Secunda Roma (İkinci Roma), V. asırdan itibaren Nova Roma (Yeni Roma) adlarıyla anılmış, hatta şehir halkına da Romaio denmişti. Fakat halk arasında yayılan Constantinopolis kısa zamanda genelleşerek resmî bir sıfat kazanmış, Arap ve İranlılar’ca Kustantıniyye şekli kabul görmüş, Osmanlılar da paralarda ve resmî yazışmalarda bu ismi sık olarak kullanmışlardır. Trak asıllı Bizantion da yine Arapça ve Ermenice formlarıyla Osmanlı metinlerinde şehrin önceki adı olarak geçmiştir (Byzantia, Byzandia, Buzantiye, Puzanta, Buzantis). Öte yandan İslâmî kaynaklarda geçen Rûmiyyetü’l-kübrâ, Taht-ı Rûm, Gulgule-i Rûm gibi adlar Nova Roma’dan türetilmiştir.

Konstantinopolis adı halk arasında çok defa kısaltılarak Polis şeklinde söylenmekteydi. Daha sonra yaygınlık kazanan bu tabir Mes‘ûdî’ye göre X. yüzyılda “Bulin”, “Stanbulin” tarzında ifade edilmekteydi (et-Tenbîh, s. 136). Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar’ın ilk devirlerine ait bazı kaynaklarda şehrin adı “ استنبول ” (İstinbol, İstanbol veya İstanbul) imlâsıyla yazılırken XII. yüzyıla ait bir Ermeni kaynağında “Stambol” tabiri geçer. J. Schiltberger, “İstimboli” telaffuzunun XIV. asrın sonlarında kullanıldığını iddia etmektedir. XVI. yüzyılda şehirdeki Rumlar burayı Stimboli, Türkler ise Stambol şeklinde anmaktaydılar. Osmanlı şairleri ise çok defa vezin icabı olarak “Stinbol, Stanbol” imlâsını kullanmışlardır. Stinbol / Stanbol-İsti(m)bol / Ista(m)bol gibi Türkçe şekillerin Rumca İstin Bolin’den türediği kesindir.

“İslâm’ın bol olduğu yer” anlamındaki İslâmbol şeklindeki benzetme bir Ermeni kaynağına göre şehri fetheden II. Mehmed tarafından yapılmış ve buranın adı olarak kullanılmıştır. Buna XV. yüzyıl resmî kayıtlarında rastlanır (BA, MAD, nr. 19). XVII. yüzyıl Osmanlı münevverleri bunun şehrin Osmanlı Türkçesi’ndeki adı olduğunu kabul ederler (Evliya Çelebi, I, 55-56). 1760 tarihli bir fermana göre paraların üzerindeki “Kostantiniyye”nin yerine bu adın kullanılması uygun görülmüştü (Ahmed Refik, Hicrî Onikinci Asırda İstanbul Hayatı, s. 185). Fakat halk arasında İstanbul veya İstambul tarzı kullanılagelmiş ve resmî ad olmuştur.

İslâmî resmî geleneğe uygun olarak şahıslar gibi şehirler de kendilerine mahsus unvan ve dualarla anıldıkları için İstanbul’a bu durumu simgeleyen birtakım unvanlar verilmiştir. Her şeyden önce bir merkez oluşu dolayısıyla “pâyitaht-ı saltanat, tahtgâh-ı saltanat, makarr-ı saltanat, dârüssaltana, dârülhilâfe” gibi unvanlar yanında “dârünnasr” ve “medînetü’l-muvahhidîn” gibi nitelemeler de kullanılmıştır. Geleneksel olarak hükümdarın otoritesinin ve iktidarının (kut ve kutluğ) gücü olduğu, adaletin de buradan yani sarayın eşiğinden dağıtıldığı inancı Dersaâdet, Âsitâne gibi adların ortaya çıkışına yol açmıştır. İstanbul için kullanılan genel dua formülü, “felâketlere ve adaletsizliğe karşı Allah tarafından korunmuş” anlamına gelen “el-mahmiyye, el-mahrûse” tabirleridir. Resmî olarak İstanbul’a “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye ve makarr-ı saltanat-ı seniyyem olan mahmiyye-i Konstantiniyye” şeklinde göndermeler de yapılırdı.

Kur’an’da geçen “beldetün tayyibetün” (Sebe’ 34/15) tabiri ebced hesabıyla Osmanlılar tarafından fethine (857/1453) işaretinden dolayı kullanılmıştır. “Hasretü’l-mülûk” ise edebî olarak şehri övme maksatlı bir tabirdir. Rumlar’da olduğu gibi Türkler de İstanbul’a çok defa sadece “şehir” derlerdi.

Şehrin Fetih Sonrası Yapısı. Şehrin gelecekteki gelişimini fetih şartları belirlemiştir. İslâmî fetih kurallarına göre II. Mehmed şehre son saldırı emriyle birlikte ordusuna üç günlük yağma sözü verdi; şehrin arazisi ve binalarının kendisine yani devlet hazinesine ait bulunduğunu, geriye kalan taşınır mal, esirler ve erzakın hepsinin askere ganimet olduğunu ilân etti. Osmanlı askeri şehre “top yıkdığı gedikten” girdi (20 Cemâziyelevvel 857 /29 Mayıs 1453). Savaşarak Ayasofya’ya doğru ilerledi. Fakat bu arada Aleksios kulelerinde ikindiye kadar dayanan Giritli denizciler savunmayı sürdürdüler. Bütün çatışmalar ancak öğleden sonra bitti. Halktan sağ kalanların tamamı tutsak edilerek bir kısmı gemilere gönderildi, bir kısmı da surlar dışında kurulmuş olan Osmanlı çadırlarına getirildi. Şehri devletin başşehri yapmayı planlayan ve bu sebeple daha fazla harap olmasını önlemek isteyen Fâtih Sultan Mehmed 30 Mayıs’ta savaş halinin bittiğini ilân etti. Olaylara şahit olan Sphrantzes yağmanın üç gün sürdüğünü kaydederse de 30 Mayıs’tan sonra yağmanın durduğu anlaşılmaktadır. 30 Mayıs’ta törenle şehre giren Fâtih Sultan Mehmed binaların durumunu inceleyip limanı gezdi, ardından Ayasofya’ya gitti ve kiliseyi şehrin “câmi-i kebîr”i ilân ettiği gibi bundan sonra “tahtım İstanbul’dur” diyerek İstanbul’u devletin merkezi yaptı. On üç asır Doğu Roma İmparatorluğu merkezi olan Constantinopolis böylece gelecek beş yüzyılda


Osmanlı Devleti’nin pâyitahtı olacaktır. 1365-1368’de I. Murad’ın emriyle Edirne’de bir saray yapılması üzerine Edirne devletin Rumeli merkezi, ikinci pâyitaht durumuna gelmişti. Bursa 1402’ye kadar esas pâyitahtı ve dârüssaltana durumunu korudu. Süleyman Çelebi’nin devlet arşivi ve hazine ile Edirne’ye gidip sığınması üzerine Edirne 1402’de devletin başşehri durumuna gelmiştir. İstanbul birinci pâyitaht olduktan sonra Rumeli’de Edirne, Anadolu’da Bursa devletin ikinci ve üçüncü pâyitahtları sayılmış, seferlerde padişahlar bu şehirlerde korunan saraylarda kalmışlardır. İstanbul’un tekrar iskân edilmesi üzerinde önemle duran Fâtih, fetihten üç gün sonra aman ilân ederek kaçan halkın belli bir süre içerisinde geri dönmesine izin verdi. Onlara kendi evlerinde oturabilecekleri, din ve âyinlerinde özgür oldukları duyuruldu ve patriklik resmen ihya edildi.

Fâtih Sultan Mehmed, Edirne’ye dönüşünden (13 Cemâziyelâhir/21 Haziran) önce Karışdıran Süleyman Bey’i 1500 yeniçeriyle birlikte şehrin subaşısı, Hızır Bey’i de kadı tayin etti; surların onarımını, Yaldızlıkapı’da (Altınkapı) bir iç hisar (Yedikule) ve şehrin merkezinde Beyazıt Meydanı’nda kendisi için bir saray yapılmasını emretti. Yeni sarayın (Topkapı Sarayı) inşasından sonra bu saray Sarây-ı Atîk-i Âmire adını alacaktır. Şehri yeniden nüfuslandırmak için esirlerin kendine ait beşte birini aileleriyle birlikte “şehir limanı kıyılarına” yani Haliç’e yerleştirdi; onlara ev vererek belli bir süre vergiden muaf tuttu. Fetihten hemen sonra bir ara Megadux Lucas Notaras’ı vali tayin edip iskân meselesiyle onu görevlendirmeyi düşündü; fakat vezirleri bunun tehlikesini anlatarak kendisini bundan caydırdılar. Notaras ile öbür Bizans ileri gelenleri idam edildi. Esirlerden fidyesini ödeyenler veya belirli bir süre içinde ödemeyi kabul edenler serbest bırakıldı; ev vermek ve vergiden muaf tutmak yoluyla onların şehirde yerleşmeleri sağlandı; ayrıca tutsakların fidyelerini ödeyebilmeleri için inşaat ve onarım işlerinde çalışmalarına izin verildi. Kuşatmadan önce şehir ahalisinden birçok insan bırakıp gitmişti. Bir kısım halk ya yağma boyunca saklanmış ya da Galata’ya kaçmıştı. Bu sonuncular, fidyesini ödeyen esirlerle birlikte şehrin ilk Rum nüfusunu oluşturdular. 860’ta (1455) yapılan nüfus ve vergi sayımına göre bunların sayıları oldukça azdır, çoğu Müslümanlığı seçmiş görünmektedir. Padişahın ilân ettiği aman Venedikliler’i kapsamıyordu; savunmaya katılan Venedik balyosu (bailo) Girolamo Minotto ve oğlu idam edildi; yirmi dokuz Venedik asili fidyeye bağlandı, erkek çocukları Acemi Ocağı’na alındı. Venedikliler’e ancak 19 Rebîülâhir 858 (18 Nisan 1454) tarihli kapitülasyonla tekrar şehirde yerleşme ve ticaret yapma müsaadesi verildi.

Şehrin tekrar nüfuslandırılmasında kuşkusuz en etkili önlem sürgün, yani devletin çeşitli bölgelerinde yaşamakta olan bir kısım halkın sürülüp yerleştirilmesiydi. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’dan ayrılmadan önce Rumeli ve Anadolu’dan bir kısım varlıklı müslüman, hıristiyan ve yahudi ailelerin İstanbul’a gönderilmesini emreden fermanlar çıkardı. N. Iorga’nın yayımladığı bir belgeye göre (Notes et extraits, IV, 67) Anadolu’dan ve Rumeli’den 4000’er aile İstanbul’a yerleştirilecekti. 1453 yılının sonbaharında İstanbul’a dönen Fâtih Sultan Mehmed, sürgünlere uyulmaması ve direniş sebebiyle iskânın çok yavaş yürüdüğünü gördü, Bursa’ya gitti ve bu konuda sert önlemlere başvurdu. Daha çok Rumlar’ı şehre çekmek için eskiden beri Latinler ve papaya karşı olan Yorgi Scholarius’un patrik seçilmesine izin verdi, bir beratla onu resmen patrik tanıdı (6 Ocak 1454). 1455 sonbaharında İstanbul’u tekrar ziyaret ettiğinde surların onarıldığını, Yedikule ve sarayın tamamlanmış olduğunu gördü; fakat birçok müslüman sürgünün harap şehri terkettiğini öğrenince Anadolu ve Rumeli’ye emirler göndererek sürgün ailelerin vakit geçirilmeden İstanbul’a geri yollanmasını istedi.

Muharrem 860 (Aralık 1455) tarihli İstanbul ve Galata’ya ait noksan bir sayım defteri Fatih semti, Aksaray’ın bir kısmı, kara suları ve Marmara kıyılarını kapsamaktadır. Bu defterde Bizans döneminden yirmi iki mahallede 918 hâne kaydedilmiş ve bunların 291’i için “boş” veya “enkaz” notu düşülmüştür. Evler tek katlı (süflî), iki katlı (ulvî) ve “geniş” olarak ayırt edilmiştir; Rumlar’ın drapez (mükellef) dedikleri büyük konaklar da kalmıştır. Bazı evler üç veya dört bölüme ayrılmış olup birden fazla aile tarafından işgal edilmekteydi. Bina sayımında ayrıca manastırların bahçelerindeki bir veya iki katlı çardaklardan da söz edilir. Fetihten sonra sayımda kayıtlı yirmi altı manastırdan sadece biri Rumlar tarafından kullanılmaktaydı; diğerleri ya boşaltılmış ya da müslüman göçmenlerce iskân edilmişti. Eldeki sayım belgelerinde kırk iki kilise mevcuttu ve bunların çoğu manastırların içinde yer almaktaydı. Kiliselerden ikisi hâlâ Rumlar’a aitti. Altımermer mahallesinde oturan Rumlar oradaki büyük bir evi kilise olarak kullanıyorlardı. Beş kilisede müslüman göçmenler oturuyordu; bunlardan biri camiye çevrilmişti, diğerleri ise cemaat olmadığından harap bir haldeydi.

İstanbul’un ilk ulucamisi Ayasofya idi. Ayasofya Camii ve Medresesi’nin yanı sıra müslüman kullanımına geçen öteki Bizans dinî binalarının vakıfları şöyle sıralanabilir: Zeyrek Kilise Camii ve Medresesi (Pantokrator), Arap Camii (Galata Camii, Saint Dominio), Silivri’deki hisarda bulunan cami, Eski İmaret Camii (St. Saviour Pantepoptes), Kalenderhâne Mevlevî Tekkesi (II. Bayezid zamanında önce medreseye, daha sonra camiye çevrilmiştir). II. Mehmed’in yaptırmaya başladığı cami (Fatih) ve külliye ancak 875’te (1471) tamamlanabilmişti. Bu tarihe kadar inşa edilmiş camilerin hepsi (Rumelihisarı Camii, Yeni Kervansaray / Çuhacı Hanı Camii, Yedikule’deki Debbağlar Mescidi, Yenice Kale / Anadoluhisarı) Ayasofya vakıflarına bağlanmıştı.

861’de (1457) II. Mehmed, şehirde bulunan kullanılabilir durumdaki Bizans binalarını Ayasofya vakıflarına devretti; bu binalara belgelerde “sultânî” ve “mukātaalı” adı altında rastlanır. 898’de (1492) bu mukātaalı, yani kiraya verilen mîrî evlerin sayısı 1428 idi. 895’te (1489) yapılan bir teftişe göre İstanbul ve Galata’da 1093 mukātaalı ev mevcuttu. Bu rakama, o zamanlar sayıları 335 olduğu tahmin edilen ve padişah kullarının oturduğu Bizans evleri dahil değildi. Kullar tarafından iskân edildiği müddetçe bu evler mukātaa statüsünde sayılmıyordu. Benzer şekilde II. Bayezid döneminde, Ayasofya vakfiyesinin tanziminden önce (861/1457) mülk olarak tahsis edilen Bizans evlerine kira uygulamasından kesinlikle vazgeçildi; fakat II. Mehmed zamanında birkaç defa bu evlere vergi konmuş ve kaldırılmıştır. Bu evlerden 502’sinin Ayasofya, Sırt Hammamı (bedesten yakınında), Hacı Abdi, Hekim Yâkub (Unkapanı ve Cibali arasında), Şahin Üskübî, Edirnekapı (Saraçhane’de), Üstat Ayas, Arslanlı Mahzen ve Top Yıkığı (Topkapı) mahallelerinde yer alması Osmanlılar’dan önceki yerleşim birimlerinin durumunu göz önüne serer.

Bu Bizans binaları dışında Fâtih’in yeniden inşa ettirdiği cami külliyeleri, çarşılar, kapanlar, bedestenler şehre bir Osmanlı-İslâm şehir alt yapısı sağlamıştır. Şehirde ekonomik hayatı canlandırma ve


nüfuslandırma için bu alt yapı gerekliydi. Halkın ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için Fâtih Sultan Mehmed tarafından inşa ettirilen Büyük Çarşı ile (Kapalıçarşı) birlikte bedesten, Bodrum Kervansarayı, Tahtakale’deki Eski Kervansaray, bedesten yakınlarındaki Yeni Kervansaray, Unkapanı, Tuz Ambarı, Mumhâne, Sabunhâne, Cenderehâne, Debbağhâne, Sellâhhâne, Boyahâne ve Muytaban Kârhanesi gibi gelir getirici ve yerleşimi özendirici iş merkezleri Ayasofya vakıflarına bağışlanmıştı. Bunlardan başka iki hamam, kırk altı kasap, kırk bir aşhâne, yirmi sekiz bozahâne ve fırınla şehrin çeşitli bölgelerinde 2000 kadar dükkân da Ayasofya’ya vakfedilmişti. Bu dükkânların çoğu, dikdörtgen bloklar şeklinde veya karşılıklı sıra halinde yaptırılmış ve her biri tek bir zanaat koluna vakfedilmiş çarşılar halindeydi.

Şehrin Mekânının Gelişmesi ve Mahalleler. Bu ticarî-ekonomik tesisler yanında Osmanlı İstanbulu’nun gelişiminde izlenen esas prensip, müslüman toplumun dinin gereklerini rahatça yerine getirebilmesini ve bir müslüman şehrinde yaşamanın kolaylıklarından faydalanabilmesini sağlamaktı. Aslında bu prensip, tapınağın çevresinde gelişen ve şehir hayatının fonksiyonları ile dinî ödevleri âhenk içinde bağdaştıran eski Ortadoğu geleneğinin bir devamından ibarettir. Ayasofya, hükümdar ve halkın cülûs ve cuma namazında bir araya geldiği, padişahın halkın dilekçelerini ve şikâyetlerini kabul ettiği, büyük dinî âyinlerin yapıldığı ulucami idi. Şehrin hayatına destek olan ve oturanların refahını sağlayan ekonomik ve sosyal kurumlar ilk defa bu ulucaminin vakıfları olarak ortaya çıktı.

Bu temel İslâmî karakter şehrin topografik gelişiminde de görülebilir. Şehrin ilk idarî birimini Ayasofya nahiyesi oluşturur. Öbür nahiyeler padişah veya vezirler tarafından inşa ettirilen külliyelerin, nahiyeleri oluşturan daha küçük yerleşim birimleri olan mahalleler ise küçük yerel mescidlerin etrafında gelişecektir. Genellikle mahalle mescidleri ileri gelen bir mahalle sâkini tarafından yaptırılmıştır. Baştan beri İstanbul’a “mübarek bir İslâm şehri” statüsü verilmeye çalışılmıştır. Fetihten hemen sonra şehrin kutsal bölgesi olan Eyüp, sahâbeden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesi etrafında bir cami ve imaretin yapılması ile bu özelliğine tam anlamıyla kavuşmuş oldu. Eyüp bütün İslâm dünyasında Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra en mübarek bir ziyaretgâh halini alacaktır. Osmanlılar’ın sûfî ve derviş şeyhlerine derin bağlılığı, birçok mahallenin bir velînin zâviye veya türbesinin etrafında ve onun ismiyle kurulmasına yol açmıştır. Kuruluşu Fâtih Sultan Mehmed zamanında başlayan bu çeşit mahalleler arasında Şeyh Ebülvefâ, Şeyh Akşemseddin, Şeyh Sevindik Halvetî veya daha çok bilinen ismiyle Kovacı Dede, Şeyh Mahmud Resmî sayılabilir. Şehrin “İslâmîleştirilmesi” çabaları için bir nokta da Fâtih zamanından itibaren adının resmî yazılarda İslâmbol olarak kaydedilmesidir. Fâtih Sultan Mehmed ve diğer sultanların hükümdarlık dönemlerinde ara sıra İslâmî gayret yükselmiş ve şehrin “zor kullanarak” kahren alınması sebebiyle kilise ve sinagogların kapatılması isteğiyle otoritelere öylesine baskı yapılmıştı ki şeyhülislâm, gayri müslimlerin zimmî statülerini korumak için dinî bir delil bulmak zorunda kalmıştı. Nihayet güvenlik kaygısıyla Fâtih Sultan Mehmed’in fethedilen şehirlerde uyguladığı politika, yani müslüman nüfusun çoğunlukta olması noktasına İstanbul’da da dikkat edilmiştir.

Genelde Osmanlı hoşgörülü toplum yapısında görüldüğü üzere İslâmî ideal sosyal ve ekonomik gerçeklikle kolaylıkla uzlaştırılabiliyordu. İslâmiyet’in gayri müslimleri devlet güvencesi altına alan ehl-i zimme hukuku bu durumu teşvik etmekteydi. Baştan beri şehrin müslüman ve gayri müslim ahalisi pazar bölgesinde yanyana çalışmakta ve hatta başlangıçta iskân bölgelerindeki mahallelerde de karışık olarak yaşamaktaydılar. Gayri müslimler kendi aralarındaki ticarî ilişkilerde kadıya başvururlardı. Metropol bir başşehirde yaşayan bu insanlar “hemşehrilik” duygusu ile din ve etnik kök gibi ayırımları aşmış bulunuyorlardı.

Öte yandan İstanbul’un Osmanlı karakteri sadece İslâmî idealden değil aynı zamanda askerî yönetim altında her din ve menşeden tüccar ve sanatkâr sınıfının birlikte yaşamasını garanti eden kadim Ortadoğu devlet ve toplum geleneğinden kaynaklanıyordu. Vakıf kurumunun bütün Ortadoğu şehirlerinde görülen kuruluş şekilleri İstanbul’da da uygulanmıştır. Bu gelenek, tüccarların kaldıkları kervansarayların yakınında değerli ithal mallarının korunduğu bir bedestenin (bezzâzistan) inşa edilmesini gerektirir. Kubbeli sağlam bir çekirdek yapı oluşturan bedestenin etrafında kurulan büyük çarşıdaki dükkânlara ise başlıca sanat kollarında faaliyet gösteren esnaf yerleşmiştir.


Her sanat kolu bir çarşıda toplanırdı. Esnaf için gerekli ham maddelerin ve şehir sâkinleri için yiyeceklerin gözetim ve dağıtımı, devlete ödenmesi gereken vergi ve gümrüklerin tahsil edilebilmesi için temel ihtiyaç maddelerinin satışa sunulduğu çeşitli merkezî pazarlar kurulmuştur. Bu kapalı pazar binalarına “kapan” adı verilirdi (yağ kapanı, un kapanı, bal kapanı, yemiş kapanı). Bu kapanlar İstanbul’da liman çevresinde veya şehrin giriş kapılarında yer alırdı. Deniz yoluyla ithal edilen eşyalar için bir gümrük kapanı mevcuttu (sonraları gümrük emininden kinaye semt adı haline gelen Eminönü). Karadan ithal edilen malların gümrüğü ise Edirnekapı civarındaki Karagümrük’te ödenirdi. Debbağhâne ve mezbaha surların dışında; boyahâne, çırpıcı dibeği, zeytin cenderesi gibi işletmeler zanaat merkezlerinin yanlarında yer alır, bütün bu tesisler ve çarşıdaki dükkânlar, yönetici sınıfının üyeleri tarafından vakıf olarak kurulur ya da onların mülkiyeti altında bulunurdu. XVII. yüzyıl Ayasofya vakıf defterinde (BA, MAD, nr. 19) çarşılarda dükkânların büyük kısmı askerî sınıf ve saray mensupları elinde görünmektedir. Genellikle şehir ahalisinin hayat standartlarının yükseltilmesine yönelik hayır işleri vakıf veya vakıf kompleksinin bir parçası olarak su tesisleri, yolların kaldırımla döşenmesi, hastahaneler, yolların temizliği ve fakirlerle yolcuların doyurulması ve barınması için zâviye ve imaretler inşası geleneksel Osmanlı şehrinin, bu arada İstanbul’un inşasında temel gelişmelerdir. Böylece harap Bizans şehri üzerinde tipik Osmanlı şehri yükselmiştir.

İstanbul’un bir Yakındoğu şehri olarak gelişiminde, tek bir nüvenin etrafında daireler halinde mahallelerin kuruluşuyla gerçekleştiği şeklindeki yorumlar (Mayer, s. 9, 20, 254) İstanbul için doğru değildir; ancak çeşitli bölgelerde nahiyelerin her biri bir vakıf külliye çevresinde ayrı ayrı gelişmiştir. Bizans zamanında olduğu gibi Osmanlı döneminde de şehrin gelişimi, belirli bölgelerin kendilerine özgü coğrafî özellikleriyle doğrudan bağlantılıydı. Başlangıçta İstanbul şehrinin Bursa, Edirne’de olduğu gibi iki temel özelliği, ulucami (Ayasofya) ve merkezî Büyük Çarşı’dır. Fakat sonraları Fâtih Külliyesi’nin, Sultanpazarı ve Saraçhane’nin inşası, zamanla şehrin padişahın ve önemli devlet adamlarının yaptırdığı ayrı ayrı külliyelerin vakıf kompleksleri etrafında gelişmesine yol açmıştır. Diğer devlet görevlileri veya varlıklı sivil kesim de yeni bir mahallenin merkezini teşkil eden mescid ve mektepten oluşan daha küçük kompleksler meydana getirmiştir (bu gelişim süreci için önemli kaynak: İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 [1546], nşr. Ekrem Hakkı Ayverdi - Ömer Lutfi Barkan, İstanbul 1970). Dolayısıyla kompleksler arasında sultanınkilerden başlayarak mahalle komplekslerine kadar bir hiyerarşi söz konusudur.

Her ne kadar bu külliyeler İstanbul’da yarı bağımsız cemaatlerin ortaya çıkışına sebep olmuşsa da Haliç liman bölgesiyle ordu ve kervanların geçtiği Divanyolu denilen ana cadde çerçevesinde şehir organik bütünlüğünü koruyabilmiştir. Fâtih Külliyesi ve yanında Sultanpazarı’nın inşasından önce İstanbul’un iki ticarî merkezi bedesten ve Büyük Çarşı ile aşağıda Tahtakale ve liman bölgesiydi. Divanyolu’nun iki yanında belli başlı külliyeler ve hanlarla Büyük Çarşı yer alır. Haliç liman bölgesiyle bu cadde arasındaki bölge han ve kapanlarla dolu ticaret bölgesidir. Bugün de bu karakterini korur. Böylece Divanyolu, Liman ve iki aradaki bölge İstanbul’un ticaret hayatının merkezi olarak bir bütünlük gösterir. Burada belli başlı çarşı, han ve kervansarayların önceden tasarlanmış bir planın sonucu yapılmadığı açıktır; çünkü limana inen birkaç ana cadde haricinde sokaklar eğri büğrü geçitler ve çıkmaz sokaklar halinde gelişigüzel gelişmiştir. Bu karışıklık bazan ileri sürüldüğü gibi yangınlar sonucu olmayıp baştan beri mevcuttur.

Fetihten hemen sonra (1456) Çakır Ağa (İstanbul subaşısı) mahallesinde bir bedesten inşa edilmesine karar verilmişti. İthal edilmiş değerli malların saklanıp satıldığı ve finansal muamelelerin merkezi olan bedesten aynı zamanda ileri gelen tüccarın iş yeri ve şehrin ekonomik hayatının merkeziydi. İstanbul’un büyük bedesteni (sonraları Cevâhir Bedesteni veya İç Bedesten), on beş kubbesiyle tüccarın mallarını ve zengin vatandaşların servetlerini hırsızlık, yağma ve yangına karşı korumak için bir kale sağlamlığında yapılmıştır. Bu bina aynı zamanda, XIV. yüzyılda Bursa Bedesteni’nin inşasıyla başlayan Osmanlı ticarî mimarisinin bu tarzda yapılmış en tipik örneğidir. Gerek plan itibariyle gerekse kaynaklardan elde edilen bilgilere göre bedestenin Bizans dönemi yapısı olmadığı ve bu dönemle ilişkili bulunmadığı kesindir. Bizans’ta olduğu gibi İslâm dünyasında da değerli malların depo edilip korunması ve satışı için böylesine sağlam binalar yapılmıştır; bu çeşit binalara Bizans’ta “basilice”, Arap şehirlerinde “kaysâriyye” denirdi. Konstantinopolis’in parlak döneminde Constantini Forumu ile Tauri Forumu arasında kalan bu kesim, zengin bir ticarî bölge olup basilikte ve artopoleia (ekmekçiler loncası) burada bulunmaktaydı. Bölge şehrin merkezi konumundaydı. Şehir kapılarından gelen ve limandan çıkan yolların kesiştiği yeri kaplıyordu. Haliç’te başlıca iskeleler ise Neorion ile (Bahçekapı) Porta Droungariou (Odunkapı) arasında yer alıyordu. Bizans döneminde yukarıda ticaret merkezinden Basilike Rıhtımı’na (muhtemelen Fâtih Sultan Mehmed’in vakfiyelerinde sık sık bahsedilen Vasiliko Kapısı) inen ana yol yani Markos Embolos Maurianon, Osmanlılar zamanında Uzun Çarşı ismiyle anılıyordu ve şehrin en faal ana caddesi durumundaydı.

Bedesten ve Kapalı Çarşı, burada faaliyet gösteren tüccarlarla ilgili bilgiler Ayasofya vakıfları kayıtlarında ayrıntılı olarak mevcuttur. Bedestende önce 126, 1488’de 140 “sandık” ve on dört köşe dükkânı vardı. Sandık, arkasında deposu ve bir kasası bulunan dükkâna deniyordu (White, I, 174). Bir sandık kirası ayda 20 akçe, köşe dükkânlarının ise 3,5-15 akçe arasında idi. 898 (1493) yılında bedestendeki tüccarların onu Ermeni, beşi yahudi, üçü Rum ve geri kalanı müslümandı. Fâtih Sultan Mehmed, 878’den (1473) önce, Büyük Çarşı’nın güneydoğu köşesinde ipek ticareti için yeni bir bedesten


(Dârü’l-bezzâziye el-cedîde) inşa ettirdi (bugün açık arttırma yeri). Daha sonra Sandal Bedesteni denilen bu bina devletin en büyük bedesteni olup içinde 124 sandık, dışında ise yetmiş iki dükkân vardı.

Konstantinopolis’in fethinden önce kurulan diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi bedestenin dört kapısından çıkan dört ana yol ve onlara paralel satranç tahtası düzenindeki sokaklarda esnaf için çarşılar inşa edilmişti. 894 (1489) yılı vakıf kayıt defterine göre 641 dükkânda otuz üç ayakkabı, otuz üç terlik ve kırk dört külâh imalâtçısı, elli terzi ile keçeci ve yetmiş altı mücevherci ve başka zanaatkârlar vardı. Müslüman, Ermeni, yahudi ve Rumlar’ın dükkânları ayrı sokaklarda olmayıp aynı sokakta karışıktı; bununla beraber sadece zanaatkârların değil aynı zamanda mücevherci ve sarrafların çoğu müslüman Türk’tü. Büyük Çarşı zamanla genişletilerek nihayet 1000 dükkâna ulaşmış, üzerine çatı yapılarak on iki büyük ve yirmi küçük kapısı olan Kapalı Çarşı haline getirilmiştir. Büyük Çarşı’da bedesten kuralları geçerli olduğundan çarşı bedestenin bir genişlemesi olarak kabul edilmiştir. Bölgedeki ikinci büyük çarşı, Mahmud Paşa dükkânları adıyla bilinmekte olup Mahmud Paşa İmareti’nin yakınında inşa edilmiş 265 dükkândan oluşmaktadır. Fâtih Sultan Mehmed tarafından Ayasofya vakıflarına bağlanan bu çarşı II. Bayezid zamanında tekrar Mahmud Paşa vakfına iade edilmiştir (894/1489 tarihli Ayasofya vakıf kayıtları).

Uzak bölgelerden gelen tüccarın kalabileceği, mallarının da üst veya alt katlarda depo edildiği hanlar, toptan satışların yapıldığı bir yer olup Osmanlı ticaret merkezlerinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Fâtih Sultan Mehmed, ikisi Tahtakale’de, ikisi de bedesten yakınında olmak üzere dört han yaptırmıştır. Muhtemelen en eski han bedesten yakınında Bodrum Kervansarayı denilen handır. İki katta otuz bir odasının yanı sıra ön cephesinde on beş dükkân ve dokuz hücresi (atölye olarak veya gecelemek için kullanılan biraz büyükçe oda) vardı. Handan elde edilen gelir yıllık 15.000 akçe, dükkân ile hücrelerden ise 3108 akçe idi. İstanbul’a ithal edilen pamuk ve ipeklilerin ticaretiyle uğraşanlar bu hanı kullanırlardı (Ahmed Refik, Hicrî Onbirinci Asırda İstanbul Hayatı, 1000-1100, belge 77). Süleyman Paşa (Rumeli Beylerbeyi Hadım Süleyman) Odaları denilen han 894’te (1489) Kervansarây-i Üserâ (Esirpazarı) oldu. Divanyolu’nda Atik Ali Paşa Camii’nin yanında iki katlı bu hanın elli iki odası (sekizi sonradan eklenmiş), bir hamamla geniş bir ahırı vardı ve yıllık geliri 19.500 akçeye (yaklaşık 400 altın duka) ulaşıyordu.

Büyük Çarşı’nın doğusunda 878’den (1473) önce Bey Kervansarayı (vakfiyede “han” olarak geçer, sonraları Çuhacı Hanı) inşa edilmiştir. Burası dikdörtgen bir avlunun etrafında iki katta doksan sekiz odasıyla geleneksel bir Osmanlı hanıdır. Önceleri eczacıların bulunduğu ön cephesinde kırk iki dükkânı (vakfiyede kırk dört) mevcuttu. Yıllık geliri ise handan 40.000 akçe ve dükkânlardan 19.548 akçeydi. Fâtih Sultan Mehmed cami vakfının kurulmasından önce eski Atpazarı da denilen bölgede dericiler toplanmıştı, Eski Saray civarında ise ok ve yay imal edenlerle gümüş akçe darphânesi mevcuttu.

Fâtih Sultan Mehmed’in ilk inşaat yaptığı bölgelerden biri de Haliç’te yani liman bölgesinde kurulan Tahtakale (tahte’l-kal‘a) idi. Osmanlı fethinden önce Porta Perama (Balıkpazarı Kapısı) ve Porta Droungariou (Odun Kapısı) arasındaki bu bölge, Latin tüccar kolonileri ve daha sonra da Venedikliler’in kontrolü altında idi; liman faaliyetleri Neorion’a (Bahçekapı) kadar genişletilmişti. Osmanlı fethinden sonra yapılan anlaşmalarla Venedik, balyosun eski sarayını, Venedik mallarının depolandığı Lobia’yı ve iki Latin kilisesini geri almaya çalıştı. 858 (1454) kapitülasyonundan sonra yeni balyos Bartholomeo Marcello’ya kiliseyi ve Anconalılar’ın ikametgâhını kullanma izni verilmiştir. 898 (1493) yılı Ayasofya vakıf defteri kayıtlarında “eski” Venedik kilisesi ve balyosun sarayından söz edilmesine rağmen Arapça vakfiyede (s. 60) bir Venedik loncası mahallesi ve Arslanlı ev / Arslanlı mahzen mahallesi zikredilir (Zwei Stiftungsurkunden des Sultans Mehmet II Fatih, s. 70; İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 [1546]).

Balıkpazarı Kapısı’ndaki rıhtım Galata’ya geçişlerde başlıca iskele olarak kullanılmıştır. Sonraları transit geçişlerde Yemiş, Liman, Balat gibi diğer iskelelerden de yararlanılmıştır. Eski İstanbul planlarının hepsi bu bölgede gemi trafiğinin çok yoğun olduğunu göstermektedir. Liman bölgesiyle bedesten arasında kalan sırtlar ticarî binalarla doldurulmuştur. Fâtih Sultan Mehmed burada Ayasofya vakfına ait olmak üzere iki han, gümrük kapanı, yemiş kapanı, tuz deposu, mumhâne, üç bozahâne, yedi ambar ve 422 dükkân yaptırmıştır. Hân-ı Sultânî, 361 dükkânı kapsayan üstü kapalı ve kare şeklinde olup önemli bir çarşı vazifesi görmekteydi. Sinagog ve Murad Paşa Hanı da bu civardaydı. Yemişkapanı (sonraları Balkapanı) Hanı ise aşağıda on bir depo ve yukarıda on altı odasıyla bu bölgenin doğusunda yer alır.

İstanbul’un başlıca kapanlarıyla (mum, tuz ve sabun) gümrük bu bölgedeydi. Odun ve kereste Bahçekapı’daki Ağaçpazarı’na getirilirdi. Bu boşaltma yeri XIX. asırda bile aynı amaçla kullanılıyordu. Şehir hapishanesi Vasiliko Kapısı’nda (Zindankapı) yer almıştı; burası daha sonra Baba Câfer Zindanı adıyla tanındı.

898 (1493) yılı Ayasofya vakıf kayıtlarına göre İstanbul ve Galata’da vakfa ait 2350 dükkân, dört han, iki hamam, yirmi bir bozahâne, yirmi iki başhâne ve 987 mukātaalı ev bulunmakta, bunlardan elde edilen yıllık gelir 718.421 akçeye ulaşmaktaydı (14.000 duka kadar; vakfın 894/1489 bütçesi yaklaşık 1 milyon akçe idi; Barkan, İFM, XXIII/1-2 [1963], s. 344).

Şehrin başka taraflarında yerel çarşılar inşa edilmişti. Bunlar Ayasofya (otuz dokuz dükkân), Kemer’deki yeni dükkânlar (on yedi dükkân), Divanyolu üzerindeki Dikilitaş / Çemberlitaş (yetmiş yedi dükkân ve yakınında bir bakır para darphânesi), Hoca Pîrî Mescidi (yirmi altı dükkân), yirmi dört boyacı dükkânı ve Mahmud Paşa vakfı olan Tavukpazarı idi. İlk yeniçeri barakaları (Eski Odalar) bugünkü Şehzadebaşı caddesindeydi, yakınında on dükkânlı bir çarşı da mevcuttu. Eski Odalar’ın batısında Üstat Ayas mahallesindeki çarşıda otuz beş dükkân, Kazasker Dolabı Çarşısı’nda on dokuz dükkân, Hagioi Apostoloi (On İki Havari) Kilisesi’nin yakınında da Karamanpazarı vardı. Diğer önemli bir ticaret bölgesi de surların dışında bugünkü Unkapanı ve Cibali (Bizans Plateiası) arasındaydı. Fâtih Sultan Mehmed burada un kapanını ve otuz bir dükkândan oluşan bir çarşı yaptırdı. Haliç tarafında şehrin ilk mezbaha ve debbâğhânesi (Debbâğlar mahallesi) kurulmuştu. Kynegion (Kinikoz) Kapısı civarında ise balıkçı evleri ve sultan bahçeleri mevcuttu.

863 (1459) yılı şehrin gelişiminde önemli bir yıldı; çünkü Kritovoulos’a göre, Fâtih Sultan Mehmed devlet erkânını yanına çağırarak şehrin herhangi bir yerinde kendilerinin ismiyle anılacak bir bölge seçmelerini ve orada bir cami, bir han, bir hamam ve bir pazar yeri inşa etmelerini istemişti. Kendisi de Yeni Saray için Sarayburnu’nu ve şehrin en güzel


yerini “Ayasofya’yı geçecek” bir cami için seçti. Caminin inşasına ancak 867’de (1463), Hagioi Apostoloi Kilisesi civarında müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bir bölgede başlanabildi. Bu inşaat şehrin, kuzeybatı tarafındaki surlara ve kuzeydoğuda Haliç’e doğru genişlemesine katkıda bulunmuştur. Cami ve ekleri inşaatı Cemâziyelâhir 867’de (Şubat 1463) başlayıp Receb 875’te (Ocak 1471) tamamlanmıştır. Ek binalar iki bina türünden oluşmuştur. Bunlardan ilki caminin etrafındaki medrese, hastahane, imaret, okul, kütüphane gibi hayrat eserleri, öteki de han hamam gibi vakfa malî gelir sağlayacak kamu için gerekli binalardır. Bu tür külliyeler, Orhan Bey’in Bursa’da hisar altında kurduğu vakıflardan beri Osmanlı şehirlerinin çekirdeğini oluşturmuştur.

Yaklaşık 100.000 m²’lik bir alanda şu dinî hayrat yer alır: Sekiz kapıdan girilen avluda cami ve her iki yanında sekiz büyük ve sekiz küçük medrese (Semâniye ve Tetimme), doğu yönünde ayrı bir avluda bir tabhâne, bir imaret ve bir han (sonraları Deve Hanı), bir başka avluda hastahane bulunur. Cami avlusunun iki ön girişinde biri çocuklar için okul, diğeri kütüphane olmak üzere iki küçük bina vardır. Medreselerde görevli ulemânın kalacakları yerler de külliyenin içinde yer alır. Külliyede ikinci kategoriye dahil binalar ise bir büyük çarşı (Sultanpazarı), Saraçhane ve caminin kuzeyinde yer alan bir hamamdı (Çukur Hamam veya Irgatlar Hamamı). Canalıcı Kilisesi’nin alanı üzerinde camiyle Saraçhane arasında kurulan Sultanpazarı 280 dükkân (898/1493 kayıtları), otuz iki atölye ve dört depodan oluşan Hızır Bey Çelebi odaları denilen bir bölümü kapsıyordu. Saraçhane ise duvarla çevrilmiş 110 dükkândan oluşuyordu; batı ve güney duvarlarının karşısında “beylik dükkânlar ve odalar” denilen otuz beş dükkân ve on dokuz oda mevcuttu. 898 (1493) kayıtlarına göre hepsi müslüman (bazıları yeniçeri) olmak üzere 142 eyerci burada çalışıyordu. Önceleri bedesten yakınında çalışan eyerciler buraya getirilmiş ve böylece bu zanaatın tek merkezi burası olmuştur. Kuzeyde at pazarı, ahırlar ve bunun etrafında üzengici ve kürkçüler gibi yan sanayie mensup iş yerleri toplanmıştı. Savaş zamanında bu bölge, atlarını teçhiz etmek isteyen askerlerle dolup taşardı. Ancak XIX. yüzyılda Avrupa mallarının ithalâtının artmasıyla bu ticarî merkez önemini yitirmeye başlamıştır.

Saraçhane’nin güneyinde Aksaray’a doğru, belki 864’te (1460) yaptırılmış olan Eski Odalar’ın yerine Etmeydanı’nda yeniçeriler için yeni barakalar inşa edildi. Bunlar, yangınlardan sonra birçok defa yenilenerek ocakların 1826’da lağvedilmesine kadar kullanılmıştır.

Fâtih Külliyesi’nin malî durumunu gösteren bir kayda göre (a.g.e., XXIII/1-2 [1963], s. 306-341) 894 (1489) ve 895 (1490) yıllarındaki gelir yaklaşık 1.5 milyon akçeydi. 30.000 duka altını miktarındaki bu gelir Ayasofya vakıflarının gelirinden çok daha fazladır. Gelir kaynaklarını ise İstanbul ve Galata’daki on iki hamam, bu iki yerde toplanan cizye, Trakya’da elliden fazla köyün vergi gelirleri ve çeşitli kiralar teşkil ediyordu. Bu gelirin 869.280 akçesi maaşlara, 461.417 akçesi imaretin yiyecek giderlerine, 72.000 akçesi hastahane masraflarına, 18.522 akçesi onarım ve diğer harcamalara tahsis edilmişti (toplam 1.421.219 akçe).

Külliyede görev yapanlardan 102 kişi camide, 168 kişi medreselerde, kırk beş kişi imarette, otuz kişi de hastahanede vazifeliydi. Bunlardan başka gelirleri toplayanlar, câbîler (yirmi bir kişi) ve onarımla uğraşan işçiler (on yedi kişi) vardı. Toplam 383 personelin yanı sıra fakir ulemâ ve onların çocukları ile sakat askerlere yılda 202.291 akçe tutarında düzenli ödemeler yapılıyordu. İmarette her gün 3300 ekmek dağıtılır ve en az 1117 kişiye iki çeşit yemek çıkartılırdı. Dinî eğitim amaçlı bir merkez olmanın yanı sıra gelirinin hemen hemen yarısının İstanbul dışından gelmesi suretiyle bu külliye şehrin bu bölgesinin ekonomik ve sosyal refahının kaynağını oluşturuyordu.

Fâtih Sultan Mehmed’in 863 (1459) tarihli emrine uygun olarak paşalar, şehrin çeşitli bölgelerinde her biri yerleşim ve refahı teşvik etmek gayesiyle kendi külliyelerini inşa ettiler; öyle ki fetihten sonraki yetmiş yıl içerisinde on üç nahiye meydana geldi ve Osmanlı şehri şekillendi. Şehir bir kaza haline getirildi, her nahiye birkaç mahalleden oluşturuldu. Nüfusun pek yoğun olmadığı bölgelerde ek binalarla birlikte bir cami veya mescidin yapılması yerleşimi teşvik etmiş ve böylece mahalleler meydana çıkmıştır. Camiler gibi mescidler de vakıflar tarafından desteklenirdi.

İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’ne göre gayri müslim mahalleleri dışındaki nahiyeler ve bunlara bağlı mahalle ve vakıfların sayısı şöyledir:

Yukarıdaki tabloda adı geçen nahiyeler arasında ilk kurulanlar tahminî olarak, 1, 2, 6, 7, 9 ve 12 numaralı olanlardır. XVI. yüzyılda surların içinde kurulan mahallelerden % 30 kadarı Fâtih Sultan Mehmed, yaklaşık % 50’si II. Bayezid devrine ve % 15’i 1512 ile 1546 yılları arasına düşer. Fakat bu rakamlar XVI. yüzyılda nüfus artışının durgunlaştığı anlamına gelmez. Çünkü daha önce kurulan mahallelerin nüfusu XV ve XVI. yüzyıl planlarında görüldüğü üzere oldukça artmıştır. Fâtih Sultan Mehmed devrinde yapılmış bir plana dayanan Vavassore’nin planı nüfusun Langa bostanlarından Unkapanı’na kadar uzanan hattın doğusunda kalan bölgede (Haliç’in güney kıyısı boyunca) yoğunlaştığını gösterir; Ekrem Hakkı Ayverdi’nin haritasına göre bu hattın doğusunda doksan iki ve batısında -iki kat daha geniş olmasına rağmen- doksan sekiz mahalle mevcuttur. Fakat XVI ve XVII. yüzyıl planlarında surların içinde kalan alanın Yedikule, Bayrampaşa deresi, Yenibahçe surlarının yanı ve Langa bostanları bölgesi hariç tamamıyla yerleşme alanı olduğu görülmektedir. Vakıf sayılarındaki önemli artışlar ise nüfusun gelişmesini göz önüne sermektedir. 857-927 (1453-1521) tarihleri arasında 1163 vakıf kurulmuşken bu rakam 927-953 (1521-1547) arasında 1268, 953-986 (1547-1579) arasında 1193, 986-1005 (1579-1597) arasında 407 kadardı. 1005 (1597) yılında bazıları kapanmış olan 3180 vakıf mevcuttu. Fetihten sonraki ilk yetmiş yıl içinde 1163 vakıf, sonraki yetmiş sekiz senede (927-1005/1521-1597) 2858 vakıf kurulmuştu (İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, tablo 1). Fakat bu sonraki vakıfların çoğu yeni mescid ve mahallelerin kurulmasıyla ilgili olmayıp mevcut mescidlerin desteklenmesi veya vakfın kurucuları için Kur’an okunması şartına bağlı türdendi.


Mahmud Paşa Nahiyesi. Büyük vakıflardan birinin kurucusu olan Mahmud Paşa kendi külliyesi için, bedesteni Tahtakale’ye ve Bahçekapı rıhtımına bağlayan yolun üzeri gibi oldukça işlek bir yeri seçmiş ve burası Mahmud Paşa nahiyesi olarak kaydedilmişti. Hayratı ise cami (867/1463 tarihli kitâbe), medrese (bugüne sadece dershane kalmıştır), imaret, günümüzde izi dahi kalmayan okul ve kendi türbesinden (878/1473 tarihli kitâbe) ibaretti. Bu külliyeyi destekleyen binalar limana giden hayli işlek bir yol üzerindeydi. Vakıfları 265 dükkânı olan bir çarşı, bir han (bugün de mevcut olup Kürkçü Hanı olarak bilinir), kadınlar ve erkekler için iki bölümden oluşan bir çifte hamam (871/1466 tarihli kitâbe), Tavukpazarı’nda on dört boyacı dükkânı ve değişik yerlerde 139 dükkân, altmış yedi ev, kırk yedi “oda” ile iki bahçe idi. İstanbul dışında ise yanında hanı olan, sof kumaşı satışı için Ankara’da bir bedesten (bugün Anadolu Uygarlıkları Müzesi), Bursa’da bir han (Fidan Hanı) ve dükkânlar, Hasköy ve Güvercinlik’te hamamlar ve Rumeli’de on dört köydü (vakıfların hepsi 878/1473 tarihli bir vakfiyede birleştirilmiştir, bk. a.g.e., s. 42-45). Vakıfların toplam geliri 606.513 akçeye ulaşıyordu (13.000 dukadan fazla). Hayratın inşa edildiği bölge XIX. yüzyıla kadar en önemli ticaret bölgesi olarak kalmıştır. Mahmud Paşa bu alanda aynı zamanda iki mahallenin kurulmasına yol açan iki mescid yaptırmıştır.

Murad Paşa Nahiyesi. 878’de (1473) vefat eden Has Murad Paşa’nın yaptırdığı cami (876/1471 tarihli kitâbe), medrese ve imaret çevresindeki yirmi üç mahalleden oluşmaktaydı. Vakıflar şu öğelerden meydana gelmişti: Aksaray’da yer alan kırk beş dükkân, iki bozahâne, bir başhâne ve bir hamamla Tahtakale’de bir han, bir başhâne ve Yenibahçe’de dokuz dükkân. Bugünkü Aksaray, Lâleli, Cerrahpaşa, Langa ve Yenikapı bölgelerini kapsayan bu nahiye önceleri az bir nüfusa sahipti; fakat II. Bayezid döneminde on bir mahalle daha kurulmuştur.

Ebülvefâ Nahiyesi. Eski Saray ile Unkapanı caddesi arasında yer almakta olup Haliç’e doğru uzanmaktaydı ve baştan beri kalabalık bir nüfusa sahipti. Fâtih Sultan Mehmed, Şeyh Ebülvefâ için bir cami ile bir zâviye yaptırmıştı. Bu nahiye Molla Hüsrev, Hızır Bey, Molla Gürânî vb. özellikle zamanın ulemâsı ve zengin es-naf tarafından yaptırılmış mescidleriyle seçkin bir yerleşim bölgesiydi. II. Bayezid devrinde ileri gelen askerler bu nahiye için zengin vakıflar kurdular.

Sultan Bayezid Nahiyesi. II. Bayezid döneminde şehrin ekonomik durumu iyileştiği için altı yeni nahiye daha kuruldu (yukarıdaki listede 3, 4, 5, 10, 11 ve 13 numaralı nahiyeler). Yerleşim alanları Fatih ve Aksaray’dan surlara doğru genişledi ve bunun sonucunda birkaç Bizans kilise ve manastırı camiye çevrildi. Sultan Bayezid nahiyesi, 906 (1501) ile 911 (1505) yılları arasında Eski Saray’ın güneyindeki Tauri Forumu’nda yaptırılan külliye merkezli bir bölgeydi. Burada bir cami inşa edilmiş ve bunun yanında bir medrese, bir okul ve bir imaretle aynı bölgede külliyeyi tamamlayan bir hamam ve bir han yapılmıştı. Bu külliye yirmi üç mahalleden oluşan bir nahiyenin merkezinde yer almıştı. Nahiye, bugünkü Beyazıt Meydanı’ndan Kumkapı’ya ve Divanyolu üzerinde Büyük Çarşı’dan Saraçhane’ye doğru uzanan bölgededir. Denize daha yakın olan Nişancı Mehmed Paşa Külliyesi bölgede bir ikinci merkezi oluşturmaktaydı. Fâtih Sultan Mehmed devrinde Beyazıt Meydanı, Çakır Ağa (864/1460 tarihli vakfiye), Divane Ali Bey (866/1462) ve Balaban Ağa (888/1483) mescid / mahalle vakıfları ile çevrilmişti. Bugünkü Lâleli’ye giden yolun güneyinde ise Emin Bey (868/1464), Sekbanbaşı Yâkub ve Mimar Kemal mahalleleri vardı. Bölgede, Bayezid döneminde çoğunluğu askerî erkân ve bazı es-naf tarafından birçok yeni mahalle yapılmıştır. Eski Odalar ve Kadırga Tersanesi bu nahiyedeydi. Bizans dönemine ait Sofya Limanı fetihten hemen sonra deniz üssü olarak kullanılmış ve 1459-1461 yılları arasında Fâtih burada bir tersane yaptırmıştır. 860 (1456) tarihli tahrir belgesine göre Yenikapı ile Kumkapı arasında yer alan ve Azebler mahallesi olarak bilinen bölgede azebler yerleşmişti. Vavassore ve Velican’ın planlarında büyük giriş kapısı ile tersane açıkça görülür. Daha sonra belki de XVIII. yüzyılda liman dolarak bugünkü Cündî Meydanı ve Kadırga bostanı haline gelmiştir. Fâtih zamanında bu nahiyedeki en önemli bina Sekbanbaşı Yâkub mahallesinde yer alan, altın ve gümüş para basımı için yaptırılmış, sonraları Sırmakeş (Sîmkeş) Hanı olarak bilinen darphâne ile onun yakınında inşa edilmiş sekiz dükkânlık bir küçük çarşı idi.

Atik Ali Paşa Nahiyesi. İki defa vezîriâzam olan ve 917 (1511) senesinde maktül düşen Hadım (Atik) Ali Paşa, Divanyolu’nun Constantinos Forumu bölümünde bir cami (902/1496), bir medrese, bir okul, bir imaretle han ve dükkânlarıyla birlikte bir hankah (büyük tekke) yaptırdı. Ali Paşa nahiyesi olarak geçen bu bölge beş mahalleden oluşmuştu. Aynı Ali Paşa, Edirnekapı yakınında bir cami (Zincirlikuyu Camii) yaptırıp Khora (Hora) Manastır Kilisesi’ni camiye (Kilise Camii / Kariye Camii) çevirtti. Bu bölge seyrek nüfuslu yirmi iki mahalleden oluşuyordu. Yukarıda bahsedilen hayrat büyük bir hanla (XVI. asrın başlarında bu hanın geliri yıllık 13.000 akçeydi) Çemberlitaş’taki imaretin yakınında bir köşk, Yenibahçe’de bir hamam, 178 dükkân, 246 oda, İstanbul’un ticaret bölgelerinde bir fırınla bir ekmekçi dükkânı, kırk dört köy, dört hamam, yedi değirmen, Anadolu ve Rumeli’de yer alan bazı dükkânlar ve Yanbolu’da bir bedestenle destekleniyordu. 915’te (1509) bu vakıfların yıllık geliri 471.998 akçeye (8000 dukadan fazla) ulaşmıştı. Bu nahiyedeki mahallelerin çoğu, II. Bayezid devrinde ve Balat-Edirnekapı-Bayrampaşa deresi bölgesinde ortaya çıktı.

İbrâhim Paşa Nahiyesi. Bu nahiye, 890’da (1485) kazasker ve 904’te (1498) vezîriâzam olan Çandarlı İbrâhim Paşa’nın Uzunçarşı’da yaptırdığı bir cami, bir medrese ve bir okul çevresinde yer almıştır. Bu binalara bir hamam, Eyüp’te on dört dükkândan meydana gelen bir mezbaha, beş dükkân, yirmi sekiz ev ve kırk oda, bunlara ilâve olarak Anadolu ve Rumeli’de üç köyle üç değirmen, Serez’de bir bedesten vb. vakıf olarak bağlanmıştır. Vakıf nisbeten fakir olmasına rağmen (135.880 akçelik yıllık gelir) nahiye, Büyük Çarşı ile Haliç liman bölgesi arasında kalan kalabalık ticarî bölgeyi içine almış ve bazı mahalleleri Fâtih Sultan Mehmed devrinin zengin iş adamları tarafından kurulmuştu.

Dâvud Paşa Nahiyesi. Vezîriâzam Koca Dâvud Paşa tarafından meydana getirilen yapılar topluluğu merkez olmak üzere teşekkül etmiştir. Dâvud Paşa, Arcadii Forumu civarında bir cami, bir imaret, bir medrese, bir okul ve bir çeşme ile (890/1485 tarihli kitâbe) caminin etrafında 108 dükkân ve on bir oda yaptırmıştı. Dâvud Paşa aynı zamanda, bugün kendi adıyla anılan Marmara kıyısındaki bölgeyi (eski Eleutherios Limanı’nın batısı) bir saray, bir hamam, bir bozahâne, on bir dükkân ve bir iskele yaptırmak suretiyle yerleşim alanı haline getirmişti (a.g.e., s. 345). İstanbul ve dışında yer alan altı hamam, Manastır’da bir bedesten, Üsküp ve Bursa’daki dükkânlar ve on iki köyün vâridâtı


yıllık 378.886 akçe (yaklaşık 7500 duka) gelir getiriyordu. Burada daha önce bazı mahallelerin mevcut olmasına rağmen aslında Dâvud Paşa’nın vakfı bölgenin genel gelişmesini sağlamış, II. Bayezid devrinde burada sekiz yeni mahalle daha kurulmuştur.

Koca Mustafa Paşa Nahiyesi. II. Bayezid’in hükümdarlığının sonuna doğru müslüman nüfusunun Silivrikapı yönünde genişlediği açıktır. Nitekim Vezîriâzam Mustafa Paşa, Saint Andrew Kilisesi’ni camiye çevirtmiş (894/1489 tarihli kitâbe) ve böylece Koca Mustafa Paşa nahiyesi ortaya çıkmıştır. Vakfiyeye göre külliye bir imaret, bir medrese, bir hankah, bir okul, imam ve başka görevliler için yapılmış evlerden oluşmaktaydı. Bu külliye, bir büyük hamam (yıllık geliri 65.000 akçe) ve civardaki seksen bir dükkânla İstanbul’un çeşitli yerlerindeki dükkânlar, iki han ve Rumeli’de yirmi yedi köyün gelirleriyle destekleniyordu. Yıllık geliri yarım milyon akçeyi geçiyordu. II. Bayezid devrinde on yediden fazla mahalle bu civarda kurulmuştu.

Surların içinde kalan dört nahiye (Koca Mustafa Paşa, Dâvud Paşa, Atik Ali Paşa ve Topkapı) geniş olmalarına rağmen seyrek nüfusluydu; vakıfları nisbeten azdı ve birçok mescid padişahın hazinesinden destekleniyordu. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında kurulan mahallelerin çoğu (dördü Topkapı ve üçü Ali Paşa’da olmak üzere) bu bölgede yer almıştır. 973 (1565) tarihli Mihrimah Sultan Külliyesi (bir han ve çarşının desteğinde cami, medrese, okul ve çeşme) Edirnekapı ve civarında yerleşimi teşvik etmişti. Kara Ahmed Paşa’nın Topkapı’da (yaklaşık 961/1554) ve Hadım İbrâhim Paşa’nın Silivrikapı’da (958/1551) birer cami yaptırmaları şehir girişlerinde yerleşimin arttığına işaret etmektedir.

Mahallelerin yaklaşık % 90’ı, o mahallenin cami veya mescidini yaptıran kişinin adını taşır. Mahalle halkının zaman zaman caminin tamiri ve görevlilerin maaşları için yardımda bulunması bir yana pek az durumda mahallede oturanların bir cami yaptırmak için dernek kurdukları görülmüştür. Fetihten sonra bazı şahıslar (Subaşı Çakır Ağa, Kazasker Molla Hüsrev) ve bazı tüccarlar (Elvanzâde Hoca Sinan, Üsküplü Hacı İbrâhim, Hoca Üveys, Hoca Halil) birden fazla mescid yaptırmıştır. 953 (1546) tarihli bir vakıf kaydına göre cami yaptıranların % 65’i askerî sınıfa mensup kişilerdi (saray memurları, subaylar, ulemâ ve bürokratlar).

Askerî sınıfın üst düzeyindeki kişiler aslında tüccar ve zanaatkârlardan çok daha zengindiler; sosyal ve siyasî prestij ve daha da önemlisi hazineden elde ettikleri geliri aileden mütevellilerin kontrolü altında tutabilmek için vakıf kurma eğilimindeydiler. Askerî kul sınıfından olanlar daima padişahın müsâderesi kaygısı içindeydiler. Tüccar malı şeriatın güvencesi altındaydı.

XVI. yüzyılda surların içindeki İstanbul nüfusu hızla arttı, bunun sonucunda eski mahallelerde yerleşim sıklaştı, mescidler, bazı kilise ve sinagoglar camiye çevrildi, yeni mescidler inşa edildi, yeni külliyeler açıldı ve özellikle Bayrampaşa deresi boyunca surlara doğru daha önce iskân edilmemiş bölgelerde, hatta surların dışında yeni mahalleler kuruldu. Bu arada Galata civarındaki yerleşim alanı Haliç ve Tophane sırtlarına doğru genişledi; Fındıklı, Cihangir ile Kasımpaşa bölgeleri oluştu. Nüfustaki artış, Sarây-ı Hâssa mimarları bölümünde hummalı bir çalışma döneminin başlamasına yol açmıştır. Mimar Sinan ile başlayan bu dönemde Osmanlı mimarisinin en güzel eserleri ortaya kondu. Burada 1525’te hepsi müslüman on üç mimar, 1604’te yirmi üç müslüman, on altı hıristiyan mimar çalışıyordu. Vezîriâzam Rüstem Paşa Camii, Hacı Halil Mescidi alanındaki atölye ve dükkânların üzerine yapıldı. 923-929 (1517-1523) yıllarında vezîriâzam olan Pîrî Mehmed Paşa önemli vakıf eserleri bırakmıştır: Zeyrek semtinde bir cami ile bir medrese, Mercan’da bir cami, Molla Gürânî’de bir cami ile bir hankah, Silivri’de bir cami, medrese ve imaretten oluşan bir külliye (bedesten civarında yıllık geliri 6000 duka olan bir han, Galata’da diğer bir han yaptırmış olup geliri bu külliyeye vakıftır). Tahtakale ile Balıkpazarı’nda birçok dükkân onun vakıflarındandır. Daha sonra kurulan Pîrî Paşa mahallesinin merkezini de kendisinin Haliç’in kuzeyindeki bahçesi oluşturdu (Evliya Çelebi, I, 411).

946’da (1539) Kanûnî Sultan Süleyman, o zamanlar önemli bir pazar mahalli olmaya başlayan Aksaray’daki Avratpazarı’nda karısı Hürrem adına cami, medrese, hastahane, imaret ve okulu içine alan bir külliye kurdu ve bunu desteklemek üzere İstanbul’un değişik semtlerinde toplam yıllık geliri yarım milyon akçeyi bulan (8400 duka) bir han, bir hamam, bir odun deposu, bir mezbaha ve başka bazı dükkân ve depolardan oluşan vakıflar yaptı. Ayrıca ölen oğlu Şehzade Mehmed’in anısına Vefa ile Saraçhane arasında Divanyolu üzerinde cami, medrese, imaret, okul, türbe ve kervansaraydan oluşan büyük bir külliye (951-955/1544-1548), diğer oğlu Cihangir için Fındıklı’da semte adını veren camiyi ve buna ilâve olarak bir okul yaptırdı. Son olarak şehrin ortasında limana bakan bir tepe üzerinde, yangın sebebiyle harap olan alanda Mimar Sinan’a başşehrin en muhteşem külliyesini inşa etmesi için emir verdi. 1550 Temmuzunda başlayıp 1557 Ekiminde tamamlanan Süleymaniye Camii ve Külliyesi on sekizden fazla yapıyı içine alır. Bunlar meydanda ulucami, Süleyman ve Hürrem Sultan’ın türbeleriyle türbedarın evi, dışarıda caminin iki kenarında devletin en yüksek düzeyde eğitim kurumları olan dört medrese ve bir dârülhadis, bir hastahane ile bir dârüzziyâfe ve bir tabhânedir. Küçük binalar mülâzimler (medreseye girmek için hazırlanan öğrenciler) için bir mektep, bir kütüphane, bir eczane ve bir de sıbyan mektebiydi. Külliye müderrisler ve cami görevlileri için evler, medreselerin önünde yer alan bir çarşı ve bir hanla tamamlanmıştı. Evliya Çelebi’ye göre (a.g.e., I, 157) yeniçeri ağasının sarayı da (sonraları şeyhülislâmlık dairesi) bu külliyeye dahildi.

Bu inşaat örgüt ve harcamalarına dair ayrıntılı muhasebe defterleri böylesine önemli işlerde izlenen düzeni gösteren değerli bir belgedir ve Ömer Lutfi Barkan tarafından iki cilt halinde yayımlanmış bulunmaktadır. Kompleksi meydana getirmek için gerekli malzemeler ve sanatkârlar İstanbul ve devletin başka yerlerinden toplanmış ve işçiler sıkı bir disiplin altında çalıştırılmıştı. İnşaatın devam ettiği beş yıl, yedi ay süresince kendilerine ücret ödenen sanatkârlardan yüzde 29’u İstanbul, yüzde 14’ü Rumeli ve Adalar, yüzde 13’ü ise Anadolu’dan gelmişti (geriye kalan yüzde 44 için herhangi bir açıklama yoktur). İnşaatta çalışan 3523 işçinin


yüzde 51’i hıristiyan, yüzde 49’u müslümandı. Duvar ustaları, demirciler ve lağımcılar genellikle hıristiyan, taş ustaları, marangozlar, boyacılar, camcılar ve kurşun işlerini yapanlar çoğunlukla müslümandı. İşçilerin yüzde 55’i maaşla çalışan hür kişiler, yüzde 40’ı acemi oğlanları ve yüzde 5’i de kürek mahkûmuydu. Süleymaniye’nin bütün vakıfları tek bir vakfiyede birleştirilmiştir. III. Murad devrinde düzenlenen bir tahrire göre o zamanki vakıf gelirleri 5.277.759 akçeye (88.000 duka) varmaktaydı; bu gelirin yüzde 81’inin Rumeli’deki 230 kadar köyün vergilerinden sağlandığı dikkati çekmektedir. Tamamlanan külliyenin çeşitli bölümlerinde yıllık maaş giderleri 1 milyon akçeye ulaşan 748 görevli çalışıyordu.

XVI. yüzyılda sur kapıları civarında ve Bayrampaşa vadisinde meydana getirilen vakıfların sayısındaki fazlalık söz konusu bölgelerdeki nüfus artışına işaret etmektedir. Edirnekapı semtinde Mihrimah vakfının dışında bu kapı ve Fatih arasında Mesih Paşa Külliyesi (994/1586 tarihli vakfiye), Balat’ta tercüman Yûnus Bey Camii (948/1541), Ferruh Kethüdâ Camii (970/1562) ve Kadı Sâdî Camii de vardı. Topkapı’daki Mimar Sinan’ın bir eseri olan Kara Ahmed Paşa Külliyesi (962/1555: cami, medrese, dârülkurrâ, okul, çeşme) semtin gelişmesinde önemli bir faktör olmuştur. Bu arada Arpa Emini (Defterdar) Mustafa Camii de zikredilmelidir.

Yenibahçe semtinin yöneticiler tarafından tercih edilen bir semt olduğu anlaşılmaktadır. Bu bölgede Sultan Selim’in cami ve medreseden oluşan vakfı, Kazasker Abdurrahman Çelebi’nin yaptırdığı cami, Hürrem Çavuş’un camisi, Kaptan Sinan Paşa’nın cami ve medresesi, Mahmud Ağa Sarayı, Mimar Sinan’ın camisi, Yeniçeri Kâtibi Camii ve Vezîriâzam Lutfi Paşa Camii ile birlikte saray, çeşme, hamam ve paşanın eşi Şah Hûbân Türbesi yer almaktadır.

Silivrikapı semti ise Hadım İbrâhim Paşa’nın cami (958/1551), medrese, okul, üç hamam, dört büyük meskenle yedi evden oluşan vakfı sayesinde gelişmeye başladı. Hacı Evhad’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı cami ve hamamı Yedikule surları civarında yer almıştır.

Marmara ve Haliç surları boyunca da yeni vakıflar kuruldu. Ahırkapı’da Mahmud Ağa Camii, Kumkapı’da İbrâhim Paşa’nın eşi için yaptırdığı cami, Langa’da Bezirgânzâde ve Şeyh Ferhad camileri, Kadırga’da Sokullu Mehmed Paşa / Esma Hatun Camii, medrese ve zâviyesi, Unkapanı’nda Süleyman Subaşı ve Tüfenkhâne camileri Mimar Sinan’ın eserleri arasında yer alır.

Aslında 1540’tan 1588’e kadar geçen yapılaşma sürecine “Sinan devri” denilebilir; zira Mimar Sinan ekibiyle birlikte sultan ve diğer önemli kişiler için İstanbul’da kırk üç cami, elli iki mescid, kırk dokuz medrese, yedi dârülkurrâ, kırk hamam, yirmi sekiz saray ve köşk, üç imaret, üç hastahane ve altı han inşa etmiştir. İstanbul sınırları dışındaki semtlerde Mimar Sinan’a atfedilen öteki önemli eserler Eyüp’te Zaloğlu Mahmud Paşa Camii (şadırvan üzerindeki tarih 958/1551), Defterdar Mahmud Çelebi Camii (948/1541) ve Şah Sultan Camii; Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camii (988/1580) ve Muhyiddin Çelebi Camii; Fındıklı’da Cihangir Camii ve Kazasker Mehmed Vüsûlî’nin (Molla Çelebi) yaptırdığı cami, okul ve hamam (973/1565); Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camii (963/1555); Sütlüce’de Çavuşbaşı Camii; Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii (954/1547-48), Şemsi Ahmed Paşa Camii (988/1580) ve Atik Vâlide (Nurbânû) Sultan Camii (991/1583); Kasımpaşa’da Kasım Paşa’nın yaptırdığı cami ve medreseden oluşan külliye (vakfın nakit geliri 2.630.000 akçe) ve Okmeydanı’na doğru Piyâle Paşa’nın yaptırdığı cami, medrese, okul, tekke, çeşme ve hamamı içeren külliye (981/1573 tarihli vakfiye) bu dönemin eserlerindendir.

Yedikule dışındaki mezbaha ve debbâğhânelerin bulunduğu bölge de giderek genişledi. Önceleri yirmi yedi debbâğhâne, otuz iki kasap ve beş kirişçinin bulunduğu semt sonraki yüzyıllarda Evliya Çelebi’ye göre bir cami, yedi mescid, 300 debbâğhâne, elli tutkal dükkânı ve yetmiş kirişçinin bulunduğu hızla gelişmekte olan bir kaza haline gelmiştir. Bu debbâğlar, İstanbul’da kesilen bütün hayvanların sakatatını satın alma imtiyazına sahipti.

XVI. asrın ikinci ve XVII. asrın ilk yarısında yerleşim alanları surların dışına Eyüp’e doğru genişledi. Aynı dönemde mahalleler, esas giriş kapılarının dışında inşa edilen cami ve zâviyelerin etrafında oluşmuştur. Topkapı’da Takyeci İbrâhim Ağa Camii (vakıf kitâbe tarihi 1000/1592) Takyeci mahallesinin kurulmasına yol açmış; bu arada Yenikapı’da Merkez Efendi Camii ve Zâviyesi ile yeniçeriler kâtibi Malkoç Mehmed Efendi’nin 1006’da (1597) kurduğu büyük mevlevîhâne bulundukları bölgenin şenlenmesini sağlamıştır.

Osmanlı mimarisinin klasik geleneğinde camikülliyelerinin son örneklerini, Atmeydanı’nda yapılan Sultan Ahmed ve Eminönü’ndeki Vâlide (Yeni) Camii verir. Bunlardan ilki, 1018-1026 (1609-1617) yılları arasında bir buçuk milyon altın harcanarak inşa edilmiş ve bir cami, medrese, hastahane, aşevi, dârüzziyâfe, misafirhane, okul, sebil ve arasta tipinde bir çarşıdan oluşmuştur. Galata sakinlerinin cizyesi bu camiye vakıftır. Yenicami’nin inşasına Safiye Sultan tarafından 1006 (1597) yılında başlanmış, fakat uzun bir süre inşaat yarıda kalmış, ancak 1071-1074 (1661-1664) yıllarında Turhan Sultan tarafından bir cami, bir dârülkurrâ, bir okul, çeşmeler, Turhan Sultan Türbesi ve bir pazarla (Mısır Çarşısı) dükkânlardan oluşacak şekilde tamamlanmıştır.

XVIII. yüzyılda Büyük Çarşı yanında cami, medrese, kütüphane ve bir sebilhâneyi içeren Nuruosmaniye Külliyesi (1748-1756), cami, medrese ve çeşmesiyle Lâleli Külliyesi (1760-1764), Avrupa barok tarzından etkilenerek inşa edilmiş külliyeler olup klasik Osmanlı geleneğine sokulamaz.


Bu dönemde yüklü bir yıllık gideri gerektiren cami, hastahane ve imaretler yerine külliyelerde kütüphane ve sebillerin gelmesi dikkate değer bir husustur. Bu eğilim özellikle vezîriâzamların vakıflarında daha açık görünür. Köprülü ailesinden üç vezir Divanyolu üzerinde külliyeler yaptırmıştır (Mehmed Paşa: Türbe, medrese, kütüphane; Kara Mustafa Paşa [1101/1690]: Cami, medrese, okul, sebil; Amcazâde Hüseyin Paşa [1112/1700]: Cami, medrese, kütüphane, sebiller). Bu yol üzerinde aynı zamanda Çorlulu Ali Paşa ([1120/1708] cami, medrese), Damad İbrâhim Paşa ([1132/1720] dârülhadis, sebil) ve Seyyid Hasan Paşa ([1158/1745] medrese, okul, sebil, dükkânlar, fırın) külliyeleri de mevcuttu. Bu dönemin bir başka özelliği de şehrin nüfusu az olan bölgelerinde eskilerin modelinde yeni külliyelerin yapılması (meselâ Koca Mustafa Paşa nahiyesindeki Hekimoğlu Ali Paşa’nın 1733-1735 yıllarında yaptırdığı külliye), Üsküdar ve Boğaz’ın yeni yerleşim bölgelerinde külliyelerin kurulmasıdır. Bunların en önemlileri Üsküdar’da Kösem Vâlide Sultan (cami, medrese, imaret, hamam, han), Gülnûş Emetullah Sultan (Yeni Vâlide [1708-1710], cami, sebiller), Beylerbeyi’nde I. Abdülhamid Camii (1778, İstanbul Bahçekapı’daki diğer mülklerle beraber) ve Eyüp’te Mihrişah Sultan ([1795] imaret, sebil, okul) külliyeleridir.

XVII. yüzyıla kadar İstanbul’un gelişimi genellikle surların içinde süregelmiştir. 17,2 km²’lik bu alan, Bizans döneminin doruk noktasında bile tamamen imar edilmemişti. 1543’te çok sayıda geniş ve üzerinde yerleşilmemiş arazi parçaları mevcuttu. Lorichs’ın panolarında Süleymaniye ile Haliç arasındaki bölge boş arsa olarak gösterilmiştir. Bu yüzyılda Bayrampaşa vadisinde ve şehir kapıları civarında külliyeler ve ileri gelenlerin sarayları yapılmışsa da şehrin bu bölümleri daha çok bahçe, bostan ve pazar yerleriyle dolu olup nüfusu seyrek yerlerdi. Meselâ XVII. yüzyılda Edirnekapı’nın güney batısında Yenibahçe 10.000 atın otladığı büyük bir mera olarak tasvir edilmiştir. Bundan başka Silivrikapı ile Yedikule arasında Ağa Çayırı, şehrin en güney köşesinde Yedikule civarında Marmara kıyısında Samatya ile Davutpaşa arasındaki Bostanyeri, daha doğuda Langa bostanları, Kadırga bostanları ve Cündî Meydanı gibi pek çok açık arazi vardı. Surların yakınında Altımermer, Edirnekapı ve Sultanselim’de büyük Bizans açık hava su sarnıçları vardı (hepsine Çukurbostan denilirdi). Hatta şehrin sık nüfuslu bölgelerinde Eski Saray ve Yeni Saray’ın avlu ve bahçeleri (0,67 km²), büyük camilerin avluları yerleşim bölgeleri dışında kalıyordu (tahminlere göre İstanbul camilerine 100.000 insan yerleştirilebilirdi).

Açık araziler tamamıyla kullanım dışı da değildi. Güzel manzaraları ve çınarların gölgelediği cami avluları dinlenme amaçlı sayfiye yerleri sayılabilir (Evliya Çelebi, I, 481). Bu avlular bazan da pazar yeri olarak kullanılmıştır. Zamanla evler ve dükkânlar açık Bizans forumlarını (şehir meydanları) işgal etmeye başladı, hatta bu meydanlardan bazıları tamamen ortadan kayboldu (Constantinos Forumu= Çemberlitaş Meydanı veya Tavukpazarı Dikilitaş Meydanı; Tauri Forumu = Beyazıt Meydanı; Arcadii Forumu = Avratpazarı; Bovis Forumu = Aksaray). Bununla beraber Hipodrom (Atmeydanı) küçük olmasına rağmen İstanbul’un en önemli meydanı olma özelliğini uzun yıllar korumuş, dinlenme yeri olmasının yanı sıra hem pazar yeri hem de cirit gösterileri için kullanılmıştır. Öteki Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi kadınlara özgü pazar yeri olan Avratpazarı zamanla ortadan kayboldu. Binicilik ve okçuluk gösterileri sadece Atmeydanı ve Okmeydanı’nda değil, birer gezinti yeri de olan ve iskâna açılmasının veya bahçe yapılmasının yasak olduğu Langa ve Cündî meydanlarında da yapılırdı.

Mahalle Yapısı, Yollar, Yapı Düzenlemeleri, Evler. Fâtih Sultan Mehmed’in saltanatı sonunda İstanbul’da 182 mahallenin var olduğu tesbit edilmektedir. Bu rakam gayri müslim mahalleler hariç 1546’da 219’a yükselmişti. 1634’te toplam 292 mahalle ve ayrıca on iki cemaat mevcuttu. Cemaat, henüz bir mahalleye yerleşmemiş göçmen bir grup için kullanılan bir terimdir; meselâ göçmen bir yahudi cemaati gibi. 1672’de ise müslüman mahallelerinin sayısı 253’e, gayri müslim mahallelerinin sayısı da yirmi dörde düşmüştü. 1871’de surların içindeki 284 müslüman, yirmi dört Rum, on dört Ermeni ve dokuz yahudi mahallesine ilâve olarak surların dışında Boğaz ve Haliç boyunca Üsküdar ve Kadıköy’de 256 mahalle daha vardı.

Mahalle bir cami, kilise veya havranın etrafında oluşmuş ve kendisine has bir kimliği olan sosyal bir birimdi. Bu topluluğun üyeleri birbirine sadece ortak menşe, din ve kültürle değil aynı zamanda sosyal dayanışmayı sağlayan dış faktörlerle de bağlıydı. Mâbed toplu buluşma yeri ve mahallenin sembolü olduğu gibi mâbedin onarımı, görevli maaşlarının ödenmesi de mahallede oturanların ortak sorumluluğundadır. Ayrıca hemen hemen her mahallede varlıklı olanların yardımlarıyla ayakta duran bir okul ve çeşme mevcuttu. İdareciler de mahalleyi düzenin korunması, vergilerin ödenmesi ve devlete karşı diğer ödevlerin yerine getirilmesi, fakirlere yardımda ortak sorumluluğu olan bir birlik olarak görüyordu. Buna en iyi örnek avârız fonudur. Daha önceden belirlenmiş avârız vergi hânelerinin sayısına göre her mahalleden bu vergi toplanırdı; birçok mahallede vakıflar tarafından desteklenen bir avârız fonu olup fakir veya borçluların avârızı buradan ödenir, gerektiğinde düşük faizle mahalle sakinlerine kredi verilirdi. Yine loncaların kethüdâları, vakıfların mütevellileri, cami imamları hükümetle oraya bağlı halk arasında resmî ara bulucu konumundaydılar. Son olarak mahalle sakinleri güvenliğin ve ahlâkî düzenin korunmasında ortaklaşa sorumlu idiler. Bir yabancının mahalleli sayılabilmesi kolay değildi; genel görüşe göre kesintisiz dört yıllık ikamet şarttı (Taşköprizâde, II, 654); ikamet dönemi İstanbul için beş sene olarak belirlenmişti (Ahmed Refik, Onaltıncı Asırda İstanbul Hayatı, 1553-1591, s. 145). 1579 yılında her bir mahallenin sakinleri suçluların kanundan kaçmalarını önlemek için birbirlerine kefil yapılmıştı; yine aynı sebeple 1578 yılında mahalleler arasında kapılar konulması düşünülmüştü. Her mahallenin bir bekçisi vardı, XVI. yüzyılda mahalle sakinleri bu ödevi sırayla yerine getirirlerdi. Ancak daha sonraları mahalleli ücretli bir bekçi (pâsbân) tutmaya başladı. 1695 tarihli bir kanuna göre her mahalle, ellerinde fenerle mahalleyi gözleyip yatsı namazından sonra burada dolaşan yabancıları tutuklama yetkisine sahipti ve sadâkati kefillerle garanti edilen iki bekçi tutmak zorundaydı (Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 965). Mahalle hayatında son derece önemli olan bekçi İstanbul folklorunun vazgeçilmez karakteri olacaktır. Yine her mahalle iki veya üç çöpçünün maaşını ödemekle yükümlüydü. 1868’de bazı mahalleler yangına karşı kullanılacak bir ekipman tedarik etmek zorundaydı ve her mahalleden birkaç genç erkek tulumbacı tayin edilmişti (a.g.e., I, 1188, 1195-1204). Tulumbacı İstanbul hayatının en renkli tiplerinden biriydi.

Mahalle imamı resmî otoritelerle bütün ilişkilerde mahallenin temsilcisiydi.


Padişahın emirleri kadı tarafından imamlara aktarılır veya münâdîlerce pazar yeri ve caddelerde ilân edilirdi. İmam ayrıca, mahallenin hükümete karşı yükümlülüklerinin yerine getirilmesinden de sorumlu idi; üzerine düşen ödevleri yapmayan fertleri resmî makamlara, özellikle de kadıya bildirmek mecburiyetindeydi. 1826’da her mahalle için bir muhtar seçilmesi, sivil yerel idarecilerin devletçe tanınmaları yolunda atılan ilk adımdı. Zamanla aynı din ve mezhebe ait olanların ayrı ayrı mahallelere yerleşmeleri ve bu mahallelerden oluşan semtlerde birlikte yaşamaları eğilimi arttı. Bu eğilim hükümet tarafından da teşvik edildi. 1591’de Pammakaristos Kilisesi camiye çevrildiğinde etrafındaki boş arazi her biri bir ev yapılacak kadar parsellere ayrılıp bir müslüman mahallesi kurulması için müslümanlara satılmıştır. İstanbul’da her semtin kendine özgü gelenekleri, hatta konuşma şivesinde ayrılma eğilimi XVII. yüzyılda Evliya Çelebi ve Eremya Çelebi’de, XIX. yüzyılda Ahmed Midhat Efendi, Mehmed Tevfik ve Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi romancıların eserlerinde belirtilmiştir.

Vavassore’nin planı şehrin bütün bölgelerine ulaşan geniş caddeleri göstermektedir. Fakat bu caddeler XVI. yüzyılda kaybolmuştur. Şehrin cadde ve sokakları sadece Dragoman Konstantin’in 1228 (1813) tarihli planında gösterilmiştir (TSMA, nr. E 1858). XIX. yüzyılda bile şehrin en önemli caddesi olan Divanyolu ancak 3-3,5 m. genişliğindeydi. İstanbul, eğri büğrü çıkmaz sokaklarla dolu olup şehir planı Ortaçağ Şark şehrindekilere benzemekteydi. Önceden planlanma bir yana hepsi rastlantı eseri ortaya çıkmıştı (Mayer, s. 9-24, 104, 254). 1876 tarihli ayrıntılı bir harita üzerinde yapılan araştırmaya göre (Ayverdi, 19. Asırda İstanbul Haritası, tür.yer.) sokaklar Fâtih Sultan Mehmed devri özelliklerini korumaktaydı, çünkü mimarbaşı, yangınlardan sonra yeniden yapılanma sürecinde eski sokak düzenini muhafaza etmeye çalışmıştı. Mülk sahipleri daima üst katlarda sundurma yapmak eğilimiyle evleri sokaklara taşırmışlar ve böylece dar sokaklar loş ve havasız dehlizlere dönüşmüştü. Dar sokaklardaki ulaşımın zorlukları sebebiyle taşımacılık daha çok Haliç’ten deniz yoluyla yapılırdı.

XVI. yüzyıl belgeleri gösterir ki sokaklarda kaldırım vardı. Evliya Çelebi İstanbul, Eyüp, Tophane ve Kasımpaşa sokaklarının tamamının kaldırımları olduğunu iddia eder. Kaldırımların yapım ve onarımı kaldırımcılar loncasının kethüdâsı ile gerçekleştirilen anlaşma ile sağlanırdı. Yapılan işler şehremini, mimarbaşı veya suyolu nâzırı tarafından kontrol edilirdi. Ana caddelere kaldırım döşeme giderleri hükümet tarafından, yan sokaklarınki orada oturanlar, dükkân sahipleri ve vakıf mütevellileri tarafından karşılanırdı.

Büyük meydan ve caddelerin temizlik işi acemi oğlanları ve yeniçeri ağasının gözetiminde öbür askerî birlikler tarafından yapıldığı gibi yan sokaklarda oturan mülk sahipleri evlerinin önünü temizlemekle yükümlüydü; sonraları mahallelerde çöpçüler (süprüntücü) istihdam edildi. Çöplerin ortadan kaldırılması çöplük subaşısının (tâhir subaşısı) ödevi olup bu işi sözleşme ile “arayıcı” (Evliya Çelebi, I, 514) denilen gruba yaptırırdı. Bu grup çöpleri sepetlerle toplar ve işe yarayacak şeyleri seçip aldıktan sonra kalanı denize dökerdi. Çöp ve molozlar genellikle Langa, Tahtakale kıyısı veya Odunkapısı yakınında “bokluk” diye bilinen yerlerden dökülürdü. Padişah fermanları sürekli olarak sokaklara çöplerin atılmasını, kaldırımlara zarar verilmesini ve evlerin önlerine merdiven yapılmasını yasaklar.

Ramazan hariç yatsı namazından sonra herkesin evinde olması zorunluydu. Sokakların aydınlatılması için gerekli düzenlemeler henüz yapılmamıştı ve dışarı çıkmaları gerekenler fener taşımak zorundaydılar. Gazla aydınlatılan ilk semt Beyoğlu caddesiydi (1856), İstanbul’un büyük caddeleri ancak 1879’dan itibaren gazla aydınlatılmaya başlandı (Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 971).

İstanbul sakinleri ve yabancı gözlemciler çeşitli aralıklarla yayımlanan fermanlara rağmen sokakların bakımsız ve pis olduğunda birleşir. İlk defa 1839’da çıkmaz sokakların açılması, geniş ve ilgi çekici cadde ve meydanların oluşturulması gibi şehri modernleştirme planları yapılmış, ancak plan 1865’te büyük Hocapaşa yangınından sonra uygulamaya konulabilmiştir.

Bina üslûbunda hükümet kontrolü, sokaklar ve şehrin temizliğiyle ilgili çıkarılan tâlimatlar, Osmanlı İstanbulu’nun görünüşünde kuşkusuz etkili olmuştur. Bu tâlimatlar şehremini ve yardımcıları, hâssa mimarbaşı ve suyolu nâzırı tarafından hazırlanır ve kadı ile subaşı tarafından uygulanırdı. 1831’de bu vazifeler Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü’ne geçti. En önemlisi her türlü inşaat devlet kontrolü altındaydı. İnşaatın başlaması için önce arsanın satın alınması gerekir, bu amaçla ya mîrî hazineyle veya ilgili vakıfla ilişkiye girilir, son olarak da bir peşin kira ödeme (icâre-i muaccele) yapılırdı. Zira fetihten beri İstanbul toprağı devletin (mîrî) mülkü sayılmış yahut vakıflara bağışlanmıştır. Eğer mülk bir vakfa aitse devlet yetkililerinin onaylaması şarttı. Mimarbaşı yürürlükte olan tâlimatlara ve uygun görülen ölçülere uyma şartıyla inşaatın başlamasına izin verir ve kontrolünü yapardı. 1782 tarihli bir fermanda, izin almadan gayri müslimler için inşaat yapan inşaatçıların idamla cezalandırılacağı belirtilmişti. Hükümet bu işlere arazi tasarrufu kanunları, yangınların ve su sıkıntısının önlenmesi, surların, camilerin ve kamu binalarının korunması gibi çeşitli sebeplerden dolayı müdahale ediyordu. 1559’da bir tâlimata göre evler iki kattan daha yüksek olmayacak, sokak üzerine saçak ve çıkıntı yapılmayacaktı. Bu yasakların sıkça tekrarı emirlerin uygulanmadığına işarettir. Büyük yangınlardan sonra evlerin, özellikle kamu binalarına ve hanlara bitişik olanların, taş veya tuğla ile yapılması emredilmişti. Ancak depremlerden sonra ahşap binaların yapımına izin verildiği de belirtilmelidir. Ucuz maliyeti dolayısıyla İstanbul evlerinin çoğu ahşaptı. Yangın tehlikesini azaltmak ve şehir kapılarıyla iskelelere ulaşımı kolaylaştırmak için 1558 tarihinde surlara bitişik ev ve dükkânların 4 zirâ (1718’de 5 zirâ, 3,25 m.) boşluk bırakacak şekilde yıkılması emredildi. Şehir suyunu muhafaza için yeni konak ve hamamların inşası padişahın iznine bağlıydı, hatta bazan hamamların yapımı tamamen yasaklanırdı. Hızlı nüfus artışını önlemek için bekâr odaları, yani şehre yeni gelenlerin ve bekâr işcilerin kaldıkları yerler sıkı bir kontrol altında tutulur ve bazan yasaklanırdı. Ancak bu tâlimatların uygulanması nâdirdi. XVI. yüzyılda meydana gelen hızlı nüfus artışı ev ihtiyacını da beraberinde getirmiş, böylece şehirde büyük bahçeleri olan saraylar yıkılıp birbirine bitişik ahşap evler inşasına başlanmıştır.

Gayri müslimler daha ağır tâlimatlara tâbi idi. Onlar bir müslüman mâbedinin yakınında ev inşa edemez, buradaki bir evde de oturamazlardı. Evlerini 9 zirâdan daha yüksek ve Malta taşından inşa edemeyecekleri gibi hamam yapmalarına da izin verilmezdi. Müslümanların ev veya arsalarını zimmîlere satmaları yasaktı (a.g.e., I, 1056, 1071-1074, 1090). 1817 tarihli bir tâlimata göre evlerin yüksekliği gayri müslimler için 12, müslümanlar için 14 zirâa çıkarılmıştır (1 zirâ = 0,68 m).


V ve VI. asırlarda Konstantinopolis’te binalar için izin verilen yükseklik 33 metreydi; iki kattan fazla ev inşa yasağı, binalarda yukarıya doğru eklemelerin (çardak, bâlâhâne, tahtapuş, cihannümâ, çatı arası) yapılmasına yol açmıştı. Tanzimat’tan sonra müslüman ve gayri müslimler için getirilen bina yüksekliği sınırı kaldırılmıştır. Büyük bir ihtimalle binalara konulan bu tür yasaklar, veba korkusuyla birlikte, gayri müslimlerin surların dışında, Haliç’in kuzeyinde ve Boğaz boyunca yerleşmelerinin temel sebepleri olmuştur. Gayri müslimlerin evlerinin sayısı çoğaldıkça 1747 yılında çıkarılan bir fermanla bu bölgelerdeki boş arazilere inşaat yapılması yasaklanmıştır.

İstanbul’da inşa edilen evler tip itibariyle beş başlık altında incelenebilir. 1. Odalar (Hücreler). Bunlardan “oda” denilenler birer odalı olup bir avlunun (muhavvata) etrafında sırayla müstakil olarak veya han tipinde yapılmıştır; çoğunlukla da bir dükkânın üzerine inşa edilmiştir. Bu evler çok defa bir vakıf tarafından gelir sağlamak amacıyla yaptırılır, genellikle İstanbul’a iş bulmak için gelen bekâr erkeklere kiraya verilirdi. Bundan dolayı bu gibi yerler “bekâr odaları” olarak adlandırılmıştır. Bu tür bekâr odaları, sadece evlilerin ikamet etmesine izin verilen mahallede hoş karşılanmazdı. Bekâr erkek işçiler, genellikle bir han veya kervansarayda bir oda tutup burayı hem yatacak yer hem de iş yeri olarak kullanırlardı; yalnız bu tür insanların kaldıkları hanlara “mücerredler hanı” da denilirdi. 1543 senesinde bir oda yaklaşık 100 akçelik bir yıllık gelir getirirdi. 1672 yılında İstanbul’da 12.000 bekâr odası bulunduğu tahmin edilmektedir.

2. Mahalle Evleri. Fakir esnaf ve hali vakti yerinde olmayan halk genellikle bir veya iki katlı ahşap veya kerpiç evlerde ikamet ederdi. Seyrek olarak ikamet edilmiş olan bölgelerde Anadolu köylerinde olduğu gibi evler küçük ahşap veya tuğladan olup avlu ve bahçesi bir duvarla sokaktan tecrit edilmişti. Böyle bir ev yaklaşık 400 arşın kare bir alan kaplardı ve XVI. yüzyılın ortalarında ortalama 100 altına mal olurdu.

3. Bahçeli Evler. Duvarla çevrili bahçeli evlerin avluları iç ve dış olmak üzere ikiye ayrılırdı. İkametgâh bir veya daha fazla ev, bazan da bir veya daha fazla odadan oluşur; bunlara ilâveten bir taraça, bir abdesthane, bir ahır, bir fırın, bir hamam, bir sundurma, bir çardak, bir kiler, bir “serin oda” (serdâb), bir değirmen, hizmetçi ve köleler için bir bölüm, bir kümes, bir bahçe, bir kuyu, bir çeşme ve devamlı bir ateşin yandığı bir çerağlık bulunurdu. Birçok evin en azından bir bahçe, bir ahır, bir fırın, bir kuyu ve bir abdesthanesi olurdu. Hâne-i kebîr denilen büyük evler daha az yaygındı; bunlara örnek olarak Mimar Sinan’ın evi gösterilebilir.

4. Saraylar. Kasır veya köşk de denilen saray ve villalar, devlet adamları ve zengin tüccarlara ait olup geniş bir arsa üzerinde bina edilmiş büyük bir konakla birlikte çok sayıda ek binadan oluşurdu; dolayısıyla bunlar aslında bahçeli ev tipinin daha büyük bir şeklini oluştururlardı. Çoğunlukla iki avlusu bulunur, bütün arsanın etrafı yüksek duvarlarla çevrilirdi. Meselâ Sinan Paşa, sarayını yaptıracağı arazide 300 ev satın alıp bunları yıktırarak inşaata başlamıştı. Harem ve selâmlık olarak ikiye bölünmüş olan ana ikametgâh genellikle ahşaptan inşa edilir ve çok sayıda odası bulunurdu. Siyavuş Paşa’nın ünlü sarayında 300 oda mevcuttu. Bu sarayların avlularında mutfaklar, fırınlar, hamam ve ağılların yanı sıra mülk sahibinin iç oğlanları için bir okul, mevcut evlerin bakımını üstlenen zanaatkârlar için atölyeler ve hatta dükkânlar vardı. Sarayların bahçelerindeki köşkler ve kasırlar Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerini teşkil ederdi. Kul cinsinden vezirler tarafından yaptırılan saraylar ölüm halinde velâ hakkı dolayısıyla çok defa padişahın mülkiyeti altına geçerdi, o da bunları saray hatunlarına veya başka devlet büyüklerine hediye ederdi. XVII. yüzyılın ortalarında padişah ailesi ve vezirlerin sahip olduğu sarayların sayısı 120 olarak tahmin edilmektedir; diğer beyzâdelerle tüccarların sarayları ise yaklaşık 1000 kadardı. En büyük ve en ünlü saraylar, Kanûnî Sultan Süleyman devrinde Ayasofya ve Süleymaniye semtlerinde inşa edilmişti.

5. Villalar ve Yalılar. Sultan ve beyzâdelerin İstanbul surları dışında Halkalı, Florya, Davutpaşa, Haliç’in kuzey tarafında Karaağaç, Pîrîpaşa, Kasımpaşa, Kâğıthane, Boğaziçi’nde ve Üsküdar’da geniş ve bakımlı bahçe veya ormanların içine yaptırdıkları saray ve yalıların sayısı çok arttı ve buralar seçkin mahallelerin çekirdeğini oluşturdu. Bunlar çoğunlukla dinlenme, av köşkü ve yazlık olarak kullanıldığı gibi yangından sonra veya salgın sırasında ikamet edilen ikinci bir ev olma özelliğine de sahipti. XVIII. yüzyılda padişahlar, bahçe ve koruluklarının bazı bölümlerini arsa olarak verdiklerinden veya sattıklarından oralarda yeni mahalleler oluşmuştur. Genelde Boğaziçi’ndeki korular padişaha ait arazi olarak bugüne kadar muhafaza edilebilmiştir.

Yangınlar ve Depremler. Sık nüfuslu ve çoğunluğu ahşap dar sokak evleriyle İstanbul’da sık sık çıkan yangınlar şehrin sosyal ve ekonomik yapısı kadar fizikî görünüşünü de etkilemiştir. Aslında yangınların sayısı normalden çok daha yüksekti; Osman Nuri Ergin’in hesaplarına göre 1853’ten 1906’ya kadar geçen elli üç senede 36.000 evin harap olduğu 229 yangın çıkmıştı (Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 1333). Büyük yangınların tarihleri ise şöyledir: Receb 977 (Aralık 1569), 27 Safer 1043 (2 Eylül 1633), 16 Zilkade 1070 (24 Temmuz 1660), 3 Şevval 1104 (7 Haziran 1693), 18 Şâban 1130 (17 Temmuz 1718), 13 Ramazan 1196 (22 Ağustos 1782), 27 Zilhicce 1241 (2 Ağustos 1826), 14 Rebîülâhir 1249 (31 Ağustos 1833), 27 Rebîülâhir 1282 (19 Eylül 1865) ve 1 Ramazan 1336 (10 Haziran 1918).

Birçok büyük yangın Cibali (Cübbe Ali) semtinde başlamış, şehrin merkezinin tamamı yandıktan sonra Kumkapı, Yenikapı veya Langa’da Marmara kıyılarına ulaşmıştır. Cibali, gerek burada ateşle yapılan sanatlardan (meselâ kalafatçılık) gerekse Cibali-Unkapanı vadisinin kuzeydoğu rüzgârlarına açık olması ve Fatih’e kadar sırtlarda çok sayıda evin yer alması gibi sebeplerden dolayı yangın tehlikesine daha ziyade açıktı. Burada başlayan yangınlar genellikle iki hatta ilerler, Fatih ve Aksaray yoluyla Langa ve Vefa’ya, Şehzadebaşı ve Lâleli yoluyla Yenikapı’ya ulaşırdı. Haliç’teki yahudi mahallesinde (Çıfıt Kapısı) çıkan yangınlar da aynı sebeplerden dolayı bir yandan sarayın duvarlarına, öte yandan Cağaloğlu üzerinden Büyük Çarşı’ya doğru bütün evlere zarar vererek genişlemeye elverişliydi. Tahtakale, Büyük Çarşı civarı ve Fener-Balat bölgeleri sık sık yangın çıkan semtlerdi.

Zarar hakkındaki raporlar genellikle abartılı ise de önemli maddî kayıplara işaret eder. 1043 (1633) yangınında 20.000 evin, 1070’te (1660) 4000 ölüyle beraber şehrin üçte ikisinin, 1104’te (1693) on sekiz cami, on dokuz mescid, 2547 ev ve 1146 dükkânın, 1142’de (1729) şehrin sekizde birinin, 1169’da (1756) şehrin üçte ikisinin, 1196’da (1782) 20.000 evin ve 1249’da (1833) şehrin yarısının yandığı söylenir. XIX. yüzyılın ikinci yarısı için elimizde daha güvenilir rakamlar mevcuttur. 1854-1885 yılları arasında yaklaşık


otuz senede büyük küçük hepsi dahil çıkan yangınlarda 27.000 ev, 1918 Fatih yangınında ise 7500 ev yanmıştır. Tahtakale ve Büyük Çarşı civarında çıkan yangınlarda değerli mallar sık sık telef olurdu. 1102’de (1690) sadece Mısır Çarşısı’nda çıkan yangında yanan malların 3 milyon kuruş (yaklaşık 2 milyon altın) değerinde olduğu tahmin edilir; 922’de (1516) bedestende çıkan yangından sonra birçok tüccar iflâs etmişti.

Yangınlar İstanbul hayatında çeşitli siyasî, sosyal ve ekonomik bunalımlara yol açmıştır. Yangınların çoğu ocaktan ayrılan yeniçerilerle acemi oğlanları tarafından başlatılır, şehrin ayak takımı da onlara katılırdı. Saray çevresinde, askeriye ve fakir halk arasında bir huzursuzluk işareti olarak algılanan yangınlar ciddi siyasî kaygılara sebep olur, bu yüzden bazan hükümet ileri gelenleri görevlerinden uzaklaştırılırdı. Bazı kaynaklarda, görevleri arasında yangınla mücadele etmek olan yeniçerilerin yangınların yayılmasını sağladığı iddia edilmektedir (Silâhdar, II, 349). Sadrazam, yeniçeri ağası, bostancıbaşı ve cebecibaşı, büyük yangınlarda operasyonu şahsen yönetirler, bazan da padişah disiplini sağlamak ve morali yükseltmek için yangın alanında görünürdü. Askerler ve başı boş ayak takımı tarafından yapılan yağmalar engellenemezdi. Hatta bu yolla zengin olan yağmacılar bile vardı (Cezar, I [1963], s. 330). Evsiz kalanlar kurtarabildikleri eşyalarıyla birlikte cami avluları, medreseler ve Langa bostanı gibi boş yerlere sığınırlardı. Fakat buralarda bile yangından kaçamadıkları olurdu. Yangından sonra hem yiyecek hem de inşaat malzemesi sıkıntısı çekilirdi, bunun sonucunda fiyatlar artar ve çok sayıda insan yakın şehirlere göç etmek zorunda kalırdı. Taş binalar bile harap olmamalarına rağmen oturulmaz hale gelir ve bunlar hükümete ağır harcama yükü getirir, vakıf fonlarından yararlanma zorunda kalınırdı. Padişah bazan beyzâde ve zenginlere kamu binalarının onarımı için yardım etmelerini emrederdi. Çöküş döneminde fakirlerin yangın sahalarına gecekondu yapmaları önlenemediği için, bu alanlar asla eski hallerine döndürülemezdi. Bu durum ve vakıfların etrafına köhne barakalar yapılmasına yol açan icâreteyn kuralı yüzünden XIX. yüzyılda İstanbul daha önce görülmemiş bir şekilde bakımsız ve viran bir şehir haline gelmiştir.

Yangınla mücadele, yeniçeriler, bostancılar, cebeciler ve bazı vergilerden muaf tutulmak kaydıyla şehrin su taşıyıcıları ve baltacı loncalarının göreviydi. 1718’den sonra David adında bir Fransız mühtedinin yurda soktuğu yangın tulumbaları kullanımı büyük kolaylık getirdi. 1719’da bir tulumbacı birliği yeniçerilere bağlandı, 1868 senesinde her mahallede tulumbacı takımı ve 1873’te düzenli itfaiye kuruldu; yangın sigortası da ancak 1890’da başlatıldı.

Depremler de şehrin genel görünüşünde etkili olmuştur. İstanbul dünyada deprem tehlikesi en fazla olan şehirlerden biridir. Şehir 1711 ile 1894 yılları arasında altmış altı sarsıntı geçirmiştir. 1688, 1766 ve 1894 senelerinde meydana gelen büyük depremler önemli hasar yapmıştır. Vekāyi‘nâmelerin “küçük kıyamet” diye nitelendirdikleri 6 Cemâziyelevvel 915 (22 Ağustos 1509) sarsıntıları haftalarca süren büyük bir depremdir. Surlar ciddi bir şekilde zarar görmüş, minareler yıkılmış ve 109 cami ile 1070 ev harap olmuş, tahminlere göre 5000 ile 13.000 arasında insan ölmüştür. Birçok Bizans binası (meselâ Esekapısı) ciddi hasar görmüştür. Otoriteler şehri yeniden inşa için âcil önlemler almış, işin çabuk tamamlanabilmesi için İstanbul’da her hâneden bir kişi ile 22 akçelik avârız vergisi alınmış, ayrıca Anadolu’dan 37.000, Rumeli’den 29.000 işçi getirtilmiştir (a.g.e., I [1963], s. 383).

Nüfus ve Sosyal Yapı. Saltanatı boyunca Fâtih Sultan Mehmed’in önem verdiği konulardan biri İstanbul’u nüfuslandırmaktı. Özellikle saltanatının ilk yıllarında bu amaçla çeşitli yöntemler uygulandı; memleketin her yerinden sürgünler yapıldı, sonra da yeni fethedilen yerlerden ülkenin gelişmesine katkıda bulunacak unsurlar (soylular, zanaatkârlar ve tüccarlar) İstanbul’a getirildi. Her dinden, her kökten göçmenin İstanbul’a gelip yerleşmesi teşvik edildi. 860 (1456) sayımı Kocaeli, Saruhan, Aydın, Balıkesir ve başka yerlerden gelen birçok müslüman göçmenin az sonra topluca şehirden ayrıldıklarını ve onların yerine Tekirdağ ve Çorlu’dan getirtilen göçmenlerin Kir Nikola ve Kir Martas ve başka mahallelere yerleştirildiklerini göstermektedir. Harap olmuş bir şehirde hayatı sürdürmenin güçlüğü yanı sıra bu geri göçe sebep olan önemli âmillerden biri şudur: Âşıkpaşazâde’nin ifadesine göre Fâtih Sultan Mehmed, göçmenlerin gelip yerleştikleri Bizans dönemi hânelerine mukātaa (kira) koymuştur. İkinci aşamada 1456 yılında Rumeli’den sürülen yahudiler şehre yerleştirilmiştir: İzdinli kırk iki yahudi aile Samatya’da Balıkesirli müslümanların boşalttıkları evlere, Filibeli otuz sekiz yahudi aile Topkapı’ya Kastamonu ve Tekirdağlı göçmenlerin terkettikleri evlere yerleşmiştir. Öbür göçmenler ise Edirne, Niğbolu, Tırhala gibi yerlerden gelmişlerdir.

Müslüman göçmenler arasında birçok esnaf (terzi, kuyumcu vb.) ve tarikat mensubu da dahil olmak üzere din adamları vardı. Askerler çeşitli mahallelerde hâne sahibi oldular. Deniz azebleri de Azebler mahallesinde yerleştirildi. Göçmen grupları, genellikle bir mahalleye veya bir manastıra yerleşirlerdi. Rumlar’ın, yahudilerin ve müslümanların aynı binada yaşadıkları da oluyordu. 1456’da Samatya’da kırk iki yahudi, on dört Rum ve on üç


müslüman aile vardı. 1456 tarihli sayım mahalle nüfuslarının az olduğunu, sadece birkaç dükkânın bulunduğunu, kilise, manastır ve evlerin boş ve harabe halinde olduğunu göstermektedir. Ancak Fâtih Sultan Mehmed kısa süre sonra tamamlanan sarayında dâimî ikamete başladı ve bina yapımını, ekonomik canlılığı ve yeni yerleşimleri teşvik etti. 863 (1459) yılında fetihten önce ve sonra kaçan bütün Rumlar’ın geri dönmesini emretti. Yine bu yıllarda, başşehrini dünya çapında bir devletin merkezi yapmak amacıyla bir Rum Ortodoks patriği ve bir Ermeni patriği tayin etti. Aynı zamanda bir başhaham tayin ettiği söylenmiştir. Özellikle zanaatkârların ve tüccarın yerleşmesini teşvik etti. Seferlerde esir edilen köylü ahali, padişahın kulları (has kul veya ortakçı kul) olarak İstanbul etrafında halkı kaçmış veya esir edilmiş köylere yerleştirildi, böylece bu köyler kaybettikleri canlılığı tekrar elde ettiler. Bu kullar daha sonra normal reâyâ statüsü kazandı; XVI. yüzyıla gelindiğinde bunlar padişah haslarına bağlı nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturacaktır. Meselâ 904’te (1498) Haslar kazası olarak bilinen Eyüp kazasına bağlı 163 köyün 110’unda 2000 has ortakçı kul mevcuttu. Nüfusun geri kalanı sıradan reâyâ veya sürgünlerden oluşmaktaydı. Has statüsündeki bu köyler Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Bakırköy’den Karadeniz kıyısına, Boğaz’a ve Beşiktaş’a kadar uzanırdı. İstanbul’un içinde has kul yoktu. Fethedilen şehirlerden yapılan sürgünler de İstanbul’un nüfus bakımından desteklenmesi amacını taşıyordu.

863’te (1459) Foça ve Amasra’dan Ermeni ve Rum tüccarlar; 864’te (1460) Mora, Taşoz, Limni, İmroz ve Semendirek adalarının Rum ahalisi; 865’te (1461) Trabzon Rumları; 866’da (1462) Midilli Rumları; 867’de (1463) Argos Rumları; 873-879 (1468-1474) arasında Konya, Lârende, Aksaray ve Ereğli’den müslümanlar, Rumlar ve Ermeniler; 875’te (1470) Eğribozlu Rumlar; 880’de (1475) Kefeli Rum, Ermeni ve Latinler şehre getirilip yerleştirildi.

Cizyeleri Fâtih Sultan Mehmed’in vakıflarına bağlanan 1542 Rum hânesi cemaatler şeklinde gösterilmiş olup, bunların en kalabalığı Midilli grubudur (Cemâat-i Rûmiyân-i Midillüyân). XVI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde bu cemaatler İstanbul ve Galata’daki çeşitli Rum mahallelerine dağılmışlardı. 777 Ermeni hânesinin yirmi dört cemaate dağıldığı ve 1490 yahudi hânesinin var olduğu tesbit edilmektedir (BA, TD, nr. 240).

Fâtih Sultan Mehmed vakfiyeleri Bahçekapı-Eminönü bölgesinde tamamen yahudilerin, Fildamı mahallesinde müslümanların, yahudilerin, Rumlar’ın ve liman sahili boyunca genellikle yahudilerin yerleşmiş bulunduğunu göstermektedir. Bu kaynakta Karaman, Ankara ve İznik’ten gelen müslümanlarla Trabzon ve Midilli’den gelen Rumlar’ın adları geçmektedir.

İstanbul’da yoğun gönüllü yerleşimi, alt yapı geliştikten ve şehir ticarî yönden gelişmeye başladıktan sonra gerçekleşmiştir. 871’de (1466) vebadan birçok kişinin hayatını kaybetmesine rağmen 882’de (1477) yapılan nüfus sayımı (TSMA, nr. D 9524), bu tarihte İstanbul’un diğer Akdeniz şehirleri kadar nüfus yoğunluğuna sahip olduğunu göstermektedir.

Genel toplam içerisinde askerler, ulemâ ve medrese öğrencileri veya esirler yer almamaktadır. Bunların yekününün nüfusun beşte birine denk olduğunu ve her hânenin beş kişiden oluştuğunu var sayan Barkan’a göre toplam nüfus 100.000 civarındaydı.

Fâtih Sultan Mehmed’den sonra gelen sultanlar, yeni fethedilen topraklardan sürgünleri İstanbul’a yerleştirme politikasını devam ettirdiler. II. Bayezid, Akkirmanlı 500 hâneyi Silivrikapı’ya yerleştirdi (Schneider, TTK Belleten, XVI/61 [1961], s. 44; 894/1489 tarihli Cizye tahriri Akkirman’dan gelenlerin sayısını 670 hâne olarak vermektedir). Osmanlılar’ın 1492’de İspanya, Portekiz ve Güney İtalya’dan sürülen yahudileri kabul etmeleriyle İstanbul’un yahudi nüfusu hayli artmıştır. O tarihlerde İstanbul’u ziyaret eden Von Harff’ın tahminine göre bu rakam 36.000 kadardır. I. Selim, Çaldıran seferi sonrasında Tebriz’den 200 hâne tüccar ve zanaatkârı, Mısır seferi ardından da Kahire’den 500 hâneyi İstanbul’a getirtmişti. Kanûnî Sultan Süleyman bunların bir kısmının geri dönmesine müsaade etti. Ancak Kanûnî de Belgrad’ın fethinden sonra hıristiyan ve yahudilerin bir kısmını Samatya Kapısı (sonra Belgrad Kapısı) kesimine yerleştirerek Belgrad mahallesini oluşturmuştu. Başka bir göçmen grubunu ise 978’den (1570) itibaren İspanya’dan gelen ve Müdeccel (Müdeccen) Arapları diye adlandırılanlar oluşturur. Bunlar, Galata’da Saint Paolo ve Saint Dominico (Arap Camii) Kilisesi etrafına yerleştirilmişler ve İstanbul’da hıristiyanlara düşmanlık duygularının ortaya çıkışında etkili olmuşlardır.

Osmanlı yöneticileri, sürgüne tâbi tutulan şehirlerin olumsuz yönde etkilenmeleri konusuna İstanbul ön planda olduğundan pek önem vermemiş; merkeziyetçi yapıyı oluşturma çabaları ve dolayısıyla İstanbul’u sadece Osmanlı Devleti’nin değil, dünyanın önemli şehirlerinden biri ve dünya ticaretinin merkezi yapma yolundaki kararlılıkları öbür düşüncelerin önüne geçmiştir.

Sürgünler, özel bir statüye sahip olup avârız vergisinden muaf olmakla birlikte subaşının izni olmadan bulundukları şehri terkedemezlerdi. İstanbul’a gelişlerinden bir süre sonra, ya kendi eğilimlerinden ya da özel statülerinden dolayı her grup ayrı bir cemaat olarak görülür, beraber yaşarlar ve geldikleri yere göre adlandırılırlardı. Bu sebeple nüfus sayımlarında yeni gelenler ayrı cemaat olarak zikredilir ve mahalle sakinlerine dahil edilmezlerdi. Meselâ Kefe ve Karaman göçmenleri 882 (1477) sayımında bağımsız cemaat olarak yazılmışken 894 (1489) sayımında hıristiyan nüfus içinde değerlendirilmiştir. Bu son tarihte sadece Akkirman’dan gelen göçmenler ayrı bir cemaat olarak zikredilmiştir. XVII. yüzyılda 292 mahalle dışında Tokatlı, Ankaralı, Bursalı vb. adlarla zikredilen on iki müslüman cemaatin varlığına rastlanmaktadır. Cemaatler, ya kendi dindaşlarının mahalleleri içinde eriyip giderler ya da zamanla yeni bir mahalle oluştururlardı. O zaman genellikle mahallenin adı mescid yaptıranın ismini alırdı. Bu tür bütünleşme müslümanlarda kısa sürede gerçekleşirken


yahudilerde oldukça yavaş olmuştur.

XVI. yüzyılın ilk yarısında büyük oranda ekonomik sebepler sonucu nüfus önemli ölçüde arttı. Vakıf tahrirleri, Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Halep, Şam, Kahire ve hatta -sayıları fazla olmamakla birlikte- İran’dan birçok tüccar ve zanaatkârın İstanbul’a yerleştiğini göstermektedir. Fakat esas artış, fakir bölgelerden gençlerin ve ev göçü diye adlandırılan çiftçi ailelerinin iş bulmak amacıyla İstanbul’a gelmeleriyle gerçekleşti. Orta ve Doğu Anadolu’dan ve Rumeli’den, özellikle Arnavutluk’tan ve Bulgaristan’dan gelenler hamal, bahçıvan, sucu, kayıkçı, tellâk, tellâl ve sıradan işçi olarak çalışırlardı. Bazıları bir miktar para biriktirdikten sonra dönerler, fakat çoğunluğu İstanbul’da kalırdı.

XVI. yüzyılda Osmanlı şehirlerinde genel olarak yüzde 80 bir nüfus artışı olduğu tesbit edilmiştir. Görünüşte İstanbul’daki nüfus artışı genel artıştan daha yüksek, iki kat bir oranda gerçekleşmiştir. Bu yüzyılın ortalarından başlayarak idareciler, nüfus fazlalığı ve getirdiği problemlerin farkına varmaya ve bazı önlemler almaya başladılar. Taşradan İstanbul’a göçün sebepleri arasında daha iyi iş imkânları bulmak, raiyyet vergilerinden, askerler, görevliler ve sonraları âyan ve derebeyler tarafından yüklenen tekâlîf-i şâkka ve başka sömürülerden kurtulma arzusu sayılabilir. Köylü göçmenler evlerini Kasımpaşa, Eyüp gibi şehrin civar semtlerinde yapar veya bekâr hanlarında kalırlardı. Vilâyetlerde kuraklık veya büyük çapta kargaşalık baş gösterdiğinde İstanbul’a göç yetkilileri kaygılandırırdı. Celâlî isyanları sırasında (1596-1610) binlerce kişi kaçıp İstanbul’a sığındı. Bazı kaynaklarda sadece Ermeniler’den 40.000 ( ? ) ailenin geldiği belirtilir. Göçmenlerin çoğu yerlerine geri gönderildi.

İstanbul’da yaşayanlar için hayat hem daha güvenli hem de açlık tehlikesi daha azdı. Vakıflar tabii olarak göçmenlerin hayatını kolaylaştırmaktaydı; binlerce kişi vakıf imaretlerinde verilen yemekle hayatını sürdürüyordu. Meselâ sadece Fâtih İmareti’nden günde 1000 kişi yararlanmaktaydı. Öte yandan medrese öğrencisi olarak bir türbe veya caminin dua okuyucusu (duâgû) yazılıp cüzi bir gelir elde edenlerin sayısı da pek fazlaydı. Bir yabancı seyyahın gözlemine göre imaret / misafirhaneler olmasaydı İstanbul’da insanlar birbirini yerdi (Dernschwam, s. 67).

1617’de Anadolu’da medrese öğrencileri karışıklık çıkardıklarında birkaç merkez hariç taşrada medrese öğretimine son verilmesi ve buralardaki imarethânelerin kapatılması yolunda fermanlar çıkarılması İstanbul’a yönelik göçe yol açtı. Softalar (suhteler) İstanbul’da toplandılar ve camilerde mutaassıp hocaların tahriklerine uyan bir kargaşa unsuru oldular. Bu şekilde gelen öğrencilerin sayısı 5000-8000 arasında idi. Dilenciler ve dervişler de her zaman sorundu. Özellikle ramazan ayında binlercesi İstanbul’a gelip sokakları doldururdu. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Mısır’dan İskenderiye ve Dimyat’tan dilenci gelmesini önlemek için bazı önlemler alındığına dair kayıtlar vardır. İstanbul’un geçici nüfusu arasında donanmada görevli azeb askerleri, çeşitli yerlerden bölgeleriyle ilgili iş takibi veya yerel idarecileri şikâyet yahut vergilerin hafifletilmesini talep için gelen heyetlerin yanı sıra kamu binaları inşaatında veya tersanelerde çalışmak üzere gelen işçiler de çoktu.

Yetkililer, aşırı kalabalık nüfusun üç temel soruna yol açtığını düşünüyorlardı: Bunlar su ve yiyecek ikmalinin gittikçe zorlaşması ve hayat pahalılığı; soygun, öldürme, yangın olaylarının artması ve güvenliğin zayıflaması ve nihayet İstanbul’da işsiz kitlelerin artışıyla orantılı olarak vilâyetlerden elde edilen vergi gelirlerinin azalmasıydı. Bu sebeple zaman zaman özellikle bir ayaklanma, yangın veya kıtlık baş gösterdiğinde yetkililer problemlerin esas kaynağı olarak gördükleri bekâr işçi gruplarını beş on yılda bir toplayıp sürgün ederlerdi; aynı şekilde dilenciler toplanır, çalıştırılmak üzere yakın kasabalara götürülürdü. 1730 Patrona Halil İsyanı’nda başı boş Arnavutlar önemli rol oynadıklarından dolayı bunlara karşı sıkı önlemler alınmıştı. 1829’da meydana gelen yiyecek kıtlığı, son on yılda İstanbul’a gelmiş olan bekârların uzaklaştırılması kararına yol açmış ve 4000 kişi şehirden sürülmüştü. Öte yandan mahkemeyle ilgili bir durum için İstanbul’a gelmek isteyen herkes bağlı bulunduğu yerel kadıdan izin tezkiresi almak zorundaydı ve ziyaretçi heyetlerin sayıca çok olmaması zorunluydu. Göçmenlerin ve özellikle ev göçünün azaltılması için şehre girişte kontrol noktaları (meselâ Bostancı Köprüsü’nde) oluşturulmuştu. Yine göçün önlenmesi ve güvenliğin sağlanması için mahalle sakinlerinin birbirine kefil olmaları istenirdi, imamlar yabancıların mahallede barınmalarını önlemekle görevliydi. Kefili olmayan hiç kimse bir hana veya bekâr odasına kabul edilmezdi. Yeni bekâr odalarının yapımı da yasaklanmıştı. Bütün bu önlemlere rağmen etkili bir kontrol mekanizması kurulamadı ve alınan tedbirler sonuçsuz kaldı. Sonraki yıllarda Avrupa’daki yenilgiler ve kayıplar İstanbul’a yeni göç dalgalarının gelmesine sebep oldu. Büyük kitleler halindeki göçlerin sonuncusu 1912 Balkan savaşları sırasında yaşanmıştır.

1592’de İstanbul’un gayri müslim nüfusu Rumlar, Ermeniler, yahudiler, Karamanlılar, Galata Frenkleri ve Galata Rumları olmak üzere altı gruba ayrılmıştı. Sadece Rum Ortodoks ve Ermeni kiliseleriyle yahudi hahambaşılığı resmen tanınmıştı. İstanbul surları dahilinde kalan tek Katolik grubu, 880’de (1475) Ermeniler’le birlikte hâne sayıları 270 olan ve kendilerine Edirnekapı’da Saint Nicholas ve Saint Mary kiliseleri verilen Kefeli aileler oluşturmaktaydı. Zamanla bunlar dağılıp bir kısmı Galata’ya geçmiştir. Kiliseleri de Kefeli Camii (1038/1629) ve Odalar Camii (1050/1640) adı verilerek camiye çevrilmiştir. Bundan sonra Katolik kiliseleri sadece Galata bölgesinde görülmekteydi ve Frenkler ancak bu bölgede oturma izni alabiliyorlardı. XIX. yüzyılda bazı Frenkler, İstanbul tarafında Bahçekapı yahut Divanyolu’nda doktor muayenehaneleri veya kumaşçı dükkânı açmaya başlayınca kapatılmaları emredildi.

İstanbul’un Rumlar ve Ermeniler’ce yerleşim kesimleri Marmara kıyısında, Fener-Balat’ta ve Rumeli yakasındaydı. Gayri müslimler genellikle kendi mahallelerini oluşturmuşlar ve kendi kilise veya sinagoglarını kurmuşlardı. Müslümanlar gayri müslimlerin yaşantılarını uygunsuz buldukları için onları genellikle kendi aralarına almıyorlardı (Ahmed Refik, Onaltıncı Asırda İstanbul Hayatı, 1553-1591, s. 46, 48, 50, 52). Zaman zaman müslümanlar arasında yaygınlaşan bir düşünceye göre İstanbul sadece müslümanların şehri olmalıydı. Buna bağlı olarak da padişahlar, zimmîlere uygulanan çeşitli kısıtlamalar ve düzenlemeler getirmek zorunda kalmıştır. Gayri müslimlere karşı duyulan güvensizlik çeşitli olumsuz olayların ardından bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Fâtih zamanında hazineye ait mîrî evlerin işgali meselesi, bir hıristiyan donanması tarafından saldırı korkusu (944/1537, 979/1571 ve 1066/1655’te), 1683’ten sonra Avusturya ve Rusya saldırıları ve göçler, nihayet 1821 Yunan ayaklanması bu konuda örnek gösterilebilir. Bu tür sürtüşmelerin yanı sıra yangınlar ve gayri müslim


mahalleleri yakınlarına cami inşa edilmesi gayri müslimlerin müslüman mahallelerinden uzaklaşarak Marmara kıyısına, Haliç’e, Galata’ya ve surların yakınlarına kaymalarını teşvik etmiştir (Ahmed Refik, Hicrî Onbirinci Asırda İstanbul Hayatı, 1000-1100, s. 53-54).

Öte yandan faaliyetleri aynı muhtesib tarafından kontrol edilen müslüman ve gayri müslim tüccar ve zanaatkârlar pazarlarda yanyana çalışmaktaydılar; gayri müslimlerin korunması hazinenin ve devlet erkânının işine geliyordu. Daha da önemlisi yetkililer, İslâm’ın zimmîlere öngördüğü hoşgörüyü uygulama gereğinin bilincindeydiler. Bu sebeple hükümet medrese öğrencilerinin, acemi oğlanlarının ve halkın gayri müslimlere saldırmasını önlemeyi bir ödev biliyordu (Dernschwam, s. 116). Gayri müslimler, özellikle de Anadolu Ermenileri önemli ölçüde Türk kültürünü benimsemişlerdi. Her cemaat kendi dilini konuşmakla birlikte İstanbul’da konuşulan ortak dil Türkçe idi; siyasî ve sosyal prestij sağladığından gayri müslimler Türkler gibi giyinmeye ve yaşamaya çalışırlardı. Ancak bunun aksi de doğru idi: İstanbul Türkleri konuşma ve yeme içmede azınlıkların etkisinde kalmaktaydılar.

Rum Ortodokslar, Ermeniler ve yahudiler ayrı millet veya tâife olarak sınıflandırılmış ve iç işlerinde kendi dinî otoritelerine bağlanmışlardır. Rum patriği ve Rum milleti ileri gelenlerinin öbür iki gruba kıyasla önceliği vardı. Patrikler ve hahambaşıları kendi dinî örgütlerince seçilmekteydi; ancak cemaat üzerinde otoriteleri “pîşkeş” ödeyerek padişahtan aldıkları berata bağlı idi; diğer bir ifadeyle padişahın tebaası zimmîler üzerinde herhangi bir otorite icrası bu izne tâbiydi. Cemaatler, dinî liderlerinin görevden alınması için doğrudan padişaha başvurabilirlerdi. Dinî liderler de kendi kararlarını uygulayabilmek için padişaha başvurmak zorunda idiler. Güç kullanarak fethedilen İstanbul’da niçin bu kadar Rum kilisesi yapıldığı sorusu gündeme geldiğinde sözde gönüllü olarak teslim oldukları hikâyesi durumu meşrulaştırmak için kabul edilmiştir.

Patrikhâne, Rum cemaatini ilgilendiren çeşitli konulardan sorumlu tutulmuş ve XVIII. yüzyılda bu sorumluluk vergilerin toplanmasının da din adamlarına verilmesiyle daha da artmıştır. Bu sebeple zamanla patriklik bürokrasisi giderek daha geniş yetkiler almıştır.

Rum cemaatinin ekonomik durumu Osmanlılar zamanında Bizans’ın son yüzyılından çok daha iyi idi ve cemaat kendi halinden oldukça memnundu. Rumlar hazineye ait önemli iltizamları elde etmişler, Ege ve Karadeniz’de deniz ticaretinde İtalyanlar’ın yerini almışlar ve İstanbul’un yiyecek ticaretinin büyük bir bölümünü ellerine geçirmişlerdi. Patrikhânenin yeni merkezi olan Fener’de ticaret ve iltizamla zengin olmuş, köklerini Bizans büyük ailelerine çıkaran on bir Rum aristokrat ailesi ortaya çıkmıştır. Sarayda doktorluk yapan Rum tabipler ticaret ve iltizam işlerinde onlara yardımcı olmuşlar, yine XVII. yüzyılda divan ve donanma tercümanlığı yaparak nüfuzlarını daha da arttırmışlardır. Daha sonra Eflak ve Boğdan voyvodaları da bu ailelerden seçilmiştir. 1833 nüfus sayımında İstanbul’daki Rum milleti 50.343 erkek nüfustan ibaretti.

Karaman’dan sürülmüş, Rumca bilmeyen, Türkçe konuşan bir grup Ortodoks hıristiyan Rum patrikhânesine bağlanmışsa da bunlar ayrı bir cemaat karakteri taşımaktaydılar. XVI. yüzyılın ortalarında Yedikule yakınlarına yerleştirilen bu grubun yüzyıl kadar sonra Narlıkapı civarında surun içinde ve dışında yaşadığı anlaşılmaktadır. Bunlar kuyumculukla ve nakış işleriyle zenginleşmişlerdir.

Ermeni ruhanî meclisi ilk patriğini padişahın emriyle 1461’de seçti. Patriğin makamı o zamanın Ermeni nüfusunun yoğun olduğu Samatya semtindeki Surp Kevork idi (Sulu Manastır). Burada Rumlar’la birlikte 1000 kadar Ermeni ailesi yaşıyordu. XVII. yüzyılda Ermeniler’in en kalabalık bulunduğu semt Kumkapı idi ve 1641’de Ermeni patrikhânesi buradaki Surp Asduadzadzin Kilisesi’ne nakledildi. Ermeni nüfus Yenikapı, Kumkapı, Balat ve Topkapı semtlerinde yoğunlaşmıştı. Galata Ermenileri’nin çoğu Cenevizliler zamanından beri oradaydılar. Beşiktaş’ta, Kuruçeşme ve Ortaköy’de yahudilerle birlikte Ermeniler de vardı. XVII. yüzyılda Ermeniler İran, Türkiye ve İtalya arasında ipek ticaretini kontrolleri altında aldılar ve birçok Ermeni iltizam ve bankacılık yoluyla zengin oldu. XIX. yüzyılın ilk yıllarından itibaren darphâneyi yönetmeye ve devletin maliyesini kontrol etmeye başladılar. Bankacılıkla uğraşan bazı Ermeni ailelerinin patrikhâneyi ve Ermeni tâcirlerini kontrolleri altına alma girişimleri cemaat içinde ayrılıklara yol açtı. Daha önce Katolik misyonerlerinin faaliyetleri Ermeniler arasında ihtilâflara sebep olmuş, bu da 1696 sonrasında Bâbıâli’nin sert tepkisiyle karşılaşmıştı; ancak daha sonra çoğunluğunu zengin Ermeniler’in oluşturduğu bir Ermeni Katolik cemaati örgütlendi; 1826 sayımına göre sayıları 1000’e ulaşmıştı. 1833 sayımında İstanbul’da bütün Ermeni milletinin erkek nüfus sayısı 48.099 idi.

Fâtih Sultan Mehmed döneminin sonlarında 1647 hâne olan yahudiler şu ana gruplardan oluşmaktaydı: Fetih öncesi yahudileri, Edirne’den getirilen ve Liman bölgesine yerleştirilen Karaîler, daha sonra Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinden sürülüp getirilen Rabbânîler ve Karaîler. Fâtih dönemi vakıflarının cizye defterleri (BA, TD, nr. 240) adı geçen yahudi gruplarının sayılarını ve hânelerini vermektedir. Öyle görünüyor ki fetih sırasında Fâtih yahudilere eman vermiş ve onları hânelerinde bırakmıştır (BA, TD, nr. 240’ta 110 yahudi ailesi kayıtlıdır). Avrupa yahudilerini Osmanlı topraklarında yerleşmeye çağıran haham Isaac Sarfati’nin mektubu üzerine Almanya, Avusturya ve Macaristan’dan bazı aileler İstanbul’a göç etmiştir; fakat tahrir defterinde sadece yirmi altı ailelik “cemâat-i Eskinas-i Alaman”dan söz edilmektedir. Büyük göçten önce 894’te (1489) İstanbul’da toplam yahudi hânesi 2027’ye yükselmiştir.

İstanbul yahudileri, sinagogları etrafında ayrı ayrı cemaatler halinde ruhanî ve idarî birimler olarak örgütlenmiştir. XVI. yüzyılın ortalarında kırk-kırk beş sinagog ve cemaatle kırk iki okulları vardı ve nüfusları 15.035’e ulaşmıştı. 1552’de Portekiz-Felemenk Marranoları sultanın korumasında İstanbul’a gelip yerleştiler; onlardan ünlü bankacı Mendès ailesi, devletin finans işlerinde ve Avrupa ile ticarette üstün bir konuma sahip oldu. İspanya ve İtalya yahudileri çeşitli yeni teknikler getirdiler; özellikle İstanbul, Selânik ve Safed’de gelişmiş bir yünlü kumaş sanayii kurdular.

Romaniot, Sefarad ve Karaî yahudi cemaatleri XVII. yüzyıla kadar farklı kimliklerini devam ettirdiler; fakat 1633 ve 1660 yangınları sonucu meydana gelen iskân değişiklikleri sebebiyle cemaatler karıştı ve sonuçta bir cemaat haline geldiler. Ekonomik bakımdan güçlü olan Sefaradlar önce Aşkenazi, ardından Romaniot yahudi cemaatinin sorumluluğunu üstlendiler. Esasen 1582’de bu üç cemaat temsilcileri Hasköy’de bir yahudi mezarlığı kurulması için ortak müracaatta bulunmuşlardı. Hasköy yahudileri


sayıca daha da arttı (Evliya Çelebi, I, 413). 1044’te (1634) İstanbul’da 1255 yahudi avârız hânesi vardı ve yüzyılın sonunda 5000 yahudi cizye ödemekteydi.

Vâlide Camii’nin yapımına başlandığında (1006/1597) Eminönü yahudileri (yaklaşık 100 hâne) Hasköy’e taşındı. 1727’de cami yakınında Balıkpazarı Kapısı’nın dışında yaşayan yahudilere mülklerini müslümanlara satarak diğer yahudi mahallelerine taşınmaları emredildi. Bundan böyle Hasköy yahudilerin yoğun olduğu tek bölge haline geldi. XIX. yüzyılda yahudilerin 12.000 hâne ve 39.000 nüfusa ulaştığı tahmin edilmektedir. Gayri müslimler arasında tek tek Müslümanlığı seçenlere sıkça rastlanmaktaydı ve bunlar İslâm’ı yayma konusunda çaba göstermekteydiler. Divan, yeni müslüman olanlara “nevmüslim” akçesi adı altında para yardımında bulunuyor ve at üzerinde sokak sokak dolaştırılarak bir çeşit tören yapılıyordu. Ancak zorla İslâmlaştırma’dan kaçınma esasına tam anlamıyla uyulduğu ve yetkililerin bu tür İslâmlaştırma konusuyla ilgilenmedikleri kesindir. Topluca müslüman olanlara örnek olarak Topkapı çingeneleri gösterilebilir. Müslüman erkeklerin gayri müslim kadınlarla evlenmelerine sıkça rastlanır ve müslümanlaştırmaya katkıda bulunduğu için bu tür evlilikler iyi karşılanırdı. Köleler kendi istekleriyle İslâm’ı kabul ederlerdi. Sadece sarayda veya önemli kişilerin hânelerinde değil imkânları iyi olan herkesin evinde köle bulunuyordu. Köle sahibi olmak kârlı bir işti; köle veya âzatlı kişi endüstride, ticarette çalıştırılır, hatta kiraya bile verilebilirdi.

Vergiye tâbi olmadıklarından saray görevlileri ve kapıkulu askerleri İstanbul nüfusunu gösteren tahrirlerde yer almamaktadır. Fakat hem sayıları hem de görevleri itibariyle İstanbul’un sosyal hayatında onların önemli yeri vardı.

Tabloda verilen rakamlara göre 1514’ten sonraki yıllarda kapıkulu askerleri yaklaşık beş kat artmıştır; bu artış özellikle yeniçeri sınıfında görülür. Artış, 1593-1606 yılları arasında tüfekli piyadeye duyulan büyük ihtiyaçtan dolayı gerçekleşmiştir. 1597 seferine sadece 15.000 yeniçeri katılırken 1609’a gelindiğinde yeniçerilerin mevcudu 37.000’e ulaşmıştı. Yeniçerilerin bir kısmı İstanbul’da, diğer kısmı da vilâyetlerde ve sınırlarda kalelerde bulundurulurdu; meselâ 1076’da (1665) 49.500 yeniçerinin 20.468’i İstanbul’da idi; 1080’de (1669) 37.094 yeniçeri İstanbul’da bulunmaktaydı. Köprülüler döneminde yeniçerilerin sayısı azaltılmaya çalışıldı ve 1083 (1672) yılına gelindiğinde yeniçerilerin toplamı 18.150 ve toplam kapıkulu gücü sadece 34.825 idi. XVIII. yüzyılda yeniçerilerin sayısı 40.000’e yükselmekle beraber ülke çapında yeniçerilerin sayısının 160.000’e ulaştığı öne sürülmüştür. Yeniçeri sınıfına dahil olan birçok kişi, onların sahip oldukları ayrıcalıklardan yararlanmak için yeniçeri olmuş kimselerdi, fiilen asker değillerdi. Fâtih zamanında bile bazı yeniçeriler tâcir ve zanaatkâr olarak topluma karışmışlardı. Ulûfe olarak ödenen akçenin zamanla değer kaybetmesiyle orantılı olarak XVI. yüzyıl sonlarından itibaren esnaflığı ve başka ekonomik faaliyetleri seçen yeniçerilerin sayısı giderek artmıştır. XVI. yüzyılın sonunda yetkililer, fiilen esnaflık yapan ve bir nevi milis askeri olan yeniçerileri sefere götürmekte hayli zorlanmışlardır. XVII. yüzyılda İstanbul’da ve başka yerlerde birçok zengin kişi yeniçeri veya sipahi sıfatı taşımaktaydı. Yeniçerilerin ve öteki kapıkulu askerlerinin şehrin ekonomik hayatına girmeleri, ihtisab kurallarına tâbi olmadıkları için önemli sosyoekonomik sonuçlar vermiştir.

Şehrin polis gücü genellikle yeniçerilerden oluşuyordu. Yeniçeriler güvenliği sağlıyor, pazarları ve iskeleleri gözetimleri altında tutuyorlardı. Bu yetkiler bazılarınca kötüye kullanılıyor, ihtikâra ve hileli işlere yol açıyordu. Gayri müslimlerin hayatı ve malları onların insafına kalmıştı. 1600’den sonra giderek artan yeniçeri ayaklanmaları sonucu şehrin güvenliği bozulmuş, halk tedirgin olmuş, dükkânlar kapatılmış, yangın ve yağmalanma korkusu her yanı sarmıştı. Yeniçerilerden oldukça fazla kişinin ticaretle uğraşması dolayısıyla bu tür kargaşalar, devlet yetkililerine karşı gerçekleştirilmiş toplumsal ayaklanmalar olarak da değerlendirilebilir.

Acemi oğlanları da İstanbul’un sosyal hayatında önemli bir yere sahipti. İstanbul barakalarında olanların sayısı başlangıçta 3000, 1555’te 7000 idi. Bunlar, kamu işlerinde çalıştırılan önemli bir iş gücünü oluşturmaktaydılar. Ayrıca sarayın bahçelerinde de çalıştırılırlardı. Gündelikleri 1555’te ½ ile 2 akçe arasında düşük bir rakamdı. Sultanın kullarına tanınan bağışıklıklara sahip olduklarından toplumda her zaman için sorun kaynağı oluşturmaktaydılar.

Seferlerde bütün saray halkı ve kapıkulu askeri padişahla birlikte hazır olmak zorundaydı. Bu durumda İstanbul’da pazar tamamen düzensiz hale gelirdi; fiyatlar artar, karaborsa oluşur ve kıtlıklar görülürdü. Ticaretle meşgul olan yeniçeriler iş yerlerini kapatmak zorunda kalırlar; esnafın bir kısmı “orducu” adıyla orduyla beraber sefere giderdi. Böylece halkın önemli bir kısmı İstanbul’u terketmiş olurdu. II. Selim zamanına kadar hemen her yıl bu duruma rastlanırdı. Bu sebeple bazı devlet adamları padişahların seferlere katılması konusunda isteksiz davranmışlardır.

İstanbul nüfusunu etkileyen faktörler arasında bulaşıcı hastalıklar başta gelir. Yangınlar gibi veba, kolera, çiçek hastalığı vb. salgın hastalıklar da zaman zaman nüfusun kırılmasına veya göçe yol açmıştır. 871 (1466) veba salgınında her gün 600 kişi ölmüş, birçok kişi de şehri terketmişti. Dört yıl sonra veba yine ticaretin durmasına sebep oldu. Daha sonra 917 (1511), 932 (1526), 969 (1561), 992 (1584), 994 (1586), 998 (1590), 1000 (1592), 1008 (1599), 1034 (1625), 1047 (1637), 1058 (1648), 1063 (1653), 1084 (1673), 1179 (1765), 1207 (1792), 1812, 1837, 1845-1847 ve 1865 yıllarında salgın hastalıklar büyük nüfus kaybına sebep olmuştur. Bu salgınlar aylarca bazan da yıllarca devam etmiş ve binlerce kişinin hayatına mal olmuştur. 1592 ve 1648’de günde 1000 kişi, 1792’de günde 3000 kişi salgından ölüyordu. 1812 salgınında toplam 150.000 kişi, bir başka rivayete göre 200-300.000 kişi hayatını


kaybetmiştir. Von Moltke’ye göre, 1837 salgınında nüfusun yirmide biri (25.000) kaybolmuştur. Karantina kararı 1838’de alınmış, 1839’da Karantina Nâzırlığı kurulmuştur, fakat bu pek etkili olamamıştır. Müslüman halk karantinaya karşı çıkmıştır. Veba salgınları İstanbul’da ticarî hayatı olumsuz yönde etkilerdi. Veba dolayısıyla İngiliz tüccarının önemli bir kısmı işlerini İtalya’da Livorno’ya nakletmişlerdir.

Farklı etnik-dinî grupların yaşadığı, hayli hareketli bir sosyal hayatı olan İstanbul’un toplam nüfusu hakkında çeşitli dönemlere ait en güvenilir kaynak tahrirlerdir. Fakat bunlar vergi amaçlı sayımlar olduğundan nüfusun tamamını yansıtmaz. Kadınlar, çocuklar, askerî sınıf, öğrenciler vergiden muaf bulundukları için tahrir kayıtlarında görülmezler. Tahrirlerdeki nüfus birimi genellikle hânedir. Cizye tahrirleri yalnız erkek nüfusu kaydederken avârız vergilerinde birkaç hâneden oluşan farklı bir hâne anlayışı geçerlidir. XIX. yüzyıl tahrir sonuçları, hânelerin nâdiren ortalama üç dört kişiden fazla olduğunu göstermektedir. Bu rakam herhalde önceki devirler için de geçerlidir. Hâne (aile) için Ömer Lutfi Barkan’ın kabul ettiği beş kat sayısı fazla iyimser görünmektedir. Zira İstanbul nüfusunun önemli bir bölümü zor ve sağlıksız koşullarda yaşamaktaydı; ortalama hayat süresi sadece yirmi beş yıl olarak hesaplanmaktadır. Bunun yanı sıra şehirde çok sayıda bekâr bulunmaktaydı (1856’da İstanbul’da 45.000 işçi ve medrese öğrencisi vardı).

Mevcut bilgi düzeyine göre aşağıda verilen rakamlar bir kıyaslama için esas kabul edilebilir.

Buna göre 1477’de Galata dahil 16.326 hâne olan nüfus 1535’e gelindiğinde yaklaşık olarak beş kat artmıştır. 1550’de C. de Villalon, İstanbul ve çevresi nüfusunu 120.000 hâne civarında hesap etmiştir ki bu rakam on beş yılda % 50 artış gösterir. Barkan, XVI. yüzyılda genel olarak Osmanlı şehirlerinde % 80’in üzerinde bir artışın gerçekleştiğini tesbit etmektedir. Ferdinand Braudel XVI. yüzyılda toplam nüfusun 700.000 civarında bulunduğunu, Robert Mantran ise XVII. yüzyıl nüfusunun 650-750.000 veya banliyö nüfusu ile 800.000 olduğunu belirtmektedir. G. Moro 800.000 rakamını, Sanderson 1.231.000 rakamını verir. Balyos Garzoni ise sadece 300.000’den fazla der.

Ancak surlar içi İstanbul nüfusu için verilen rakamların tamamı abartılı görünmektedir. Bizans döneminde İstanbul ve Galata’nın toplam nüfusu hiçbir zaman 400.000’i aşmamıştır. 1927-1965 yılları arasında modern nüfus sayımı sonuçları aşağıdadır.

XIX. yüzyıl öncesinde evlerin çoğu tek katlı olduğu, boş alanların ve bahçelerin çokluğu ve çok katlı binaların ancak Kırım savaşından sonra yavaş yavaş inşa edilmeye başlandığı düşünülürse İstanbul nüfusu için verilen rakamların abartılı olduğu anlaşılır. 1927 rakamları 17,2 km²’lik surlar içi İstanbul’unda hektar başına 145 kişilik nüfus yoğunluğu göstermektedir (XV. yüzyıl öncesi Avrupa şehirlerinde nüfus yoğunluğu hektar başına 200’ün altındaydı). Garzoni’nin 1573 yılı için yaptığı 300.000 tahmini ve 1829’daki 360.000 rakamı gerçeğe yakın görünmektedir (İstanbul için öbür tahminler: J. E. Dekay [1833] 250.000, Hoffman 380.000, Visquenel [1848] 321.000, Verrolot [1848] 360.000).

İstanbul ve banliyöleri nüfusunun oranlaması aşağıdaki ekmekçi / fırın ve mumcu dükkân sayısından da tahmin edilebilir:

1018’de (1609) ithal meyve ve sebzelerin beşte üçü İstanbul’a ve sadece beşte ikisi üç kasabaya gitmişti ki bunlar bu durumdan şikâyetçi oldular. XV. yüzyılın sonunda ithal meyve ve sebzenin sekizde biri Galata’ya gitmiştir. XVII ve XVIII. yüzyıllarda nüfus artışı Galata’da daha fazla olmasına rağmen Tophane, Beyoğlu ve Kasımpaşa önemli ölçüde gelişmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, TD, nr. 210 (945/1540); nr. 240 (952/1545); nr. 670 (968-988/1578-80); BA, MAD, nr. 19, 312, 918, 2775, 2996, 3129, 5227, 6164, 9824; nr. E 1858; BA, KK, nr. 4241-4368, 5207-5266; TK, TD, nr. 542, 543 (1005/1596); TSMA, nr. D. 750; D. 9524; nr. E 1858; İstanbul Belediyesi Atatürk Ktp., Muallim Cevdet, nr. O 91; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 136; Aksarâyî, Müsâmeretü’l-aħbâr, s. 344; Fâtih Mehmed II Vakfiyeleri


(nşr. Vakıflar Umum Müdürlüğü), Ankara 1938; Fâtih İmareti Vakfiyesi (nşr. Osman Nuri Ergin), İstanbul 1945; Zwei Stiftungsurkunden des Sultans Mehmet II Fatih (ed. Tahsin Öz), İstanbul 1935; Kritovulos, Târîh-i Sultan Mehmed Hân-ı Sânî (trc. Karolidi), İstanbul 1328, s. 107-172; Dukas, Bizans Tarihi (trc. Vl. Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 185; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 142-143; “894 (1488-1489) Yılı Cizyesinin Tahsilatına Ait Muhasebe Bilançoları” (nşr. Ö. Lutfi Barkan), TTK Belgeler, I/1 (1964), s. 17, 39; “Ayasofya Câmii ve Eyüb Türbesinin 1489-1491 Yıllarına Âit Muhasebe Bilânçoları” (nşr. Ö. Lutfi Barkan), a.e., s. 344; “H. 933-934 (M. 1527-1528) Malî Yılına Âit Bir Bütçe Örneği” (nşr. Ö. Lutfi Barkan), İFM, XV/1-4 (1954), s. 251-329; “Osmanlı İmparatorluğu Bütçelerine Dair Notlar” (nşr. Ö. Lutfi Barkan), a.e., XVII/1-4 (1955-56), s. 193-224; “1079-1080 (1669-1670) Malî Yılına Âit Bir Osmanlı Bütçesi ve Ekleri” (nşr. Ö. Lutfi Barkan), a.e., s. 227; “Fatih Câmi ve İmareti Tesîslerinin 1489-1490 Yıllarına Âit Muhasebe Bilânçoları” (nşr. Ö. Lutfi Barkan), a.e., XXIII/1-2 (1963), s. 306-341; “Süleymaniye Câmii ve İmareti Tesislerine Âit Yıllık Bir Muhasebe Bilânçosu 993/994” (nşr. Ö. Lutfi Barkan), VD, IX (1971), s. 109-162; Tursun Beg, Târîh-i Ebü’l-Feth: The History of Mehmed the Conqueror (nşr. H. İnalcık - R. Murphey), Minneapolis-Chicago 1978; Neşrî, Cihannüma (Unat), II, 709-711; İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546); Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, II, 654; Süleymaniye Vakfiyesi (nşr. K. Edib Kürkçüoğlu), Ankara 1962; Latîfî, Evsâf-ı İstanbul (haz. Nermin Suner [Pekin]), İstanbul 1977; Ayn Ali, Risâle-i Vazîfehorân, s. 82-98; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, tür.yer.; Silâhdar, Târih, II, 349; Bandırmalızâde, Mecmûa-i Tekâyâ, İstanbul 1307; Lutfî, Târih, I, 279; II, 62; Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘; Hey’et-i Sâbika-i Kostantiniyye, İÜ Ktp., Yıldız, nr. 612; Jörg von Nürnberg, Ayn Tractat von den Türck, Memmigen 1482; P. Gyllius (Gilles), De Topographia Constantinopolis et de illius antiquitatibus, Lyon 1561; N. de Nicolay, Les navigations, pérégrinations et voyages faicts en la Turquie, Anvers 1576; W. Dillich, Eigentliche kurze beschreibung und Abriss der weitberühmien Kaiserl. Stadt Constantinopel, Cassel 1616; M. Almosino, Extremos y Grandezas de Constantinopla, Madrid 1638; P. della Valle, Viaggi, Rome 1650, I-III; Du Loir, Les voyages, Paris 1654; J. de Thévenot, Relation d’un voyage fait en Levant, Paris 1664; S. Gerlach, Tage-Buch, Frankfurt am Main 1674; M. Fabvre, Etat présent de la Turquie, Paris 1675; N. Mussi, Relatione della città di Constantinopoli, Bologna-Bassano 1675; J. B. Tavernier, Nouvelle relation de l’intérieur du sérail du G. Seigneure, Cologne 1675; a.mlf., Les six voyages de J.-B. Tavernier en Turquie en Perse et aux Indes, Paris 1677; T. Smith, Remarks upon the Manners, Religion and Government of the Turks, London 1678; G. J. Grelot, Relation nouvelle d’un voyage à Constantinople, Paris 1680; Fr. de la Croix, Mémoires, Paris 1684; Le Hay, Recueil de cent estampes représentant différentes nations du Levant, Paris 1714-15, I-II; J. P. Tournefort, Relation d’un voyage du Levant, Paris 1717; Cornelius Le Bruyn (Brun), Voyage au Levant, Rouen-Paris 1728; Ingil, The Antiquities of Constantinople (trc. J. Ball), London 1729; L. L. d’Arvieux, Mémoires (ed. J. B. Labot), Paris 1735, I-VI; Th. Roe, The Negociations of Sir Thomas Roc in his Embassy to the Ottoman-Porte from the Year 1621 to 1628, London 1740; R. Pococke, A Description of the East and some other Countries, London 1743, I-II; D. Sestini, Viaggio da Constantinopoli a Bassora, [baskı yeri yok] 1786 (Academico Etrusco); D’Ohsson, Tableau général, I-VII; C. Comidas de Carbognano, Descrizione topografica dello stato presente di Constantinopoli, Bassano 1794; J. Dallaway, Constantinople, Ancient and Modern, London 1797; G. A. Olivier, Voyage dans l’empire othoman, Paris 1798, I-VI; [Ch. Salaberry], Voyage à Constantinople, Paris 1799; J.-B. Lechevalier, Voyage de la Propontide et du Pont-Euxin, Paris 1800, I-II; Fr. Sevin, Lettres sur Constantinople, Paris 1802; F. C. H. L. Pouqueville, Voyage en Morée, à Constantinople..., Paris 1805, I-III; Fr. Murhard, Gemälde von Kunstantinopel, Penig 1805, I-II; T. Thornton, The Present State of Turkey, London 1809, I-II; C. Hobhouse, A Journey through Albania ... to Constantinople, London 1812; P. G. Ingigian, Description du Bosphore (trc. T. Martin), Paris 1813; a.e.: XVIII. Asırda İstanbul (trc. H. Andreasyan), İstanbul 1956; Ch. Pertusier, Promenades pittoresques dans Constantinople et sur les rives du Bosphore, Paris 1815; L. Von Stürmer, Skizzen einer Reise nach Konstantinopel in den letzten Monathen des Jahres 1816, Pest 1821; Mme. de la Ferté-Meun, Lettres sur le Bosphore, Paris 1821; M. G. F. A. Comte de Choiseul-Gouffier, Voyage pittoresque de la Grèce, Paris 1822, I-II; A. F. Andrèossy, Constantinople et le Bosphore de Thrace pendant les années 1812, 1813, et 1814 et pendant l’année 1826, Paris 1828; C. MacFarlane, Constantinople in 1828, London 1829; C. C. Frankland, Travels to and from Constantinople in the Years 1827-8, London 1829; J. Brewer, A Residence at Constantinople in the Year 1827, New Haven 1830; J. F. Michaud - J. J. Poujoulat, Correspondance d’Orient, 1830-1831, Paris 1833, I-VII; A. Slade, Records of Travel in Turkey and Greece, 1829-1831, London 1833; J. E. de Kay, Sketches of Turkey in 1831 and 1832, New York 1833; D. Porter, Constantinople and its Environs, New York 1835, I-II; K. M. Bazili, Očerki Konstantinoplia, St. Petersburg 1835; W. Colton, Visit to Constantinople and Athens, New York 1836; A. Brayer, Neuf années à Constantinople, Paris 1836; R. Walsh, A Residence at Constantinople, London 1836, I-II; a.mlf. - Th. Allom, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor, London 1838, I-II; Th. Allom, Constantinople ancienne et moderne, Paris 1840, I-III; J. Pardoe, The City of the Sultan and the Domestic Manners of the Turks in 1836, London 1837; a.mlf., The Beauties of the Bosphorus, London 1839; Alb. Circourt, Constantinople en 1829, Paris 1837; H. von Moltke, Briefe über Zustände und Begebenheiten in der Türkei aus den Jahren 1835-39, Berlin 1841; C. White, Three Years in Constantinople, or Domestic Manners of the Turks, London 1845, I-III; J. Murray, A Handbook for Travellers in Turkey in Asia including Constantinople, London 1845 (1878, 1893, 1900); P. Constantios, Constantiniade ou description de Constantinople ancienne et moderne, Constantinople 1846; J. H. A. Ubicini, Lettere sulla Turchia, Milan 1853; a.e.: Letters on Turkey (trc. Lady Easthope), London 1856; V. Vratislav, Adventures of Baron Wenceslas Wratislav of Mitrowitz in the Year of Our Lord 1599, London 1862; C. T. Newton, Travels and Discoveries in the Levant, London 1865, I-II; Edhem Pacha, L’architecture ottomane, Constantinople 1873; C. Hamlin, Among the Turks, New York 1878; E. de Amicis, Constantinopoli, Milan 1878; Ed. Hornby, In and around Stamboul, Philadelphia, ts.; F. W. Unger, Quellen der byzantinischen Kunstgeschichte, Vienna 1878; A. Galland, Journal d’Antoine Galland pendant son sejour à Constantinople, 1672-1673 (ed. Ch. Schefer), Paris 1881, I-II; Life and Letters of Ogier Ghiselin de Busbecq (eds. C. T. Forster - F. H. B. Daniel), London 1881, I-II; J. Chesneau, Le voyage de M. d’Aramon ... (1547-49) (ed. Ch. Schefer), Paris 1887; A. D. Mordtmann, Esquisse topographique de Constantinople, Lille 1892; a.mlf., Eine deutsche Botschaft in Konstantinopel, Berne 1895; a.mlf., Historische Bilder vom Bosporos, Constantinople 1907; F. Elliot, Diary of an Idle Woman in Constantinople, Leipzig 1893; J. Covel, Extracts from the Diaries of Dr. John Covel (ed. J. T. Bent), London 1893; E. A. Grosvenor, Constantinople, London 1895, I-II; Mehmed Râif, Mir’ât-ı İstanbul, İstanbul 1314; Ph. Canaye, Le voyage du Levant, 1551-1610 (ed. H. Hauser), Paris 1897; A. van Millingen, Byzantine Constantinople, the Walls of the City and Adjoining Historical Sites, London 1899; Itinéraire de Jerome Maurand d’Antibes à Constantinople (ed. L. Dorez), Paris 1901; Konstantinopel unter Sultan Suleiman dem Grossen, afgenommen im Jahre 1559 durch Melchior Lorichs (ed. Oberhummer), Munich 1902; The Travels of Peter Mundy, 1608-1667 (ed. R. C. Temple), Cambridge 1907, I-III; C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin 1908-12, I-II; Mehmed Ziyâ, Kariye Câmi-i Şerîfi, İstanbul 1326; a.mlf., İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul 1336, I-II; Fr. Arnaud, Voyages a Athenes, Constantinople et Jérusalem (ed. M.H. Omont), Paris 1909; Djelal Essad, Constantinople, de Byzance à Stamboul, Paris 1909; L. Gédoyn, Journal et correspondance (ed. A. Poppe), Paris 1909; A. Poppe, Les peintres du Bosphore au dixhuitième siècle, Paris 1911; R. Lubenau, Beschreibung der Reisen ... 1573-1589 (ed. W. Sahm), Königsberg 1912-30, I-II; Osman Nuri Ergin, İstanbul Müessesât-i Hayriyye-i Sıhhiyyesi, İstanbul 1912; a.mlf., Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, İstanbul 1922, I; a.mlf., Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı, İstanbul 1936; a.mlf., İstanbul’da İmar ve İskân Hareketleri, İstanbul 1938; a.mlf., Cumhuriyet ve İstanbul Mahallî İdaresi, İstanbul 1938; a.mlf., Türk Şehirlerinde İmâret Sistemi, İstanbul 1939; E. Pears, Forty Years in Constantinople: Recollections 1873-1915, New York 1916; A. H. Lybyer, “Constantinople as Capital of the Ottoman Empire”, Annual Report of the American Historical Association (1916); J. Ebersolt, Constantinople byzantine et les royageurs du Levant, Paris 1918; H. Glück, Die Baeder Konstantinopels, Vienna 1921; a.mlf., Die Kunst der osmanen, Leipzig 1922; Plan general de Constantinople, İstanbul 1922; H. Dernschwam, Tagebuch einer Reise nach Konstantinopel und Kleinasien (ed. Fr. Babinger), Munich-Leipzig 1923; E. Mamboury, Constantinople, guide touristique,


İstanbul 1925; Refik Ahmed [Sevengil], İstanbul Nasıl Eğleniyordu?, İstanbul 1927; Ahmed Refik [Altınay], Hicrî Onikinci Asırda İstanbul Hayatı, 1100-1200, İstanbul 1930; a.mlf., Hicrî Onbirinci Asırda İstanbul Hayatı, 1000-1100, İstanbul 1931; a.mlf., Hicrî Onüçüncü Asırda İstanbul Hayatı, 1200-1255, İstanbul 1932; a.mlf., Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, 961-1000, İstanbul 1933; a.mlf., Onaltıncı Asırda İstanbul Hayatı, 1553-1591, İstanbul 1935, s. 46, 48, 50, 52, 145; İstanbul Şehri İstatistik Yıllığı: 1930-1931; İstanbul Belediye Hududu, İstanbul 1931; İstanbul Şehir Rehberi, İstanbul 1931; J. Sanderson, The Travels of John Sanderson in the Levant, 1584-1602, London 1931; S. Nüzhet Ergun, İstanbul Meşâhirine Ait Mezar Kitabeleri, İstanbul 1932; H. Högg, Türkenburgen am Bosporus und Hellespont, Dresden 1932; H. Edhem [Eldem], Yedikule Hisarı, İstanbul 1932; a.mlf., Nos mosquées de Stamboul (trc. E. Mamboury), İstanbul 1934; Ali Saim Ülgen, İstanbul ve Eski Eserleri, İstanbul 1933; a.mlf., Fatih Devrinde İstanbul, Ankara 1939, s. 45; Sadi Abaç, Kasımpaşanın Tarihçesi, İstanbul 1935; Besim Darkot, İstanbul Coğrafyası, İstanbul 1938; İzzet Kumbaracılar, İstanbul Sebilleri, İstanbul 1938; Konyalı, İstanbul Âbideleri; a.mlf., İstanbul Sarayları; İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, İstanbul 1943-45, I-II; R. Mayer, Byzantion, Konstantinopolis-Istanbul, eine genetische Stadtgeographie, Wien 1943; A. Gabriel, Chateaux turcs du Bosphore, Paris 1943; Süheyl Ünver, Fâtih’in Oğlu Bâyezid’in Suyolu Haritası Dolayısile 140 Sene Önce İstanbul, İstanbul 1945; a.mlf., Fâtih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946; a.mlf., “Türkiye’de Kahve ve Kahvehâneler”, TED, V (1962), s. 39-84; Musâhibzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946; Saadi Nazım Nirven, İstanbul Suları, İstanbul 1946; A. von Harff, The pilgrimage of Arnold von Harff..., London 1946; Belediye Yıllığı, Ankara 1949, s. 341-369; Zihni Bilge, İstanbul Rıhtımlarının Tarihçesi, İstanbul 1949; A. M. Schneider, Mauern und Tore am Goldenen Horn, Göttingen 1950; a.mlf., Konstantinopel, Mainz 1956; a.mlf., “XV. Yüzyılda İstanbul’un Nüfusu”, TTK Belleten, XVI/61 (1952), s. 35-48; R. Janin, Constantinople byzantine, développement urbain et répertoire topographique, Paris 1950; Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1952; Âsaf Hâlet Çelebi, Divan Şiirinde İstanbul, İstanbul 1953; Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Mi‘mârîsi, İstanbul 1953; a.mlf., İstanbul Mahalleleri: Şehrin İskânı ve Nüfusu, Ankara 1958; a.mlf., 19. Asırda İstanbul Haritası, İstanbul 1958; Semavi Eyice, Istanbul, petit guide à travers les monuments byzantius et turcs, İstanbul 1955; a.mlf., Son Devir Bizans Mimarisi, İstanbul 1963; Fr. Babinger, “Ludwig von Rauter und sein verschollenes Reisebuch (1567-71)”, Vorderasiatische Studien, Festschrift for V. Christian, Vienna 1956, s. 4-11; a.mlf., Die Aufzeichnungen des Genuesen Iacopo de Promontoriode Campis über den Osmanenstaat um 1475, München 1957, s. 48; Feridun Dirim-tekin, Fetihten Önce Halic Surları, İstanbul 1956; Agah Sırrı Levend, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde İstanbul, İstanbul 1958; İstanbul Manzaraları Sergisi, İstanbul 1959; İstanbul Harita ve Planlar Sergisi, İstanbul 1961; C. Göllner, Turcica, Die Türkendrucke des XVI. J I., Bucharest 1961-68, I-II; Tahsin Öz, İstanbul Camileri, Ankara 1962-65, I-II; R. Mantran, Istanbul dans la seconde moitié du XVII siècle, Paris 1962; a.mlf., La vie quotidienne à Constantinople, Paris 1965; B. Lewis, Istanbul and the civilization of the Ottoman Empire, Oklahoma 1963; J. Wild, Reysbeschreibung eines gefangenen Christen anno 1604 (ed. G. A. Narciss), Stutgart 1964; S. Schweigger, Constantinopel und Jerusalem (ed. R. Neck), Graz 1964; K. Tuchelt, Türkische Gewänder und osmanische Gesellschaft, Graz 1966; A. Underwood, The Kariye Djami, New York 1966, I-III; I. M. Lapidus, Muslim Cities, Cambridge 1967, s. 59-60; H. Wurm, Der osmanische Historiker Huseyn b. Ğa’fer, Freiburg 1971; N. Iorga, Byzance après Byzance, Bucharest 1971; a.mlf., Notes et extraits pour servir à l’histoire des croisades, Bukres 1915-1916, IV, 67; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda İstanbul Medreseleri, İstanbul 1976; Tarih Boyunca İstanbul Semineri, İstanbul 1989; W. Hasluck, “Notes on Mss. in the British Museum Relating to Levantine Geography and Travel”, British School of Athens, XII, 1905-1906, s. 196 vd., XIII (1906-1907), s. 339 vd.; İstanbul Belediyesi İhsâiyyat Mecmuası: 1328-1335; İstanbul Belediyesi Mecmuası: 1930-1937; Ed. Thouvenel, “Constantinople sous Abdul-Medjid”, RDM, 4. seri, sy. 21 (1840), s. 68-89; D. J. Georgacas, “The Name of Constantinople”, American Philological Association: Transaction, XXVIII (1947), s. 347-367; Cengiz Orhonlu, “Fındıklı Semtinin Tarihi Hakkında Bir Araştırma”, TD, VIII/11-12 (1955), s. 51-70; Muzaffer Erdoğan, “Arşiv Vesikalarına Göre İstanbul Baruthâneleri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, sy. 2, İstanbul 1956, s. 115-138; a.mlf., “Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri”, VD, IV (1958), s. 149-182; Mustafa Cezar, “Osmanlı Devrinde İstanbul Yapılarında Tahribat Yapan Yangınlar ve Tabii Afetler”, Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, I, İstanbul 1963, s. 327-414; Doğan Kuban, “Anadolu Türk Şehri”, VD, VII (1968), s. 53-57; a.mlf., “İstanbul’un Tarihî Yapısı”, Mimarlık, VIII/79, İstanbul 1970, s. 26 vd.; Halil İnalcık, “The Policy of Mehmed II towards the Greek population of Istanbul and the Byzantine Buildings of the City”, Dumbarton Oaks Papers, sy. 23-24, Washington 1970, s. 231-249; a.mlf., “Istanbul”, EI² (İng.), IV, 224-248; W. Kubitschek, “Byzantion”, RE, V, 1115-1158; E. Oberhummer, “Constantinopolis”, a.e., VII, 963-1013; “İstanbul”, İA, V/2, s. 1135-1214 (1-168).

Halil İnalcık





Bugünkü İstanbul.

Şehrin kurulduğu yerdeki topografyanın gözden geçirilmesi, İstanbul’un günümüzde nasıl yaşadığı sorusuna da cevap verir ve ışık tutar. Zira bu topografya şekli, şehrin simgesi durumuna gelmiş tarihî ve mimari eserlerin yer seçiminde etken olduğu gibi şehrin önemli ulaşım eksenlerinin güzergâhlarını da belirlemiştir. Günümüzde bazı kesimlerde büyük problem haline gelen trafik önemli ölçüde İstanbul’un topografya şartlarıyla yakından ilgilidir.

Şehrin eski kesiminin topografyasında güneybatı-kuzeydoğu doğrultusunda az çok birbirine paralel olarak uzanan iki sırt dikkati çeker. Bunlardan kuzey sırtı Haliç’in güney kıyılarını yakından izler. Yükseltisi genellikle güneydoğudan kuzeybatıya doğru artan bu sırt, Sarayburnu ile Ahırkapı arasında Boğaz girişine hâkim bir yamaçla başlar ve Sultanahmet-Ayasofya düzlüğünden itibaren Sarayburnu’na doğru uzanarak Topkapı Sarayı zemininde 45 metreye ulaşır. İstanbul’un bu ilk tepesi, zemini 33 metreye inen bir belle (boyun noktası) kuzeybatıya doğru devam eden sırttan ayrılır. Şehrin limanına ve Galata Köprüsü’ne komşu olan yoğun iş semtlerini (Eminönü-Bahçekapı-Sirkeci) kuzey sırtının eksenini oluşturan büyük caddeye bağlayan ana yollardan biri (Alemdar caddesi) bu 33 metrelik alçalma noktasını takip eder. Kuzey sırtı bundan sonra Beyazıt Meydanı’na doğru uzanır ve üzeri 60 m. yükseltiye erişen düzlük biçiminde bir tepe meydana getirir. Bu iki tepe arasında iki tepeye göre daha az belirgin bir tepe yer alır, bunun da üzerine Nuruosmaniye Camii inşa edilmiştir. Beyazıt tepesinin üstünde ise Beyazıt Camii, Beyazıt Kulesi ile beraber İstanbul Üniversitesi’nin merkez binası (Osmanlı Devleti döneminde Harbiye Nezâreti binası) ve bu tepenin Haliç’e doğru ilerleyen ucunda Süleymaniye Camii yükselir. Bundan sonra kuzey sırtı kuzeybatıya doğru izlenirse doğu ucunda Fâtih Camii’nin kurulmuş olduğu diğer 60 m. yüksekliğindeki bir tepeye ulaşılır. Süleymaniye tepesiyle aynı yükseltide olan bu tepe ile Beyazıt-Süleymaniye tepesi arasında zemin tekrar alçalır ve 42 metreye iner. Bu önemli boyun noktası üzerinden Marmara kıyılarını Haliç kıyılarına bağlayan Atatürk Bulvarı geçtiği gibi eski döneme ait Valens su kemerleri de bu bel üzerinde yer alır. Fatih tepesi, Çarşamba semtine doğru yavaş yavaş 72 metreyi aşan bir yükselti kazanır, bu tepenin Haliç’e doğru uzanan yan sırtında Sultan Selim Camii vardır. Ana sırt, kuzeybatıya doğru hafif bir alçalmadan sonra Edirnekapı civarındaki surların zemininde 74 metreye ulaşır. Bu tepede Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii yükselir.

Kuzey sırtının ekseni boyunca İstanbul’un en önemli boyuna caddelerinden biri uzanır (farklı kesimlerinde farklı adlarla anılan bu cadde Ayasofya-Beyazıt arasında Divanyolu ya da Yeniçeriler caddesi, Beyazıt ile Fatih arasında Vezneciler, Şehzadebaşı, Fatih’le Edirnekapı arasında


Fevzipaşa caddesidir). Bununla birlikte söz konusu caddeler sırtın en yüksek doruklarını izlemez, bu doruk noktalarında genellikle büyük mimari eserler yer alır (İstanbul Üniversitesi, Beyazıt Camii, Süleymaniye Camii, Sultan Selim Camii, Fâtih Camii, Mihrimah Sultan Camii gibi). Boğaz’dan gelinirken dikkat çeken “İstanbul silueti”nin çarpıcılığı bu eserlerin İstanbul’un coğrafyasına çok iyi uydurulmuş olmasından kaynaklanır.

Kuzey sırtı güneybatı sırtından bir vadiyle ayrılır. Eyüp sırtlarının gerisinden başlayan ve surların içine girdiği yerde (günümüzdeki Vatan caddesinin, daha yeni adıyla Adnan Menderes caddesinin başı) zemini deniz düzeyinden 40 m. kadar yüksekte olan bu vadi içinde eskiden akmakta olan dereye Yenibahçe (Bayrampaşa) deresi adı verilmekteydi. Antikçağ’da Lykos denilen bu dere Aksaray semtinin alçak kesimlerinde bir koya dökülüyordu. Üstü kapatılmış olan dere vadisi 1950’li yıllarda açılan Vatan caddesinin geçirilmesinde kolaylık sağlamıştır.

Yenibahçe vadisiyle Marmara denizi arasında İstanbul yarımadasının ikinci sırtı yer alır ki birinci sırt kadar devamlı olmayan bu sırt, Yenibahçe vadisinin denize yakın kesimlerinden Yedikule’ye kadar Marmara denizi kıyılarında basık yamaçlar halinde başlayıp Topkapı surları önünde zemini 69 metreye ulaşır. İstanbul’un önemli caddelerinden Ordu caddesi, Beyazıt Meydanı’nda yukarıda sözü geçen boyuna caddeden ayrılarak Aksaray’da Yenibahçe vadisinin alçak zeminini aşıp güneybatı sırtının kuzey kenarını izleyerek Topkapı’da surlara ulaşır (Millet caddesi). Sur kapıları ile Aksaray arasındaki iki cadde (Haseki ve Kocamustafapaşa) bu sırtın üzerinden geçmekte, bir üçüncüsü de (Samatya caddesi) güney kenarını takip ederek Yedikule’ye varmaktadır. Yarımadanın bu klasik eksenlerine ek olarak daha sonraki yıllarda sur dışından deniz kıyılarını izleyen Sahil yolu açılmıştır.

Beyoğlu yerleşme alanına gelince, dar anlamda İstanbul’a Haliç üzerindeki köprülerle (Galata Köprüsü, Atatürk Köprüsü, başka yere monte edilen eski Galata Köprüsü ve Haliç Köprüsü olmak üzere günümüzde bunların sayısı dörttür) bağlanan bu yerleşme alanı, Haliç ile Boğaz’ın aşağı kesimleri arasında kütleşmiş ucu güneye dönük bir üçgen görünüşündedir. Beyoğlu yerleşme alanının yer aldığı üçgenin uç kesimi, Ortaçağ’da surları içinde ayrı bir şehir görünümü kazanmış olan Galata semtini meydana getirir. Bu semt sonradan daha kuzeyde meydana gelmiş Beyoğlu semtine iyice bitişmiştir. Galata kuzeydoğuya doğru kıyı boyunca Tophane-Salıpazarı-Fındıklı üzerinden Boğaziçi yerleşme alanına bağlanır.

Bu yerleşme alanının asıl zemini, güneyde Galata’nın köprüye yakın alçak kısmı olan Karaköy üzerinden dik yamaçlarla başlayıp kuzeye doğru yükselerek Taksim’de yükseltisi 80 metreyi bulan, burada hafif bir bel meydana getirdikten sonra yükselmeye devam edip Harbiye’de 90 metreye erişen, Feriköy’de 100 ve Şişli’de 120 metreyi aşan, Mecidiyeköy’den sonra da 130 metreye çıkan bir sırt tarafından meydana getirilmektedir. Yüzeyinin dikkat çekici derecede düz bir sahanlık görünüşünde olmasına rağmen bu alan, iki yanından Haliç’e ve Boğaz’a doğru inen dar ve kısa vadiler tarafından derin bir şekilde yarılmıştır. Bu vadiler yüzünden söz konusu sahanlığın genişliği çok yerde iyice azalmıştır. Bu sırtı takip eden trafik ekseni Haliç’le Boğaz arasındaki su bölümü çizgisini izlemekte, tâli yolların bu eksene bağlanması bazı küçük vadiler boyunca mümkün olmakta, bunun sonucu olarak da tek ana yola tâli yolların çok kısa aralıklarla ve çok zaman da aynı yerde kavuşmaları sonucu trafik içinden çıkılmaz bir durum almaktadır. Günümüzde Etiler, Levent ve Gültepe’den gelen yolların kısa mesafe içinde Büyükdere yoluna kavuştuğu kesim buna örnek oluşturur. Bu topografyayı (dandritik vadi sistemi) değiştirmek söz konusu olmadığına göre çözüm olarak topografyanın üstünden geçen asılı trafik sistemiyle yer altından geçecek olan metro yapımı en uygun olanıdır. Nitekim bu kesimde uzun zamandan beri düşünülen metro hattı 2000 yılı içinde işletmeye açılmıştır.

Beyoğlu yerleşme alanının yüksek sahanlığının eksenini oluşturan 1300 m. uzunluğundaki İstiklâl caddesi, Tünel başında 65 metrelik yükseltiden başlayarak Taksim’e kadar 80 metreye çıkar. Bu yerleşme alanı XIX. yüzyılın ortalarından itibaren yüksek sahanlığın ekseni boyunca kuzeye doğru genişlemiştir. Eskiden ayrı bir kuruluş olan Mecidiyeköy’ü içine alan ve kuşatan yerleşmeler Zincirlikuyu üzerinden sonradan kurulan Levent ve Etiler semtlerine varmıştır. Bu esaslı genişleme sırasında yerleşme alanları Şişli’den Hürriyet tepesine ulaşmış, oradan da Kâğıthane vadisine doğru sarkmıştır.

İstanbul’un üç ana bölgesinden (bilâd-ı selâse) biri olarak gösterilen Üsküdar, Asya topraklarında Boğaz’ın güney ağzına doğru ilerlemiş üçgen biçimli bir çıkıntı üzerinde yer alır. Bu üçgenin Şemsipaşa-Salacak arasında küt bir burun oluşturan ve karşısındaki Haliç ağzına bakan ucu


önünde Kız Kulesi’nin yer aldığı kayalık bulunur. XX. yüzyılın başlarında, çevredeki ikincil yerleşme çekirdeklerinden belirgin biçimde ayrılmakta olan Üsküdar zamanımızda bu çekirdeklerle tamamen birleşmiş durumdadır. Bu suretle Üsküdar, kuzeybatıda aşağı Boğaziçi’nin Anadolu kıyısında kesintisiz devam eden yerleşme şeridine karışmakta, güneyde de Kadıköy’ün ayrılmaz bir parçası haline gelmiş bulunmaktadır. İç tarafta ise önceleri eski Üsküdar’ın gerisinde adına uygun bir şekilde yükselen Büyük ve Küçük Çamlıca tepeleri hızlı ve çarpık bir yerleşmeye sahne olmuştur.

İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasındaki topraklar, Rumeli yakasına oranla topografya açısından daha çeşitli manzaralara sahiptir. Her ne kadar burada da Boğaz’a ve Marmara denizine açılmış vadilerle yarılmış düzlükler yayılmaktaysa da kuzeybatıdan güneydoğuya doğru bir alçalma gösteren düzlükler üzerinde Büyük ve Küçük Çamlıca tepeleri (262, 226 m.) yükselir; bu düzlükler, Marmara denizinin lodos fırtınalarına açık Kadıköy ve Selimiye kıyılarında 30-40 m. yüksekliğinde dik yarlarla sona erer. Bu yarlar Üsküdar kıyılarında Boğaz ağzına doğru Şemsipaşa’da son bulur. Diğer taraftan Moda burnu ile nihayetlenen, Kadıköy yarımadasının iki tarafında İbrahimağa deresiyle (Haydarpaşa) Kurbağalıdere ağızlarında alüvyon birikmesiyle oluşmuş alçak düzlüklerle kesintiye uğrar.

Üsküdar-Kadıköy yerleşme sahasının yüksek düzlükleri kendilerini yaran vadi tabanlarına doğru dik yamaçlarla inerlerse de bu yamaçların dikliği genellikle yerleşmeyi kesintiye uğratmaz. Böyle bir kesinti sadece dike yakın bir özellik gösteren kıyı yarlarında görülür. Çamlıca tepelerini kuşatan 100 metreden yüksek düzlük alanı batıya doğru uzanarak Bağlarbaşı meydanına (110 m.) kadar gelir ve Sultantepesi (93 m.) sırtı ile Boğaz’a doğru uzanır. Bu sırtın özellikle kuzey yamacı Boğaz’a doğru inen birkaç kısa vadiyle yarılmıştır (Beylerbeyi civarındaki İstavroz deresi gibi). Büyük Karacaahmet Mezarlığı, Selimiye Kışlası ve Haydarpaşa liman tesisleri gibi alanlarla kesintiye uğrayan devamlı yerleşme sahası olan Haydarpaşa ve Kalamış koyları arasında denize doğru ilerleyen Kadıköy yerleşme alanında biri Yeldeğirmeni’nde (53 m.), diğeri Moda tepesinde (68 m.) olmak üzere iki tümsekli topografya dikkati çeker. Bu iki tepe Altıyol belindeki (32 m.) bir alçalma noktasıyla birbirinden ayrılır. Kadıköy iskân alanı, Kurbağalıdere’nin denize ulaştığı yerin doğusundan itibaren Marmara kıyısı boyunda geniş bir şerit oluşturan iskân alanlarıyla devam eder. Bu son yerleşme alanı içinde eskiden daha çok bahçeler arasına serpilmiş köşkler bulunurken şimdi onların da yerini genellikle çok katlı binalar almaktadır.

Söz konusu yerleşme alanı sadece biçim ve nitelik değiştirmekle kalmamış, eskiden kıyı boyunda dar bir iskân şeridi halinde iken denizden içeriye yani kuzeye doğru genişlik kazanmıştır. Bu alan içeriye doğru genişlerken Merdivenköy ve İçerenköy gibi köyleri ve eskiden Çamlıca eteklerinde ayrı ayrı yerleşmeler olan Bulgurlu, Dudullu, Ümraniye gibi yerleşmelerin aralarındaki boşlukları da doldurarak büyük şehrin iskân sahası içine dahil etmiştir.

Bu türlü sınır tanımaz mekânsal gelişmeler İstanbul’un Avrupa yakasında da görülür. XIX. yüzyılın sonlarına kadar eski İstanbul’un çevresinde ondan tamamıyla ayrı bulunan köy ve kasabalar son bir yüzyıl içinde gelişen şehir yerleşmesinin sınırları içinde kalmıştır. Batı doğrultusunda büyük İstanbul Küçükçekmece kıyılarına dayanmış, bu çevredeki bazı eski yerleşme çekirdekleri (Küçükçekmece, Safra köyü, Halkalı gibi) ve yeni kurulmuş mahalleler (Soğuksu, Şenlik vb.) artık şehrin bir parçası olmuştur. Eski İstanbul’un batısında şehrin sur kapılarından çıkan büyük yollar boyunda II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş olan Bahçelievler, Zeytinburnu, Ataköy gibi yerleşme yerleri eskiden mevcut Bakırköy ve Yeşilköy’ü devamlı yerleşme alanına katmıştır. Bu çizginin biraz kuzeyinde Haliç’in Eyüp önlerine rastlayan dirseğine hâkim sırtlar üzerindeki düzlükler kısa denilebilecek bir sürede çok yoğun bir iskân yeri haline gelmiş (Rami -sonradan Gaziosmanpaşa adını alacak olan Taşlıtarla, Yıldıztabya-), Haliç’in kuzey bitiminde yakın yıllara kadar şehirden ayrı kalmış köyler olan Alibeyköy, Kâğıthane, düz vadi tabanlarında kurulmuş fabrika ve atölyeler ve yamaçlara yerleşmiş işçi evleri arasında İstanbul’un sürekli yerleşme alanı içine girmiştir. Kâğıthane deresinin kuzey-güney doğrultulu çığırı ile Boğaziçi kıyıları arasında kalan sahada da yerleşme sürekli olarak yayılmış, bu alandaki yerleşme dalgası, önce Mecidiyeköy’ün eski çekirdeğini yeni oturma alanlarıyla kuşattıktan sonra Levent mahallesine ulaşmış, buradan itibaren bir taraftan Boğaz’ın yukarı kesimlerine uzanan yollar boyunca yeni yeni yerleşme çekirdekleri oluşturduğu gibi bir taraftan da Boğaz kıyısında eskiden beri mevcut olan mahallelerin gerisinde bazan bu mahallelerden dik yokuşlarla ayrıldığı, bazan da topografya şartlarının el verdiği yerlerde onlara doğrudan doğruya bağlandığı yeni iskân alanlarının (Etiler, Kalender gibi) teşkiline yol açmıştır. Büyük İstanbul’un yayılma alanı, Boğaziçi’nin karşılıklı kıyılarında da coğrafya koşullarına uyarak ya kıyı boyunda ince bir şerit biçiminde darlaşmak (Vaniköy’de Kanlıca-Çubuklu arasında Seyir ve Hidrografi Dairesi civarında olduğu gibi), ya genişleyip birbiri üzerinde sıralanmış basamak biçiminde düzlüklere uzanmak ya da Boğaz’a ulaşan vadi içlerine sokulmak (Çengelköy’de Bekârdere vadisi içindeki mahalleler gibi) suretiyle Rumeli yakasında Yenimahalle’ye, Anadolu tarafında Beykoz’a kadar genişlemiştir. Büyük İstanbul şehri Anadolu kesiminde de hızlı bir gelişme süreci içine girmiştir. Burada Boğaz kıyılarına hâkim yüksek düzlükler yeni mahallelerle kaplandığı gibi Marmara kıyıları boyunda


uzanan ve eskiden birbirinden ayrı semtler durumunda olan yerler şimdi tamamıyla birleşmiş haldedir. Nihayet büyük şehir, Marmara denizi kıyısı boyunda demiryolunu izleyerek güneydoğuya doğru ilerleyen yerleşme dalgası ile Maltepe ve Kartal’ı da geçip aradaki boşlukları doldurarak Pendik’in doğusunu da içine almıştır.

Hemen her doğrultuda gelişme gösteren İstanbul’un devamlı yerleşme alanı, tepesi kuzeyde Yenimahalle’de ve tabanı güneyde Marmara kıyılarında Küçükçekmece’den Pendik’e kadar uzanan bir üçgen içine sığdırılabilir. Yalnız bu üçgenin dışında kalan İstanbul adaları da (eski Prens adaları) büyük şehrin sınırları içinde ve onun ayrılmaz bir parçası durumundadır. Tarihî İstanbul’un 17 km²’lik alanına karşılık modern büyük şehrin yayılma alanı 300 km²’yi çoktan geçmiştir.

Daha yakın yıllarda (1985-1990) ve sonrasında İstanbul şehrine yeni eksenler boyunca ilâveler olmuş, farklı bir büyüme şekli meydana gelmiştir. Genellikle altı eksenin söz konusu olduğu bu büyümeler Zincirlikuyu-Maslak ekseni, Bağlarbaşı-Altunizade ekseni, Kozyatağı-Ataşehir ekseni, Güneşli-İkitelli ekseni, Kavacık ekseni ve Beylikdüzü-Haramidere ekseni olarak ele alınabilir. Bunlardan Zincirlikuyu-Maslak ekseni, daha çok finans ağırlıklı hizmet birimlerinin ve büyük şirketlerin genel merkezlerinin yoğunlaştığı bir alandır. Bağlarbaşı-Altunizade ekseninin oluşmasında buranın E-5 karayolu ve Boğaziçi Köprüsü’ne yakın olması etkili olmuş, birçok şirket ve holding merkezi burada konumlanmış, ayrıca büyük alışveriş ve eğlence merkezleri yine bu kesimde toplanma eğilimi göstermiştir. Kozyatağı-Ataşehir ekseni E-5 ve TEM otoyollarının birbirine bağlandığı alan olarak çekicilik kazanmış, çok katlı yapılaşmanın örnekleri gittikçe çoğalmış ve büyük alışveriş merkezlerini de kendisine çekmiştir. Güneşli-İkitelli ekseni, eskiden tarihi yarımada içinde yer alan gazete idarelerinin taşınmasıyla dikkat çekmiş, ayrıca Atatürk Havalimanı’na yakınlığı da çekiciliğini arttırmıştır. Kavacık ekseni, Fâtih Sultan Mehmed Köprüsü’nün ve TEM’in sebep olduğu yeni bir ticarî yapılaşma alanıdır. Büyük iş merkezlerinin yükseldiği, ayrıca villa sitelerinin çoğalma eğilimi gösterdiği bir eksendir. Şehrin en batısında bulunan ve büyük şehir belediye sınırlarının da dışına taşan Beylikdüzü-Haramidere ekseni çok geniş konut alanlarından oluşmaktadır. 1987’de yapılaşmaya başlayan bu alan 1989’da yerleşmeye açılmıştır.

İstanbul şehrinin bu sınır tanımaz mekânsal genişlemesine paralel olarak nüfusu da artmıştır. Cumhuriyet’in başlarındaki ilk nüfus sayımında (1927) şehrin nüfusu 700.000 kadar olarak sayılmış, 1950’de bu nüfus 1 milyonu bulmuş, 1960’ta 1.520.000’i geçmiş, 1965’te 1.750.000’e yaklaşmış, 1970’te 2 milyonu aşmış (2.132.000), 1980’de 3 milyona yaklaşmış (2.854.000), 1985’te 5 milyonu (5.475.982), 1990’da 6 milyonu (6.620.241) aşmış, 1997 yılında yapılan nüfus tesbitine göre 8.260.438’i bulmuş, 23 Ekim 2000 tarihinde yapılan nüfus sayımının geçici sonuçlarına göre de 8.829.915 nüfus sayılmıştır. Bu nüfusun yaklaşık 500.000’i “sur içi” denilen tarihî yarımadada yaşamaktaydı.

İstanbul, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başşehir rolünü kaybetmişse de kalabalık nüfusu yanında Türkiye’nin en büyük şehri olma niteliğini ve ayrıca ülkenin fikrî, kültürel, iktisadî, ticarî ve endüstriyel merkezi olma durumunu korumuştur.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’da sanayii geliştirme politikası ilk bakışta İstanbul’u dışlar görünümünde olsa da İstanbul’un ekonomisindeki bu duraklama kısa sürmüştür. Günümüzde Türkiye’deki sanayi kuruluşlarının hemen hemen yarısı İstanbul’da toplanmıştır. İstanbul’da yakın yıllara kadar sanayi kuruluşları arasında besin endüstrisi birinci sırayı alıyordu. Son çeyrek yüzyıl içinde İstanbul sanayi etkinliklerinde görülen hızlı gelişme sonucunda hem sanayi kuruluşlarının sayısı artmış hem de sanayi kollarının ağırlık sırası değişmiştir. Günümüzde İstanbul imalât sanayiinde elektrikli aletler, madenî eşyalar ve bazı taşıt araçları birinci sıradadır. Kimya sanayii (boya, ilâç, kozmetik) ikinci sırayı alır. Dokuma sanayii (pamuklu, yünlü dokuma ve hazır giyim) onu izler. Deri ve ayakkabı sanayii de önemli bir yere sahiptir. Eskiden birinci sırayı alan besin endüstrisi şimdi beşinci sıradadır. İstanbul’da sanayi kollarının ağırlık sırası değişirken sanayiin yoğunlaştığı alanlarda da değişiklikler olmuştur. İstanbul’daki başlıca sanayi kuruluşları açısından Haliç’in iki kıyısı, Bakırköy-Kazlıçeşme çevresi Kadıköy-İzmit arasındaki kesim başta gelirken günümüzde bunlar her iki yakada da şehrin dışına çıkan ana eksenler çevresine taşınmıştır.

Ticaret etkinliği açısından da İstanbul’un ayrı bir yeri vardır. 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye ticaret sektöründe elde edilen gelirin yaklaşık % 40’ını İstanbul sağlamaktadır. Ülke çapında her türlü ticaret malının toplanıp dağıtıldığı ve bu mallar için yurt dışı bağlantılarının kurulduğu yer İstanbul’dur. Bunun sonucu olarak ülkemizdeki toptancı kuruluşlarının yaklaşık yarısı İstanbul’dadır. Ayrıca İstanbul Türkiye’deki bankacılık ve finans sektörü bakımından da çok önemli bir yere sahiptir. Turistik ticaretin de en çok geliştiği yer İstanbul’dur. 1995 yılında Türkiye’ye hava yoluyla gelen yabancıların üçte birinden fazlası (% 34,3) İstanbul’dan giriş yapmıştır.


Ulaşım sektörü açısından İstanbul çok önemli bir düğüm noktası oluşturur. Gerek Avrupa’dan (Sirkeci Garı) gerekse Anadolu’dan (Haydarpaşa Garı) gelen demiryollarının bitim noktaları bu şehirdedir. Aynı şey karayolları için de söz konusudur. İstanbul Limanı (Galata-Salıpazarı ve Haydarpaşa limanları) Türkiye’nin en işlek limanıdır. İniş ve kalkışların en yoğun olduğu uluslararası ve ulusal havalimanı olan Atatürk Havalimanı buradadır. 1998 Şubatında temeli atılan ve 2001 Ocak ayında hizmete giren Sabiha Gökçen Havalimanı da şehrin ulaşım sektörüne katılmıştır.

Bir kültür merkezi olarak çeşitli sanatsal ve kültürel etkinliklere sahne olan İstanbul aynı zamanda çok önemli bir eğitim öğretim merkezidir. Burada altısı devlet üniversitesi (İstanbul, İstanbul Teknik, Boğaziçi, Marmara, Mimar Sinan, Yıldız) ve on dördü vakıf üniversitesi (Bahçeşehir, Beykent, Doğuş, Fatih, Galatasaray, Haliç, Işık, İstanbul Bilgi, Kadir Has, Koç, Kültür, Maltepe, Sabancı, Yeditepe) olmak üzere yirmi üniversite eğitim yapmaktadır.

İstanbul şehrinin merkez olduğu İstanbul ili hem Avrupa hem de Asya toprakları üzerinde yayılır. Sadece iki ille komşu olan (doğuda Kocaeli, batıda Tekirdağ) İstanbul ilinin Marmara denizi ve Karadeniz’e kıyısı vardır.

Merkez ilçesi bulunmayan illerimizden biri olan İstanbul Adalar, Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Bakırköy, Bayrampaşa, Beşiktaş, Beykoz, Beyoğlu, Eminönü, Esenler, Eyüp, Fatih, Gaziosmanpaşa, Güngören, Kadıköy, Kâğıthane, Kartal, Küçükçekmece, Maltepe, Pendik, Sarıyer, Şişli, Tuzla, Ümraniye, Üsküdar, Zeytinburnu, Büyükçekmece, Çatalca, Silivri, Sultanbeyli ve Şile olmak üzere otuz iki ilçeye ayrılmıştır (bu ilçelerden son beş tanesinin tamamı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları dışındadır). 5196 km² genişliğindeki İstanbul ilinin 2000 sayımının geçici sonuçlarına göre nüfusu 10.037.989, nüfus yoğunluğu ise km²’ye 1932 kişi idi.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait 2000 yılı istatistiklerine göre İstanbul’un il ve ilçe merkezlerinde 2260, kasaba ve köylerde 431 olmak üzere toplam 2691 cami bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ahmet Hamdi, İstanbul Limanı, İstanbul 1929; Besim Darkot, İstanbul’un Coğrafyası, İstanbul 1938; a.mlf. - Metin Tuncel, Marmara Bölgesi Coğrafyası, İstanbul 1981, s. 119-122; Metin Tuncel, “Tarih Boyunca Türkiye’de Kent Kuruluşları”, Doğumunun 100. Yılında Atatürk’e Armağan, İstanbul 1981, s. 334-335; a.mlf., “Türkiye’de Kent Yerleşmelerinin Tarihçesine Toplu Bir Bakış”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 23, İstanbul 1980, s. 145, 146; Şeref Kayaboğazı, İstanbul ve Dolayı Coğrafyası: Tabii, Beşeri, İktisadi, İstanbul 1942; R. Stewig, İstanbul’da Çıkmaz Sokaklar (trc. Ruhi Turfan - M. Şevki Yazman), İstanbul 1966; Nephan Saran, İstanbul’da Gecekondu Problemi, İstanbul 1971; Erol Tümertekin, İstanbul Sanayiinde Kuruluş Yeri, İstanbul 1972; a.mlf., İstanbul’da Nüfus Dağılışı, İstanbul 1979; a.mlf., İstanbul İnsan ve Mekan, İstanbul 1997; a.mlf., “İstanbul’da Sanayi Faaliyetlerinin Bünyesi ve Türkiye Sanayiindeki Yeri”, İÜ Sosyoloji Dergisi, sy. 16, İstanbul 1961, s. 105-125; a.mlf., “İstanbul’un Merkezi İş Sahaları”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 16 (1967), s. 18-37; a.mlf., “İstanbul: Şehir ve Çevresinde Sanayi: Özellikler ve Dağılış”, a.e., sy. 17 (1970), s. 33-68; Kemal Karpat, The Gecekondu: Rural Migration and Urbanization, London 1976, s. 67; Semavi Eyice, “Tarih İçinde İstanbul ve Şehrin Gelişmesi”, Atatürk Konferansları VII: 1975, Ankara 1980, s. 89-182; Suna Doğaner, “İstanbul Limanı: Kuruluş, Gelişim ve İşlevleri”, İÜ Deniz Bilimleri Dergisi, sy. 8, İstanbul 1991, s. 115-145; a.mlf., “İstanbul’da Gemi İnşa Sanayii”, Türk Coğrafya Dergisi, sy. 28, İstanbul 1993, s. 65-116; a.mlf., “Türkiye Ulaşım Sistemleri Turizm ve Çevre İlişkileri”, İÜ Coğrafya Dergisi, sy. 6, İstanbul 1998, s. 9; Oktay Ekinci, İstanbul’u Sarsan 10 Yıl (1983-1993), İstanbul 1994; G. Schlumberger, Prens Adaları (trc. Haluk Çağlayaner), İstanbul 1996, s. 25; Hatice Kılıç, İstanbul’da Mahalle Bazında Nüfus ve Dağılışı (yüksek lisans tezi, 1996), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Yaşar Hacısalihoğlu, Küreselleşme Mekansal Etkileri ve İstanbul, İstanbul 2000; İ. Hakkı Akyol, “Coğrafî Hareketler”, DEFM, VII/4 (1930), s. 303-319; M. Dulgarian - E. Tümertekin, “The Population of Istanbul: Patterns and Changes”, Review of the Geographical Institute of the University of Istanbul, sy. 8, İstanbul 1962, s. 51-75; Besalet Pamay, “2000 Yılında İstanbul ve Rekreasyon”, İÜ Orman Fakültesi Dergisi, seri B, sy. 1, İstanbul 1975, s. 36; İsmail Yalçınlar, “İstanbul Halicinin Temizlenmesi ve Şehrin Gelişmesi Üzerine Notlar”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 20-21 (1974-77), s. 25-40; Sırrı Erinç, “İstanbul Boğazı ve Çevresi”, a.e., sy. 20-21 (1974-77), s. 1-23; a.mlf., “Jeoekoloji Açısından İstanbul Yöresi”, a.e., nr. 23 (1980), s. 279-290; Alaettin Tandoğan, “Türkiye Nüfus Hareketlerinde İstanbul’un Yeri”, Coğrafya Araştırmaları, I/1, Ankara 1989, s. 135-142.

Metin Tuncel





II. SANAT

Eski Eserler. İstanbul tarih boyunca değişik medeniyetlerin bıraktığı eserlerle süslenmiştir. Fakat zaman içinde topografyasında oluşan değişiklikler yüzünden kıyı şeritlerinin biçimleri ilk çizgilerinden çok farklı bir görünüm aldığı gibi yangınlar ve depremler de toprak tabakasının çok kalınlaşmasına yol açmıştır. Dolayısıyla eski devirlerin kalıntıları yerine göre 8-10 metrelik bir toprak örtüsünün altında kalmıştır. Ayrıca 1950’li yıllardan itibaren şehrin tarihî özellikleri hesaba katılmaksızın yapılan çalışmalar İstanbul’un pek çok eserinin tahribine yol açtığı gibi şehrin görünümünü de çok değiştirmiştir (İstanbul’daki tarihî yapıların birçoğu ve bazı önemli semtler ansiklopedide ayrı madde olarak alındığından burada özellikle sur içindeki yapılar ana hatlarıyla ele alınacaktır).

İstanbul’un İlkçağ’daki durumu ve surlarla ilgili bilgilerden ilk şehrin bugünkü Sirkeci, Alemdar Yokuşu’nun üst başı ve Ahırkapı çizgisinin doğusuna inhisar ettiği, şimdiki Sultanahmet Meydanı ve Divanyolu’nun sur dışında kaldığı anlaşılmaktadır. Kutsal merkezi teşkil eden ve meskûn bölgeyle bir duvarla ayrılan Akropolis’in de Ayasofya civarında olduğu sanılmaktadır. Roma İmparatoru Septimius Severus şehri batıya doğru biraz daha genişletmiş olup kara tarafı surları Sirkeci’deki Neorion’dan Çemberlitaş’a çıktıktan sonra biraz doğuya dönerek Marmara’ya kadar iniyordu. Hipodrom’un (Atmeydanı) yapımını da 203’te Severus başlatmıştır. Bu dönemlere ait adları bilinen birçok mâbed, hamam vb. yapılardan bugüne ulaşan olmamıştır. Roma dönemine ait günümüzde hâlâ ayakta duran eserlerden biri Sarayburnu’nda Sarây-ı Hümâyun’un dördüncü avlusu önündeki Gotlar sütunudur. Haliç’ten Marmara’ya doğru yeni bir sur yaptıran I. Konstantinos imparator sarayının (Büyük Saray) ilk bölümlerinin de inşasını başlatmıştır. Çeşitli yerlerden getirtip Hipodrom’u süslediği anıtlardan biri de bugün Sultanahmet Meydanı’nın ortasında görülen “burmalı direk” adlı tunç anıttır. Konstantinos, yeni kurduğu şehrin ortasında


Konstantinos Forumu (Phoros) denilen oval bir meydan yaptırmış ve ortasına da başka bir yerden getirttiği kırmızı porfir taşından yontulmuş parçalardan oluşan bir anıt dikmiştir. Aslında üstünde kendi heykeli de bulunan bu anıt, yangınlardan çok yıpranmış ve demir çemberlerle desteklenmek suretiyle Çemberlitaş adıyla günümüze kadar gelmiştir. Şehri kara tarafından kuşatan surlardan ise hiçbir iz kalmamıştır. Bu imparatorun oğlu Konstantinos zamanında Ayasofya’nın ilk yapısı tamamlatılmış, senatörlerden Philoxenus’un sarayının su sarnıcı günümüze Binbirdirek Sarnıcı olarak ulaşmıştır. İlkçağ boyunca İstanbul’da çeşitli imar faaliyetleri devam etmiş, I. Theodosios zamanında şehir batı istikametinde gelişme göstermiştir. Şimdiki Aksaray bölgesinde İstanbul’un en büyük meydanı olan Tauri Forumu inşa edilmiş, daha önce Hipodrom’u süslemek için Mısır’dan getirtilen III. Thutmosis’in dikili taşı da Atmeydanı’ndaki mevcut yerine dikilmiştir.

Ortaçağ’daki İstanbul’un görünüşünü ve anıtlarını tesbite yönelik olarak XVI. yüzyılda Pierre Gylli’den (Gyllius) beri günümüze kadar birçok araştırma yapılmışsa da şehrin bu dönemdeki topografyasında hâlâ aydınlanmamış birçok nokta kalmıştır. II. Theodosios’un batıdaki kara surlarını daha ileri almasıyla genişleyen şehir uzun zaman için hemen hemen nihaî çerçevesini almış oldu. Bu sırada 13 km²’lik bir alanı kaplayan İstanbul’un içindeki iskân edilmeyen boş alanlar fethe kadar hep öyle kalmıştır. IV. Haçlı ordusu İstanbul’u alırken (1203-1204) çıkan yangınlarda şehrin yarısına yakını tahrip olmuş, şehrin tekrar imarı ve bilhassa iskânı mümkün olmamıştır. Son yüzyıllarda şehrin iç kısımlarındaki mahallelerin çoğu boşalmış, bunların yerini etrafları bağ ve bahçelerle çevrili büyük manastırlar almıştır. Fethe yakın son dönemde yalnız kıyılarla şehrin orta ve doğu kesimleri meskûndu.

İlk ve Ortaçağ’lardan bugüne kadar gelen eski eserlerin başında surlar gelir. II. Theodosios zamanında 412-439 yılları arasında yaptırılarak sahil surlarına bağlanan kara tarafı surları, Tekfur Sarayı yakınındaki Blakhernai surlarına kadar Marmara’daki mermer kuleden itibaren 5630 m. uzunluğundadır. 447 yılı depremi başta olmak üzere birçok âfet ve muhasaradan zarar gören surlar defalarca tamir görmüştür. Theodosios devri suru kuzey ucuna dik olarak Haliç’e inerken 627’de Herakleios, daha sonra V. Leon (813-820) ve I. Manuel Komnenos’un (1143-1180) yaptırdığı ilâve ve değişikliklerle şimdiki halini almış ve Marmara’dan Haliç’e uzunluğu 6671 metreyi bulmuştur. Bu ölçü istimlâklerden önceki duruma göre verilen rakamdır. Yedikule, Topkapı ve Edirnekapı’da açılan büyük caddeler sebebiyle surun bazı bölümleri yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. 1955’lerdeki istimlâkler sırasında belediye, surlarla bir bütün teşkil eden hendeklerin içlerine moloz ve toprak doldurmak suretiyle surların bütünlüğünü yok etmiştir. XIX. yüzyıla kadar sağlam halde gelen Haliç tarafı surları süratle yok olmuş, Sarayburnu’ndan Bahçekapı’ya kadar olan kısmı 1871’de demiryolu inşa edilirken ortadan kaldırılmıştır. Haliç tarafı gibi Marmara tarafındaki surlar da 439’da kara tarafı surlarıyla birleştirilmişti. Arap donanması İstanbul’u kuşattığında en fazla tehdidi gören, VIII. yüzyılda da buzların tahrip ettiği bu surlar çeşitli zamanlarda tamir görmüş, son tamiri ise Sadrazam Nevşehirli İbrâhim Paşa tarafından 1723’te yaptırılmıştır. Bu surun uzunluğu 8460 metredir.

İstanbul’un su ihtiyacı, şehir dışındaki kaynaklardan toplanan suların kemerler ve yeraltı kanallarıyla surların içine getirilip yüksek noktalarda inşa edilen büyük havuzlarda biriktirildikten sonra yine kanallarla muhtelif yerlere dağıtılmasıyla karşılanıyordu. Şehir dışındaki birçok kemerden Mâzul Kemer ve Fatih ile Süleymaniye arasında yer alan Bozdoğan Kemeri bugüne ulaşmıştır. Zamanla düşmanlar tarafından tahrip edilen dış kanallar tamir edilemediğinden bu tesislerin yerini şehir içindeki kapalı sarnıçlar almıştır. Çok sayıdaki bu sarnıçlardan 224 sütunlu Binbirdirek Sarnıcı ile 336 sütunlu Yerebatan Sarnıcı günümüze ulaşmıştır.

XI. yüzyıla kadar imparatorların oturduğu, bugünkü Sultanahmet Meydanı’ndan Marmara’ya doğru uzanan Büyük Saray ile bu yüzyıldan sonra Bizans imparatorlarının oturmayı tercih ettiği şehrin kuzeybatısında Haliç’e hâkim bir noktada bulunan Blakhernai saray kompleksinden günümüze bazı izler kalmıştır. Bunun gibi surlara bitişik ve Türk devrinde Tekfur Sarayı olarak adlandırılan üç katlı yapı günümüze kadar ayakta kalabilmiş tek Bizans saray yapısıdır. Şehrin diğer bazı semtlerinde yapılan araştırmalarda da bazı saray kalıntılarına rastlanmıştır.

Kaynaklarda, Ortaçağ’da İstanbul’daki kilise ve manastırlara ait 500 kadar isim tesbit edilmişse de, bunların bir kısmının


aynı binanın ikinci yapısına ait olduğu ve bir kilisenin içindeki hücrelerin veya bitişiğindeki eklerin de ayrı ad aldığı düşünülecek olursa bu sayının gerçekte bu kadar çok olmadığı anlaşılır. İmparatorluğun son devirlerindeki yangınlar ve bakımsızlık yüzünden fetih arefesinde ancak elli kadar manastır ve kilisenin ayakta olduğu tesbit edilmektedir. 1453’ten sonra peyderpey bu manastırların kiliseleri cami, kâgir aksamları ve şapelleri mescid haline getirilmiş, muhtemelen ahşap olan manastır hücreleri ise zamanla ortadan kalkmıştır.

Cami haline getirilmiş kiliselerin en önemlisi Ayasofya’dır. Yedikule yakınında Samatya’da bulunan İmrahor İlyas Bey Camii 461’de yapılan Studios Manastırı’nın Hagios Ioannes Prodromos’a ithaf edilmiş kilisesidir. Sultanahmet’in alt tarafında sahilde olan Küçük Ayasofya ise Iustinianos’un yaptırdığı Hagios Sergios ve Hagios Bakkhos Kilisesi’dir. Yenibahçe’de Fenârî Îsâ Camii, Lips Manastırı’nın kilisesi olarak kuzeydeki X. yüzyıl, güneydeki XIII. yüzyıla ait bitişik iki kiliseden meydana gelmiştir. Lâleli’de Bodrum (Mesih Paşa) Camii’nin İmparator Romanos Lekapenos’un yaptırdığı Myrelaion Manastırı’nın kilisesi olduğu zannedilmektedir. Koca Mustafa Paşa Camii, eski temeller üzerine XIII. yüzyılın sonlarında yeniden yapılan Hosios Andreas Manastırı’nın kilisesidir. Ayvansaray’da Atik Mustafa Paşa (Câbir) Camii’nin ise eski adı bilinmemekle beraber IX. yüzyılda yapılan Hagia Thekla Kilisesi olduğu tahmin edilmektedir. Şehzadebaşı’ndaki Kalenderhâne Camii’nin de yapıldığı tarih kesin olarak bilinmeyen, fakat XI. yüzyılda adı geçen Akataleptos Manastırı’nın kilisesi olduğu yolunda bir faraziye ortaya atılmıştır. Ana imparatoriçe Anna Dalassena’nın XII. yüzyıl başlarında yaptırdığı Pentepoptes Manastırı’nın kilisesi Fatih civarındaki Eski İmaret Camii, XII. yüzyılda Komnenos sülâlesi tarafından muazzam bir manastıra ait olarak birbirine bitişik üç kilise halinde kurulan Pantokrator Manastırı’nın kilisesi de bugün Zeyrek Kilise Camii’dir. Edirnekapı yakınındaki Kariye Camii, eski bir tarihi olan Khora (Hora) Manastırı’nın XII. yüzyılda inşa edilen ve XIV. yüzyılda genişletilerek mozaiklerle süslenen kilisesidir. Çarşamba semtindeki Fethiye Camii, daha eski bir manastırın yerinde XIII. yüzyılda kurulan ve XIV. yüzyılda genişletilen Pammakaristos Manastırı’nın kilisesidir. Bugün Cibali’de Gül Camii olarak tanınan bina VII. yüzyıla ait Hagia Euphemia, Vefa’da Kilise Camii (Molla Gürani Camii) olarak tanınan bina ise eski adı meçhul, fakat esası XII. yüzyıla, dış holü XIV. yüzyıl başlarına ait bir kilisedir.

Küçük ölçüdeki eski kilise ve manastır kalıntıları da bulundukları semtler Türkler tarafından iskân edildikçe mescid haline getirilmiştir. Ancak bunların eski adları bilinmemektedir. Bu küçük binalardan bazıları 1894 depreminde veya son büyük yangınlarda harap olmuş, birkaçı da yeni imar faaliyetleri sırasında ortadan kaldırılmıştır. Çarşamba’da Ahmed Paşa Mescidi, Topkapı’da Manastır Mescidi, Cerrahpaşa’da İbrâhim Paşa (Esekapısı) Mescidi, Samatya’da Sancaktar Mescidi, Zeyrek’te Şeyh Süleyman Mescidi, Atatürk Bulvarı yanında Sekbanbaşı İbrâhim Ağa Mescidi (1943’te yıktırıldı), Şehzadebaşı’nda Balaban Ağa Mescidi (1932’de yıktırıldı), Ayakapı’da Şeyh Murad Mescidi (yıktırıldı) ve Sinan Paşa Mescidi, Karagümrük’te Odalar Mescidi ve Kefeli Mescidi, Ayvansaray’da Toklu İbrâhim Dede Mescidi (yıktırıldı), Alemdar’da Acem Ağa Mescidi, şehirdeki eski küçük kiliselerin veya manastır kalıntılarının mescide çevrilen ve bir kısmı yıktırılmış veya harap halde zamanımıza kadar gelmiş olanlarıdır. Adları bilinen, fakat yerleri belli olmayan Sekbanbaşı Ferhad Ağa (Zeyrek’te), Silivrikapı taraflarında Arabacı Bayezid, Baruthâne Mescidi, Karagümrük’te Şühedâ Mescidi, Haydarhâne (Saraçhanebaşı-Aksaray arasında) gibi Ayvansarâyî’nin kiliseden çevrildiğini söylediği diğer bazı mescidler varsa da bunlar zamanımıza kadar gelmemiştir.

Bizans devrinden beri Ortodokslar’ın elinde yalnız Fener’de XIII. yüzyıla ait Panagia Mukhliotissa Manastırı’nın kilisesi kalmıştır. Kilise olarak kalan binalardan Peribleptos Manastırı’nın kilisesi fethin ardından Ermeniler’e bağışlanmış, birkaç defa zarar gördükten sonra XIX. yüzyılda bir daha yandığında yerine yeni bir kilise inşa edilmiştir. Sulu Manastır denilen bu kilisenin yerinde bugün Surp Kevork Kilisesi bulunmaktadır. Drağman (Draman) civarındaki Hagios Nikolaos kilisesi de uzun zaman Boğdan voyvodalarının özel kilisesi olarak kullanılmıştır. Bugün mevcut Ortodoks kiliselerinin hepsi fetihten sonra yapılmış binalar olmakla beraber içlerinde birkaçı eski kiliselerin yeri üstündedir.

Ayasofya’dan sonra şehrin ikinci büyük kilisesi olan Hagia Eirene (Aya İrini) Kilisesi uzun zaman iç cebehâne olarak kullanılmış, XIX. yüzyılda müze haline getirilmişti. 1940 yılına kadar askerî müze olarak kullanılmış, günümüzde ise konser salonu olmuştur. Sultanahmet yakınındaki Hagia Euphemia Martyrionu ise ambar ve baruthâne olarak kullanıldıktan sonra harap olmuş, kalıntıları 1941’de bir kazı sonunda Adliye Sarayı’nın duvar dibinde ortaya çıkmıştır. Şehrin üçüncü büyük kilisesi olan ve VI. yüzyılda yeniden yapılan Hagioi Apostoloi (On İki Havâri) Kilisesi, fetihten az sonra çok harap bir halde olduğundan yıktırılarak yerine Fâtih Camii yapılmış, Sarayburnu ile Gülhane arasında bulunan Philanthropos, Georgios, Hodegetreia, Panakhrantos kiliseleri zamanla yok olarak yalnız temelleri ve mahzenleri kalmıştır. Soteros Philanthropos Kilisesi’nin surlardaki bodrum kısmının cephesi sahil yolunda İncili Köşk kalıntısının hemen yanında görülebilir.

Türk Dönemi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından harap, bakımsız ve oldukça boşalmış halde fethedilen şehrin yeniden iskânına ve imarına başlanılmıştı. Aynı zamanda İstanbul’un bir Türk-İslâm beldesi olduğunu belirtecek vakıf binalarının da hızla kurulduğu ve çoğaldığı dikkati çeker. Askerî Tesisler. Şehrin fethinden sonra surların tamir ettirildiği ve bu arada kara tarafında Bizans’ın Yaldızlıkapı dediği büyük tören kapısının iç tarafına kuleli bir duvarla Yedikule Hisarı adıyla bir iç kale meydana getirildiği görülür. Surlarda ise bazı kapıların, meselâ küçük Yedikulekapısı ve Edirnekapısı gibi Osmanlı devri içinde yenilendiği kemer biçimlerinden açıkça belli olmaktadır. Bazı Türk tamirlerine işaret eden birkaç kitâbe de mevcuttur.


Şehrin içinde iki yerde büyük yeniçeri kışlasının olduğu bilinmektedir. Bunlardan Fâtih Sultan Mehmed’in tesis ettirdiği Eski Odalar denilen Şehzadebaşı semtinde, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından kurulan ve Yeni Odalar adıyla tanınanı ise Yenibahçe’de Etmeydanı’nda idi. Yeniçerilerden başka Ayasofya’nın güney cihetinde denize doğru uzanan sahada Cebeciler Kışlası’nın da bulunduğu bilinmektedir. Bahriye Kışlası ise Kasımpaşa’da bulunuyordu. Kaptanpaşalık makamı olan bina asırlar boyunca çeşitli değişikliklere uğradıktan sonra Bahriye Nezâreti olarak yeniden yapılmış olup günümüzde hâlâ deniz kuvvetleri hizmetinde kullanılmaktadır. Divanhâne denilen bu binanın az ilerisinde, ortasında kubbeli büyük bir de camisi olan kare biçimli büyük kışla, Cezayirli Hasan Paşa’nın kaptan-ı deryâlığı sırasında 1197’de (1783) yaptırdığı Kalyoncu Kışlası’dır. Bu en eski kışla son yıllarda aynı planda, fakat yeni ihtiyaçlara uyacak şekilde yeniden yapılmıştır. Topçuların Galata cihetinde Tophane’de kışlaları olmasına karşılık top arabacılarının büyük bir ihtimalle Şehremini, Ahırkapı ve Tophane’de kışlaları vardı. Yeniçeri teşkilâtının kaldırılması üzerine Avrupa’daki benzerleri gibi bir ordunun kurulması teşebbüsüyle birlikte, devri için çok yeni ve ileri sayılabilecek mükemmellikte tarihî şehrin dışında büyük kışlalar inşa edilmiştir. Haliç sahilinde Hasköy’ün ilerisinde III. Selim tarafından inşa ettirilen Humbaracılar Kışlası bunlardan biridir. Bunların en muazzamı Selimiye Kışlası olup esası III. Selim devrine ait olmakla beraber II. Mahmud zamanında bir cephesi kâgire çevrilmiş, diğer üç cephesi Abdülmecid devrinde kâgir yapılmak suretiyle tamamlanmıştır. Türk ordusunun toplanma ve sefere çıkması sırasında padişahın ordunun geçit resmini seyrettiği büyük bir kışla da şehrin surları dışında yer alan Dâvud Paşa Kışlası’dır. Burada âbidevî vasıfta kâgir bir de köşk bulunmaktadır. Son devirlere ait kışlalardan Sultan Abdülaziz’in yaptırdığı Taksim’deki Topçu Numune Alayı Kışlası, Taksim gezisini açmak üzere 1940 yıllarında yıktırılmıştır. Maçka’daki, Abdülaziz’in bizzat çizdiği bir plana göre inşa ettirdiği ve on altı ayda biten silâhhâne İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından son yıllarda değiştirilerek kullanılmaktadır. Abdülaziz’in 1278’de (1861-62) yaptırdığı kitâbeli Gümüşsuyu Kışlası şimdi İstanbul Teknik Üniversitesi’ne (Makine ve Elektrik Fakültesi) aittir. Bu bina, Başbakanlık Arşivi’ndeki bir inşaat masraf belgesine göre Taksim’in arkasında 1270 (1853-54) yılında Abdülaziz tarafından yaptırılarak Mecidiye Kışlası diye adlandırılmıştır. Taşkışla ise bütün haşmet ve mimari güzelliğini belli edecek surette tamir edilerek İstanbul Teknik Üniversitesi’ne tahsis edilmiştir. Ayrıca II. Abdülhamid devrinde Yıldız Sarayı etrafında yapılmış kışlalar da vardır. 1306’da (1888-89) yapılan Orhaniye ve Ertuğrul kışlaları başlıca örneklerdir. Râmi Kışlası, Abdülhak Molla’nın yazdığına göre II. Mahmud tarafından Eyüp sırtlarındaki Râmi Çiftliği’nde yeniden inşa edilmiştir (1244/1828).

İstanbul içinde muhtelif askerî mühimmat ve teçhizat imalâthaneleri mevcut olduğu bilinmektedir. Fakat bu çeşit tesisler hakkında şimdiki halde yeter derecede bilgi toplanmamıştır. Sultanahmet’te, Kâğıthane’de, ŞehreminiTopkapı arasında, Kazlıçeşme-Bakırköy arasında ve Küçükçekmece gölü kuzeyindeki Âzatlı köyünde baruthânelerin kurulduğu bilinmektedir.

Fetihten hemen sonra ilk Türk tersanesi Marmara kıyısında eski Sofya Limanı’nda bulunuyordu. Fâtih Sultan Mehmed döneminin sonlarına ait bir İstanbul gravüründe burada bir kadırga yapıldığı açıkça işaret edilmiştir. Nitekim günümüzde hâlâ yaşayan Kadırga Limanı semt adı da bu ilk tersanenin bir hâtırasıdır. Fakat XVI. yüzyılın başlarından itibaren Kanûnî Sultan Süleyman döneminde tersane Haliç’in içine alınmış ve bütün Osmanlı tarihi boyunca burada gelişmiştir.

Şehrin içindeki tarihî askerî tesislerin en değerlisi, hiç şüphesiz Tophane semtine adını veren büyük top dökümhanesidir. Tamamen sınaî bir tesis olmasına rağmen âhenkli ve haşmetli bir mimari eser hüviyetinde olan bu yapının esası XVI. asırda kurulmuş ve şimdi üzerinde görülen kitâbeden anlaşıldığına göre III. Selim tarafından 1205’te (1790) tamir ettirilmiştir. Evvelce etrafında bir de Tophane Ocağı Kışlası bulunduğu bilinen bu dökümhanenin önüne cadde üzerine, XIX. yüzyıl içlerinde bâriz bir yeni Rönesans üslûbunda büyük bir tophane müşirliği binası inşa ettirilmişti. Sonraları Sanat Enstitüsü olarak kullanılan bu bina 1957’de yıktırılmıştır. Top dökümü son devirde Zeytinburnu’ndaki tesislerde yapılıyordu.

Saraylar. Şehir fethedildiğinde Fâtih Sultan Mehmed, ilk saray yeri olarak bugünkü Beyazıt ile Süleymaniye arasındaki araziyi (Tauri Forumu’nun bir kısmı) seçmiş ve şehrin ortalarındaki bu yerin etrafı duvarla çevrilerek tarihlere Sarây-ı Atîk-i Âmire (Eski Saray) adıyla geçen manzume inşa edilmiştir. Hayli geniş bir sahaya yayılan çeşitli köşklerden, müştemilât yapılarından ve hamam, mutfak gibi hizmet binalarından meydana geldiği anlaşılan bu manzumeden hiçbir iz kalmadığı gibi tertibi ve içindeki binalar hakkında da açık bilgi yoktur. XVI. yüzyılın ortasında


bu saraya ait arazinin bir kısmı üzerinde Süleymaniye Külliyesi inşa edilmiştir. Seraskerlik Dairesi olarak bu sarayın yerinde 1866’da yaptırılan bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının etrafını çeviren duvarların hemen hemen eski sarayın bahçe duvarlarının yerinde olduğuna ihtimal verilebilir.

Sarayburnu adı verilen şehrin birinci tepesinde kurulmuş olan bu sarayın (Sarây-ı Cedîd) arazisi yaklaşık 1400 m. uzunluğundaki bir sur ile çevrilmiştir. Sûr-ı Sultânî denilen bu duvarın 883’te (1478) yaptırıldığı bilinmektedir. İçindeki sahada 1472-1478 yıllarında başlayan ilk inşaat her devirde ilâvelerle genişleyerek, XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Edirne Sarayı’nın bir benzeri olan, onun tertibini, hatta kasır ve köşk adlarını tekrarlayan Yeni Saray 699.000 m²’lik bir alana yayılan kasır, köşk, devlet daireleriyle çeşitli saray halkına mahsus koğuş ve binalardan, birçok cami, kütüphane ve muazzam bir mutfaktan meydana gelmişti (bk. TOPKAPI SARAYI).

Osmanlı döneminin çeşitli biniş kasırları, yazlık sahilsarayları, güzel mesire saray ve köşkleriyle XIX. yüzyılda yapılan Avrupa saray taklidi sarayların hepsi surlar dışındaki bölgelerde inşa edilmiştir (bunlardan başlıcaları ansiklopediye madde olarak alınmıştır). Yine şehir dışında yalnız surların çok yakınlarında ufak çapta bir saray durumunda olan Dâvud Paşa Köşkü Osmanlı devrinin geç döneminde Dâvud Paşa Kışlası’nın içinde kalmıştır.

Büyük Külliyeler ve Selâtin Camileri. Fethi takip eden ilk günlerde şehrin en büyük kilisesi olan Ayasofya cami haline getirilmiş ve Fâtih Sultan Mehmed Vakfı olarak yeni icaplara intibak ettirilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed, şehrin Türkleşmesi ve yeniden iskânı için çalışmalar yapılırken ilk ihtiyaçları karşılamak üzere mevcut bazı Bizans kilise ve manastırlarından da istifade ederek bunları geçici bir süre için kullanmıştır. Ayasofya’nın bir külliye teşkil etmesi ancak zamanla ve muhtelif devirlerde çeşitli binaların eklenmesiyle olmuştur. Bu arada şehirdeki bazı Bizans yapıları cami, mescid, imaret-zâviye, medrese gibi yeni fonksiyonlar kazandırılarak kullanılmaya başlanmıştır. Fâtih Sultan Mehmed, bu dağınık tesisleri bir yerde toplamak üzere şehrin ortasında büyük bir külliye inşa tasavvurunu 867’de (1463) fiiliyata çıkarmıştır. Şehrin ilk büyük Türklük damgası olan bu muhteşem manzume, hemen hemen şehrin ortalarında tepelerden birinin üstünde ve Bizans’ın Ayasofya ile mukaddes kiliselerinden biri ve hayli harap olan On İki Havâri Kilisesi’nin yerinde kurulmuştur. İnşaatı 875’e (1470) kadar süren külliye yeni bir şehircilik anlayışının âbidevî bir belirtisi olmuştu.

Şehrin yeniden imarında büyük bir merkez teşkil eden ikinci büyük külliye ise II. Bayezid tarafından şehrin içerilerinde ve Eski Saray’ın önlerinde inşa ettirilen Beyazıt Camii ve etrafındaki müştemilâtıdır. İnşasına 906’da (1501) başlanarak 911’de (1505) tamamlanan caminin mimarı olarak Kemâleddin ve Hayreddin adları üzerinde durulmuş, son yıllarda yeni bir kaynağın yardımı ile mimarın adı Ya‘kūb Şah b. Sultân Şah olarak tesbit edilmiştir.

Şehrin üçüncü büyük selâtin camii ve külliyesi, Haliç’e hâkim bir tepe üzerinde Kanûnî Sultan Süleyman tarafından babası I. Selim için kurulan Sultan Selim Camii ve müştemilâtıdır. Arapça kitâbesinden anlaşıldığına göre caminin inşasını I. Selim emretmiş, fakat inşaat onun ölümünden sonra 929’da (1522) tamamlanmıştır. Kanûnî Sultan Süleyman tarafından, 950’de (1543) ölen oğlu Şehzade Mehmed için Mimar Sinan’a yaptırılan Şehzade Külliyesi 951 (1544) ile 955 (1548) yılları arasında inşa edilmiştir. Kitâbelerine göre önce türbe, 954’te de (1547) medrese yapılmıştır.

Kanûnî Sultan Süleyman’ın kendi adına Mimar Sinan’a yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi, şehrin büyük tesisleri arasında düzenlenişi bakımından belki en fazla dikkat çekici olanıdır. 957’de (1550) başlamış olan inşaat 964’te (1557) bitirilmiştir. Şehrin Haliç’e hâkim tepelerinden biri üzerinde kurulan Süleymaniye Külliyesi, böyle bir tesisin bütün güzelliğini çok uzaklardan belirtebilecek bir surette en uygun yerin seçilmesi ve bu yere külliyenin bütün binalarıyla âhenkli bir şekilde yerleşmesi sayesinde meydana gelmiştir.

İstanbul XVII. yüzyıl başlarında yeni bir âbidevî külliye ile daha süslenmiştir ki bu da Sultan I. Ahmed’in mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırdığı Sultan Ahmed Camii manzumesidir. İstanbul yarımadasının Haliç’e uzanan tepeler silsilesinde yüksekliklerin her biri daha önce inşa edilen selâtin külliyeleriyle taçlanmış olduğundan bu yeni tesis diğerlerinde olduğu gibi âbidenin haşmetine uygun bir yer seçilmesine dikkat edilerek Ayasofya ile aynı hizada ve Marmara’ya hâkim bir arazide kurulmuştur. Külliyenin inşası 1018’de (1609) başlamış ve 1026’da (1617) tamamlanmıştır.

Şehrin klasik üslûptaki son büyük külliyesi, Haliç kıyısında en büyük iskelelerden birinin başında inşa edilmiş olan Vâlide Camii veya halk arasındaki adıyla Yenicami’dir. Hemen surların iç tarafında ve buradaki yahudi mahallesinin istimlâkiyle açılan sahada yapılan bu büyük külliye inşasına, III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan tarafından Mimar Dâvud Ağa memur edilmişti. İnşaata 1006 veya 1007 (1597-1598) yıllarında başlanmış, fakat az sonra Mimar Dâvud Ağa ölmüş, Dalgıç Ahmed Çavuş tarafından devam ettirilen inşaat 1012’de (1603) III. Mehmed’in ölümü ve Safiye Sultan’ın Sarây-ı Atîk’e sürülmesi üzerine tamamen durmuştur. 1071 (1660) yangınında harap olan Bahçekapı semtini gezen Vâlide Turhan Sultan burada bitmemiş camiyi görünce burasını tamamlatmayı uygun görmüş ve inşaat Mimar Mustafa Ağa’ya havale edilerek 1071-1074 (1661-1664) arasında tamamlanmıştır.

İstanbul’un içindeki son büyük külliyelerden biri 1161’de (1748) I. Mahmud tarafından inşasına başlanan, bu padişahın ölümü üzerine 1169’da (1756) halefi III. Osman tarafından tamamlanan Nuruosmaniye Camii’dir. XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren sanata tamamen hâkim olan Avrupa sanat üslûpları burada kendini açıkça gösterir. Bir ucu yarım yuvarlak olan avlusunun şekli ve bilhassa, bütün tezyinatı ile Avrupa’da hâkim barok üslûbunun Türk mimarisine intibak ettirilmesi suretiyle meydana getirilen cami İstanbul’un yeni bir sanat zevkine işaret eden ilk büyük eserdir.

III. Mustafa tarafından 1173’te (1760) başlanarak 1177’de (1764) tamamlanan Lâleli Camii’nde Avrupa üslûbu yine hâkim olmakla beraber Nuruosmaniye’deki derecesinde değildir. Adını Lâleli Baba denilen bir velî türbesinden veya bazı belgelerde görüldüğü gibi lâleli çeşmeden alan bu külliye Mimar Mehmed Tâhir Ağa tarafından yapılmıştır. Caminin cadde üzerinde bir sebilinden başka yanında bir türbesi, Şehzadebaşı cihetine doğru uzanan sahada da medreseleri ve hanı vardır.

Şehir içinde inşa edilen selâtin külliyelerinin sonuncusu Lâleli Camii manzumesidir. Ondan sonra yapılan camiler Boğaz kıyılarında, yeni teşekkül eden mahallelerde veya yeni büyük tesislerin yanında yaptırılmıştır. I. Abdülhamid şehrin içinde


hayli geniş bir külliye kurmuştur. Bahçekapı’da Vâlide Camii’nin az ilerisinde bulunan bu külliye çok büyük ve güzel bir medrese, kütüphane, bânisinin türbesi, çeşme, cadde üzerinde bir sıra dükkân ve karşı tarafta büyük bir imaretle muhteşem bir sebilden meydana gelmişti. I. Abdülhamid esas büyük camisini şehrin dışında Boğaziçi’nin Anadolu kıyısında Beylerbeyi’nde 1192’de (1778) yaptırmıştır. Cami, vâlidesi Râbia Sultan adına Beylerbeyi Sarayı’nın Hırka-i Şerif Odası yerinde inşa edilerek 15 Ağustos 1778’de ibadete açılmıştır. Sultan Abdülmecid’in 1851 tarihinde yaptırmış olduğu Hırka-i Şerif Camii de tamamen Türk mimarisine hâkim olan Batı üslûbunda inşa edilmiş şehrin iç kısmında yer alan selâtin camisidir. Şehrin içinde yapılan son selâtin camisi 1871’de Pertevniyal Vâlide Sultan adına, her eski sanattan bir şeyler almak suretiyle karma üslûpta Montani adında bir İtalyan tarafından yapılan Aksaray Vâlide Camii’dir.

Küçük Külliyeler ve Vezir Camileri. Şehrin hâkim noktalarında kurulan büyük selâtin külliyelerinden başka Osmanlı hânedanı mensupları ve bilhassa devlet ileri gelenleri tarafından daha küçük ölçüde külliyeler de yaptırılmıştı. İstanbul’un içinde mevcut eski Bizans devrinin kilise ve manastır kalıntıları, Fâtih Sultan Mehmed devrinde ancak ilk ihtiyaçları karşılamak amacıyla, cami, mescid veya zâviye haline getirilmişti. Halbuki II. Bayezid zamanında devlet ricâli, şehrin çeşitli yerlerinde mâmur veya harabe halinde duran Bizans dinî yapılarını İslâmî ibadet yeri haline getirmekte âdeta yarışmışlardır. İmrahor İlyas Bey, Studios Manastırı Kilisesi’ni (İmrahor Camii), Fenârîzâde Ali Efendi, Lips Manastırı Kilisesi’ni (Fenârî Îsâ Camii), Sadrazam Koca Mustafa Paşa, Andreas’ın Krisei Manastırı Kilisesi’ni (Koca Mustafa Paşa veya Sünbül Sinan Dergâhı) ve belki Thekla Kilisesi olan diğer bir binayı (Atik Mustafa Paşa Camii), Kapıağası Hüseyin Ağa eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi’ni (Küçük Ayasofya Camii), Mesih Paşa eski Myrelaion Manastırı Kilisesi’ni (Bodrum Camii), Atik Ali Paşa, Khora Manastırı Kilisesi’ni (Kariye Camii) az veya çok değişikliğe tâbi tutmak, etraflarına bazı ilâveler yapmak suretiyle cami, mescid veya zâviye haline getirmişlerdir. Cami olarak kullanıldıkları sırada bu kiliselerden Zeyrek, Fenârî Îsâ ve Fethiye camilerinde Türk sanat tarihi bakımından bir değer ifade eden bazı değişiklikler yapıldığına da işaret etmek gerekir. XVI. yüzyılda mahalle aralarında kalmış önemsiz bazı kilise kalıntıları da mescid haline getirildikten sonra II. Selim zamanında, Euphemia-Theodosia Kilisesi Gül Camii, fetihten beri Patrikhâne Kilisesi olarak kullanılan Pammakaristos Manastırı Kilisesi de III. Murad devrinde Fethiye Camii adıyla cami haline getirilmiştir.

Şehrin fethinin arkasından devlet ricâlinin tamamen yeni temeller üzerine kurdurdukları ve Anadolu’da hâkim Türk mimari geleneğinin devamına işaret eden küçük külliyeler ve bunların merkezi olan camiler de az değildir. Şehirde vezirlerin tesis ettikleri ilk dinî yapıların başında yanlarında eski zâviye, hankahlar geleneğinden ilham alınarak inşasına devam edilen, gezgin dervişlere ve sûfîlere mahsus misafirhane odaları bulunan türdeki binalar gelir. Zâviyeli veya tabhâneli cami olarak adlandırılan bu şekil dinî binaların en eskisi Mahmud Paşa Camii’dir. Sadrazam Mahmud Paşa tarafından 867 (1462) yılında bir hamam, bir medrese, büyük bir han ve bânisinin türbesinden ibaret küçük bir manzume halinde inşa edilmiştir. Aynı örneğin daha sade bir tekrarı olan Aksaray’daki Murad Paşa Camii 874’te (1469-70) Sadrazam Has Murad Paşa tarafından yaptırılmış, yanına bir medrese ile bir de hamam tesis edilmişse de bunlardan medrese 1938’de, hamam da 1956’da yıktırılmıştır. Aynı yapıların İstanbul’daki üçüncü örneği, II. Bayezid devri sadrazamlarından Dâvud Paşa’nın 890’da (1485) yaptırdığı küçük külliyedir. Yanında bânisinin türbesinden başka bir medrese, bir mektep ve bir de mahkeme bulunan bu eserin cami olarak kullanılan esas binası tabhâneli cami örneğinin değişik bir tertibe göre uygulanışını gösterir. Aynı örneğin İstanbul’da dördüncü temsilcisi Rûmî Mehmed Paşa Camii’dir.

Kuvvetli bir ihtimalle, bu tertibe göre yapılmış bir başka zâviye-cami Şeyh Ebü’l-Vefâ için Fâtih Sultan Mehmed tarafından vakfedilen Vefâ Camii idi. Yanında bir halvethâne, Şeyh Vefâ’nın türbesi ve çok geniş bir hazîre de bulunan cami 1910 yılına doğru tamir edilmek üzere yıktırılmış ve son yıllarda yeniden inşa edilmiştir. Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camii, 917’de (1511) Şahkulu olayında şehid olan Ali Paşa tarafından 902’de (1496-97) en büyük ana cadde üzerinde bir cami, bir medrese ve içinde bânisinin kabri bulunan bir türbeden ibaret küçük bir manzume halinde inşa edilmiştir. Aynı Ali Paşa tarafından Edirnekapı yolu üzerinde, evvelce Zincirlikuyu denilen semtte yaptırılan diğer cami ise dikdörtgen biçimindeki bir harimin iki pâyenin yardımıyla altı eşit bölüme ayrılması ve bunların her birinin aynı büyüklükte birer kubbe ile örtülmesi suretiyle meydana getirilmiştir. 981’de (1573) kurulan Piyâle Paşa Camii’nde de aynı plan uygulanmıştır. Önünde ufak bir son cemaat yerini takip eden tek kubbe ile örtülü dört köşeli bir mekândan ibaret küçük camilerin de İstanbul’da daha geliştirilerek inşasına devam edildiği görülür. Nitekim Sultanahmet’te, II. Bayezid devri ricâlinden Fîruz Ağa’nın 896’da (1491) yaptırdığı cami bu hususta güzel bir örnek teşkil eder. Fîruz Ağa Camii’ni andıran diğer bir eser, Yenibahçe ile Fatih arasındaki alanda 1935 yılından sonra büyük ölçüde tamir gören Bâlî Paşa Camii’dir.

Mimar Sinan’ın İstanbul’da meydana getirdiği ilk küçük ölçüdeki külliye olan Haseki Hürrem Sultan manzumesinin camisi de esasında tek kubbeli mütevazi bir ibadet yeriydi. Kitâbesinden öğrenildiğine göre 945’te (1538-39) yapılan cami, I. Ahmed zamanında 1021 (1612) yılında mütevellisi Hasan Bey tarafından cemaatin kalabalık olmasından dolayı, sol yan duvarının kaldırılıp, buraya aynı büyüklükte yine kubbeli ikinci bir harimin inşası suretiyle genişletilmiştir. Nitekim az sonra çok yakınında Sadrazam Bayram Paşa tarafından bir medrese, bir cami ve sebille bâninin türbesinden ibaret küçük bir manzume daha inşa edilmiştir. Mimar Sinan’ın vezir camileri arasında sanat tarihi bakımından üzerinde durulmaya değer önemli bir eseri Silivrikapı’daki Hadım İbrâhim Paşa Camii’dir. Avlu kapılarında ve cümle kapısındaki manzum tarihlere göre 958’de (1551) yapılmış olan cami büyük zelzeleden sonra da tamir görmüştür. Mimar Sinan’ın eserlerinden Topkapı’da Sadrazam Ahmed Paşa Külliyesi 962’de (1555) bânisinin idamı üzerine yarım kalmış ve pek inandırıcı olmayan bir rivayete göre bânisinin halefi ve düşmanı olan Rüstem Paşa tarafından tamamlatılmıştır. Herhalde yakınları tarafından inşaatı bitirilen bu caminin avlusunun bir tarafı dershaneli bir medrese ile sınırlanmış, böylece avlu cami ile medresenin birleşmesi suretiyle tertiplenmiştir. Edirnekapı’da sur içinde Mimar Sinan tarafından, Kanûnî Sultan Süleyman’ın kızı ve Sadrazam Rüstem Paşa’nın zevcesi iken 1557’de ölen Mihrimah Sultan adına cami inşa edilmiştir. XVI. yüzyılın ikinci yarısındaki bu çeşit camilerin


çoğunda görüldüğü gibi burada da avlu bir medrese ile birleştirilmiştir. Külliyenin evvelce altmıştan fazla dükkânlı bir arastası olduğu bazı kemerli dükkân izlerinden anlaşılmakta, hemen yakınında hamamı bulunmaktadır. Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nin hangi tarihte yaptırıldığını gösteren bir tarih kitâbesi yoktur.

Mimar Sinan’ın selâtin külliyeleri dışında en muhteşem eserlerinden biri Tahtakale semtinde, cemaati kalabalık fakat karışık bir ticaret muhiti içinde Sadrazam Rüstem Paşa için yaptığı Rüstem Paşa Camii’dir. Burada da bir inşa kitâbesi bulunmadığından eserin kesin tarihini tesbit etmek mümkün değildir. Ancak bir vakfiyeden anlaşıldığına göre eser 968’e (1561) doğru yapılmış olmalıdır. Caminin çok yakınında yine Rüstem Paşa tarafından han (Çukurhan) ve Süleymaniye’ye doğru yükselen yamaçta bir medrese yapılmıştır.

Vezir camisi ve külliyeleri arasında Mimar Sinan’ın şaheserlerinden bir diğeri de Sultanahmet semtinin Marmara cihetinde Kadırgalimanı denilen yerde, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın zevcesi Esmâhan Sultan için yaptırılan Sokullu manzumesidir. Yokuş bir arazide çok ustalıkla yerleştirilen bu manzumenin avlusunu on altı hücreli ve dershaneli bir medrese çevreler ki burada bir defa daha medrese-cami tertibinin aynı avlu etrafında toplandığı görülür. Arka tarafta otuz hücreli bir de zâviye yaptırılmıştır. Üzerinde bulunduğu arazinin meyilli oluşundan dolayı kemerli ve merdivenli geçitler vasıtasıyla dışarısı ile bağlantısı sağlanan medresenin pencereli dış cephesinin altında dükkânlar bulunmaktadır. Esas şehirde Sinan’ın henüz hayatta olduğu bir sırada yapılan büyük bir cami de Eğrikapı ile Ayvansaray arasında duvarları üstünde denilecek kadar sura yakın bir yerde, Bizans devrine ait mahzen kalıntıları üstüne inşa edilen Kazasker İvaz Efendi Camii’dir. 993’e (1585) doğru yapıldığı tahmin edilen bu caminin başlıca özelliği üç taraftan etrafını saran, şimdi yalnız temelleri duran garip bir son cemaat yeri ile kıble duvarı köşesine bitişik minaresinin varlığı ve bilhassa giriş cephesinde büyük bir cümle kapısının olmayışıdır.

Mimar Sinan’ı takip eden ve klasik Türk mimarisini devam ettiren sanatkârlar İstanbul’u aynı üslûpta eserlerle süslemeye devam etmişlerdir. Mimar Dâvud Ağa tarafından Dârüssaâde Ağası Mehmed Ağa için Fatih’in batısında inşa edilen Mehmed Ağa Camii, 993’te (1585) yapılmıştır. Dâvud Ağa’nın eseri olduğu kesinlikle bilinmemekle beraber onun mimarbaşılığı devrinde yapılan Cedîd Nişancı Camii’nin inşası da Cedîd (Boyalı Mehmed Paşa) tarafından 992’de (1584) başlatılmış, tamamlanması dört yıl kadar sürmüştür. Sinan’dan sonraki Türk sanatının muhteşem ve âhenkli eserlerinden biri olan bu caminin hazîresinde bânisinin türbesi vardı. Mimarı bilinmeyen büyük bir âbide de yine Fatih ile Edirnekapı arasında bulunan Mesih Mehmed Paşa Camii’dir. Cephesinde mihraplar üstündeki kitâbesine göre 994’te (1586) inşa edilmiştir.

Adları verilen bu eserler, Mimar Sinan’ın arkasından gelen mimarların İstanbul’un imarında Mimar Sinan derecesinde başarılı olduklarını açıkça gösterir. Böylece Türk sanatının klasik dönemi Osmanlı Devleti’nin bu büyük şehrinde en mükemmel eserleriyle temsil edilmiştir. Kitâbesine nazaran 1002’de (1593-94) Cerrah Mehmed Paşa tarafından yaptırılan Cerrah Paşa Camii’nin de mimarı meçhuldür. Yanında bânisinin türbesinden başka bir çeşmesi, Gevher Sultan adına bir medrese ve bir de hamam bulunduğuna göre Cerrah Paşa Camii de şehrin bu köşesinde ufak çapta bir manzume teşkil ediyordu. Hamam son yıllarda yıkılarak ortadan kaldırılmıştır.

Bundan sonra şehrin içinde büyük ölçüde vezir camisi pek nâdir olarak inşa edilmiştir. XVII. yüzyılda daha çok büyük bir medrese ve sıbyan mektebiyle birleşen, nisbeten ufak ölçüde, ekseriyetle minaresiz mütevazi camiler inşasına doğru gidilmiştir. Böyle büyük bir medrese ile bir caminin birleşmesi suretiyle meydana getirilen cami-medrese tertibinin daha eski örneği olarak Mimar Sinan’a Yenibahçe’de, Kanûnî Sultan Süleyman’ın babası I. Selim için yaptırdığı Sultan Selim Medresesi ve Camii zikredilebilir. Fatih’te Hâfız Ahmed Paşa Külliyesi de bu bakımdan zikredilmeye değer. Umumiyetle şehrin ana caddesi üzerinde sıralanan Köprülü, Çorlulu Ali Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Seyyid Hasan Paşa, Damad Nevşehirli İbrâhim Paşa, Amcazâde Hüseyin Paşa medreselerinde bu tertibin uygulanışı ile karşılaşılır. 1158’de (1745) Dârüssaâde Ağası Hacı Beşir Ağa için Bâbıâli yakınında yaptırılan külliyede de medrese-cami tertibi görülür. Birçok hayrat bırakan Beşir Ağa burada mütevazi minareli, kubbeli ve istisnaî olarak derin son cemaat yerine sahip bir cami, sebil ve çeşme, zengin bir kütüphaneden başka bir medrese ile bir tekkeden ibaret oldukça geniş bir külliye meydana getirmiştir. Kaptanıderyâ İbrâhim Paşa için şimdiki İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin yanında 1120’de (1708) yapılan cami yine küçük bir manzumenin merkezi olmakla beraber basit mimarili, sakıflı bir mescid vasfını taşır.

XVIII. yüzyılda Türk sanatının Avrupa barok üslûbunun tesiri altına girişini gösteren mahdut sayıda bazı müstakil camiler de mevcuttur. Bunların başında Şeyhülislâm İsmâil Efendi’nin 1724’te yaptırdığı Çarşamba semtindeki cami gelir. Yapı, altında mağazalar bulunan çok yüksek bir bodrum üzerine fevkanî olarak inşa edilmiştir. Vezir külliyeleri arasında bir selâtin külliyesi ölçüsünde olan önemli bir eser, Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa’nın 1146-1147 (1733-1734) yılları arasında inşa ettirdiği büyük cami ve müştemilâtıdır. Sultan III. Ahmed’in kızı Zeynep Sultan tarafından 1183’te (1769) Ayasofya semtinde yaptırılan tek kubbeli cami ise Türk mimarisine iyice yerleşen barok üslûbunun kuvvetle kendisini hissettirdiği bir eserdir. Şehrin son orta büyüklükteki camisi şimdi Manifaturacılar Çarşısı içinde kalan Şebsafâ Kadın Camii’dir; I. Abdülhamid’in zevcesi Fatma Şebsafâ tarafından 1787’de yaptırılmıştır. Aslında kısmen fevkanî iken önündeki cadde


kotunun yükseltilmesi sonunda altındaki dükkânlar gömülmüş, yanları çeşmeli barok üslûplu mermerden müzeyyen avlu kapısı sökülerek yükseltilmiştir. Bundan sonra artık şehrin içinde kayda değer büyük cami yapıldığı görülmemektedir. Yalnız tek istisna bir selâtin camisi olan ve 1851’de yapılan Hırka-i Şerif Camii’dir. Şehrin içinde, aslında daha eski camilerin yenilenmesi suretiyle tekrar yapılan Mercan Yokuşu başında Âlî Paşa, Sultanahmet’te Fuad Paşa, Eminönü’nde Hidâyet camileri de bu devirde hâkim olan garip üslûbun son örnekleri olarak gösterilebilir.

Küçük Camiler ve Mahalle Mescidleri. Fethin hemen arkasından kurulan yeni mahallelerde küçük mescidler inşasına da başlanmıştır. Bunların arasında bazı eski Bizans kiliseleri veya kilise kalıntıları da vardır. XV-XVII. yüzyıllar içinde birçok kilise yıkıntısı veya manastırdan kalmış kısımlar mescid haline getirilmiştir. Bunlardan Ayasofya yakınında yalnız Acem Ağa (Lala Hayreddin) Mescidi’nin Bizans devrinin mühim yapılarından eski Khalkoprateia Kilisesi olduğu bilinir. Topkapı’da Manastır (Mustafa Çavuş), Samatya’da Sancakdar Hayreddin, Zeyrek civarında Şeyh Süleyman, Ayvansaray’da Toklu İbrâhim Dede, Fener’de Kaptan Sinan Paşa, Cerrahpaşa’da Esekapısı (İbrâhim Paşa), Çarşamba’da Hırâmi Ahmed Paşa, Karagümrük’te Kefeli ile Kasım Ağa mescidlerinden başka birkaç kiliseden çevrilme mescid daha vardır ki eski şekilleri bilinmediği gibi bugün izleri de kalmamıştır. Buna karşılık 1930’da kaldırılan Lâleli’de Balaban Ağa ve 1943’te yıktırılarak son enkazı 1955’te yok olan Atatürk Bulvarı’nda Sekbanbaşı İbrâhim Ağa ve Karagümrük’te 1919’da yanan Odalar (Kemankeş Mustafa Paşa) mescidleri bir dereceye kadar tesbit edilebilmiştir.

Küçük mescidler başlıca iki örnek halinde inşa edilmiştir. Bazıları küçük bir mekânı örten temelden Türk eseri olan tek kubbeden ibarettir; bazıları ise daha mütevazi bir şekilde sadece ahşap çatı ve kiremitle örtülmüştür. Bunların arasında sanat değerleri yüksek, âdeta mescid mimarisi bakımından şaheser sayılabilecek bazı misaller mevcuttur. Unkapanı’nda Yavuz Er Sinan, Uzunçarşı başında Yavaşça Şahin, Fatih’in Haliç tarafında Yarhisari küçük ölçüde olmakla beraber kubbeli mescidlerdir. Son yıllarda ihya edilen bu eserlerden sonuncusunun iki kemerli son cemaat yeri bilhassa zikre değer. Hazîrelerinde gömülü olan şahıslar bakımından dikkati çeken birkaç mescid de vardır. Fatih civarında Manisalı Mehmed Paşa Mescidi bir örnek teşkil eder. Yine bunlardan Fatih’te Kumrulu Mescid hazîresinde Fâtih Camii mimarı Sinân-ı Atîk’in mezar taşı vardır. 1956-1960 istimlâkleri sırasında ortadan kaldırılan diğer küçük camilerden biri Şehzadebaşı’nda Mimar Ayas Mescidi, diğeri de Manifaturacılar Çarşısı yerinde bulunan ve hazîresinde ilk İstanbul kadısı Hızır Bey’in mezarı olan Voynuk Şücâüddin Mescidi idi. Langa’da Abdullah Ağa Camii Fîruz Ağa Camii’nin benzeri tek kubbeli, klasik üslûpta bir yapı iken gereksiz olarak 1937 yılına doğru yıktırılmıştır.

XV. yüzyılda yapılan mescidlerden ilk şeklini günümüze kadar koruyabilenler son derece azdır. Tahtakale’de fevkanî Timurtaş Ağa Mescidi, bir köşesinde çıkmalı bir baca şeklindeki minaresiyle bilhassa değerli bir eserdir. Fâtih Sultan Mehmed devrine ait, Saman Emini Sinan Ağa’nın yaptırdığı Süleymaniye’de Samanveren Mescidi, çatılı bir bina olmakla beraber duvarlarının zarif taş ve tuğla işçiliğiyle minaresindeki tuğla süsler bakımından güzel ve istisnaî bir eserdir. Fâtih devrinde Topçubaşı İlyas Ağa’nın hayratı olan Balat’ta Yatağan Mescidi bu adı mezarı orada bulunan bir yatırdan almıştır. Bu mescidin üzeri kiremitli oluşuna karşılık içinde itinalı bir işçilikle tezyin edilmiş ve işlenmiş ağaç bir mahfel bulunmaktadır ki şimdiki halde bu devre ait bilinen tek örnektir.

XVI. yüzyılda mescid mimarisi de Türk sanatının diğer sahalarına uygun olarak gelişmiştir. Haliç sırtlarında Hacı Hasan Mescidi, bilhassa çok eski Türk minarelerini hatırlatan gövdesi baklavalı bir süslemeye sahip minaresiyle dikkate değer. Şehzadebaşı’nda Mısır Kadısı Emin Nûreddin tarafından yaptırılan ve son yıllarda ihya edilen Burmalı Mescid de çok mütevazi mimarisinde tesirli bir güzelliğe sahiptir; minaresinin gövdesi helezonî bir şekilde kıvrılan kavisli çubuklar halindedir. Böyle bir minare inşası için hususi sûrette tuğla yapılması icap ettiğini düşünmek küçük camilerde yeknesaklıktan kurtulmak için ne derece gayret sarfedildiğini açıkça belli eder. Aynı derecede alâka çekici bir mescid de 1956’ya kadar Vatan caddesinin surlara yakın ucunda bulunuyordu. Hiçbir iz bırakılmaksızın kaldırılan Yenibahçe (Hoca Attar Halil Ağa) Mescidi’nin inşası kadar mimarisi de istisnaî idi. Esasında Fâtih devrinde Tahtakale’de inşa edilen bu küçük ahşap mescidin arsasını beğenen Rüstem Paşa


mescidi söktürerek yerine Mimar Sinan’a meşhur camisini inşa ettirmiş ve mescidin enkazını da İstanbul’un her devrinde ücra bir semti sayılan Yenibahçe’nin nihayetinde bir yere kurdurmuştur. Bir avlu içinde olan küçük ahşap mescidin minaresi binadan uzakta, avlunun iki cadde arasında bir köşe teşkil eden çok güzel bir çifte çeşmenin üzerine oturtulmuş bir şerefe ve külâhtan ibaretti. Çeşmelerden birinin arkasından çıkan düz bir merdiven bu minareye irtibatı sağlıyordu. Minberminare denilen bu minare çeşme ve mescidle ortadan kaldırılmıştır. Mimar Sinan’ın kendi adını yaşatmak amacıyla Yenibahçe’de inşa ettiği mescid de plan tertibi ve minaresi bakımından benzeri olmayan bir eserdi. Mimar Sinan daha büyük ölçüde üzeri kiremitli mescidler de yapmıştır. Bunlardan dış mimarisi itibariyle en güzellerinden biri, henüz ihya edilmişken 1957’de tamamen yıktırılan Çapa’da Kazasker Abdurrahman Efendi Mescidi’dir. Aynı devrin böyle kiremitli ve enine uzanan bir mekândan ibaret bir mescidi de Şehremini’nde yine Sinan’ın eseri olan Odabaşı Mescidi’dir. Önceki misalde olduğu gibi bunda da duvarlar muntazam taş ve tuğla şeritleri halinde örülmüş geniş bir saçaklı ahşap çatı caminin üstünü örtmüştür. Aynı mimari hususiyetlere sahip başka bir mescid ise Mimar Sinan tarafından 970’te (1562) Balat’ta inşa edilen Ferruh Kethüdâ Mescidi’dir. Aynı mimarın İstanbul’da ufak ölçüde cami ve mescidlerde çok sayıda tatbik ettiği anlaşılan bu plan tertibinin bir tekrarı ile Yedikule’de Hacı Evhad Camii’nde karşılaşılır. Kitâbesinden anlaşıldığına göre 993’te (1585) yapılmıştır. Âhenkli nisbetleri olan mescid, çok uzun yıllar harabe halinde durduğundan duvarlarını süsleyen çiniler tamamen sökülerek çalınmış, malakârî tezyinattan da az parçalar kalmıştır ve ancak 1945’te ihya edilebilmiştir. Kalan izlerden içerisinin itinalı bir şekilde süslenmiş olduğu tahmin edilebilen bu mescidin evvelce tavanının da içeriden ahşap kubbeli olduğuna ihtimal verilebilir. Nitekim aynı devirden, iç tezyinatını tamam bir halde bütün ihtişamıyla muhafaza edebilmiş iki mescid günümüze kadar gelebilmiştir. Bunlardan biri Hekimoğlu Camii’nin ilerisinde bulunan Ramazan Efendi Mescidi’dir. Mimar Sinan tarafından 994’te (1586) Hacı Hüsrev Ağa için yapılan ve aslında Bezirgânbaşı Camii olarak tanınırken bitişiğindeki tekkenin şeyhinin adını alan bu mescid her bakımdan Türk sanatının şaheserlerindendir. Tarih kitâbesi şair Sâî Mustafa Çelebi’nindir. Bina da Mimar Sinan’ın ölümünden pek az önce yapıldığına göre onun son eserlerindendir. Avlusunda çok küçük fakat sanatkârane bir şadırvan bulunmakta, basit harimi ahşap bir çatı örtmektedir. Ancak bu mescidin en hârikulâde tezyinatını iç duvarlarını kaplayan çiniler teşkil eder. Burada ayrıca kalem işi nakışlar da tesbit edilmiştir. Aynı derecede muhteşem bir iç mimariyle Topkapı dışında 1000 (1592) yılında Takyeci (Arakiyeci) İbrâhim Ağa tarafından yaptırılan mescidde de karşılaşılır. Burada bütün duvarlar, bir sürahiden fışkıran çiçek ve yapraklar veya büyük tezyinî başka bitkilerle süslü çinilerle kaplıdır. Mermer minber de aynı derecede itinalı işlenmiştir. Kiremitli çatı boşluğunda gizlenmiş ahşap bir kubbe harimin tavanını teşkil eder. Ayrıca içerideki ahşap aksam üzerinde çinilerin resim ve renklerine uygun renkli nakışlar mevcuttur.

Sonraki yüzyılların mescidleri arasında cazip özellikleriyle dikkati çeken örnekler mevcuttur. Zarif baca şeklinde bir minareye sahip Karagümrük’te Derviş Ali Mescidi barok üslûbun uygulandığını gösterir. Cümle kapısı üstünde yükselen ve benzeri olmayan minaresiyle mimari bakımdan bir yenilik ortaya koyan Altımermer civarında Tulumcu Hüsam Mescidi 1945’te yıktırılmıştır. İstanbul’un XIX. yüzyılda yapılan ve devrinin üslûbunun çok güzel bir örneği olan nâdir mescidlerinden biri de Tekfur Sarayı karşısında Âdilşah Kadın Mescidi idi. 1805’te yaptırılan ve mescid mimarisinde “empire” üslûbunun uygulanmasını gösteren bu çok zarif eser, lüzumsuz olarak temele kadar yıktırıldıktan sonra her ne kadar ihya edilmişse de eski zarifliğine kavuşamamıştır. Unkapanı’nda esası Mimar Sinan’ın iken ampir üslûbunda XIX. yüzyılda yapılan Süleyman Subaşı Mescidi de yıktırılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısı içinde bazı eski mescidler, o sıralarda hâkim sanat zevklerine göre ya tamamen tahrif edilerek çirkin bir şekilde yenilenmiş (Lâleli’de Yâkub Ağa, Beyazıt’ta Kaliçeci Hasan vb.), yahut da garip üslûplarda yeniden inşa edilmiştir. Bu hususta, vilâyet yanındaki Nallı Mescid ile garip bir neogotik üslûpta yenilenen Sultanhamamı’nda Hacı Köçek Mescidi ve Büyük Postahane arkasında 1911’de yenilenirken eski Türk sanatı uygulanmak suretiyle yapılmak istenen Hubyar Mescidi ve Mercan Yokuşu başında Âlî Paşa Mescidi birer örnek olarak anılabilir. 1956-1960 istimlâkleri sırasında yıktırılan Aksaray’daki Şîrmerd Çavuş Camii’nin hâtırasını yaşatma gayesiyle karşı sırada yapılan yeni binanın ise Türk mimari üslûbunda klasik üslûbu taklit eden kubbeli bir küçük cami olduğu görülür.

Eski ahşap mahalle mescidlerinden hemen hemen şehir içinde hiçbir örnek kalmamış gibidir. Eminönü’nde Arpacılar Mescidi oldukça belirli bir empire üslûbu gösteren nâdir bir eser sayılabilir. Son yıllarda bazıları sebepsiz (Sarayburnu’nda Yedekçiler, Atatürk Bulvarı yakınında Voynuk Şücâüddin, Aksaray’da Oruç Gazi ve İsmâil Ağa, Unkapanı’nda köprü başında Süleyman Subaşı, Tekfur Sarayı’nda Âdilşah Kadın, Lâleli’de Mimar Hayreddin, Beyazıt-Lâleli arasında Çoban Çavuş, Langa’da Abdullah Ağa [Langa] Camii gibi), bir kısmı ise cadde açmak veya arsasından istifade etmek amacıyla yıktırılan birçok mescid vardır: Bâbıâli karşısında Fatma Sultan, Eminönü meydanında Arap Mehmed Paşa, Atatürk Bulvarı’nda Revâni Çelebi, Papazoğlu, Yahyâgüzel (Hoca Teberrük), Karagöz (Baba Hasan), Alemî, Fîruz Ağa, istasyon karşısında Sirkeci mescidleri gibi. Ayrıca cami ve mescidlerin tasnifi hakkındaki tâlimatnâmeden cesaret alınarak kadro dışı bırakılan birçok mescid bu tarihten itibaren zaman zaman satışa çıkarılmış veya kiraya verilmiş, bunların bir kısmı yeni sahiplerince yıktırılmıştır (Haraççı, Kabasakal, Hoca Ali, Tüfekhâne, Servili, Pirinççi Sinan, Öküz Mehmed Paşa, Yolgeçen, Hacı Ferhad, Sinan Ağa, Dibek, İlyas Çelebi mescidleri gibi). Çoğu kaybolan bu mescidlerin satış ilânlarını 1930-1950 yılları arasındaki İstanbul gazetelerinde bulmak mümkündür. Deprem, yangınlar ve bakımsızlıktan harap olan mescidler arasında son yıllarda ihya edilenler de vardır. Bu suretle tekrar ibadete açılan mescidlere misal olarak Bayezid Ağa, Altay, Seyyid Ömer mescidleri gösterilebilir. Pek yanlış şekilde ihya edilenler de vardır ki Fatih’te Emîr Buhârî Tekke ve Camii, Cağaloğlu’nda Cezerî Kasım Paşa Camii bunlar arasındadır.

Namazgâhlar. Basit bir alçak duvarla sınırlanmış çimenli toprak bir sahadan ibaret olan namazgâhlar bugün son derece azalmıştır. Bunların mihrap yerini tutan sade bir kıble taşı ve sahayı gölgeleyen bir veya birkaç ağacı olduğu gibi yanlarında bir de çeşme bulunur. Umumiyetle namazgâhlar şehrin çevresindeki mesire yerlerinde ve şehirden çıkan yolların


üzerinde kurulmuştur. Şehrin içinde tarihe geçmiş bir namazgâh Sultanahmet Meydanı’nın kenarında İbrâhim Paşa Sarayı’nın sırasında bulunuyordu. XVI. yüzyılda burada idam edilen ve Oğlan Şeyh olarak anılan Melâmî tarikatından İsmâil Ma‘şûkī ile ilişkili olan bu namazgâh Üçler Namazgâhı olarak biliniyordu. Matrakçı Nasuh’un İstanbul minyatüründe bu namazgâh gayet açık olarak işaretlenmiştir. Daha sonra aynı yere bir cami inşa edilmişse de bu da XIX. yüzyıl içinde bir yangının ardından ortadan kaldırılmıştır. Şehrin içinde çok istisnaî bir tertibe sahip bir namazgâh ise Kadırgalimanı’nda Cinci Meydanı (Cündî Meydanı) denilen yerde, III. Ahmed’in kızı ve Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın zevcesi Esmâ Sultan için 1779’da yaptırılan meydan çeşmesinin üstünde bulunmaktadır. İki taraflı olan bu çeşmenin haznesinin üstüne bir merdivenle çıkılmakta ve burası böylece bir namazgâh vazifesi görmekte idi.

Zâviye, Hankah ve Tekkeler. İstanbul’un dinî yapıları arasında tanınması gereken ve bir grup oluşturan dergâh ve tekkeler XX. yüzyılda faaliyetleri durdurulunca istisnasız olarak yıkılmaya bırakılmıştır. Bunlardan ancak sınırlı sayıda bir kısmı mahalle camisi veya mescidi olarak vazife görmeye devam edebilmiştir. Son şeyhlerinin tasarrufunda kalan tekke binalarının büyük ekseriyeti yavaş yavaş özel mülkiyete geçerek satılmış, yıkılmış ve ortadan kalkmıştır. Günümüzde şehrin muhtelif yerlerinde mahalle aralarında görülen metrûk küçük hazîrelerin bir kısmı evvelce burada mevcut olan yıkılmış tekkelerin son hâtıralarıdır. Bazı tekkelerin de şeyh meşrutaları olan büyük ahşap konaklar bugün görülebilmektedir.

İstanbul’un büyük tekkelerinin en önemlisi Yenikapı Mevlevîhânesi sayılabilir. Bu tekke iki yangın geçirerek mahvolmuştur. Mevlevî tarikatına ait bir tesis de Çarşamba ile Fener arasındaki yamaçta kurulmuş bir mesnevihâne idi. XIX. yüzyılın başlarında inşa edilmiş olmakla beraber Avrupa barok mimari üslûbunun Türk sanatına yerleşmesinin güzel bir örneği olan Yedikule’de Fevziye Camii yanındaki Küçük Efendi Dergâhı da 1957’de yanmış, cami beden duvarlarıyla ihya edilmiştir. Yine XIX. yüzyılın bir eseri olmakla beraber cadde üzerindeki sebilli mermer cephesi güzel bir empire üslûbu gösteren Aksaray’da Oğlanlar Tekkesi 1957 istimlâkleri sırasında ortadan kaldırılmış, fakat sebil cephesinin taşları toplanarak o civardaki Murad Paşa Camii avlu duvarı dibinde 1964’te yeniden kurulmuştur. Son yıllarda mevcut kalıntılarından bir kısmı kurtarılan çok eski ve tarihî değeri büyük tekkelerden biri de Salkımsöğüt’te (Sirkeci) Aydınoğlu Dergâhı’dır. Esası II. Bayezid devrine kadar inen bu dergâhın asıl binası 1960’ta yıkılmış, fakat en eski kısmı olan türbesi, dış duvarları, avlusundaki mezarlar ve ağaçları muhafaza edilmiştir. Silivrikapı iç tarafında esası Fâtih Sultan Mehmed devrinde Topçubaşı Bâlâ Süleyman Ağa tarafından kurulan Bâlâ Tekkesi de şimdiki haliyle XIX. yüzyıla ait bir manzumedir. Kitâbesine göre saraylı Sazkâr Kalfa tarafından 1862’de ve 1894 depreminden sonra Âdile Sultan tarafından bu şekliyle ihya edilmiştir. II. Abdülhamid devrinde 1892 ve 1895 yıllarında bilhassa Pereste Kadın tarafından bu manzumeye hususi bir güzellik veren çeşme ve sebiller yaptırılmıştır. Türk sanatına barok üslûbunun ilk sızması sıralarında yapılan Bâbıâli karşısındaki Hacı Beşir Ağa manzumesinin bir parçası olan büyük tekke birkaç yıl önce yanmış, sadece harabesi kalmıştır. Daha sonra bu harabe restore edilmiştir. Yine aynı yerde defterdarlığın modern binasının yerinde Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın zevcesi Fatma Sultan’ın camisi vardı. Bunun da bitişiğinde Gümüşhaneli Dergâhı olarak bilinen bir tekke mevcuttu. İstanbul’da Bayramî, Bedevî, Celvetî, Cerrâhî, Gülşenî, Halvetî, Kādirî, Mevlevî, Nakşî, Rufâî, Sâdî, Sinânî, Sünbülî, Şâbânî, Şâzelî, Uşşâkī tekkeleri bulunmaktaydı.

Türbeler. İstanbul’da halk tarafından ziyaret edilen ve menşeleri muhtelif olan bazı evliya türbeleri vardır. Bunların bir kısmı, Bizans devrinde İstanbul’u muhasara eden İslâm ordusu ile gelerek şehid düşen sahâbelerle ilgilidir. Bir kısmı da makam veya meşhed olmak üzere fethi müteakip inşa edilmiş veya daha geç dönemlerde meydana getirilmiştir. İstanbul’un, Bizans devrinde şehid düştüğü kabul edilen müslümanlar içinde hâtırası en fazla kutsiyete sahip olan sahâbe türbesi, yerleşmiş bir kanaate göre VII. yüzyıldaki bir kuşatma sırasında İstanbul’a gelen ve mezarı Akşemseddin tarafından keşfedilen Ebû Eyyûb el-Ensârî’dir. Sahâbe türbelerinin çoğu Ayvansaray bölgesinde toplanmış olup sur kapılarına yakın böyle türbeler mevcuttur. Mimarilerinden anlaşıldığına göre XIX. yüzyıl başlarında Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Binalar çok sade bir empire üslûbu gösterir. Genellikle taş söveli dikdörtgen pencerelerinde baklava şeklinde kafes teşkil eden demir parmaklıklar bulunmaktadır.

Ziyaret yerlerinin ikinci bir zümresi “ni‘me’l-ceyş” denilen fetih şehidlerinin kabirleridir. İstanbul muhasarasına katıldıkları söylenen bu şahısların tarihî hüviyetleri pek bilinmemekte ve hayatları efsaneleşmiş bir şekilde anlatılmaktadır. Şehrin çeşitli mahalle ve semtlerinde rastlanan bu kabirlerin içinde en kalabalığı, Şehzadebaşı’nda ufak bir hazîre teşkil eden Onsekiz Sekbanlar hazîresidir. Bugün mevcut veya ortadan kalkmış bu çeşit kabirler ve ufak türbelerin çoğunun kitâbeleri sonradan yapılmıştır. Ayrıca şehrin Türkleşme’si ve İslâmlaşma’sında faal rolleri olan sûfîler ve erenler için de türbeler veya kabirler yapılmış, bunlar ziyaret yerleri olmuştur. Nihayet üçüncü zümre olarak şehrin muhtelif yerlerinde tarihî şahsiyetleri karanlıklar içinde olan bazı evliya türbe ve kabirleri vardır.

İstanbul’da türbe mimarisinin şaheserleri sayılabilecek örneklerin başında hiç şüphesiz selâtin türbeleri gelmektedir. Fâtih Sultan Mehmed, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanûnî Sultan Süleyman, I. Ahmed, I. Abdülhamid, kendi adlarına kurulan külliyelerin sınırları içinde bulunan müstakil türbelere gömülmüşler, yanlarına ayrı türbelerde bazan yakınları da defnedilmiştir. Ancak geç devirlerde müstakil türbesi olmayan bazı padişahların ve hânedan mensuplarının aynı türbelerin içine gömülmeleri sonunda aslında türbenin kubbesi altında tek olarak bulunması gereken bâninin sandukasının etrafı irili ufaklı sandukalarla kaplanmış, böylece türbenin gerçek etkisi bozulmuştur. XVI. yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılan Şehzade Camii’nin şehrin ana caddesine komşu olan hazîresinde, Şehzade Mehmed’in türbesinden başka daha birçok türbe yapılmak suretiyle burası bir türbeler topluluğu halini almıştır. Fakat hiç şüphesiz bu hususta en zengin hazîre Ayasofya Camii’ninkidir. Burada Türk sanatının türbe mimarisinde en muhteşem eserlerinden sayılabilecek II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed’in ayrı ayrı türbeleri inşa edilmiştir.

Fâtih Türbesi şimdiki şekliyle yeniden 1766’da yaptırılmıştır. Aynı hazîrede ayrı bir türbede Fâtih Sultan Mehmed’in zevcesi Gülbahar Hatun yatmakta ise de bu da 1765 depreminden sonra yeniden inşa


edilmiştir. Mütevazi ölçüde olmakla beraber muntazam kesme taş kaplamalarıyla klasik devir Türk mimarisinin sert, fakat âhenkli ifadesini aksettiren II. Bayezid ve 929’da (1523) biten I. Selim türbelerinden ikincisi bilhassa çini süslemesi bakımından değerlidir. 955’te (1548) yapılan Şehzade Türbesi’nde dış mimariye renkli taşlarla daha cazip bir görünüş kazandırıldığı gibi içerisi de çinilerle bezenmiştir. Mimar Sinan’ın Kanûnî Sultan Süleyman ve zevcesi Hürrem Sultan için Süleymaniye hazîresinde ayrı ayrı olarak inşa ettiği iki türbe de XVI. yüzyılın güzel eserlerindendir. Ayasofya hazîresinde XVI. yüzyılın ikinci yarısında yapılan II. Selim, III. Murad, III. Mehmed türbelerinin de her biri, mimari ve tezyinat bakımından kendi türlerinin en güzel örneklerindendir. Ayasofya türbeleri arasında bir tane de eski vaftiz binası vardır. Kilisenin muazzam vaftiz teknesini ihtiva eden bu müstakil bina, fetihten sonra yağhane olarak kullanılırken acele bir değişiklik ve tamirden sonra I. Mustafa’ya türbe yapılmış, buraya Sultan İbrâhim de defnedilmiştir. Sultan Ahmed Külliyesi’nin yanında inşa edilen büyük türbede bânisinden başka II. Osman, IV. Murad ve Kösem Mahpeyker Sultan gömülüdür. XVII. yüzyılın diğer önemli bir türbesi, 1093’te (1682) ölen Vâlide Turhan Sultan için yaptırılan Yenicami Türbesi’dir. Burada IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Osman yatmaktadır. Çok dolu olan türbenin yanına ek bir türbe de inşa edilmiş ve V. Murad buraya gömülmüştür. XVIII. yüzyılda barok üslûpta Nuruosmaniye ve Lâleli camileri yanına birer türbe yaptırılmıştır; sonuncuda III. Mustafa ve III. Selim yatmaktadır. I. Abdülhamid, türbesini Bahçekapı’da kurdurduğu ve birçok aksamı kaybolan külliyenin bir köşesine inşa ettirmiştir. Fâtih Camii önünde II. Mahmud devrinde Nakşidil Vâlide Sultan için barok türbe yaptırılmıştır. II. Mahmud, müstakil türbesini Divanyolu’nda mermer kaplı olarak empire üslûbunda yaptırmıştır. Bahçe kısmı zamanla mezarlarla dolan bu türbenin hizmetkâr odalarından biri de türbe haline getirilmiştir. II. Mahmud, Abdülaziz ve II. Abdülhamid burada yatmaktadır. Son devir padişahlarından Abdülmecid’in türbesi Sultan Selim Camii hazîresinde, V. Mehmed’inki, Mimar Kemâleddin tarafından yapılmış neoklasik Türk üslûbunda, kubbeli küçük bir bina olarak Eyüp’tedir. Aksaray’da Vâlide Sultan Camii karşısında olan Vâlide Pertevniyal Sultan Türbesi 1956’da geri çekilmek üzere yıkılmış, fakat bir daha yapılmamıştır.

Osmanlı devri ricâlinin türbeleri ise hayli çok sayıdadır. Bunların bir kısmı cami, medrese gibi kendi hayır eserleriyle birlikte ele alınmıştır. Ayrıca Eyüp Sultan’ın öneminden dolayı bu semt de tercih sebebi olmuştur. XV. yüzyılda yapılanlar içinde Mahmud Paşa Türbesi, dış satıhlarını süsleyen mozaik çinilerle hem tek hem de çok eski bir Türk türbe geleneğinin son temsilcisi olarak özel bir değere sahiptir. Halbuki aynı devrin diğer iki türbesi Dâvud Paşa ve Rum Mehmed Paşa çok daha sadedir. Bunlardan Dâvud Paşa Türbesi, sekiz köşeli muntazam kesme taş cepheli mütevazi bir bina olmakla beraber çok âhenkli nisbetlere sahiptir. Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa hazîresinde görülen ve ilk bakışta yan cepheleri açık bir türbeyi andıran bina ise kime ait olduğu, hatta bitip bitmediği anlaşılamayan bir eserdir. Süleymaniye Külliyesi’nin bir köşesinde umumiyetle bir imzaya benzetilen Mimar Sinan Türbesi, bir iskân adasının iki sokak başlangıcı arasındaki dar şerit üzerinde yer almıştır. En uçta küçük, kubbeli bir sebil bulunmakta, arkasındaki sahayı Sinan’ın açık türbesi ve bir hazîre işgal etmektedir. Dikdörtgen biçiminde çok küçük bir açık türbe olan bu kabrin Sâî Mehmed Çelebi tarafından nazmedilen kitâbesi cadde üzerindeki pencerenin üstündedir. Mimar Sinan tarafından muhtelif ricâl için türbeler yapıldığı bilinir. Bunlar genellikle sekiz köşeli, muntazam kesme taş kaplamalı, üstleri kubbe ile örtülü, bazıları içinde zengin çini bezemeye sahip güzel ve zarif eserlerdir. 1545’te intihar eden Hüsrev Paşa’nın türbesinde duvarların üst kenarları kubbe eteği mukarnas, kabartma tezyinat ve tomurcuk dizileriyle süslenmiştir. İstanbul’daki ricâl türbeleri içinde Mahmud Paşa’nınkinden sonra en muhteşem görünüşlü olanı budur. Sinan’ın arkasından inşa edilenler arasında Mimar Dâvud Ağa’ya izâfe edilen Çarşıkapı’da Sinan Paşa Türbesi ile Atatürk Bulvarı’nda Gazanfer Ağa Türbesi anılabilir. Sinan Paşa Türbesi’nde dış cephelerde renkli tezyinat, Hüsrev Paşa Türbesi’nde olduğu gibi köşe sütuncukları ve duvarların üst kenarlarında çeşitli süsler vardır. Diğeri ise daha sade bir mimaridedir. Haseki’deki Bayram Paşa Türbesi kemer, pandantif ve kubbesini süsleyen renkli kalem işi nakışlar bakımından özel bir değere sahip bulunmaktadır. Şehrin içinde XVIII. yüzyılda yapılmış kayda değer ehemmiyette ricâl türbesine rastlanmamaktadır. Fakat XIX. yüzyılda yeniden böyle müstakil türbeler yapıldığı görülmektedir. Muayyen bir üslûbu olmayan ve Türk sanatına yabancı unsurlardan meydana gelen böyle bir türbe Beyazıt Camii hazîresinin meydana bakan köşesinde bulunan Reşid Paşa Türbesi’dir. Cağaloğlu’nda cadde üzerinde Mahmud Nedim Paşa Türbesi de yabancı üslûplu olmakla beraber malzeme ve işçiliği itibariyle iyi evsafta bir eserdir. Sultanahmet’te Fuad Paşa Türbesi ise o sıralarda İstanbul’da moda olan Mağrib üslûbunun garip bir örneğidir. Sekiz köşeli bir bina olan türbenin dış satıhları, sıvayı işlemek suretiyle tamamen kabartma süslemeyle kaplanmıştır. Fakat her şeye rağmen Türk sanatının türbe mimarisindeki gelişmesini ve son devirde hâkim olan sanat zevkini göstermesi bakımından bunlar önemli sayılabilecek eserlerdir. Fatih’te Emîr Buhârî Türbesi karşısında Mimar Kemaleddin Bey’in yaptığı Sadrazam Ahmed Cevad Paşa Türbesi de eski Türk


sanatına dönmeye çabalayan zevkin başarılı sayılamayacak tek örneğidir.

Hazîre ve Mezarlıklar. Fetihten sonra şehrin dışında geniş arazide büyük mezarlıkların teşekkül etmesine rağmen yoğun yerleşim yerlerinde, mahalle aralarında veya bazı hayratın etrafında küçük mezarlıklar meydana gelmesi önlenememiştir. Böylece Türk mezarlığı hazîre ve büyük mezarlık olmak üzere iki şekilde oluşmuştur. Bilhassa mahalle sakinleri evlerinin hemen yakınındaki bir hazîreye gömülmeyi tercih etmişlerdir. Bu yüzden mahallelerin arasında, birkaç ağacın gölgelediği küçük mezarlıklar ortaya çıkmıştır ki bu da İstanbul’un tarihî görünümünün başlıca özelliklerinden biri olmuştur. 1868 Şubatında yayımlanan bir nizamnâme ile Eyüp müstesna olmak üzere bütün şehir içi ve Boğaz’da cami ve kilise etrafına ölü gömülmesi yasaklanmıştır. Aynı yasak 10 Teşrînisânî 1284’te (22 Kasım 1868) tekrar ilân edilmiştir. Bu hususta bazı istisnalar da tanınmıştır. Nitekim eskiden kalan kapalı aile türbelerine o aile mensupları gömülebileceği gibi din büyükleri, tarikat reisleri, şeyhler ve bunların zevceleriyle çocukları, ibadet yeri bânileri ve evlâtları bu istisnalar arasında gösterilir. Şehir içindeki hazîreler ve küçük mezarlıkların gerek taşlarının sanat değeri gerek tarihî önemleri bakımından korunmaları zaruri iken vaktiyle hepsi belediyelere devredilen bu hazîre ve mezarlıklar boş arsa muamelesi görmektedir. Bu suretle üzerlerindeki tezyinî özellikleri bakımından sanat eseri hüviyetine sahip birçok mezar yok olduğu gibi tarihî şahsiyetlerin de son hâtıraları kaybolmaktadır. Mahalle aralarındaki hazîrelerde önemli şahsiyetler gömülmüştür. Nitekim İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in mezarı Atatürk Bulvarı kenarında Voynuk Şücâüddin Camii hazîresinde idi. Aynı yerde bulunan diğer bir hazîrede ise Kâtib Çelebi’ye ait olduğu tahmin edilen bir mezar belirlenerek ihya edilmiştir. Son yıllarda tamir edilen bazı hayır binalarının etrafındaki hazîreler ya tamamen kaldırılmış veya ait olduğu bina ile birlikte ortadan silinmiş yahut da hayli hasar görmüştür. Birçok durumda da ya hazîreler çok uzak yerlere götürülmüştür, ya da nereye taşındıkları bilinmemektedir. Nihayet bir kısmı da belediye tarafından yığınlar halinde muhtelif tarihlerde taşçılara satılmıştır. Tanzim edilen birkaç hazîreye örnek olarak Sirkeci’de Aydınoğlu Tekkesi, Divanyolu’nda Atik Ali Paşa Camii, Sinan Paşa Medresesi, Aksaray’da Has Murad Paşa Camii hazîreleri zikredilebilir. Mahalle aralarında Vefa’da Molla Gürânî Camii karşısındaki büyük ve ulu ağaçlarla kaplı hazîre başta olmak üzere birkaç önemli mezarlık vardır.

Şehrin evvelce dış çevresinde şehri kuşak gibi saran büyük mezarlıklardan da bugün pek az şey kalmıştır. Tarihî mezarlar önceden ayrılıp bunların sahaları tahdit edilmediğinden eski ve tarihî taşlar kolaylıkla ortadan kaldırılmıştır. İstanbul’un böyle mezarları tarihî şehrin sınırları dışındadır. Kara tarafı surlarının dışında, Marmara kıyısından Haliç’e kadar boydan boya ayrı ayrı adlar alan bir mezarlık silsilesi vardır (Yedikule, Mevlânâkapı, Topkapı, Edirnekapı, Silivrikapı vb.). Burada birçok ünlü kişinin mezarı bulunuyor idiyse de bugün yeni gömüler yüzünden kaybolmaktadır. Bir kısmı da açılan yollar sebebiyle yok olmuştur. Evvelce tam Yedikule’nin dışında olan ve içinde çok eski mezar taşları görülen küçük bir mezarlık parçası 1950’lere doğru tamamen ortadan kaldırılmış, yerine benzin istasyonu ile birlikte yıkama yağlama istasyonu inşa edilmiştir. Aynı durum surlar karşısındaki Edirnekapı-Mevlânâkapı Mezarlığı için de söylenebilir.

Hıristiyan mezarlıklarına gelince, tam Edirnekapı ile Tekfur Sarayı arasında surun dışındaki bir Rum mezarlığı 1960’ta ortadan kaldırılarak ve hendek de doldurularak top sahası haline getirilmiştir. Çok ilgi çekici bir hıristiyan mezarlığı ise sur dışında Balıklı Manastırı’nda bulunmaktadır. Burada avluda yere döşenmiş mermer mezar taşları arasında Rum harfleriyle çok sayıda Türkçe kitâbe okunmaktadır. Bunlar, genellikle eski adı Samatya olan Kocamustafapaşa semtine yerleşen Karamanlı denilen, asıllarının Türk olduğu sanılan Ortodokslar’ın mezarlarıdır.

Su Tesisleri. Roma İmparatorluğu zamanında muntazam ve büyük bir su şebekesine sahip bulunan İstanbul Bizans devrinde bu tesisleri yaşatamamıştır. Bakımsızlıktan, depremlerden ve bilhassa Trakya’dan inen akınlardan çok zarar gören su şebekesi, su yolları ve yapıları kullanılmaz hale gelmiştir. Eski Roma ve Bizans su tesisleri, fetihten sonra acele bir tamirden geçirilerek şehrin ilk su ihtiyacının karşılandığını devrin bir kaynağından tahmin etmek mümkün olmaktadır. Tursun Bey’in yazdığına göre, İstanbul’un mâmur olduğu devirlerde altı yedi günlük yerlerden getirilmiş olan suyun yolları bulunmuş, kemerler tamir edilmiş, böylece şehre akıtılan su çeşmeler vasıtasıyla dağıtılmıştır. Türk devrinde İstanbul’un esas su şebekesi, bilhassa Kanûnî Sultan Süleyman’dan itibaren şehrin kuzeyindeki sahada Belgrad ormanları denilen bölgede toplanmıştır. Sonraları Belgrad ormanları bölgesindeki Türk su tesisleri, devamlı olarak gelişerek günden güne artan su ihtiyacını cevaplandırmıştır. İstanbul’un içindeki yüzlerce çeşme, sayıları yüzleri bulan cami şadırvanları, her gün tonlarca su sarfiyatına sebep olan özel ve genel hamamlar, nihayet evlerdeki havuz,


çeşme ve selsebiller bu ihtiyacın artmasının başlıca sebepleridir.

Osmanlı devrinde şehrin su ihtiyacını sağlayan tesislerin hepsi sur dışındadır. Yalnız Roma devrine ait ve şehrin içinde iki yüksek noktasında su yolunu taşıyan Valens Su Kemeri bazı kısımları tamir edilerek Türk su yolunun hizmetine sunulmuştur. Bizans devrinin kapalı su sarnıçlarından ancak birkaçında su toplanıyordu. Bunlardan Yerebatan denilen büyük sarnıcın suyu tonozların tepeleri delinerek üstteki evlerin, konakların ihtiyaçları cevaplandırılmıştır. Zeyrek’teki Pantokrator Manastırı Sarnıcı’nda Evliya Çelebi’nin yazdığına göre XVII. yüzyılda hâlâ su bulunuyordu ve bu su üstündeki evler tarafından kullanılıyordu. Hatta üstündeki Pîrî Paşa Mescidi de bu sebepten Soğukkuyu Mescidi olarak adlandırılmıştır. İstanbul’da Osmanlı devrinde yapılan su yolları büyük bir ihtimamla düzenlenmiş, “su yolculuk” diye bir görev kurulmuştu. İstanbul’un altında her bir tarafa uzanan bu su kanallarının bakımı da su yolcular tarafından yapılırdı. Vakıf suları kesildikten sonra bu kanallar da kurutulmuş ve büyük inşaatların temel kazılarında bunlar tahrip edilmiştir. Su yollarının çeşitli devirlerde yapılmış haritaları günümüze kadar gelmiştir. Bunlarda su yollarının geçtiği güzergâhlar, besledikleri çeşmeler, şadırvanlar, konaklar ve hamamlar, bunlara verdikleri lüle hesabı üzerinden su miktarı işaretlenerek belirtilmiştir. Bu haritalardan biri Süheyl Ünver tarafından yayımlanmıştır. Daha yakın tarihlerde Kâzım Çeçen, şehrin başlıca su yollarına dair büyük eserler meydana getirerek gerek su yollarını gerek bunlardan faydalanan yerleri mükemmel bir şekilde tanıtmıştır.

Çeşmeler. Şehrin her köşesinde, hemen hemen her sokağında, hatta aynı sokakta birkaç tane olmak üzere yüzlerce çeşme yapılmıştır. Her devrin sanat üslûbunun izlerini aksettiren, bazıları çok mütevazi, bazıları muhteşem ve iddialı olan bu sanat eserleri kitâbesiz, manzum kitâbeli ve mensur kitâbeli olmak üzere bir ayırma ile sınıflandırılabilir. Bunların aralarında kitâbesi hat sanatı bakımından değerli olanlar da vardır. Çeşmeler, herkesin kullanabileceği musluklu açık çeşmeler olduğu gibi bir de gediklere bağlı saka çeşmeleri vardır. İstanbul tarafında kitâbeli 400’den fazla çeşme tesbit edilmiştir. Galata, Beyoğlu, Haliç’in yukarı yakası, Boğaz sahilleri, Üsküdar ve Kadıköy cihetiyle birlikte bu sayı 800’ü bulmaktadır. Vakıf su şebekelerinin kurutulması başta olmak üzere bilhassa cadde ve sokak genişletmek, arsalarından istifade etmek gibi sebeplerle bu çeşmelerden birçoğu ortadan kaldırılmıştır. Birkaçının kitâbesi müzeye nakledilmiş, diğer birkaçı da taşlarının nakli suretiyle tekrar yapılmıştır. Bu arada bazı çeşmeler de esas yerlerinden kaldırılarak çok uzak bölgelerde yeniden kurulmuştur. Çeşmelerin büyük bir kısmı, bir duvara bitişik olarak inşa edilmiş tek bir yüzden ibaret küçük eserlerdir. Bunlara “cephe çeşmeleri” adını vermek mümkündür. Bazı hallerde bu çeşmeler bir sokağın köşesinde inşa edilerek köşe çeşmesi şeklinde yapılmıştır. Geniş veya ufak bir meydanın ortasında inşa edilen müstakil çeşmeler ise eskiden beri “meydan çeşmesi” olarak ayırt edilmiştir.

Sebiller. Hayır binaları içinde başlı başına bir çeşit teşkil eden sebil, gelen geçene su ve belirli günlerde şerbet dağıtmak üzere yapılmış bir tesis olmakla beraber İstanbul’dan başka şehirlerde pek temsil edilmemiştir. Evliya Çelebi İstanbul’daki birçok sebilden bahsetmektedir. Fakat bugün bunların çoğunu bulmak mümkün değildir. Hadîkatü’l-cevâmi‘deki kayıtlardan bazı kayıp sebillerin adları ve yerleri tesbit edilmekte, birtakım vakıf kayıtlarından da bazı sebillerin adları öğrenilmektedir. Diğer taraftan sebillerin genellikle bir sıbyan mektebiyle birlikte olduğu da görülür. İstanbul sebillerini başlıca dört gruba ayırarak incelemek mümkündür: Köşe sebilleri, cephe sebilleri, âbidevî sebiller, yalnız bir pencereden ibaret olan pencere sebilleri.

Kaynakbaşı İşaretleri, Kuyular. Suya verilen değer şehrin her köşesindeki kaynakların, hatta bazı durumlarda alelâde kuyu sularının hassa bakımından değerlendirilmesine yol açtığı gibi bunların başlarına su mimarisi bakımından ilgi çekici küçük bazı alâmetler de konulmuştur. Şehrin batı cihetinde açık arazide rastlanan, üzerlerinde kitâbeleri olan ve bir mezar taşını andıran birtakım menba taşları da vardır ki İstanbul su şebekesinin genişliğini ve bu husustaki hassasiyeti göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Bunlar büyük su yollarına, şehrin içindeki hayrat çeşmelerine su vermek üzere “katma”lar vakfeden hayır sahiplerinin ana su yollarına bağlattıkları suların çıktığı yerlerdir. Bu çeşit su nişan taşlarının en eskilerinden biri Sağmalcılar’da Yemen fâtihi Sinan Paşa menba taşıdır. Şehrin içinde ve yakın çevresindeki mahallelerle boş arazide evvelce vakıf kuyular da açıldığı bilinmektedir. Üzeri kitâbeli zarif mermer bir kuyu bileziğiyle yanında yine mermerden oyulmuş bir yalaktan ibaret olan bu basit su tesisleri hiç dikkati çekmediğinden ortadan kaybolmuştur. İstanbul’da -bilindiği kadar- kalmış tek vakıf kuyu Yedikule meydanında bulunmaktadır.

Hamamlar. İstanbul’da Osmanlı idaresi devamınca çok sayıda hamam inşasının başlıca iki sebebi vardır. İyi gelir getiren bu tesislerin bilhassa hayır binalarının evkafı olarak düşünüldüğü dikkati çeker. Diğer taraftan hamamlar, ait oldukları külliyenin merkezi olan camiye cemaat çekme bakımından da faydalı olmuştur. Birçok büyük külliyenin kendilerine ait birer hamamı olduğu gibi daha küçük manzumelerin de bazan hamamları vardı. Kolayca özel mülkiyete geçen bu tesisler gelir getirdikleri müddetçe kullanılmışlar ve bu imkânlar zayıfladıkça ortadan kaldırılmışlardır. Türk mimarisinin en zengin sahalarından biri olan hamam türünün bu yüzden İstanbul’daki örneklerinin çok büyük kayıplar verdiği bilinir.

Dünya hamam mimarisi içinde başlı başına bir yere sahip bulunan Türk hamamının iç teşkilâtı ayrıca incelenmiştir. İstanbul hamamları bu esaslara göre inşa edilmiş ve genellikle çifte hamam olarak yapılmıştır. Yarısı erkeklere, yarısı kadınlara tahsis edilen çifte hamamların bir özelliği hiçbir zaman iki ayrı kısmının kapılarının aynı cadde veya sokağa açılmamasıdır. Tek hamamlar pek nâdirdir. Bazı özel hamamlar da zamanla ait oldukları müessese veya özel mülkün ortadan kalkmasıyla genel hamam haline gelmiştir. Bu hususta en iyi örnek, Şehzadebaşı’nda bugün Acemoğlu Hamamı denilen Acemi Oğlanlar Hamamı’dır. Aslında


buradaki Eski Odalar yeniçeri kışlasının bir parçası olan Acemi Oğlanlar Kışlası’nın özel hamamı iken bu küçük bina kışlalar kaldırıldıktan sonra korunarak günümüze kadar faal bir halde kalmıştır. Vezneciler Hamamı’nın da aslında bir konak hamamı iken sonraları genel hamam şekline sokulduğuna ihtimal verilebilir. Çifte hamamların iki parçasının birbirine bağlanış tarzı çok değişik şekiller göstermektedir. Bu hususta mimarlar çeşitli denemeler yapmışlar ve bazan arsanın durumundan ileri gelen zorlamalar altında kalarak hârikulâde denilebilecek tertip tarzları uygulamışlardır. Hamamların birçoğunun camekân denilen soyunma yerinin büyük kubbeli mekânının kâgir olarak yapıldığı görülür, fakat birçok durumda bu kısım ahşaptan da yapılmakta ve tabiatıyla çok defa tamir ve tâdilât görmektedir. Zaman zaman eski hamamlar muhtelif bahanelerle yıkılmak istenildiğinde camekân kısmının böyle değiştirilmiş olması bir sebep olarak gösterilmektedir ki yanlıştır. Esasen Türk hamamlarının mimari özellikleri ve değişik örnekleri bu camekân kısmında değil iki kısmın bağlanmasında ve sıcaklık denilen esas yıkanma mekânında görülebilmektedir. Bu mekân ortada göbek taşı ve etrafında halvet hücreleriyle güzel mimari tertiplere sahip bulunmakta ve değişik şekiller arzetmektedir. Bu tertiplerin biri, doğrudan doğruya çok eski Türk mimarisinden ilham alınan “dört eyvan” tertibidir ki başta medreseler olmak üzere ev mimarisinde de kullanılmıştır; diğeri de yuvarlak mekânın çepeçevre duvarlarında hücreler açılmasıdır. Bu şekil daha fazla kaplıcalarda kullanılmış ve esası Anadolu’daki Roma devri kaplıca ve hamamlarından ilham alınmak suretiyle Türk sanatına girmiştir. Bazı hamamlarda bu iki esas tertibin dışında daha farklı şekillerin de kullanıldığı görülür. İstanbul hamamlarının değerlendirilmesinde bu esas ve özelliklerin göz önünde tutulması yerinde olur.

Türk sanat tarihi bakımından değerli başlıca hamamlar olarak şu örnekleri vermek mümkündür: Bugün mevcut hamamlar içinde tarihli kitâbesine göre en eski olan Mahmud Paşa Hamamı aslında çifte hamamken yarısını kaybettiği sanılmaktadır. Âbidevî bir hüviyete sahip ikinci örnek Beyazıt Hamamı’dır. Çemberlitaş’ta Vâlide Sultan’ın Çifte Hamamı, Edirnekapı’da Kanûnî Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan Camii yanındaki hamam, Ayasofya Hamamı olarak tanınan Haseki Hürrem Sultan Hamamı, Barbaros Hayreddin Paşa evkafı olarak Zeyrek’te inşa ettiği Çinili Hamam Mimar Sinan’ın önemli eserlerindendir. Ayasofya Hamamı’nın bir benzeri de Koska’da Lâleli Camii karşısında Kızlar Ağası Hamamı idi. Kitâbesine göre 1080 (1669) yılında kızlar ağası Abbas Ağa tarafından yaptırılan bu çifte hamam 1920’den sonra yıkılmıştır. İstanbul’un özelliği olan hamamlarından biri de Balat Hamamı’dır. Eski Çavuş Hamamı ile aynı olduğu tahmin edilen bu hamamda soğukluğun yanında dar bir koridorla geçilen, başka hiçbir hamamda görülmeyen küçük bir kısım vardır ki beş basamaklı bir merdivenle çıkılan bu yer “yahudi batağı” olarak adlandırılmış ve yalnız Mûsevîler tarafından kullanılmıştır. İstanbul’un mimari bir hüviyeti olan son büyük hamamı, I. Mahmud tarafından Ayasofya bitişiğinde ihdas edilen kütüphanenin evkafı olarak Yerebatan civarında 1153 (1740) yılında yaptırılan Cağaloğlu Hamamı’dır. XVIII. yüzyılda inşa edilen son hamam ise Hacı Kadın Hamamı’dır.

Şehrin içindeki konak ve sarayların hamamları zamanla bu binalarla birlikte kaybolup gitmiştir. Tam Yerebatan Sarnıcı’nın üstünde bulunan bir konağa ait küçük fakat değerli bir konak hamamının planı evvelce Glück tarafından tesbit edilmişse de bugün bundan hiçbir iz kalmamıştır. Küçük özel hamamlardan bazı örnekler ancak Boğaziçi’ndeki yalıların müştemilâtı arasında kalabilmiştir. Saray hamamları da yıllar boyunca çeşitli değişiklikler görmüştür. Topkapı Sarayı’nda Mimar Sinan tarafından inşa edilen Hünkâr Hamamı’nın son yıllarda indirilen sıvası altından tıraş edilmiş zengin tezyinatın izleri bulunmuş, fakat bu arada geç devirlere ait renkli ve birkaç kat kalem işi nakışlar da kaybolmuştur. Fakat sarayın en muhteşem hamamı kitâbesinden, Evliya Çelebi tarafından yapılan tasvirinden ve mevcut olan kalıntısından anlaşıldığına göre şimdiki Hazine Dairesi yerinde olandır.

Kültür Müesseseleri. Osmanlı Devleti’nin devamınca bütün İslâm âleminin en büyük kültür merkezi olan İstanbul’da çok sayıda medrese inşa edilmiş ve zengin vakıf kütüphaneleri kurulmuştur. XVI. yüzyıl sonlarında İslâm âleminin oldukça uzak bir köşesinden Fas’tan bir el-çilik heyetiyle 1589-1591 yılları arasında İstanbul’a gelen Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed et-Temgrûtî şehrin bu kültür merkezi oluş vasfına işaret eder. XIX. yüzyılın içinde medrese tedrisatının medeniyet ilerleyişine uymadığı düşünülerek başta bir dârülfünun olmak üzere çeşitli okullar kurulmasına girişilmiştir. Burada bu çeşit tesislerin sadece binalarından şehri süsleyen birer eski eser olarak bahsedilecektir. Medreseler. İstanbul medreseleri, mimarileri bakımından eski Türk medrese geleneğinin Osmanlı devrinde aldığı son şeklinin örnekleridir. Cumhuriyet’in ilânından sonra 3 Mart 1340 (1924) tarihli Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’na göre bütün medreseler Maarif Vekâleti’ne devredilmiş, fakat bazıları çeşitli sebeplerle yıkılıp kaldırılmıştır. Bunların mülkiyeti özel idareye verildiğinden hiçbir suretle bakımları yapılmamış ve çoğu yıkılıp arsa haline getirilerek satılmıştır. Evliya Çelebi İstanbul’daki medreselerin oldukça etraflı bir cetvelini verir. Burada bazı büyük medreseler hakkında açıklama verildikten başka diğerlerinin adları ve bânileri bildirilmektedir. Eski bir cetvelden öğrenildiğine göre İstanbul’da 183 medrese mevcut olup o sıralarda bunlardan pek azı harap durumda idi. Diğer taraftan Joseph von Hammer de Hadîkatü’l-cevâmi‘ ile muhtelif şuarâ tezkirelerindeki (Şeyhî ve Uşşâkī) kayıtları derlemek suretiyle İstanbul medreselerinin bir cetvelini meydana getirmiş olup burada İstanbul ve yakın çevresinde inşa edilmiş 275 medresenin adına rastlanır. XVIII ve XIX. yüzyıllara ait bu üç cetvelin ve daha bulunabilecek başkalarının yeniden incelenmesiyle İstanbul medreselerinin tam olarak tesbiti ve bugünkü durumlarının araştırılması çok yerinde olur. Mübahat Kütükoğlu tarafından 23 Temmuz 1869 tarihli yazma cetvelde İstanbul’da mevcut 166 medresenin vaziyeti ayrıntılı bir şekilde verildikten başka bunlardaki hücre durumu, barınma şartları ve o yıllarda buralarda yaşayan öğrencilerin sayısıyla bunlara kayıtlı müderrislerin adları bildirilir.

Selâtin Külliyelerinin Medreseleri. İstanbul’un ilk ve büyük selâtin külliyesi olan Fâtih Külliyesi’nin medresesi Fâtih Camii’nin iki yanında tamamen simetrik bir düzene göre sıralanmış ve Semâniye diye adlandırılmıştır. Bunların dışında ve arazi icabı daha aşağıda çok daha küçük birer sıra medresenin olduğu bilinir. Tetimme medreseleri denilen bu sonunculardan Haliç tarafındakiler yıkılmış, yerlerine bir ilkokul yapılmış, Marmara tarafındakiler de yıkılarak yerlerinden şimdiki Fatih-Edirnekapı arasındaki Fevzipaşa caddesi genişletilmiştir. Şehrin ikinci


büyük manzumesi olan Beyazıt Külliyesi’nin sadece bir tek medresesi vardır. Caminin hayli uzağında tek başına bir bina halinde olan bu eser (bir ara İstanbul Belediye Kütüphanesi, şimdi Vakıf Müzesi) revaklı bir avlu etrafında sıralanan on dokuz hücreden meydana gelmiştir. Tam ortada ise büyük kubbeli dershane-mescid bulunmaktadır. Mimar Sinan, Şehzade Camii’nin medresesini cadde üzerine değil daha sakin olan Haliç tarafına yerleştirmiştir. Semâniye medreseleri gibi büyük bir topluluk teşkil eden Süleymaniye medreseleri ise daha farklı bir düzene göre caminin etrafına yerleştirilmiştir. Haliç tarafında iki, karşısında da iki olmak üzere dört medrese kubbe dizileriyle Süleymaniye’nin dış güzelliğini tamamlar. Bu medreselerle üniversite duvarı arasındaki alanda istinat duvarı boyunca uzanan yirmi iki hücreli, revaksız bir dârülhadis bulunmaktadır. Karşı taraftaki medreselerle dârüşşifâ arasında ise bir sıra hücreden ibaret olarak inşa edilmiş Mülâzimler Medresesi vardır. Sultan Ahmed Camii manzumesi içinde bulunan medrese Beyazıt Camii’nde de olduğu gibi tek ve ayrı bir binadan ibarettir. 1748-1755 yılları arasında inşa edilen Nuruosmaniye Camii yanındaki medrese dış avlunun bir kenarında uzanmakta ve pencere şekilleri barok üslûbunu aksettirmektedir. Şehrin en büyük selâtin külliyesi olan Bahçekapı’da I. Abdülhamid tesislerinin en önemli binasını cadde üzerindeki türbe ile fevkanî kütüphane arasındaki sahada bulunan büyük medrese teşkil eder. XIX. yüzyılın büyük selâtin camilerinin ise yanlarında medrese yapılmamıştır.

Müştemilât Halindeki Medreseler. İstanbul medreselerinin bir kısmı orta büyüklükteki bir caminin eki müştemilâtı olarak kurulmuştur. Bu başlıca iki şekilde uygulanmıştır. İlk şekilde medrese caminin bir parçasıdır, yani şadırvan avlusunu çevreleyen revakların arkalarına medrese hücreleri sıralanmış, böylece bir avlu etrafında hem cami hem medrese toplanmıştır. Dersler esasında camide yapıldığına göre bu tertip tarzı herhangi bir aksaklık yaratmamıştır. Mimar Sinan tarafından ekseri eserlerinde uygulanan bu tarz Topkapı’da Kara Ahmed Paşa, Edirnekapı’da Mihrimah Sultan, Kadırgalimanı’nda Sokullu Mehmed Paşa, Yenibahçe’de Sultan Selim camilerinde görülmektedir. Mimar Sinan’dan sonra bu tarz Mimar Dâvud tarafından yapıldığı zannedilen Mesih Paşa Camii ile kiliseden çevrilen Fethiye Camii’nde de uygulanmıştır. İkinci tarzda ise medrese ait olduğu caminin dışında, fakat komşusu olarak ayrı bir bina halinde yapılmıştır. Bu tarzın uygulandığı örnekler çok sayıdadır: Mahmud Paşa, Aksaray’da Murad Paşa, Dâvud Paşa, Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa, kiliseden çevrilme Koca Mustafa Paşa, Haseki Hürrem Sultan, Fatih’te Hâfız Ahmed Paşa, vilâyet civarında Hacı Beşir Ağa vb.

Müstakil Medreseler. İstanbul’daki medreselerin ekseriyetini bir caminin müştemilâtı olmaksızın müstakil medrese olanlar teşkil eder. Bunlar büyük camilerin civarında inşa edilmiş, bazılarının umumi tertibi içine sıbyan mektebi, çeşme, sebil, mescid gibi hayır binalarıyla kütüphane ve türbe gibi binalar dahil edilmiştir. Büyük cadde üzerindeki bazı medreselerin dış cepheleri boyunca ayrıca dükkânlar da mevcuttur. En zengin mimari şekiller gösteren bu tarz medreselerin başında küçük bir manzume teşkil edenler gelmektedir. Cerrahpaşa-Kocamustafapaşa yolu üzerinde eski bir kilise harabesi yanına Mimar Sinan tarafından eklenen ve arazi icapları yüzünden eğri olarak yapılan Esekapısı (İbrâhim Paşa) Medresesi bu hususta bir örnek teşkil eder. Divanyolu’nda Mimar Dâvud’un yaptığı Koca Sinan Paşa Medresesi bu tarzın ilk âbidevî ve güzel örneğidir. Bir iskân adasının ucunu işgal eden manzume, dilimli kemerlere sahip güzel bir medreseden, bunun yanında müstakil bir türbeden ve nihayet adanın ucunu işgal eden bir sebilden ibarettir. Bozdoğan Kemeri dibinde bulunan Gazanfer Ağa Medresesi aynı tarzın daha zengin bir örneği sayılabilir. Burada da taştan yapılmış on dört hücreli zarif medreseden başka bir sebil ve bânisinin türbesi mevcuttur. Küçük medreselerden biri de üçgen bir yapı adasının ucuna inşa edilen XVI. yüzyıl sonlarına ait Hadım Hasan Paşa Medresesi’dir. Ucunda sebili ve kurucusunun türbesi vardı. Medresenin esas binası dükkânların üzerinde fevkanî olarak yapılmıştır. Sebil ve türbe bugün ortada yoktur.

XVII. yüzyıl içinde şehrin ana caddesi olan Divanyolu caddesi bu tarzda muhteşem medreselerle süslenmiştir ki bunlar Türk sanatının müstakil medreseler sahasında meydana getirdiği en çok dikkate değer eserlerdir. Vezneciler’de Kuyucu Murad Paşa hayratı olarak inşa edilen medrese de bir iskân adasının ucunda sebil, türbe, mescid-dershane, sıbyan mektebi ve dükkânlardan meydana gelmiştir. Az ileride aynı cadde üzerinde iken Belediye Sarayı’nın inşası sırasında 1953’te kaldırılan Ebülfazl Mahmud Efendi Medresesi daha muntazam bir plana sahipti. Bu medresede dershane kısmında zengin tezyinatın varlığı, bilhassa kubbenin ve intikal unsurlarının satıhlarının renkli malakârî (kabartma) süslerle kaplı bulunduğu görülmüştür. Çemberlitaş’ta küçük bir manzume teşkil eden Köprülüler Medresesi caddenin genişletilmesi sırasında kesilmiş ve esas düzenini kaybetmiştir. Aynı sırada az ileride bulunan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi etrafında sekiz köşeli bir dershane-mescid, bir sebil, geniş bir hazîre, bir sıbyan mektebi ve dükkânlar bulunmaktadır. Caddenin genişletilmesi için dükkânlar son yıllarda yıkılmış ve hazîre cadde üzerinde iken sebilin sağ tarafına alınmış, bu arada şimdi görülen pencereli taş duvar da inşa edilmiştir. Tam karşısında bulunan Çorlulu Ali Paşa Medresesi avlulu, revaklı ve camili iki büyük medreseden meydana gelmiştir. Çarşıkapı’da XVII. yüzyılda yapılmış olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Medresesi 1955 istimlâklerinde ortadan kaldırılmıştır. Küçük bir manzume teşkil eden medreselerin belki şaheseri sayılabilecek bir eser Saraçhanebaşı’nda Amcazâde Hüseyin Paşa Medresesi’dir. Burada da medrese etrafını kütüphane, sebil, hazîre, türbe, sıbyan mektebi, çeşme, dükkânlar, şadırvan ve dershane-mescid sarmaktadır. Fatih’te Şeyhülislâm Feyzullah Efendi tarafından yaptırılan medrese de âbidevî vasıfta bir binadır. Şehzadebaşı’nda Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa Dârülhadisi ve Beyazıt’ta Seyyid Hasan Paşa da kayda değer medreselerdendir. Bunlardan ikincisi Türk barok üslûbunun başladığı safhanın eseri olarak tezyinatında bu zevkin akislerini açıkça gösterir. Fatih ile Çapa arasındaki çukur arazide evvelce Halıcılar Köşkü denilen yerde, Mimar Sinan tarafından Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle 1562’ye doğru babası I. Selim için yaptırılan Sultan Selim Medresesi, müstakil bir medrese olmakla beraber bir avlu etrafında sıralanan revaklı hücrelerden ve büyük bir dershane-mescidden ibarettir.

Yalnız bir medrese binasından ibaret örneklere gelince, bunlardan sanat tarihi bakımından en değerlisi şüphesiz Mimar Sinan’ın Cağaloğlu civarında Rüstem Paşa için 1550’de yaptığı, dış duvarları sekiz köşeli bir düzene göre inşa edilen medresedir.


Sekiz köşeli avlunun etrafında yirmi iki hücre ile bir dershane-mescid sıralanmaktadır. Bu esasın plan bakımından öncüsü ve benzeri Amasya’da Kapıağası Hüseyin Ağa Medresesi’dir. XVIII. yüzyıla ait olmakla beraber yalnız medreseden ibaret bir bina da Belediye Sarayı yanındaki 1958-1960 yıllarında tamir edilen Abdülhalim (Ankaravî) Medresesi’dir. Çok dar bir avlu etrafında on üç hücre, bir fevkanî oda ve ayrıca dershaneden ibaret olan bu küçük medresenin başlıca mimari özelliği, merdivenle çıkılan dershanenin önündeki büyük kemerin çok eski medreselerin eyvanlarını hatırlatacak şekilde büyük bir kemerle avluya açılmasıdır. XIX. yüzyılın içinde yapılmış belirli bir mimari hüviyeti olan bir medrese bilinmemektedir. Ancak Sirkeci’deki Hoca Paşa Medresesi, büyük bir ihtimalle XIX. yüzyılın sonlarında bu yöreyi harap eden yangından sonra yeniden inşa edilmişti ve dış mimarisiyle II. Abdülhamid devri üslûbunu aksettiriyordu. Bu medrese 1940 yılına doğru yıktırılarak yerine maliye binası inşa edilmiştir. Son yıllarda yıkılıp kaybolan medreseler arasında Ayasofya, Şehzadebaşı’nda Kalenderhâne (Beşir Ağa), aynı semtte Ebülfazl, Kocamustafapaşa’da Nuh Efendi de anılabilir. Bazı medreseler ise etraflarını saran binaların arasında kaybolmuş veya tanınmaz hale gelmiştir. Bu hususta örnek olarak Sultanahmet’te Kabasakal, Ankara caddesinde Nevşehirli İbrâhim Paşa medreseleri gösterilebilir. Bazı medreseler de ahşaptan olduğu için yok olup gitmiştir.

Mektepler, Sıbyan Mektepleri. Türk mimari âbideleri arasında en küçük ölçüdeki binaları teşkil eden sıbyan mektepleri tarihî gelişmeleri içinde tesbit edilmiş değildir. Evliya Çelebi, şehrin başlıca sıbyan mekteplerinin selâtin ve vüzerâ camilerinin müştemilâtı arasında bulunduğunu belirtir. 1925 yılında sur içi ve sur dışı İstanbul’unda mevcut 314 sıbyan mektebinin bulunduğu tesbit edilmiştir.

Fâtih manzumesi içinde bulunan sıbyan mektebi ortada yoktur. Avlunun batı tarafında Boyacıkapısı’nın yanında olduğu ve tek kubbeli küçük bir binadan ibaret bulunduğu tahmin edilir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde yapıldığı bilinen Dâvud Paşa, Mahmud Paşa ve Üç Mihraplı Cami’deki Hoca Hayreddin mekteplerinden de hiçbir iz kalmamıştır. XV. yüzyıl camilerinden Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camii’nin cadde üzerindeki avlu kapısı yanında bir sıbyan mektebi mevcutsa da bunun camiyle birlikte yapılıp yapılmadığı tedkike muhtaçtır.

Bu türün belki en değerli örneği II. Bayezid manzumesinin sıbyan mektebidir ki hazîrenin Kapalıçarşı tarafındaki ucunda bulunmaktadır. Süleymaniye Camii manzumesindeki sıbyan mektebi “evvel medresesi”nin yanından geçen Süleymaniye caddesinin köşesindedir. Sultan Ahmed Camii’nin sıbyan mektebi eski Atmeydanı’na bakan dış avlu duvarı üzerinde yükselir. Evliya Çelebi, Yenibahçe’de Hüsrev Paşa Mektebi’ni zikrederek bunun 947 tarihli manzum kitâbesini kaydeder. Mimar Sinan yapısı olan Hüsrev Paşa Türbesi bugün mevcutsa da mektep yok olmuştur. Vüzerâ külliyelerinin yanında yapılan sıbyan mekteplerine misal olarak Çarşıkapı’da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi’nin yanındaki ile Kuyucu Murad Paşa ve Amcazâde Hüseyin Paşa Medresesi’nin köşesindekiler zikredilebilir.

Şehrin içinde tek başına küçük bir hayır binası teşkil eden münferit sıbyan mektepleri de yapılmıştı. Bunların bazıları bir çeşme veya sebille birleşmiş, birçoğunun da yanlarında bânisinin mezarı ile birlikte bir hazîre teşekkül etmişti. Türk klasik devir mimarisinin güzel bir sıbyan mektebi, Kumkapı Nişancası’nda Mâbeyinci Yokuşu’nda Kâtib Sinan Mektebi’dir. Horhor Yokuşu’nda Subhi Paşa Konağı karşısında 1141 (1729) tarihli Elhac Süleyman Efendi için yapılan çeşmenin üstünde yine klasik üslûpta bir mektep bulunmaktadır. Kesme taştan ve etrafında geniş hazîresi olan bir sıbyan mektebi, Bozdoğan Kemeri’nin dibinde Kalenderhâne Camii’nin müştemilâtı durumunda olan Arpa Emini Mustafa Efendi Sıbyan Mektebi’dir. Vilâyet karşısında Tersane Emini Hacı Yûsuf Efendi Mektebi yalnız mektep ve hazîreden ibaret başlı başına küçük bir âbide idi. Fevkanî salonu taş çıkmalar üzerinde dışarı taşmakta ve dış duvarları çok zarif derzlemelerle süslü bulunmaktaydı. 1189’da (1775) vefat eden bânisiyle ailesi mensuplarının mezarları yandaki küçük hazîrede bulunuyordu. 1956’da bir gece mezarlar buradan kaldırılmış ve bir resmî mimarın elinde bütün derz süslemeleri kazınmak suretiyle çok kötü şekilde tamir edilmiştir. Yine XVIII. yüzyıl yapısı olan zarif bir sıbyan mektebi Beyazıt’ta Sîmkeşhâne köşesinde Gülnûş Sultan Sebili’nin üstünde bulunuyordu. Aksaray’daki Ebû Bekir Efendi Mektebi ise 1959-1960 yıllarında tamir edilmiştir. Bu yüzyıl içinde barok üslûbunun hâkim duruma geçmesiyle sıbyan mektepleri de bu üslûbun özelliklerini almıştır. Önceleri mimarilerinde bir fark olmamış, sadece iç tezyinî unsurları değişmiştir. XVIII. yüzyıl sıbyan mektebi nevi içinde şaheser sayılabilecek birkaç örnekten


biri Vefa’da Recâi Mehmed Efendi tarafından 1181’de (1767) yapılan sebille üstündeki mekteptir. Ayasofya avlusunda I. Mahmud tarafından, 1153’te (1740) başlı başına bir bina halinde yapılan mektep ise yine fevkanî olmakla beraber kubbeli bir yapı olarak daha iddialı bir mimariye sahip bulunmaktadır. Ayvansaray’da sur duvarına bitişik XVIII. yüzyıl yapısı düz bir cepheye sahip bir sıbyan mektebi vardır ki bunun da altında Hatice Sultan’ın çeşmesiyle bir sebili yer alıyordu. Yakın tarihlerde çeşme ihya edilmekle beraber sebil ortadan kaldırılmıştır. Dikdörtgen biçiminde tonozlu bir salondan ibaret ve kavisli köşeleriyle barok üslûbunu aksettiren küçük bir sıbyan mektebi de Atatürk Bulvarı üzerindeki Şebsafâ Kadın Camii avlu duvarı köşesinde bulunmaktadır. Altında dükkânlar olduğundan evvelce fevkanî olan bu küçük âbide 1941 ve 1956’da cadde iki defa yükseldiğinden şimdi yaya kaldırımı ile aynı seviyede kalmıştır. Türk empire üslûbunun güzel bir örneği ise Sultanahmet Meydanı’na bakan bir köşede II. Mahmud tarafından kendisini kurtaran Cevrî Kalfa hâtırasına inşa ettirilen mermer cepheli mektepte görülür. Altında çeşme ve sebiliyle çok eski bir geleneğin devamı olmakla beraber geniş pencereli, Avrupaî görünüşüyle mektep mimarisinde XIX. yüzyılda başlayan yeni anlayışın bir örneğidir.

Tarihî Kuruluşa Sahip Mektepler. Kuruluş itibariyle eski sayılabilecek bir müessese, önce Beyazıt’ta Sîmkeşhâne içinde Emetullah Sultan Mektebi’nde açılarak 30.700 altın sarfı ile Sultanselim civarında Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye tarafından 1868-1872’de kâgir olarak yaptırılan şimdiki binasına geçen Dârüşşafaka’dır. İstanbul Üniversitesi’nin yakınında olan ve Mimar Kemâleddin Bey tarafından yapılan Kaptan İbrâhim Paşa Külliyesi’nin hamamı yerine Türk neoklasik üslûbunda yapılan Medresetü’l-kudât daha sonra üniversite merkez kütüphanesine dönüştürülmüştür. Osmanlı tarihinin son döneminde şehir içinde İstanbul Kız Lisesi, Vefa Lisesi yapılmıştır. İstanbul Erkek Lisesi olarak kullanılan Cağaloğlu’ndaki heybetli ve mimari bakımdan değerli bina ise esasında okul olarak değil Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin merkezi olarak inşa edilmiştir. Yedikule Hisarı’nın iç avlusunda XIX. yüzyılda ahşap bir konak biçiminde bir kız okulunun bulunduğu da bilinir, fakat bu binadan hiçbir iz yoktur. Haliç’e hâkim Fener’in Çarşamba’ya çıkan yamacında yükselen kubbeli kırmızı tuğladan büyük bina, 1880’lere doğru yapılan çok iddialı bir mimariye sahip Rum Lisesi’dir.

Dârülfünun-Üniversite. Avrupa’da ilk kurulan üniversiteler birer ilâhiyat mektebinden başka bir şey değildi. Bu bakımdan Doğu’nun medreseleri onlardan daha üstün bir seviyede bulunuyordu. Avrupa üniversiteleri, bilhassa XVIII. yüzyıldan itibaren yeni usullere göre geliştiği sırada bir maarif meclisi, öğretim tarzının yetersizliği karşısında 1845’te sıbyan ve rüşdiye mekteplerini ıslah ettikten sonra bir de dârülfünun kurulmasını tavsiye etmişti. 22 Temmuz 1846 tarihli bu rapor üzerine Sultan Abdülmecid dârülfünun binası inşaatını, Ayasofya’nın tamiriyle de meşgul olan İsviçreli mimar Gaspare Fossati’ye havale etmiştir. Ayasofya’nın deniz yönündeki eski cebehâne arsası üzerinde inşasına başlanan dârülfünun yeni Rönesans üslûbunda üç katlı, Avrupa şehirlerindeki emsali ayarında haşmetli bir bina olmuş ve içinde ilk ders 1862’de verilmiştir. Dârülfünun olarak yapılan ilk bina, çeşitli amaçlarla kullanıldıktan sonra İstanbul Adliyesi iken 3-4 Aralık 1933 gecesi yanmış, az sonra da kâgir duvarları ortadan kaldırılmıştır. Çemberlitaş’ta dış mimarisi bakımından öncekine biraz benzeyen, fakat çok daha küçük ölçüde yeni bir bina inşa edilmiştir. İçinde güzel tertibi ve süslemesi kısmen bozulmuş olmakla beraber yer yer ilim ve fenni temsil eden tavan nakışları görülür. 20 Şubat 1870’te açılan bu yeni dârülfünun da ancak iki yıl yaşayabilmiştir. Bir süre kaymakamlık olarak kullanılan bina daha sonra Eminönü Belediyesi, son olarak da Basın Müzesi olmuştur. Saffet Paşa, 1874’te Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi içinde tekrar bir dârülfünun tesis etmişse de bu daha ziyade Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nin yüksek kısmı mahiyetindeydi ve önce bir kısmı, sonra da tamamı kapanmıştır. II. Abdülhamid tarafından 1 Eylül 1900’de şimdiki İstanbul Kız Lisesi’nde açılan Dârülfünûn-ı Şahâne İstanbul Üniversitesi’nin nüvesi olmuş, 1908’de bu müessese yeniden teşkilâtlandırılarak beş şube esası üzerine kadrosu ve nizamnâmesi hazırlanmıştır. Eski seraskerlik binasına geçen dârülfünun, 18 Kasım 1933’ten itibaren İstanbul Üniversitesi adı ile çalışmalarına devam etmiştir.

Askerî Okullar. Önce Eyüp’te, ardından Haliç’in kuzeyinde kurulup gelişmiş, Bahriye Mektebi ise adada kurulmuştur. Ancak şehrin içinde iki yerde askerî okul yapılmıştır ki biri sûr-ı sultânînin Soğukçeşme Kapısı karşısında Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’dir. Uzun süre adlî tıp ve morg olarak kullanılan bu yapı daha sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne verilmiştir. Cadde üzerinde Tanzimat üslûbunda bir cephesi ve bunu süsleyen kitâbesi bulunmaktadır. İkinci bir askerî rüşdiye, Cerrahpaşa’da Kocamustafapaşa’ya giden cadde üzerindeki Dâvud Paşa Askerî Rüşdiyesi’dir. Şimdi ilkokul olarak kullanılmaktadır.

Kütüphaneler. Fetihten sonra kurulan cami ve medreselerin çoğunda bir veya birkaç kitap dolabında küçük kütüphaneler tesis edilmişti. Böyle müstakil binası olmaksızın bir cami içinde kurulan kütüphanelerin en güzeli, 1165’te (1752) Süleymaniye Camii’nin sağ tarafında barok üslûplu dökme tunç bir parmaklıkla ayrılmak suretiyle meydana getirilen kütüphanedir. Ancak XVII. yüzyıldan itibaren bir külliyenin parçası şeklinde veya tamamen müstakil küçük kütüphane binaları inşa edilip vakıf olarak tesis edilmeye başlanmıştır. Türk kütüphane mimarisi türünün bu örnekleri başlı başına bir grup teşkil etmektedir. Divanyolu’nda Köprülüler manzumesi yakınında inşa edilen Köprülü Kütüphanesi bunların şimdiki halde bilinen en eski örneğidir. Saraçhanebaşı’nda Amcazâde Hüseyin Paşa manzumesi içinde de 1110’da (1698) yapılan fevkanî bir kütüphane vardır. Osmanlı devri Türk kütüphane mimarisinin en zengin örnekleri XVIII. yüzyılda meydana getirilmiştir. XVIII. yüzyılda kütüphane mimarisinde kendi çapında birtakım yenilikler ortaya çıkmasıyla birlikte daha süslü olmasına da itina edildiği görülür. Fatih’te, başka hiçbir eserde görülmeyen bir tertipte derin bir istirahat revakına sahip olan Feyzullah Efendi, Vefa’da 1127’de (1715) tesis edilen Şehid Ali Paşa kütüphanelerinden sonra Hekimoğlu Ali Paşa Camii dış avlu kapısı kemeri üstünde yapılan müstakil kütüphane hârikulâde nisbetleri ve zarif hatlarıyla kayda değer. Kütüphanenin altında devamlı hava işleyen sivri kemerli bir giriş dehlizinin bulunması ve okuma salonu önünde havadar, ferah, geniş, üstü kapalı, fakat etrafı açık bir dinlenme verandasının yer alması bu zarif âbideye kendi türü içinde bir şaheser hüviyeti vermektedir. Kütüphane mimarisinin hiç şüphe yok ki en muhteşem anıtı Topkapı Sarayı’nın üçüncü avlusunun ortasında III. Ahmed tarafından inşa ettirilen müstakil


kütüphane binasıdır. I. Mahmud tarafından Ayasofya Camii’nin takviye payandaları arasında yapılan Ayasofya Kütüphanesi de aynı derecede şaheser sayılabilecek bir eserdir. Burada bina dışarıdan herhangi bir gösterişe sahip olmamakla beraber cami içerisindeki dökme tunç parmaklığı, sedirli okuma odası, duvarlarını kaplayan ve herhalde daha eski bir binadan getirilerek burada ikinci defa kullanılan çok yüksek evsafta XVI-XVII. yüzyıla ait çinileri, yaldızlı ve boya nakışlı kitap dolapları ile çok süslü bir eserdir. Aynı tarihlere ait Vefa’da Defterdar Âtıf Efendi Kütüphanesi daha gelişmiş bir tertip göstermektedir. Âtıf Efendi Kütüphanesi’nin taş vakfiyesi Almanca’ya çevrilerek neşredildiği gibi çok kıymetli bilgi ihtiva eden yazma vakfiyesine de sahaflar çarşısında rastlanmıştır. 1154’te (1741), Sultanhamam’da Reîsülküttâb Mustafa Efendi tarafından bir kütüphane daha kurulmuş, bu tesis oğlu Âşir Efendi ve torunu Mehmed Hâlid Efendi tarafından tamir edilmiş veya kitap bağışlanarak zenginleştirilmiştir. Yine aynı yıllarda Fâtih Camii kıble cihetinde ayrı kâgir bir bina halinde tek kubbeli bir kütüphane inşa edilmiştir. 1768’de II. Bayezid Camii’nin sağ tabhânesinin dış tarafına da tek kubbeli Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi vakfı olan kütüphane eklenmiştir. Büyük selâtin külliye kütüphanelerinin sonuncuları Nuruosmaniye ile Bahçekapı’da Hamidiye kütüphaneleridir. Bunlardan Nuruosmaniye Kütüphanesi hâlâ faaldir. Sadrazam Râgıb Paşa tarafından 1176’da (1762-63) Koska caddesi üzerinde kurulan kütüphane küçük bir avlu ortasında müstakil bir yapı halindedir. Râgıb Paşa Kütüphanesi’nin planı 1189’da (1775) Kazasker Damadzâde Murad Efendi tarafından kurulan Çarşamba’daki kütüphanede de aynen tekrarlanmıştır. Şehrin çeşitli semtlerine dağılmış küçük vakıf kütüphanelerinin inşaatı XVIII. yüzyıl sonları ve XIX. yüzyıl içlerinde de sürdürülmüştür. Bunların bir kısmı sur dışında olmakla birlikte (Üsküdar, Galata, Eyüp) şehirde Yerebatan Sarnıcı üzerinde 1846’da Esad Efendi Kütüphanesi kurulmuştur. Binaları aslında kütüphane olmamakla beraber bugün şehrin en önemli üç kütüphanesinden ilki, Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesi’nde Ali Emîrî Efendi’nin kitaplarının da bulunduğu Millet Kütüphanesi’dir. İkincisi, Beyazıt Külliyesi’nin imaret ve kervansarayının ahır kısmında büyük ölçüde bir değişiklikten sonra 1882’de kurulan umumi kütüphanedir ki sonraları buna imaret-aşhâne binası da eklenmiştir. Üçüncü büyük kütüphane Süleymaniye manzumesinin iki medresesini işgal etmekte ve Süleymaniye Kütüphanesi adıyla tanınmaktadır. İstanbul’un dağınık vakıf kütüphaneleri son elli yıl içinde yavaş yavaş burada toplanmıştır. Başka hiçbir şehirde rastlanmayacak surette çok sayıda olan vakıf kütüphaneleri, mimari ve sanat değerleri hiç göz önünde tutulmaksızın içlerindeki kitaplar taşındıktan sonra kendi hallerine bırakıldıklarından hızla değişikliğe uğramış ve böylece harap olmuşlardır. İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasının yanında Mimar Kemâleddin Bey tarafından yapılan yeni Türk klasik üslûptaki bina İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ne dönüştürülen kütüphane, dârülfünun döneminden beri biriktirilen çok değerli kitapdergi koleksiyonlarının yanına Yıldız Sarayı Kütüphanesi’nin kitapları ve al-bümleri de katılmak suretiyle çok zenginleştirilmiştir.

Vakıf kütüphaneler dışında ait oldukları müesseselerin içinde iki büyük kütüphane daha vardır. Bunlardan birincisi İstanbul Eski Eserler Müzesi’nin bir kanadında başlı başına bir bölümü işgal eden büyük kütüphanedir. İç mimarisi bakımından XIX. yüzyıl kütüphane mimarisi geleneğine uygun biçimde vitrinli ve galerili olarak yapılmıştır. İkinci müessese kütüphanesi ise Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ndeki kütüphanedir ki ayrı bir binada kurulmuş olan bu kütüphanede Grekçe çok sayıda kitap bulunmaktadır. Sahibi tarafından vakıf olarak bırakılan, bilhassa periyodik yayınlar bakımından son derece zengin olan Hakkı Tarık Us Kütüphanesi Beyazıt Külliyesi’nin bir parçası olan sıbyan mektebine konulmuştur.

Ticarî Tesisler. Tarihinin her safhasında önemli bir ticaret merkezi olan İstanbul’un ticarî tesislerinin başında bedestenler gelir. Diğer taraftan tüccar malları, esnaf toplulukları ve tüccar yolcular için han ve kervansaraylar kurulmuş, ayrıca hayır binalarının yanında dükkân ve çarşılar tesis edilmiştir. Bunlar, bağlı oldukları vakıf tesislere gelir sağlamak amacıyla kuruldukları gibi aynı zamanda eğer vakıf bina bir ibadet yeriyse ona cemaat toplanmasına da yardımcı oluyordu. Bedestenler ve Büyük Çarşı. Türk çarşılarının esasını yangından korunmak için taştan inşa edilen bedestenler teşkil eder. Ahşap küçük dükkânlardan meydana gelen çarşılar bu nüvenin etrafında gelişir. Fethin ardından İstanbul’da Fâtih Sultan Mehmed, bugün iç bedesten (Bedesten-i Atîk) denilen büyük kâgir binayı yaptırmıştır. Kalın pâyelere binen tuğla kemerler üzerinde on beş kubbenin oturduğu, içinden 45,5 × 30 m. ölçüsündeki bu sağlam binada evvelce “dolap” denilen dükkânlar bulunuyordu. Daha sonra Bedesten-i Atîk’in (Cevâhir Bedesteni) doğu tarafında hemen hemen aynı büyüklükte ikinci bir bedesten yapılmıştır. Bedesten-i Cedîd veya Sandal Bedesteni denilen bu ikinci binanın inşa tarihi şüphelidir. Bir ihtimale göre Fâtih Sultan Mehmed devrinde, diğer bir ihtimale göre ise Kanûnî Sultan Süleyman zamanında doğudan gelen değerli kumaşların satışı için yapılmıştır. Nitekim sandal adı da bir kumaş cinsinden gelmektedir. Son derece sağlam yapılı olan bu haşmetli bina on iki kütlevî pâye ile yirmi kubbenin örttüğü yirmi bölüme ayrılmış olup kubbe sayısı itibariyle Türk mimarisinde en büyük bedestendir. Büyük çarşılar da bu iki bedestenin etrafında yavaş yavaş teşekkül ederek Çarşû-yı Kebîr veya şimdiki adıyla Kapalı Çarşı şeklini almıştır. Tabii


bu arada çevrede bulunan birçok tüccar, esnaf ve zanaatkâr hanı da Kapalı Çarşı’nın sınırları içinde kalmıştır.

Hanlar ve Kervansaraylar. Şehrin bilhassa ticaret merkezi olan kısımlarında vakıf sahipleri tarafından vakıflarına gelir temin etmek üzere inşa edilmiş irili ufaklı hanlar bulunmaktadır. Genellikle ortaları avlulu, iki kat halinde olan bu binaların avluya bakan yüzleri iki sıra revak şeklinde inşa edilmiştir. İstanbul hanları içinde esası Bizans devrine kadar indiği kabul edilen tek örnek Eminönü’nde Balkapanı Hanı’dır. Üst katları Türk yapısı olmakla beraber altındaki bodur pâyelere dayanan tuğla tonozlu mahzenler daha eski bir devrin işaretidir. Hakkında hayli belgeye rastlanan bu önemli han 1952’de kısmen yanarak harap olmuştur. Fâtih vakfiyelerinde doksan sekiz hücreli Hân-ı Sultânî, otuz bir hücreli ve duvarı dibinde on dört dükkânlı Bodrum Kervansarayı, Eski Han, yirmi yedi hücreli, on altı dükkânlı Yemiş Kapanı gibi Fâtih Sultan Mehmed evkafına ait bazı hanlara rastlanır. Bunlardan Bodrum Hanı’nın bez toptancılarına mahsus olduğu burada tüccarlara bez satılmasına dair bir kayıttan anlaşılır. İstanbul hanları başlıca üç merkezde toplanmıştır. Bunların birincisi Eminönü-Unkapanı bölgesi, ikincisi Beyazıt-Sultanhamam bölgesi, üçüncüsü de Beyazıt-Aksaray bölgesidir. Evliya Çelebi şehrin muhtelif yerlerine dağılmış birçok han, kervansaray ve ayrıca bekâr odaları denilen hanların adlarını ve evsaflarını bildirir. Büyük selâtin külliyelerinin de birer misafirhane-kervansarayları olduğu bilinir. Fâtih Camii’ninki tabhânenin altında bulunuyordu. Deve Hanı denilen bu binanın bazı kalıntıları yakın zamana kadar görülüyordu. Beyazıt Külliyesi’nin kervansarayının büyük kubbeli ahır kısmı, II. Abdülhamid devrinde Maarif Nâzırı Münif Mehmed Paşa tarafından genel kütüphaneye çevrilmiştir. Bitişiğindeki önü avlulu ahşap iki katlı binanın kervansarayın hücreler kısmı olması muhtemeldir. Daha sonra buraya aynı gayeye uygun olarak Misâfirhâne-i Askerî inşa edilmiştir ki sonraları burası Dişçilik Mektebi olmuş, bugün de Beyazıt Genel Kütüphanesi’ne bağlanmıştır. Süleymaniye manzumesinin kervansarayı dârüşşifâ, imaret ve tabhânenin alt kısmındadır. Sultan Ahmed Külliyesi’nin kervansarayı ise ticaret ve sanat okullarının bulunduğu yerde olmalıydı. Şehrin içindeki külliye hanlarının en yenisi Lâleli Camii yanındaki Çukur Çeşme Hanı’dır. Her ne kadar Perviçiç’in 1940 yılına doğru çizdiği sigorta planlarında hanların yerleri ve evsafı gösterilmişse de tarihleri ve sanat tarihi bakımından oldukça yetersizdir. Böyle bir çalışma İstanbul hanlarına dair mimari bakımdan yeterli olmamakla beraber Ceyhan Güran tarafından yayımlanmıştır. Eminönü-Unkapanı bölgesinde Balkapanı Hanı’ndan başka Rüstem Paşa Camii yanında Mimar Sinan yapısı Rüstem Paşa Hanı vardır. Aynı yerde şimdi meydanın köşesinde görülen han nisbeten geç bir döneme ait olmakla beraber ufak ölçüde, fakat kendisine has özellikleri olan bir yapıdır. Çok küçük zarif bir geç devir hanı da Yenicami’nin önünde Hidâyet Camii bitişiğinde mevcuttur. Baba Câfer Zindanı Kulesi ve Türbesi’ne bitişik olan Zindan Hanı tamamen Batı üslûbunda bir yapı olarak han mimarisinin XIX. yüzyıldaki şeklinin iyi bir örneğidir. Sultanhamam’da Leblebici Hanı ile Unkapanı caddesi üzerinde eski halin karşısında bulunan Ali Paşa Hanı kayda değer eserlerdendir. Beyazıt ile Eminönü arasındaki meyilli saha hanlar bakımından en zengin bölge ise de burada âdeta birbirine girift halde bulunan hanlar tam olarak tesbit edilmiş değildir. Bunların arasında en eskilerinden biri Mahmud Paşa Külliyesi’ne ait olan Kürkçü Hanı’dır. İstanbul’un en büyük hanı Çakmakçılar Yokuşu’nda, Cerrah Mehmed Paşa Sarayı arsasında Vâlide Kösem Sultan tarafından yaptırılan Büyük Vâlide Hanı’dır. Vâlide Hanı’nı saran diğer binaların arasında Sünbüllü Han, Nasuh Hanı gibi eski hanlara rastlanır. Ayrıca Uzunçarşı caddesiyle Çakmakçılar Yokuşu köşesinde güzel bir XIX. yüzyıl hanı görülür. Aynı yokuşun sağ tarafında III. Mustafa tarafından 1177’de (1763-64), Lâleli Camii’ne gelir temini için yaptırılan Büyük Yeni Han üç katlı ve iki büyük avluludur. Yine heybetli ve mimari bakımdan değerli bir başka han da Nuruosmaniye Camii arkasında Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa tarafından inşa ettirilen Çuhacı Hanı’dır. Bu hanlar bölgesinin Divanyolu caddesi tarafındaki kenarında da iki önemli eser mevcuttu. Bunlardan ilki Çemberlitaş dibinde Vâlide Hamamı’na bitişik olan büyük Vezir Hanı’dır. Divanyolu’nun karşı sırasında ise Beyoğlu tarafında elçilikler kuruluncaya kadar XV-XVI. yüzyıllarda Avrupa elçilerinin indikleri Elçi Hanı bulunuyordu. Şehrin bu tarafında biraz daha güney istikametinde münferit olarak Sokullu Külliyesi yakınında bir han veya kervansaray bulunduğu anlaşılmaktadır.

Üçüncü han topluluğu ise Beyazıt ile Lâleli arasında bulunmaktadır. Bunlardan, esası Fâtih Sultan Mehmed devrine kadar çıkmakla beraber XVIII. yüzyıl başlarında Gülnûş Sultan tarafından yeniden yaptırılan Sırmakeş Hanı (Sîmkeşhâne) 1956-1957’de iki defada yarısından fazlasının yıktırılması yüzünden güdük bir halde kalmıştır. Evvelce muntazam taş ve tuğla örgüsüyle yapılmış iki katlı cephesi cadde boyunca uzanıyordu. Bu cephenin bir köşesinde bir sebille üstünde bir mektep vardı. Bunun aşağısında, XVIII. yüzyılda Sadrazam Seyyid Hasan Paşa tarafından karşı taraftaki medresesine ek olarak, 1153’e (1740) doğru yapılan Hasan Paşa Hanı çifte çeşmeli, bilhassa cephesi, yan sokakların arızalarına göre ayarlanmış arka duvarları ve kalın pâyeli yuvarlak kemerli revaklarıyla güzel bir mimari eserdi. 1894 depreminde zarar gören üst katı indirilmiş, 1956-1957’de çeşmeli cümle kapısı, cephesi ve revakları yıktırılmıştır. Çok kıymetli aksamını kaybetmesine rağmen bilhassa sağ yan ve arka cephesi, mimari bakımdan o derece değişik özelliklere sahiptir ki Hasan Paşa Hanı’nın tamir edilerek korunması temenni edilir. Lâleli Camii manzumesine ait Çukur Çeşme Hanı da muntazam bir dikdörtgen avlu etrafında sıralanan odalarıyla tabii bir şekil arzetmesine karşılık yanında sivri bir çıkıntı teşkil eden yan kanadı bakımından dikkate değer.

Arastalar. Büyük külliyelerin etrafına sıra halinde ahşap veya kâgir tonozlu dükkânlardan meydana gelen çarşılar yani arastalar da inşa edilmiştir. Ahşap olanlar yok olmuşsa da kâgirlerden bazıları hâlâ durmaktadır. Bunların bir kısmı karşılıklı iki sıra, bazıları tek sıra dükkândan meydana gelmişti. Büyük ölçüde bir çarşı topluluğu oluşturanlar da vardı. 1918 yangınından sonra şehrin yeniden tanziminde bütün izleri ortadan kaldırılan Fâtih Camii manzumesinin çarşısı Haffaflar Çarşısı veya Saraçlar Çarşısı olarak tanınmıştı. Cami ile birlikte yapılan ve Amcazâde manzumesinin tam karşısındaki sahada bulunan bu büyük çarşının ana hatlarıyla mimari tertibi eski su yolu haritalarından anlaşılmaktadır. XVI. yüzyılda Yenibahçe’de Mimar Sinan tarafından inşa edilen Hüsrev Paşa Çarşısı vardı ki bugün hiçbir izi kalmamıştır. İstanbul’un meşhur Esirpazarı’nın, Kapalı Çarşı’nın Kürkçüler Kapısı dışında Çemberlitaş ile çarşı arasında bulunduğu bilinmektedir. Bu pazardan da bugün hiçbir iz yoktur. Yanlış olarak Esirpazarı ile


karıştırılan Cerrahpaşa’daki Avratpazarı ise Türk şehirlerinin ekserisinde görülen alıcısı ve satıcısı kadın olan bir kadınlar pazarı idi. Beyazıt Camii’nin çarşıları Büyük Çarşı’nın içinde kalmıştır; Süleymaniye’nin medresesinin bitişiğinde sıralanan dükkânları durmaktadır. Bunlardan Süleymaniye caddesine yakın olanlar Tiryâkî, Haliç tarafındakiler Dökmeciler Çarşısı diye tanınır. Ayasofya’nın Marmara’ya bakan tarafında Türk devrinde eklenen dükkânlar 1948 yılına doğru gerçekleştirilen tamirleri sırasında Bizans üslûbunda yapılmıştır. Arastaların en iyi örneklerinden biri Sultan Ahmed Camii’ne ait olandır. Caminin Marmara yönünde uzanan bir yolun iki tarafındaki tonozlu dükkânlardan meydana gelen bu arasta Sipahi Çarşısı olarak tanınır ve zamanımıza harap ve metrûk bir halde intikal etmişken Vakıflar İdaresi tarafından 1980’lerde restore edilerek turistik eşya çarşısı durumuna sokulmuştur. Bugün için en iyi durumda bulunan arasta Yenicami Külliyesi’ne ait olan ve Mısır Çarşısı adıyla tanınan çarşıdır. Aslında caminin dış avlusunu bir taraftan “L” biçiminde saran bu güzel eser, 1941’de bu avludan ana caddenin geçirilmesi yüzünden ayrı kalmıştır. Nuruosmaniye’de dükkânlar avlunun altına ve dış tarafına manzumenin dış cephelerine yapıldığından tam mânasıyla bir arasta hüviyeti yoktur. Lâleli Camii’nin altındaki çarşı ancak 1957’de tamir edilerek açılmışsa da set duvarında inşa edilmiş olan sıra halindeki dükkânların hepsi de esasında yokken son tamirde toprağın oyulması sebebiyle suni olarak meydana getirilmiştir. Fakat muhakkak ki Lâleli Camii’nin mahzençarşısı önemli bir eserdir. Vüzerâ külliyelerinde de imkânlar el-verdiği kadar dükkân inşa edilmiştir. Bunların arasında belki en fazla kayda değer olanı, Şehzadebaşı’nda Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın dârülhadisinin cadde üzerindeki cephesi boyunca sıralanan dükkânlarıdır. Karşılıklı iki sıra halindeki bu kâgir dükkânların önlerinde mermer sütunların taşıdığı tonozlu birer revak uzanıyordu. İstanbul’un eski devirlerin en hareketli caddesine Direklerarası adını verdiren bu direkli dükkânlar, böylece İlkçağ’da Akdeniz havzası şehirlerinde rastlanan direkli cadde tarzının geç bir tekrarı oluyordu. Fatih istikametinde tramvay yolu yapılırken direkler kaldırılmış, ardından karşı sıra dükkânları yıkılmıştır. Kuyucu Murad, Bayram Paşa, Amcazâde ve Seyyid Hasan Paşa külliyelerinde olduğu gibi bazı küçük külliyelerin de uygun yerlerinde küçük dükkânlar yapılmıştır.

Resmî Binalar ve Şehir Hayatıyla İlgili Tesisler. Bâbıâli. Osmanlı Devleti’nde ilk idare yerini saray hudutları içinde Kubbealtı denilen mekân teşkil etmiş, sadrazamların bunun dışında muayyen bir makamları uzun müddet olmamıştır. Küçük divanların sadrazamların kendi yaptırdıkları, satın aldıkları veya kiraladıkları konaklarda toplandığı, idarî işlerin burada yapıldığı anlaşılmaktadır. Saraya yakın bir yerde sadrazamlara mahsus bir makamın ilk olarak ne vakit kurulduğu tam olarak bilinmez. Halk arasında Paşakapısı olarak bilinen bu makam ancak Tanzimat’tan sonra Bâbıâli olarak tanınmıştır. 1844 Nisanında inşaatı biten son Bâbıâli binasının merasimle açılışı yapılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde İstanbul pâyitaht olduğu müddetçe şehrin içinde bazı büyük binalar vekâlet makamı olarak kullanılmıştır. Günümüzde İstanbul Üniversitesi’nin merkez binası olan Seraskerlik Kapısı, Mercan Yokuşu başında bulunan muhteşem kâgir Ali Paşa Konağı Erkân-ı Harbiye Dairesi, şimdi İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü olan bina Nâfia Nezâreti, bugün İstanbul Üniversitesi’ne ait Eczacılık Fakültesi (Fuad Paşa Konağı) Maliye Nezâreti olmuştur. Âlî Paşa Konağı olan bina 23 Temmuz 1911 günü Uzunçarşı’dan başlayan büyük yangında harap olmuştur. Bir ara üniversite kütüphanesi yapılması düşünülen bu binanın harabesi uzun yıllar durduktan sonra yakın tarihlerde yıktırılmıştır. Süleymaniye’de yeniçeri ağasının makamı olan Ağakapısı birkaç defa yangın geçirdikten sonra yeniçerilik kaldırıldığında önce meşihat dairesi (şeyhülislâmlık) olmuştur. Cumhuriyet devrinde ise burası İstanbul Müftülüğü’ne dönüştürülmüştür.

Şehir İnzibatı ve Emniyetiyle İlgili Yapılar. Karakollar. Evvelce şehrin içinde yeniçeri kollukları bulunduğu bilinir. Yeniçerilik kaldırıldıktan sonra II. Mahmud şehrin içinde ve civarında kendilerine mahsus bir mimariyle belli olan karakol binaları inşa ettirmiştir. Cephelerinde sütunlarla kaba bir empire üslûbunda olan bu küçük binaların cümle kapıları üstünde uzunca kitâbeleri, alınlıklarında yeni ihdas edilen Osmanlı arması da taşa işlenmiş olarak bulunuyordu. Böylece bu küçük binalar devlet otoritesinin temsilcisi oluyordu. Bunların içinde en önemlileri Unkapanı’nda köprü başındaki karakolla (1940’lı yıllarda yıktırıldı) Aksaray’da Murad Paşa Camii önlerine isabet eden diğer karakoldu (1955 istimlâklerinde ortadan kaldırılmıştır). Şehrin içinde bu eski karakollardan çok küçük ve mütevazi mimarili bir tanesi olan Çarşamba Karakolu hâlâ görevini sürdürmektedir. Burada iki sütunlu bir girişle bir alınlık devlet dairelerinde o sırada hâkim olan Tanzimat üslûbuna işaret eder. Daha büyük ve mimari bakımdan daha dikkat çekici bir karakol ise Vatan caddesinden Çapa semti yakınından yukarıya Topkapı caddesine çıkan bir sokak üzerinde bulunmaktadır. Bugün ev olarak kullanılan tarihî karakolların bir özelliği de bünyesi içinde bir yatır türbesinin bulunmasıdır. Mimari bir hüviyete sahip karakol binalarıyla şehrin bir köşesini süslemek fikri uzun zaman devam etmiş ve şehrin diğer kısımlarında da böyle binalar inşa edilmiştir. 1270 (1853-54) yılına ait kolluklara dair iki belge mevcuttur. Mimar Gaspare Fossati tarafından Eminönü’nde deniz kıyısında yapılan bir kolluk ise Eminönü meydanı açılırken 1957’de yıktırılmıştır. Siyasî mahpuslara ve “enterne” edilen yabancılara mahsus Yedikulehisarı’ndan başka Rumelihisarı da bu maksatla kullanılmıştı. Ayrıca Süleymaniye’de Ağakapısı’ndaki zindandan başka, Kasımpaşa’da, Tersane’nin Paşakapısı’nda


Tomruk denilen mahpes var idi ki bugünkü vilâyetin karşısındaki arsa yerinde bulunuyordu. 1247’de (1831-32) Sultanahmet Meydanı yanındaki mehterhâne hapishaneye dönüştürülmüştür. Bilinmeyen bir tarihten itibaren, Eminönü’nde Zindankapısı’nda bir hapishane tesis edilmişti. Halk arasında bir efsaneye dayanmak suretiyle Baba Câfer Zindanı olarak şöhret bulan bu yer borçtan hapse mahkûm olanlara mahsustu ve içinde zina suçundan mahkûm kadınlara mahsus bir kısım da vardı. Sultanahmet Meydanı kenarındaki mehterhâne ve İbrâhim Paşa Sarayı zamanla hapishane haline getirilerek yakın tarihlere kadar kullanılmış, ayrıca Ayasofya’nın deniz tarafındaki sahada da bir hapishane binası Mimar Kemâleddin Bey tarafından neoklasik üslûpta inşa edilmiştir. Son zamanlarda boşaltılan ve bazı tartışmalardan sonra otel yapılması uygun görülen binanın, mimarisini bozan pek çok ilâveden ve bir hapishane için gerekli elemanlardan arındırıldıktan sonra aslî hüviyetini ortaya koyacak şekilde restorasyonu yapılmıştır.

Yangın Kulesi. Şehrin karşı yakasında uzun müddet zindan olarak kullanılan Galata Kulesi, nihayet yangın gözetleme kulesi haline getirildiği gibi şehrin içinde de böyle bir gözetleme yeri kurulması lüzumlu görülmüştür. Eskiden beri Süleymaniye’de yeniçeri ağasının makamı olan Ağakapısı’nda yüksek bir kule mevcuttu. Bunu İstanbul’un eski gravür ve resimlerinde farketmek mümkündür. Büyük yangınlarda tutuşan bu kulenin yerini tutmak ve şehir için bir âfet halini alan yangınlara karşı bir tedbir olmak üzere burada daha yüksek ve kâgir bir kule inşası düşünülmüş ve II. Mahmud önce Eski Saray arazisinde ahşap bir kule yaptırtmıştı. Fakat inşaatı henüz biten bu yangın kulesi daha kullanılmaya başlanmadan yeniçerilerin bir suikastına kurban gitmiş ve yanmıştır. II. Mahmud, tulumbacı teşkilâtını bir nizama sokarken eski kulenin yerine şimdi Beyazıt Kulesi denilen kâgir kuleyi inşa ettirmiştir.

Mesire ve Eğlence Alanları. Bizanslılar, Türkler’den aldıkları çevgân oyununu benimsediklerinden büyük sarayın doğu tarafında bir yerde bu atlı oyun için çevgân kelimesinden ürettikleri Tzyganesterion adında bir oyun sahası yapmışlardı. Fetihten sonra da Kadırga semti dolaylarında cirit oyunları Cündî meydanında oynanıyordu. Daha sonra buranın adı Cinci meydanına dönüştürülmüştür. Yakın tarihlere gelinceye kadar burası şehrin en büyük bayram yeri olarak kullanılmıştır. Osmanlı devri ortalarında Bayrampaşa deresi vadisi Yenibahçe adıyla bir mesire yeri mahiyetindeydi. Yavuz Sultan Selim bu yeşilliği sevdiği için oğlu Kanûnî Sultan Süleyman onun adına burada Mimar Sinan’a bir cami ile bir medrese yaptırmıştır. En ünlü mesire yeri ise bilhassa XVIII. yüzyılda en parlak devrini yaşayan Kâğıthane deresi sahilindeki ağaçlık çayırlardır. Diğer mesire yerlerinin hepsi sur içi İstanbul’unun dışındaki bölgelerdedir.

Tiyatrolar. Tanzimat’tan itibaren Avrupaî hayatın İstanbul’a girmesiyle Batı’daki benzerleri gibi içleri devrin zevkine göre süslü tiyatro binaları inşa edilmişti. Bunlardan bir tanesi 1859’da açılışı yapılan Dolmabahçe Sarayı’nın özel tiyatrosu idi; bu bakımdan Avrupa’nın saray tiyatrolarının bir benzerini teşkil ediyordu. Beyoğlu’nda ilk tiyatro binasının Giustiniani adında bir İtalyan tarafından 1826-1839 arasında yapıldığı söylenirse de bu husus tedkike muhtaçtır. 1840 yılında Bosko adlı bir cambaz Galata Sarayı karşısında ahşap büyük bir tiyatro binası inşa ettirmiştir. Nihayet bu bina, Halepli Katolik Tütüncüoğlu Mihail Naum tarafından alınarak tamir ettirilmiş ve 1844’te tekrar açılmıştır. 1846’da yanan bu ahşap tiyatro, devletin de yardımıyla kâgir olarak ve pek müzeyyen bir şekilde yeniden inşa edilmiş ve 4 Teşrînievvel 1264’te (16 Ekim 1848) açılmıştır. Sultan Abdülmecid, Abdülaziz ve Galler prensi, Fransız İmparatoriçesi Eugénie’nin oyun seyrettiği bu bina 1 Haziran 1870 tarihindeki Beyoğlu yangınında harap olmuş ve arsası üzerine 1873’te Hristaki Efendi tarafından bir pasaj inşasına başlanmıştır. Beyoğlu’nda o sıralarda daha ileride bir de Fransız Tiyatrosu denilen bir bina olduğu bilinir. Yakın zamanlarda sahne tarihimizde yer alan ikinci tiyatro ise Şehzadebaşı’nda Direklerarası’nda bulunan Ferah Tiyatrosu idi ki sonraları sinemaya dönüştürülen bu bina 1960’lardan sonra bozularak iş hanı haline getirilmiştir. Bu tür binalar şehrin karşı yakasında Beyoğlu tarafında XIX. yüzyıldan itibaren pek çok sayıda yapılmış, bunların bir kısmı sinema olarak inşa edilmiştir.

Kahvehaneler. İstanbul hayatında önemli bir yeri bulunan, bilhassa iç mimari ve süslemeleri bakımından çoğu bir sanat eseri durumunda olduğu bazı eski resim ve gravürlerden anlaşılan eski kahvehanelerden bugün hiçbir iz kalmamıştır. Böyle ünlü bir yeniçeri kahvehanesi, Zindankapısı’nın önündeki Haliç kıyısında Çardak İskelesi denilen iskelede


bulunuyordu. Türk mimarisinin bu önemli örneklerini tanıyabilmek için eski resimlere başvurmak lâzımdır.

Muvakkithâne. Zaman tayininde önemli bir yeri olan muvakkithânelerden bilhassa iki tanesi kayda değer. Şehrin en önemli muvakkithânesi olan birincisi Yenicami’nin Osmanlı Bankası tarafındaki avlu köşesinde bulunmaktadır. Bu küçük bina bilhassa tunç pencere şebekeleri bakımından dikkate değer. Şebekelerin barok üslûpta oluşu muvakkithânenin geç bir devirde şimdiki şekliyle yapıldığını gösterir. Ayasofya avlu kapısının yanında İsviçreli mimar Fossati tarafından Sultan Abdülmecid zamanında inşa edilen muvakkithâne de planı itibariyle kayda değer bir eserdir. Kare planlı olan binanın içinde, ortada ince sütunlar bir halka şeklinde sıralanmakta ve ortadaki yuvarlak kısmın üstünü küçük bir kubbe örtmektedir.

Dârüşşifâ-Hastahane. Büyük selâtin külliyelerinin yanlarına birer dârüşşifâ yani hastahane inşa edildiği bilinmektedir. İstanbul’da bu türden ilk eser Fâtih Camii yanında tabhânenin simetriği olan dârüşşifâdır. Diğer bir dârüşşifâ ise Süleymaniye Külliyesi’ne aittir. Bir süre askerî basımevi olarak kullanılmıştır. Şehrin en büyük sağlık müesseselerinden biri olarak uzun zaman faaliyette bulunan bu tesisle ilgili birçok belge mevcuttur. 945’e (1539) doğru şehirde Haseki Hürrem Sultan Külliyesi’ne bağlı olarak Aksaray semtinde bir dârüşşifâ daha inşa edilmiştir. Sekiz köşeli bir avlunun bir tarafı düz bir duvarla sınırlanmıştır. Diğer taraflarda güzel bir tertibe göre sıralanan odalar ve büyük kubbeli iki eyvan yer almaktadır. XVI. yüzyılın ikinci yarısı içinde Atik Vâlide Külliyesi bünyesinde bir dârüşşifâ yapılmıştır. XVII. yüzyıl başlarında kurulan Sultan Ahmed Külliyesi’nin bir parçası olan dârüşşifâ bir avlu etrafında sıralanan aynı büyüklükte hücrelerden ibarettir. Avrupaî anlayışa göre hastahaneler XIX. yüzyıl içlerinde kurulmaya başlanmıştır. Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan tarafından Yenibahçe’de yaptırılarak vakfedilen Gureba Hastahanesi’nin esası 1845’te kurulmuştur. Çok yakın tarihlerde çok sayıda, çok büyük ölçüde hastahane inşa edilmiştir (Çapa, Cerrahpaşa, işçi sigortaları hastahaneleri). Bu hastahanelerin yapısı şehrin dokusuna zarar vermiş ve bulundukları yerlerde pek çok küçük tarihî eserin yok edilmesine sebep olmuştur.

XIX. yüzyıl sonlarında ve XX. yüzyıl başlarında şehrin içinde birtakım iddialı üslûplarda büyük binalar inşa edilmiştir. Tahlili pek kolay olmayan bir Arap-Şark üslûbu hâkimiyeti sezilen Sirkeci Garı mimar Jasmund tarafından yapılmıştır. Pek başarılı olmasa bile bazı ayrıntıları itibariyle zarif sayılabilecek tezyinî özelliklere sahiptir. 1898-1899’a doğru mimar A. Vallaury’nin inşa ettiği Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi, İstanbul’un son devir binaları arasında en sağlam malzeme ve temiz işçilikle kurulan yapısıdır. Burada eski Türk mimarisinden alınan bazı ilhamlarla yeni bir estetiğe sahip bir büyük eser meydana getirilmeye gayret edilmiştir. Açılışı 1891’de yapılan Âsâr-ı Atîka Müze-i Hümâyunu’nun ilk kısmı da aynı mimarın eseridir. Vallaury, burada tamamen İlkçağ mimari şekillerine ve tezyinatına bağlı kalmıştır. Müze 1899-1903 yılları arasında aynı üslûpta genişletilmiş, 1908’de bir daha büyütülerek şimdiki şeklini almıştır. Yenicami hünkâr mahfeli rampası bitişiğinde inşa edilen Osmanlı Bankası, 1900 yılı büyük Paris sergisindeki Türk pavyonu ile benzerlikler arzetmekte ve Türk tezyinî unsurlarının ölçüsüz ve nisbetsiz bir şekilde kullanıldığını göstermektedir. Aynı devirde mimar Vedat Bey kısmen Türk, kısmen rönesans mimarilerinden ilham alarak Büyük Postahane’yi, Sultanahmet Meydanı’na bakan defterhâne binalarını inşa etmiştir. Bu ikinci bina daha fazla Türk mimari unsurlarına sahiptir. Yeni Türk mimarisi cereyanının diğer önemli bir mimarı da Kemâleddin Bey’dir. Şehrin içinde en mühim eseri IV. Vakıf Hanı’dır ki Türk mimari ve tezyinî unsurunun en bol kullanıldığı binadır. Beyazıt’ta Medresetü’l-kudât da aynı özelliklere sahiptir. Halbuki büyük yangından sonra Lâleli’de felâketzedeler için yaptığı Harikzedegân apartmanları, ortalarındaki avluları itibariyle eski Türk kervansaray mimarisini andırmakla beraber cephe süslemesinde hafif barok tesirleri görülür ki bu da Lâleli Camii üslûbuna uymak isteğinden doğmuş olmalıdır. Bu lojmanlar 1980’lerde restore edilerek otele dönüştürülmüştür. I. Dünya Harbi içinde, II. Mahmud Türbesi karşısındaki arsada, Türk-Alman dostluk yurdu adıyla ileride kurulacak bir Alman üniversitesinin çekirdeği olmak üzere bir bina yapımına girişilmiş, büyük bir yarışma sonunda kararlaştırılan projenin uygulanmasına geçilmişken savaşın yenilgiyle sona ermesi yüzünden bütün projeleri bir kitap halinde yayımlanan bu bina tamamlanmadan kalmıştır. Cumhuriyet devrinde yapılan büyük binalar henüz tarihin malı olmadığından burada anılmamıştır. Şehrin içinde yapılmış tek anıt, Fatih Belediye Başkanlığı’nın önündeki parkta Türk havacılık tarihinin ilk şehidlerinin hâtıralarına 1912 yılında dikilmiş olan mütevazi sütundan ibaret olan anıttır.

Sokaklar, Yollar ve Köprüler. İstanbul, şehrin ârızalı olmasından dolayı tarihinin hiçbir devrinde muntazam caddelere ve sokaklara sahip olamamıştır. Şehrin kaldırımlarının bakımı ve şekli hakkında çeşitli hükümler mevcuttur. Meselâ 1002’de


(1593-94) kaldırımları bozanlara, üzerlerine pis su akıtanlara engel olunması istenmiş, 1003’te (1594-95) ihtiyarların yürüyüşünü zorlaştırdığından merdivenli yaya kaldırımı yapılmaması emredilmiş ve nihayet 1111’de (1699) bir yazı ile dükkân sahipleri önlerindeki yaya kaldırımlarını tamire mecbur tutulmuştur. 1865’te Hocapaşa semti yangınından sonra bir “ıslahât-ı tarik” heyeti kurularak yangın sahası yeni esaslara göre tanzim edilmiş ve şehrin ana caddesi olan Divanyolu caddesinin o devrin anlayışına göre genişletilmesine gayret gösterilmiştir. Caddeye taşan bazı mescidlerin, medreselerin, hamamların yıktırılıp geri alınması veya kısmen kesilmesi bu döneme aittir. Atik Ali Paşa ve Köprülüler medreselerinin birer kanatları bu çalışmalar sırasında ortadan kaldırıldıktan başka Çemberlitaş’taki Vâlide Hamamı’nın soyunma yerinin bir kısmı kesilmiştir. Şehrin başlıca caddeleri toprak yollar halinde iken XIX. yüzyılda arnavut kaldırımı denilen şekilde kaba taşlarla döşenmiş olup pek yakın tarihlere gelinceye kadar da sadece ana caddeler parke taş döşeli idi.

Meskenler. Özel Saraylar (Konaklar). Osmanlı devri boyunca şehrin çeşitli yerlerinde inşa edilen özel sarayların, konakların adlarını muhtelif kitaplardan ve belgelerden tesbit etmek mümkün olmaktadır. Bilhassa bazı ricâlin ölümleri dolayısıyla devrin vekāyi‘nâmeleri de onların sahip olduğu konağın zenginlik ve ihtişamını bildirmektedir. Yangınlar dolayısıyla vekāyi‘nâmelerde yanan binalar sayılırken bazı büyük konakların da etraflı tarifi yapılmıştır. Mimar Sinan’ın eserlerini bildiren Tuhfetü’l-mi‘mârîn’de ve Risâle-i Tezkiretü’l-ebniye’de onun tarafından inşa edilen hususi sarayların adları mevcuttur. Ayrıca şehrin içindeki özel saray veya konakların etraflı bir isim cetveli Evliya Çelebi tarafından düzenlenmiştir. Bunların içinde en önemlisi ve en büyüğü Atmeydanı kenarında bulunan Sadrazam İbrâhim Paşa Sarayı idi ki bunun yarısı bölünerek padişahlara mahsus Sarây-ı Has olmuş ve içinde 2000 zülüflü oğlan barındırılmıştır. İçlerinde sadece hamamları, bahçe içinde ayrı bir bina teşkil eden mutfakları ve bir de kıymetli eşyaların muhafazası ve yangınlardan korunması için yapılmış “taş odaları” istisna edilirse tamamen ahşap olarak yapılan bu özel saraylar hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştur. Ancak birçoğunun adı bilinmekte, hatta tarihçeleri takip edilebilmektedir. Bu çeşit binaların sahiplerinin vakfettikleri hayır tesislerini de konakları civarında inşa ettirdikleri düşünülecek olursa bunlardan bir kısmının şehir içindeki yerleri bir dereceye kadar tayin edilebilmektedir. Bazı büyük konakların ve özel sarayların arsaları, arazinin meyilli olması yüzünden yüksek set duvarlarıyla düzeltilmek suretiyle elde edilmişti. Şehrin hâlâ birçok yerinde görülen kalın set duvarları böyle konakların son hâtıralarıdır. Aynı arsalar üstünde konakların birbirini takip ettiği de anlaşılmaktadır. XIX. yüzyıl içlerinde eski gelenekten uzaklaşılarak büyük kâgir konaklar inşasına başlanmıştır. Dış görünüşleri bakımından tamamen Avrupa mimari üslûpları tesirinde kurulan bu binaların iç tertipleri, bilhassa ortalarındaki büyük sofaları ve bu sofaya açılan odalarıyla eski Türk geleneklerine hâlâ bağlı kalındığını gösteriyordu. Bunların da büyük çoğunluğu zaman içinde ortadan kalkmıştır.

Evler. İstanbul’un fetihten önceki evlerinin kâgir olduğuna ihtimal verilir. Bunların mimarileri ve iç tertipleri bilinmemekle beraber XVI. yüzyılda İstanbul’da bazı resimler yapan Flensburglu Melchior Lorichs’in bir deseninde Çemberlitaş çevresinde bir Türk evi gösterilmiştir. Bu basit evin Anadolu’daki pek çok yerde örnekleri olan hımış tekniğinde bir yapıya sahip olduğu görülür. Yani binanın kaburgası ahşap merteklerden kurularak araları moloz taşla doldurulmak suretiyle meydana getirilmiştir. Çok dar sokaklarda bulunan, Türk devrinde yapılmış birçok kâgir ev haliç kıyısındaki Rumlar’a ait olduğu için Bizans evi zannedilmiştir. Ev inşaatı Osmanlı tarihi boyunca bir nizam altına alınmaya çalışılmıştır. Camilere çok yakın ev inşa edilmemesi daha 980’de (1572) bildirilmiş, Ayasofya’yı saran evler 981’de (1573) istimlâk edilmiş, müslüman mahallelerinde meyhâne açılması 983 (1575), 991 (1583), 1101 (1593) tarihli belgelerle yasak edilmiştir. Surların iç taraflarındaki evlerin ise duvarların iç yüzlerine bitişik veya sur üstünde olmaması, şahnişin inşa edilmemesi, aykırı vaziyetteki evlerin de kaldırılması şiddetle takip edilmiştir. Sur duvarları ile evler arasında dört mimari arşınlık (3 m. kadar) bir boş mesafe bırakılması, evlerin iki kattan fazla olmaması daha 966’da (1558-59) nizam altına alınmıştı. İstanbul’un yangınları bu gibi tedbirlerin alınmasını zorluyordu. Israrla yeni yapılacak evlerin


saçaksız ve hatta taştan olması, cadde üzerine şahnişin ve çardak çıkılmaması, yangınların önlenmesi için her evde çatıya çıkmaya yetecek uzunlukta birer merdivenle su dolu bir fıçının bulundurulması ve halkın yangın vukuunda kaçmayıp söndürme işlerine yardımcı olması istenmiştir. Bu husustaki belgeler 966-980 (1559-1572) yıllarına aittir. Bu arada bazı mahalleler zamanla hüviyet değiştiriyor, hıristiyan mahallesi iken müslümanlar veya aksine müslüman mahallesi iken hıristiyanlar tarafından iskân ediliyordu. Çarşamba’da Fethiye Camii civarının Türkleşmesi için bölünen arsalar bir evlik 400 arşın olmak üzere bir veya yarım evlik olarak 1002’de (1593-94) dağıtılmış ve fazla almak isteyenlere engel olunmuştu. 1142’de (1729-30) çıkarılan bir fermandan anlaşıldığına göre müslüman evlerinin hıristiyanlara satılması yasaklanmış, hıristiyanların sur dışında ev yapmamaları 1181’de (1767-68) bildirilmiştir. Bunun yanında 1046 (1636-37) tarihli bir yazıda Langa’da Kâtib Kasım mahallesinde müslüman evlerinin sayısının azaldığı ve mescid dahi “kefere” evleri tarafından sarıldığı bildirilmektedir. Fakat en şiddetli tedbirler şehri devamlı surette mahveden yangınlar yüzünden alınmıştır. 1107’de (1695-96) evlerin kâgir yapılması istenmiş, bunun için 1114’te (1702-1703) bol miktarda tuğla, kiremit ve kireç teminini ve nihayet 1131’de (1719) ev mimarisini çok sıkı nizama sokan yeni bir ferman çıkarılmıştır. Mimarbaşına gönderilen ve aksine izin verdiği takdirde idam edileceği bildirilen bu fermanda evlerin kâgir yapılması, saçakların ahşap değil kirpi saçak şeklinde olması ve on sekiz parmaktan fazla ileri taşmaması, hiçbir zaman iki şahnişinin karşı karşıya gelmemesi, kefere ve yahudilerin evlerinin iki kattan daha yüksek olmaması önemle bildirilmiştir. Surlara mesafe ise 5 zirâa (3,80 m.) çıkarılmıştır. 1137 (1724-25) tarihli bir başka yazı müslüman evlerinin yüksekliğini 12 zirâ, hıristiyan ve yahudi evlerininkini 9 zirâ olarak sınırlayarak yine kirpi saçak mecburiyetini hatırlatır ve arsanın arkasının yüksek olması bahanesiyle binaların yükseltilmesini şiddetle yasaklar. Ayasofya civarı yangınından sonra 1156’da (1743) yapılan şikâyet üzerine evlerin üzerlerine tahtepûş inşası da yasaklanmıştır. Buna rağmen İstanbul mahalleleri nizama aykırı evlerle dolmuş ve her yangın bunları yok etmekle beraber arkasından kısa süre içinde yenileri yapılmıştır. İstanbul’da belediye teşkilâtının kurulması ilk olarak Beyoğlu-Galata tarafında başladığında o taraftaki evler kâgir olarak inşa edilmiş, fakat şehir Cumhuriyet devrine kadar ahşap evlerle dolmaya devam etmiştir. İstanbul’un mütevazi eski evlerinin dış mimarileri ancak bazı eski gravür ve resimlerle XIX. yüzyıla ait olanları nâdir fotoğraflardan öğrenilmektedir. Bunların içinde mahdut birkaçının planları elde edilmiştir. XIX. yüzyıl evlerinden oluşan eski birkaç mahalle bulunmaktaysa da (Süleymaniye, Zeyrek) bunlar da son yıllarda hızla değişmekte, yerlerine beton binalar, apartmanlar yapılmakta veya arsaları otoparka dönüştürülmektedir. Fener’de Haliç kıyısında uzanan cadde kenarında görülen kâgir eski Rum evleri, gerek dış mimarileri gerek iç tertipleri ve tezyinatları itibariyle XVII-XVIII. yüzyıllara ait ve tamamen Türk mimari geleneğine göre inşa ve tezyin edilmiş binalardır. Bu yapılar da yakın tarihlerdeki cadde genişletmesi sebebiyle tamamen yıkılıp kaldırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Genel. Mehmed Ziya, İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul 1336, I-II; C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin 1908-12, I-II; E. Mamboury, Constantinople, guide touristique, İstanbul 1925; a.mlf., Istanbul touristique, İstanbul 1951; R. Mayer, Byzantion, Konstantinopolis-Istanbul, eine genetische stadtgeographie, Wien 1943, s. 266-290; Semavi Eyice, Istanbul, İstanbul 1955; a.mlf., “Tarih İçinde İstanbul ve Şehrin Gelişmesi”, Atatürk Konferansları VII: 1975, Ankara 1980, s. 89-182; W. Müller-Wiener, Bildlexikon zur topographie Istanbuls, Tübingen 1977; Hikmet Turan Dağlıoğlu, “İstanbul Bibliyografyası”, Yeni Türk, V/58, İstanbul 1937, s. 1160-1166; V/60, s. 1271-1273; DBİst.A, I-VIII.

Fetihten Sonra. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546); Süleymaniye Vakfiyesi (nşr. Kemal Edip Kürkçüoğlu), Ankara 1962; Sâî, Tezkiretü’l-ebniye; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I; Bandırmalızâde, Mecmûa-i Tekâyâ, İstanbul 1307; Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, İstanbul 1281; Derviş Efendizâde Derviş Mustafa, 1782 Yılı Yangınları (haz. Hüsamettin Aksu), İstanbul 1994; İstanbul Camileri Haritası (Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun), İstanbul 1846; H. Glück, Die Baeder Konstantinopels, Viyana 1921; A. Gabriel, “Les mosquées de Constantinople”, Syria, Paris 1926; a.mlf., Les châteaux turcs du Bosphore, Paris 1943; Topkapı Sarayı Müzesi Rehberi, İstanbul 1931; Sedad Ethem [Eldem], Yedikule Hisarı, İstanbul 1932; a.mlf., Camilerimiz, İstanbul 1933; a.mlf., Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1974; a.mlf. - Feridun Akozan, Topkapı Sarayı: Bir Mimari Araştırma, İstanbul 1982; N. M. Penzer, The Harem, London 1936; İzzet Kumbaracılar, İstanbul Sebilleri, Ankara 1938; Konyalı, İstanbul Âbideleri; Cemil Bilsel, İstanbul Üniversitesi Tarihi, İstanbul 1943; İ. Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, İstanbul 1943; Kâzım İsmail Gürkan, Gureba Hastanesi Tarihçesi, İstanbul 1944; Osman Nuri Ergin, Fatih İmareti Vakfiyesi, İstanbul 1945; a.mlf., Türkiye Maarif Tarihi, I-V; a.mlf., Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, İstanbul 1995; Süheyl Ünver, Fatih’in Oğlu Bâyezid’in Suyolu Haritası Dolayısile 140 Sene Önce İstanbul, İstanbul 1945; a.mlf., İstanbul’da Sahabe Kabirleri, İstanbul 1953; a.mlf., “Yeniçeri Kışlaları”, İstanbul Şehremâneti Mecmuası, sy. 60, İstanbul 1929, s. 418-422; a.mlf., “Türkiye’de Kahve ve Kahvehâneler”, TED, V (1962), s. 39-84; Efdaleddin Tekiner, The Great Bazar of Istanbul, İstanbul 1949 (TTOK Belleteni, sy. 92 [1949]); Bedi N. Şehsuvaroğlu, 500 Yıllık Sağlık Hayatımız, İstanbul 1953; Gündüz Özdeş, Türk Çarşıları, İstanbul 1953, s. 28-47; Doğan Kuban, Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme, İstanbul 1954; Muzaffer Gökmen, İstanbul Kütüphaneleri Rehberi, İstanbul 1954; R. Ekrem Koçu, Topkapı Sarayı, İstanbul, ts.; Refik Ahmet Sevengil, Türk Tiyatrosu Tarihi III: Tanzimat Tiyatrosu, İstanbul 1961, s. 53-111; Ceyhan Güran, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanları Mimarisi, Ankara, ts.; Tahsin Öz, İstanbul Camileri, Ankara 1962; Mustafa Cezar, “Osmanlı Devrinde İstanbul Yapılarında Tahribat Yapan Yangınlar ve Tabii Âfetler”, Türk San’atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, I, 327-414; Özgönül Aksoy, Osmanlı Devri İstanbul Sıbyan Mektepleri Üzerine Bir İnceleme, İstanbul 1968; F. Davis, The Palace of Topkapı in Istanbul, New York 1970; Ö. Lutfi Barkan, Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı, Ankara 1972; Ayverdi, Osmanlı Mi‘marisi III-IV; Metin Sözen - Mete Tapan, 50 Yılın Türk Mimarisi, İstanbul 1973; Zeynep Nayır [Ahunbay], Osmanlı Mimarisinde Sultan Ahmed Külliyesi ve Sonrası 1609-1690, İstanbul 1975; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976; Çelik Gülersoy, Kapalı Çarşının Romanı, İstanbul 1979; Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Tekâyâ (Tayşi); Yıldırım Yavuz, Mimar Kemalettin ve Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi, Ankara 1981; Yüksel, Osmanlı Mi‘marisi V; Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986; İhsan Erzi, Camilerimiz Ansiklopedisi, İstanbul 1987; Eminönü Camileri (Eminönü Müftülüğü), İstanbul 1987; Kâzım Çeçen, Mimar Sinan ve Kırkçeşme Suları, İstanbul 1988; a.mlf., İstanbul’un Vakıf Sularından Halkalı Suları, İstanbul 1991; İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 1988; Yüksel Yoldaş Demircanlı, İstanbul Mimarisi İçin Kaynak Olarak Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul, ts.; Hülya Tezcan, Topkapı Sarayı ve Çevresinin Bizans Devri Arkeolojisi, İstanbul 1989; Gülru Necipoğlu, Architecture Ceremonial and Power the Topkapı Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, New York 1990; Fâtih Câmileri ve Diğer Târihî Eserler (haz. Fâtih Müftülüğü), İstanbul 1991; Affan Egemen, İstanbul’un Çeşme ve Sebilleri, İstanbul 1993; Feriha Öztin, 10 Temmuz 1894 İstanbul Depremi Raporu, Ankara 1994; Hatice Aynur - Hakan Karateke, III. Ahmet Devri İstanbul Çeşmeleri, İstanbul 1995; Ömer Faruk Şerifoğlu, Su Güzeli: İstanbul Sebilleri, İstanbul 1995; Engin Özdeniz, Kaptan-ı Derya Çeşmeleri ve Sebilleri, İstanbul 1995; M. Nermi Haskan, İstanbul Hamamları, İstanbul 1995; Ayhan Yalçın,


İstanbul Evliyaları: Gönül Sultanları, İstanbul 1996; Abdurrahman Şeref, “Topkapı Sarayı Hümâyunu”, TOEM, I (1326-27), s. 265-299, 329-364, 393-421, 457-483, 521-527, 585-594, 649-657, 713-730; Mübahat Kütükoğlu, “1869’da Faal İstanbul Medreseleri”, TED, 7-8 (1977), s. 277-392; a.mlf., “Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ve Kuruluşu Arefesinde İstanbul Medreseleri”, İTED, VII/1-2 (1978), s. 1-212; A. Turgut Kut, “İstanbul Sıbyan Mektepleriyle İlgili Bir Vesika”, JTS, II (1978), s. 55-84; Atilla Çetin, “İstanbul’daki Tekke, Zaviye ve Hankahlar Hakkında 1199 (1784) Tarihli Önemli Bir Vesika”, VD, XIII (1981), s. 583-590; Semavi Eyice, “İstanbul’un Camiye Çevrilen Kiliseleri”, Taç, I/2, İstanbul 1986, s. 9-18; a.mlf., “İstanbul [Tarihî Eserler]”, İA, V/2, s. 1214/44-157.

DİA





Hat.

İstanbul, klasik hat nevilerinin Osmanlı hattatları eliyle farklı üslûplar kazandığı, yeni hat çeşitlerinin ortaya çıktığı, geliştiği, en güzel örneklerinin verildiği ve eğitiminin yapıldığı İslâm dünyasının önde gelen ilim ve sanat merkezlerinden sonuncusu olmuştur. Fetihten sonra Fâtih Sultan Mehmed’in ilim hayatında ve güzel sanatlarda başlattığı hamlelerin neticesi olarak başta sülüs-nesih olmak üzere aklâm-ı sittenin bütün nevileri, Şeyh Hamdullah Efendi’nin eliyle yaklaşık 890 (1485) yılından başlayarak İstanbul’da yeni bir üslûba kavuştu. Kısa zamanda Osmanlı hattatlarını etrafında toplayan bu ekol diğer İslâm ülkelerinde de benimsendi ve yayıldı.

Osmanlı hat dünyasında Yâkūt el-Müsta‘sımî üslûbu, XVI. yüzyılda Ahmed Şemseddin Karahisârî tarafından sanat ağırlığı daha belirginleşerek yeniden ihyasına çalışıldıysa da bu çaba ancak bir hattat nesli sürebilmiştir. Aklâm-ı sitte 1090’dan (1679) itibaren yine İstanbullu bir hat dehası olan Hâfız Osman’ın eliyle ikinci ve önemli tekâmülünü burada geçirdi. Kısa bir müddet sonra Şeyh Hamdullah tarzı unutulacak hale geldi.

Hâfız Osman’ın devamı kabul edilen hattatlardan Kazasker Mustafa İzzet ve Mehmed Şevki efendiler farklı üslûplarıyla sülüs, nesih ve rikā‘ yazılarına en güzel nisbet ve âhengi İstanbul’da kazandırmışlardır. Celî sülüs hattı da asıl hüviyetini Mustafa Râkım Efendi’nin eliyle 1220’den (1806) sonra bu şehirde bularak Sâmi Efendi eliyle en mükemmel hale girip zamanımıza kadar intikal etti. Orhan Gazi’den itibaren zamanla değişikliğe uğrayan padişah tuğraları da XIX. yüzyıl başlangıcında Mustafa Râkım’da güzelliğinin zirvesine erişti ve Sâmi Efendi ile kemalini buldu. Bu arada Mahmud Celâleddin Efendi’nin başlattığı sert ve durgun görünüşlü celî sülüs anlayışı da Mustafa Râkım üslûbu karşısında fazla sürmedi.

Tevkī‘ ile rikā‘ yazılarının İran sahasında kazandığı farklılıklardan doğan ve aklâm-ı sittenin dışında gelişerek XV. yüzyıl başlarında kullanılmaya başlanan nesta‘lik hattı İstanbul’da yeni bir yazı nevi olarak kabul gördü. Ancak sadece ta‘lik adıyla anılan bu yazı “hurde” denilen ince şekliyle Bâb-ı Fetvâ tarafından benimsenmişti. Şer‘î ve kazâî kararların yazılmasında olduğu kadar şuarâ divanlarının yazılmasında da gittikçe artan bir ilgiyle kullanıldı; XVII. yüzyıl ortalarında ise İran’ın nesta‘likteki büyük ismi İmâdüddin el-Hasenî üslûbunun talebesi Buharalı Derviş Abdî-i Mevlevî eliyle İstanbul’a gelerek yayılışıyla daha da ehemmiyet kazandı ve kitâbeler de bu hatla yazıldı.

1190’dan (1776) sonra Yesârî Mehmed Esad Efendi’nin ortaya koyduğu ve oğlu Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin geliştirdiği Osmanlı-Türk üslûbundaki nesta‘lik ve celî nesta‘lik hatlarıyla çeşitli eserler verilirken İstanbul’un en güzel kitâbeleri iki yüzyıldan fazla Sâmi Efendi’nin eliyle kemâline ulaşan celî nesta‘likle yazıldı.

Ta‘lik hattı, münşîler tarafından İran bölgesinde hüküm süren İslâm devletlerinde resmî yazışmalar için kullanılmaktaydı. Bunlardan biri olan Akkoyunlular, Otlukbeli Meydan Savaşı’nda Osmanlılar’a mağlûp olunca Fâtih Sultan Mehmed, Uzun Hasan’ın sarayındaki sanatkârları da İstanbul’a getirdi. Böylece kadîm ta‘lik hattı İstanbul’da zamanla esaslı bir şekil değişikliğine uğrayıp XV. yüzyıl sonlarında divanî adıyla farklı bir yazı olarak doğdu. Kısa bir müddet sonra daha da girift bünyesi ve satırlarının kanal halindeki görünüşüyle divanîden farklı bir karakter kazandı. Celî divanî adıyla tanınan bu yeni yazıyla birlikte divanî XX. asra kadar gelişimini sürdürerek sadece resmî yazışmalarda kullanıldı. Ancak saltanatın ilgasından önce ve sonra celî divanî hattı ile ender de olsa levha yazılmıştır. Ayrıca kırma denilen basite indirgenmiş divanî yazısına da Bâbıâli’nin dâhilî kayıt muamelelerinde sıkça tesadüf edilmektedir.

İlk örnekleri XVIII. yüzyılın başlarında görülen rik‘a hattı, İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyun’da doğup Bâbıâlî kalemlerinde geliştirilen ve Mümtaz Efendi ile İzzet Efendi rik‘ası adıyla iki üslûp kazanmış olan divanî karakterinde bir yazıdır. Osmanlılar’da daha çok günlük hayatta, mektuplarda, resmî yazılarda kullanılan bu yazı zamanla diğer İslâm ülkelerinde de benimsenmiş ve günümüzde İslâm dünyasında en çok kullanılan bir yazı halini almıştır.

Hat sanatının İstanbul’da yüzyıllar içinde geliştirdiği muhtelif birikim, ahşaba dayalı sivil mimari sebebiyle öncelikle şehirde ortaya çıkan büyük yangınlardan, sonra da depremlerden aşırı şekilde zarar görmüştür. Cami, mescid, dergâh, türbe, vakıf kütüphaneleri gibi dinî yapılarda mevcut taşınabilir eserlerin zamanla yok olmasının önüne geçebilmek için Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi’nin Evkaf nâzırlığı sırasında Süleymaniye’de tesis edilen Evkāf-ı İslâmiyye Müzesi bu


husustaki ilk ciddi ve resmî tedbir olup hat sanatı örneklerinin korunmasında çok faydalı olmuştur. Cumhuriyet devrinde Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ne çevrilerek 1983’ten itibaren Sultanahmet’teki İbrâhim Paşa Sarayı’na taşınan bu müzede nâdide hat örnekleri bulunmaktadır. Ayrıca tekke, zâviye ve türbelerin kapatılmasından sonra buralarda bulunan hat eserleri diğer eşya ile birlikte vakıf teberrükât ambarlarına taşındıysa da bunların büyük bir kısmı zamanla kaybolup gitmiştir. Aynı şekilde hizmet dışı bırakılarak 1932 yılından itibaren satılan camilerdeki mevcut eserler de ya komşu bir camiye nakledilmiş veya ziyan olmuştur. Ancak sonraki yıllarda Vakıflar Umum Müdürlüğü’nde saklanan hüsn-i hat örnekleri, muhtelif camilerde bulunup da çalınma ihtimali görülen bazı eserlerin ilâvesiyle 1970’te Fatih Halıcılar Medresesi’nde bir araya getirilerek burası Vakıflar Hat Müzesi adıyla açılmış, 1984’te Beyazıt’ta İstanbul Belediye Kütüphanesi’nin boşalttığı medreseye nakledilmiştir.

Topkapı Sarayı Müzesi’nde, Osmanlı padişahlarının kitap sanatlarına gösterdiği büyük ilgi ve destek sonucu saraydaki çeşitli kütüphanelerin bir araya gelmesiyle çok zengin bir hat koleksiyonu meydana getirilmiştir. Bu koleksiyonda başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere delâilü’l-hayrât, evrâd-ı şerîfe, divan gibi kitaplar, kıta, tûmâr, murakka‘ örnekleri, levhalar, hilyeler, yazı kalıpları olmak üzere pek çok seçkin hat eseri mevcuttur. Ayrıca XIX. yüzyılda buradan seçilmiş birçok kıymetli kitap yeniden satın alınanlarla çoğaltılarak Yıldız Sarayı Kütüphanesi kurulmuştur. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişinde kütüphanenin müdürü olan Sabri Efendi’nin (Kalkandelen) gayretiyle yağmadan kurtulan bu emsalsiz kütüphane, 1925 yılında İstanbul Dârülfünunu’na devredilerek BeyazıtSüleymaniye yolundaki Mekteb-i Nüvvâb binasına taşınmış olup hâlen İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi adıyla hizmetini sürdürmektedir. Özellikle kitap ve murakka‘ cinsi eserlerin yer aldığı bu kütüphane Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nin âdeta bir büyük şubesi gibidir.

İstanbul’daki muhtelif vakıf kütüphanelerinde mevcut kitapların 1918’den itibaren Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir araya getirilmesiyle hâsıl olan yazma eserler koleksiyonunda da hat sanatı yönünden değerli eserler vardır. Ayrıca hâlâ müstakil olarak korunan Hacı Selim Ağa, Âtıf Efendi, Râgıb Paşa, Nuruosmaniye, Köprülü, Millet, Murad Molla gibi kütüphanelerde hüsn-i hat kıymeti taşıyan birçok yazma kitap bulunmaktadır.

İstanbul’un hat sanatı bakımından diğer bir önemi de buradaki özel koleksiyonlardır. Geçmiş yüzyılların İstanbul’unda hat koleksiyonuna sahip olan kimselerin isimleri tam tesbit edilemese de zengin bir koleksiyona sahip olan Dârüssaâde ağası ve hattat Beşir Ağa’nın koleksiyonuyla ilgili bazı tafsilât zamanımıza gelmiştir. Özel koleksiyonlar hakkında bir fikir vermek için bilhassa XIX. yüzyıldan başlayarak her İstanbul konağında başta hilye-i saâdet olmak üzere birkaç levhanın bulunmasına işaret edilebilir. Bu durum, Osmanlılar’ın sosyal ve kültürel hayatında hat sanatına karşı büyük bir alâka duyulduğunu, bu sanata ait zevk ve bilginin gelişmiş olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca hattatların birçoğunun eski üstatlara ait eserleri kendi imkânlarına göre toplamaya çalıştıkları bilinmektedir. Meselâ XIX. asrın üstatlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendi, talebesi Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey, Mehmed Şevki Efendi, Sâmi Efendi, bilhassa Mustafa Râkım yazılarına meraklı Abdülfettah Efendi, Haydarlı Ali Efendi bu isimler arasında ilk akla gelenlerdir. Said Halim Paşa, Debreli İsmâil Paşa, Keçecizâde Reşad Fuad Bey, Bâkîzâde Müfid Bey (Mansel), Hacı Vesim Paşazâde Lutfi Bey, Sâhib Molla Beyefendi, Dersvekili Hâlis Bey gibi Osmanlı paşa ve paşazâdeleriyle ilmiye mensuplarının da yazıya olan merakları topladıkları eserlerle sabittir. Beyazıt Kütüphanesi müdürü Hattat Tahsin Efendi’nin çok zengin koleksiyonu sonradan Halil Edhem Arda’ya geçmiş, bunun bir kısmı Topkapı Sarayı Müzesi’nde Arda bağışı adıyla yer almış, bir kısmı da piyasada satılmıştır. Fakat XX. yüzyılın şuurla toplanmış en önemli koleksiyonu hattat Mehmed Necmeddin Okyay’a aittir. Büyük hattatların icâzetnâmelerinin de bulunduğu bu dikkate değer koleksiyon 1960’ta Topkapı Sarayı Müzesi’ne intikal etmiş, elde kalanların bir kısmı hat sanatına yakın ilgisiyle tanınan Ziya Aydın’a geçmiş, vefatından sonra küçük bir kısmı da Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nce satın alınmıştır. Osmanlı’nın son devrinde hat örnekleri toplayanlar arasında, kütüphanesiyle beraber hat koleksiyonunu 1953’te İstanbul Üniversitesi’ne bağışlayan İbnülemin Mahmud Kemal özellikle zikredilmelidir. Cumhuriyet devrinde ise Ekrem Hakkı Ayverdi, Hasan Fehmi Enata, Bahattin Ersin, Macit Ayral, Fuat Şemsi İnan, Behçet Doğancı, İzzet Akosman ve hilye ağırlıklı bir koleksiyona sahip olan Muhittin Benli ile Mehmet Emin Barın, bilhassa Şevket Rado hüsn-i hat örnekleri toplamakta ilk hatırlanacaklardandır. Şevket Rado koleksiyonu 1996’da kısmen Sabancı koleksiyonuna intikal etmiştir.

Hat sanatının İstanbul’da beş asırdan fazla bir zaman boyunca bıraktığı eserler arasında tarihî İstanbul binalarının kitâbeleri de önemle yer alır. Bunların başında gelen tuğraların kitâbelerin üstüne yerleştirilmesi geleneğinin ne zaman başladığı bilinmemektedir. İstanbul’da kitâbe üstünde görülen en eski tuğra Sultan I. Mahmud’a ait olup Karaköy Yeraltı Camii’nin kapısı üstünde bulunmaktadır. Ancak kitâbe ve tuğraların birçoğu, 15 Haziran 1927’de yürürlüğe giren “Türkiye Cumhuriyeti Dâhilinde Bulunan Mebânî-i Resmiyye ve Milliyye Üzerindeki Tuğra ve Medhiyelerin Kaldırılması” hakkındaki 1057 sayılı kanun gereği sıvayla kapatılmış, büyük bir kısmı ise kazınarak veya kırılarak yok edilmiştir. Nitekim Sultan Ahmed Cevrî Kalfa Mektebi kitâbesi mektep müdürü tarafından kazıtılırken olaya şahit olan Muallim Cevdet İnançalp ve Necmeddin Okyay’ın müzeler müdürü Halil Ethem Eldem’i haberdar etmeleriyle durdurulmuş, kısmen bu değerli eserlerin kıyımının önüne geçilebilmiştir. Ancak bu arada, eskiden İnönü Stadı’nın yerinde bulunan Istabl-ı Âmire’nin Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi eliyle yazılmış büyük kitâbesi gibi değerli pek çok eser kırılarak yok edilmiştir. Buna karşılık, 1925’ten bu yana İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan Dâire-i Umûr-ı Askeriyye’nin 1927’de kapatılan kitâbeleri 1949’da Ahmet Süheyl Ünver’in telkiniyle devrin rektörü Sıddık Sami Onar tarafından açtırılmıştır. Fakat T.C. amblemi altında kalan Sultan Abdülaziz tuğrası hâlen kapalıdır. Galatasaray Lisesi üstündeki tarihî Adliye Kışlası kitâbesi de 1997’de lise müdürü Erdoğan Teziç’in çabalarıyla yerine konulmuştur.

İstanbul’da devrine göre hüsn-i hat değeri taşıyan kitâbe türü yazılar arasında, Yahyâ Sûfî’nin Fâtih Camii şadırvan avlusundaki pencere alınlıklarında yer alan ve kısmen zamanımıza gelen kûfî ve celî sülüs hatları ile Fâtiha ve Âyetü’l-kürsî’si ve oğlu Ali Mürid es-Sûfî’nin Fâtih Camii kitâbesinin önemli bir yeri vardır. Yine Ali Sûfî tarafından Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümâyunu’na


üst tarafı müsennâ tarzda, alt kısmı da satır nizamına göre yazılmış celî sülüs kitâbe benzeri görülmemiş bir şaheser olarak zamanımıza erişmiştir.

Şeyh Hamdullah Efendi tarafından celî sülüs hatla yazıldığı bilinen Dâvud Paşa, Fîruz Ağa, Beyazıt Camii inşa kitâbeleri de İstanbul’da günümüze ulaşmış önemli hat sanatı örnekleridir. Süleymaniye’nin kubbe yazısının Ahmed Karahisârî’ye ait olduğu söylenirse de XIX. yüzyıl ortasında caminin geçirdiği büyük tamirde kubbe ve diğer yazılar Abdülfettah Efendi tarafından yenilenmiştir. Ancak mihrap ve etrafındaki çini üstüne celî sülüsler ve caminin kitâbesi Karahisârî’nin talebesi Hasan Çelebi’ye aittir. Yine Mimar Sinan eseri olan Atik Vâlide Camii’ndeki çini üzerine celî sülüs yazılar da Hasan Üsküdârî’nindir. Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin hem iç hem dışındaki (kapı ve pencere üstü) celî sülüsler Demircikulu Yûsuf Efendi tarafından yazılmıştır. Ayrıca Karahisârî’nin Samatya’da Uşşâkī Dergâhı Çeşmesi üstündeki kendine has bir istifi zamanımıza gelmiştir. Karahisârî Dervişi olarak tanınan Derviş Mehmed’in yazdığı Büyükçekmece Köprüsü kitâbesi de celî sülüs yazının gelişmesini belgeleyen örneklerdendir. XVI. yüzyılın türbelerinde celî sülüsle çini üstüne kuşaklara sıkça rastlanırsa da hattatları belli değildir.

İstanbul’da kitâbe özelliğini taşıyan bazı önemli eserler şunlardır: Abdülfettah Efendi’nin Süleymaniye Camii dâhilî yazıları, Yıldız Hamidiye Camii yazıları (celî sülüs), Sirkeci Demirkapı Ertuğrul Çeşmesi, Taşkışla, Aksaray Vâlide Camii kitâbeleri, Beylerbeyi Sarayı içi (celî ta‘lik) yazıları; Filibeli Ârif Efendi’nin Şehzade Camii kapı üstündeki celî sülüs yazısı; Alâeddin Bey’in Orhâniye Kışlası kitâbesi, Orhâniye Camii kuşağı, Sinan Paşa Camii iç pencereleri üstündeki celî sülüs esma-i hüsna yazıları; Ali Haydar Bey’in Dolmabahçe ve Ortaköy Büyük Mecidiye camileri, Selimiye Kışlası, Kasımpaşa Mevlevîhânesi, Kabataş Âbidesi (celî ta‘lik) yazıları; Bursalı Hezarfen Mehmed Efendi’nin Üsküdar Yeni Vâlide Camii ve Türbesi’ndeki celî sülüs yazıları, Sultan Ahmed’deki III. Ahmed Çeşmesi kitâbesindeki celî ta‘lik yazıları; Çarşambalı Ârif Bey’in Aksaray Vâlide Camii celî ta‘lik kitâbesi; Durmuşzâde Ahmed Efendi’nin Üsküdar Yeni Vâlide Çeşmesi, Beyazıt-Süleymaniye yolu üzerindeki Kaptan İbrâhim Paşa Camii ve Sebili, Çarşıkapı’daki Çorlulu Ali Paşa Dârülhadisi, Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesi (Millet Kütüphanesi) kitâbeleri (celî ta‘lik); Eğrikapılı Râsim Efendi’nin Nuruosmaniye Camii ve Sâliha Sultan Çeşmesi kitâbeleri; Hacı Nâzif Bey’in Orhâniye Kışlası, Yıldız Saat Kulesi kitâbeleri (celî ta‘lik); Mustafa Halim Özyazıcı’nın Beyoğlu Ağa Camii kuşağı (tamir sırasında bozulmuştur), Sultan Selim, Azapkapı ve Kadırga Sokullu camilerinin kubbe yazıları (celî sülüs); Hamit Aytaç’ın Şişli Camii kapı ve pencere üstü yazıları, Hacı Küçük Camii (sonradan tamir edilirken bozuldu), Eyüp Sultan ve Molla Çelebi camileri kubbesi (celî sülüs); Mehmed Hâşim Efendi’nin Sultan II. Mahmud Türbesi’nin celî sülüs kuşağı; Hatib Ömer Vasfi Efendi’nin Sultan Reşad Türbesi dış ve iç kuşak yazıları; Kısıklı Camii ve Çeşmesi yazıları (celî sülüs); İsmail Hakkı Altunbezer’in Edirnekapı Mihrimah Sultan, Lâleli, Üsküdar Selimiye ve Şemsipaşa camilerindeki kubbe yazıları (celî sülüs). Eski İsmâil Zühdü’nün Ahırkapı ve Narlıkapı kitâbeleri (celî sülüs); Yeni İsmâil Zühdü’nün Eyüp, Şah Sultan Türbesi yazıları (celî sülüs); Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Kasımpaşa Câmi-i Kebîr, Bâbıâli Nallı Mescid, Hırka-i Şerif Camii (celî sülüs), Dolmabahçe Sarayı, Ortaköy Küçük Mecidiye, Mercan Âli Paşa, Kadıköy İskele, Hırka-i Şerif camileri ve Selimiye Kışlası (yan kapı) ve İstanbul Üniversitesi tak kapısının arka kitâbeleri (celî ta‘lik); Kâmil Akdik’in Topkapı Sarayı içindeki iki koğuş kitâbesi (celî sülüs); Kâtibzâde Mehmed Refi‘ Efendi’nin Amcazâde Hüseyin Paşa Çeşmesi, Nuruosmaniye Medresesi kitâbesi (celî ta‘lik); Kebecizâde Mehmed Vasfi’nin Lâleli Camii yazıları; Macit Ayral’ın Şişli Camii şadırvanıyla Levend Camii’nin bütün yazıları (celî sülüs); Mahmud Celâleddin’in Eyüp, Mihrişah Sultan Türbesi yazıları (celî sülüs); Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey’in Hacı Küçük Camii kitâbesi (celî sülüs); Mustafa Râkım’ın Fâtih Nakşidil Sultan Türbesi kuşağı, Fâtih Camii hazîre kapıları, çeşme, Nusretiye Camii kuşağı (celî sülüs); Üsküdar Miskinler Çeşmesi (celî ta‘lik); Necmeddin Okyay’ın Çemberlitaş’taki Piyer Loti kitâbesi (celî ta‘lik); Râsim Efendi’nin Altunîzâde Camii kitâbesi (celî ta‘lik); Sâmi Efendi’nin Erenköy Zihni Paşa ve Galip Paşa camilerinin ve Kapalı Çarşı’nın kitâbeleri (celî ta‘lik), Şehzade, Nallı Mescid, Atik Ali Paşa camilerinin kapı üstü âyetleri, Eminönü Yeni Vâlide Çeşme ve Sebili’nin kitâbesi (celî sülüs); Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe, Ortaköy’de Büyük Mecidiye ve Küçük Mecidiye, Hırka-i Şerif, Kılıç Ali Paşa camilerinde dâhilî yazılar; Sultan II. Mahmud’un Bahçekapı Hidayet Camii dâhilî yazıları (celî sülüs); Sultan III. Ahmed’in Üsküdar ve Sultan Ahmed’deki çeşmelerinin kitâbeleri (celî sülüs);


Mehmed Şefik Bey’in bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası olan Dâire-i Umûr-ı Askeriyye, yanlarda ve arka yönde dört âyet, Sultan Abdülmecid’in türbesi dahilinde kuşak yazı (celî sülüs); Teknecizâde İbrâhim Efendi’nin Eminönü Yeni Vâlide Camii kapı üstleri ve hünkâr mahfili yolu (celî sülüs); Veliyyüddin Efendi’nin Hekimoğlu Ali Paşa Camii ve Sebili kitâbeleri (celî ta‘lik); Yahyâ Fahreddin Efendi’nin Tophâne-i Âmire ve Vefa’daki Âtıf Efendi Kütüphanesi kitâbeleri (celî sülüs); Yesârî Mehmed Esad Efendi’nin Topkapı Sarayı dâhilî kitâbeleri, Fâtih Türbesi, Aynalıkavak Sarayı iç ve dış kitâbeleri, Beylerbeyi Camii, Emirgân Camii ve Çeşmesi, Eyüp Mihrişah Sultan Türbesi kitâbeleri (celî ta‘lik). Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin İstanbul’da kitâbelerine en çok rastlanılan celî nesta‘lik eserlerinden bazılarına Topkapı Sarayı dâhilî kitâbeleri, Bâbıâli, Alay Köşkü, Beyazıt Yangın Kulesi, Beylerbeyi Camii Muvakkithânesi; Nusretiye Sebili, Sünbül Efendi, Üsküdar Çiçekçi, Eminönü Arpacılar ve Hidayet camileri, Maltepe Kışlası kitâbe yazıları örnek verilebilir. Bunlardan başka Altunîzâde ve Cihangir camilerinde son devir üstatlarının hat sanatımız bakımından çok önemli levhaları bulunmaktadır.

Osmanlı devri İstanbul’unda bir kısmı hat sanatı bakımından ehemmiyet taşıyan kabir kitâbelerinin mükemmel örneklerine de 1960’lı yıllara kadar muhtelif kabristanlarda rastlamak mümkündü. Fakat bu yıllardan başlayarak yeni definlerle eski özelliklerini süratle kaybeden tarihî mezarlıklarda sanat değeri taşıyan kitâbeler çok azalmıştır. Ancak cami veya türbe hazîrelerinde sanat kıymeti taşıyan eski taşlar hâlâ görülmektedir. Celînin son tekâmülünü gösterdiği XIX. yüzyıldan itibaren yazılmış ve taşa dikkatle oyulmuş kitâbelerin bazıları şunlardır: Mustafa Râkım Efendi’nin Edirnekapı Mezarlığı’nda ağabeyi İsmâil Zühdü ve Eyüp Sultan Camii hazîresinde Çelebi Mustafa Reşid Efendi için yazdığı celî sülüs kitâbeler, Tophane’deki Kādirîhâne’de Kazasker Mustafa İzzet Efendi kabrine Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey tarafından yazılan celî sülüs kitâbe, Sâmi Efendi’nin Eyüp Sultan Camii hazîresindeki birkaç kitâbesi, Hulûsi Efendi’nin Ahmed Nazif Paşa kabrine yazdığı celî ta‘lik, Hacı Nazif Bey’in Sâmi Efendi’nin kızı Saadet Hanım için yazdığı celî sülüs kitâbe, aynı hazîrede Yesârî ve oğlunun celî ta‘lik kitâbeleri, Hacı Kâmil Efendi’nin Sâmi Efendi, Hatib Ömer Vasfi Efendi’nin de Fâtih türbedarı Ahmed Amiş Efendi için yazdıkları celî sülüs kitâbeler. İstanbul’a has kitâbe türlerinden biri de nişan taşlarıdır. 1950 yılına kadar mevcut olan, Okmeydanı’nda mesafe okçuluğunda başarılı kemankeşler için dikilen, üzerindeki tarih manzumeleri usta hattatlarca yazılan ve sonra dikkatle taşa geçirilen nişan taşları buranın 1950’den sonra gecekondulaşmasıyla yok edilmiştir. Ayrıca tüfek atışında dikilen ve celî nesta‘lik hattıyla Yesârî yahut Yesârîzâde tarafından yazılan nişan taşlarından Ihlamur sırtlarında ve Teşvikiye Camii avlusunda numunelik birkaç adet kalmıştır.

İstanbul, XV. yüzyılın sonlarından itibaren İslâm dünyasında hat sanatının öğretim ve eğitim merkezi haline gelmiştir. Günümüzde de tarihten gelen bu vasfını korumaktadır. Bunun dışında Enderun ve Galatasaray mekteplerinde üstat hattatlar yetişmiştir. Vakfiyelerinde yazı öğretimi şartı bulunan Nuruosmaniye, Kara Mustafa Paşa gibi bazı İstanbul medreselerinden de sonraları buralarda hocalık eden genç hattatlar yetişmiştir. İstanbul’da hüsn-i hat ve buna bağlı kitap sanatlarının bir nizam çerçevesinde öğretilmesini sağlamak üzere, Mustafa Hayri Efendi’nin Evkaf nâzırı olduğu sırada Bâbıâli’de Tersane emini Yûsuf Ağa’nın vaktiyle yaptırdığı tarihî sıbyan mektebinde 6 Receb 1332’de (31 Mayıs 1914) Medresetü’l-hattâtîn isimli bir öğretim müessesesi açılmış, bu medrese özellikle Cumhuriyet devrinin bu sanatta yüz akı olan genç sanatkârlarına yetişme imkânı sağlamış, mükemmel eserler verilmesine zemin oluşturmuştur. 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu gereği kapatılan Medresetü’l-hattâtîn sekiz ay sonra Hattat Mektebi adıyla tekrar açılmış, 1928’de yeni harflerin kabulüyle kapatılmış, hat öğretimi yapılmamak kaydıyla 1929’da Şark Tezyînî Sanatlar Mektebi adıyla yeniden faaliyete geçmiştir. Nihayet 1936’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne Türk Tezyînî Sanatlar Şubesi olarak bağlanan bu bölüm, arada kesintilere uğramakla beraber hâlen Mimar Sinan Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü olarak devam etmektedir. İstanbul’da aralarında hüsn-i hattın da bulunduğu tezhip, minyatür, ebrû gibi sanatların 1984’ten beri öğretildiği ikinci resmî kurum da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü’dür.

İstanbul, hat sanatına ve bilhassa hattatlara dair kıymetli kitapların kaleme alındığı bir şehir olarak da ehemmiyet arzeder. Bu konuda yazılmış ilk eser olan Menâkıb-ı Hünerverân (995/1587) Gelibolulu Âlî Mustafa Efendi’nindir (İstanbul 1926). Daha sonra Nefeszâde İbrâhim Efendi’nin Gülzâr-ı Savâb’ı (İstanbul 1938), Suyolcuzâde Mehmed Necib Efendi’nin Devhatü’l-küttâb’ı (1150/1737; İstanbul 1942), Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi’nin Tuhfe-i Hattâtîn’i (1184/1770; İstanbul 1928) gelir. Ancak kapsam itibariyle aralarında en mühimi Tuhfe-i Hattâtîn olan bu kıymetli kaynaklar Osmanlı devrinde yazma eser olarak kütüphane raflarında kalmış, bu konuda bir kitabın İstanbul’da basılıp neşredilme önceliği, İranlı Habib Efendi tarafından yazılmış ve geniş bir bölümü Tuhfe’den aktarılmış bulunan Hat ve Hattâtân’a nasip olmuştur (İstanbul 1305). Aynı konunun tamamlayıcısı olan İbnülemin Mahmud Kemal’in yazdığı Son Hattatlar da 1955’te yine İstanbul’da neşredilmiştir. Son yıllarda hat sanatına karşı


ilginin artması neticesi bu konulardaki neşriyat da çoğalmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, İstanbul 1943-45, I-II, tür.yer.; Musahibzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946, tür.yer.; Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri (Kazım Arısan - Duygu Arısan Günay), İstanbul 1995, I, 55-93; Günay Kut - Hatice Aynur, “İstanbul’un Mimârî Yapılarından Kitâbe Örnekleri”, Prof. Dr. Nihad M. Çetin’e Armağan, İstanbul 1999, s. 63-96; Muhittin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul 1999, s. 276; M. Uğur Derman, “Mezar Kitâbelerinde Yazı Sanatımız”, TTOK Belleteni, sy. 49 (1975), s. 36-47; a.mlf., “Cumhuriyet Devrindeki Türk Hat Sanatı”, Yeni Türkiye, IV/23-24, Ankara 1998, s. 3173-3176; Semavi Eyice, “İstanbul [Tarihi Eserler]”, İA, V/2, s. 1214/44-157.

M. Uğur Derman





Mûsiki.

Osmanlı dönemi mûsikisi kısaca, “devletin sınırları içerisinde özellikle Türkçe’nin kullanıldığı yerleşim merkezlerinde müslüman halk arasında hâkim mûsiki” olarak tarif edilebilir. Bilhassa İstanbul, Edirne, İzmir ve Selânik ile XVIII. yüzyılın sonlarına kadar Güneydoğu Anadolu’daki belli başlı şehirlerde şekillenen bu mûsiki ilk hüviyetiyle XV-XVI. yüzyıllarda ortaya çıkmaya başlamış ve günümüze kadar gelişerek varlığını sürdürmüştür. Bu bölgelerde daha önce mevcut Türk mûsikisiyle merkezi önceleri Herat, ardından Tebriz olan İran mûsikisi arasında büyük bir benzerlik dikkati çekmektedir. Ancak müzik notasyonu ve uygulamaya bağlı teoriler sebebiyle Osmanlı dönemi mûsikisiyle Batı Asya “makam müzikleri” arasında oldukça fark vardır.

IX. yüzyıldan itibaren dünyanın belli başlı kültür ve sanat merkezlerinden biri olduğu için çeşitli mûsiki hareketlerinin görüldüğü İstanbul, Fâtih Sultan Mehmed tarafından fethedilip Osmanlı Devleti’nin başşehri olunca bu özelliğini geliştirerek sürdürmeye devam etti. Fetihten sonra yeniden inşa edilen şehir Ortadoğu’nun yeni mûsiki merkezi oldu. Ayrıca Anadolu’nun çeşitli yörelerine ait mûsiki gelenekleri göçlerle İstanbul’a ulaşarak burada da kimliğini sürdürme imkânı buldu. Ancak bir merkez olarak İstanbul’a asıl hüviyetini veren mûsiki makam mûsikisi olmuştur. Kökleri eskiye dayanan, Ortadoğu ve Yakındoğu ile Balkanlar’da yayılan bu mûsikinin gelişmiş sentezi burada gerçekleşti. İstanbul merkezli klasik mûsiki zamanla kurumlaştı ve hayatiyetini bu disiplin içinde devam ettirdi.

İstanbul merkezli mûsiki, tarihî seyri içinde şu dönemlere ayrılarak incelenebilir: 1. Kuruluş Dönemi (1580-1700). Bu dönemden önce bir hazırlık devresinden kısaca söz etmek gerekir. X-XVII. yüzyıllarda Balasagun, Fârâb, Kâşgar, Gazne, Belh, Herat, Urmiye, Merâga, Bağdat, Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi başşehirler, çoğu sanatkâr olan hükümdarların saraylarında topladıkları üstatlar sayesinde bir sanat ocağı niteliğini kazanmıştı. XV. yüzyılda Osmanlı sultanları II. Murad, II. Mehmed ile oğlu II. Bayezid’in güzel sanatlar ve özellikle mûsiki konusundaki koruyucu tutumları daha sonraki dönemlerin hükümdarları tarafından da devam ettirildi. Yavuz Sultan Selim’in İran seferi dönüşü Tebriz’den getirerek Enderun’a aldığı mûsikişinaslar devrin mûsiki çalışmalarına ciddi katkıda bulundular. Ayrıca Şehzade Korkut, Nefîrî Behram Ağa, Hasan Can Çelebi ve Emîr-i Hac gibi isimler, III. Murad dönemine kadar geçen zamana damgasını vurmuş başlıca mûsikişinaslardandır. II. Murad’dan sonra Türk klasik mûsikisi için ikinci parlak dönem olarak nitelendirilebilecek olan devre IV. Murad ve IV. Mehmed’in saltanat yıllarını içine alır. Bu döneme, Osmanlı mûsikisinin kendine has sosyal yapısının ortaya çıktığı devir denilebilir. Aynı zamanda bir bestekâr olan IV. Murad Benli Hasan Ağa, Çengî Yûsuf Dede, Derviş Ömer Efendi, Âmâ Kadri, Koca Osman gibi bestekârlara sarayını açmasının yanı sıra başta Şeştârî Murad Ağa olmak üzere birçok Âzerî mûsikişinası Revan ve Bağdat seferleri dönüşü İstanbul’a getirmiştir. Hâfız Post, Vehbî Osman Çelebi, Taşçızâde Receb Çelebi, Yahyâ Nazîm Çelebi, Sütçüzâde Îsâ, Ali Ufkî Bey ise IV. Mehmed’in hazırladığı sanat ortamında yetişen önemli şahsiyetlerden bazılarıdır. O sıralarda rağbet bulan Mevlevîlik de Konya’dan başşehre yönelmiş, böylece İstanbul’daki yüksek kültür ve sanat ortamı çerçevesinde çok etkili olan tasavvuf mûsikisi çalışmaları başlamıştır.

2. İlk Klasik Dönem (1700-1780). Osmanlı devri mûsikisinin bütün tarihi içerisinde en fazla değişim ve ilerlemenin, özellikle bestekârlık alanında bir zenginliğin yaşandığı zaman dilimidir. Mûsiki sanatı, III. Ahmed’in saltanatının ikinci yarısında Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın sadrazam oluşuyla başlayan Lâle Devri ile onu takip eden I. Mahmud, I. Abdülhamid dönemlerinde bilhassa saray ve çevresinde himaye görmüş, bu imkânlar III. Selim devrinde de devam etmiştir. Dönemin başlarında bestelediği tekbirle meşhur olan, nevâ makamında kârı, segâh Mevlevî âyini ve rast makamında na‘tını da içine alan pek çok eseriyle Mustafa Itrî; Diyarbekirli Seyyid Nûh; Türk mûsikisi tarihinde en çok dinî eser besteleyen Ali Şîruganî; bestelediği mi‘râciyye, dört Mevlevî âyini ve icat ettiği nota sistemiyle tanınan Galata Mevlevîhânesi şeyhlerinden Kutbünnâyî Osman Dede; peşrev besteciliğinde çığır açmış, bir nota yazım sistemi geliştirmiş ve kaleme aldığı edvârla devrin nazarî çalışmalarına büyük katkıda bulunmuş tanbûrî Kantemiroğlu (Prens Dimitrius Cantemir) dönemin en etkili mûsikişinasları arasında yer alır. Ayrıca Lâle Devri atmosferi içinde sarayda yetişen pek çok mûsikişinas arasında Enfî Hasan Ağa, Kara İsmâil Ağa, İbrâhim Ağa, Ebûbekir Ağa, Mustafa Çavuş, Tab‘î Mustafa, kısaca Atrabü’l-âsâr diye bilinen mûsikişinaslar sözlüğünün yazarı Şeyhülislâm Ebûishakzâde Esad Efendi’den özellikle söz edilmelidir. Diğer taraftan gayri müslim mûsikişinaslardan bestekâr tanbûrî Haham Musi (Muşe Faro),


kemânî Corci ve Zaharya Efendi ile tanbûrî Harutin İstanbul merkezli mûsiki hayatında yer alan sanatkârlardandır.

3. İkinci Klasik Dönem (1780-1876). Döneme, önemli bir bestekâr oluşunun yanı sıra mûsikişinasları himaye etmesiyle tanınan III. Selim damgasını vurmuştur. Bu zaman dilimi, Osmanlı mûsiki tarihinin önemli bir dönemi olmasının yanında aynı zamanda bir ekol olmuş ve bu ekol, sadece hükümdarın saltanat yıllarından ibaret kalmayıp ondan sonraki yıllarda ortaya çıkacak olan birtakım yeniliklerin de zeminini hazırlamıştır. Moldovyalı kemânî Miron ile İlya, Küçük Mehmed Ağa, bugünkü klasik tanbur icra tarzının mûcidi ve aynı zamanda hem saz hem ses mûsikisinde önemli bir besteci olan İzak Fresco, Sâdık Ağa, musâhib tanbûrî Nûman Ağa ve oğlu Zeki Mehmed Ağa, Hacı Sâdullah Ağa, Şâkir Ağa, genç İsmâil (Dede) gibi mûsikişinaslar, III. Selim’in çevresinde şekillenen mûsiki anlayışının en önemli simalarıydı. Aralarında Abdurrahim Şeydâ Dede, Abdülbâki Nâsır Dede ve Abdürrahim Künhî Dede gibi bestekârların yer aldığı Mevlevî mûsikişinasları da sarayın özel ilgisine mazhar oldu. Abdülbâki Nâsır Dede yazdığı mûsiki nazariyatı eserleri ve ortaya koyduğu nota sistemiyle, Hamparsum Limonciyan da Cumhuriyet devrine kadar kullanılan ve kendi adıyla anılan yeni bir nota sistemiyle uzun süreden beri eksikliği görülen mûsiki müellifliğinin başarılı örneklerini verdiler. III. Selim devrinin sona ermesinin ardından Hamâmîzâde İsmâil Dede’nin mûsiki dönemi başlar ve II. Mahmud devrinde zirveye ulaşır. Bir Mevlevî dervişi olan İsmâil Dede hemen her formda eser bestelemiş ve dönem boyunca standart duruma gelecek olan beste formlarını düzenlemiştir. Ancak Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, Tanzimat reformları ve genel olarak devletin askerî ve ekonomik bakımdan zayıflaması neticesinde Osmanlı toplumundaki değişiklikler mûsikinin gelişmesini engellemişse de klasik üslûp İsmâil Dede, Şâkir Ağa, Zeki Mehmed Ağa, Dellâlzâde İsmâil, Kazasker Mustafa İzzet, Tanbûrî Büyük Osman Bey, Yûsuf Paşa ve Zekâi Dede gibi mûsikişinaslarla son örneklerini vermiştir.

4. Düşüş ve Koruma Dönemi (1876-XX. yüzyılın sonları). Bu devir çocukluğunda Batı müziğiyle ilgilenmeye başlamış, gençliğinde keman ve piyano dersleri almış olan II. Abdülhamid’in hükümdarlığı ile başlar. Tanzimat tecrübesi sonunda hemen her alanda görülen Batılılaşma çabaları mûsikide de belirgin hale gelmiş, Batı müziği ve enstrümanlarına karşı artan ilgi aynı zamanda bir statü göstergesi kabul edilmiştir. Bu dönemde padişahın Türk mûsikisiyle yeterince ilgilenmemesi önemli ölçüde bir gerilemenin başlamasına sebep olmuştur. Bundan böyle kâr, murabba, semâi gibi büyük formlara ve büyük usullerle bestelenen eserlere daha az rastlanacak, şarkı formu Hacı Ârif Bey’le sözlü mûsiki besteciliğinin ana unsuru haline gelecektir. Romantik mûsiki atmosferinde melankolik lirizmin zirvesindeki şarkıların bestekârı Hacı Ârif Bey’den sonra saray çevresinde artık şarkının yanı sıra Batı müziğinin çeşitli formlarının hâkimiyeti dikkati çekmektedir. Bu dönemde, aksak ve aksak semâi usullerinin ikiye katlanmış ağır formlarının kullanılmasıyla daha ciddi şarkı tarzlarının gelişmesinden başka bir ilerlemenin kaydedilmediği söylenebilir. Hacı Ârif Bey’i Sermüezzin Rifat Bey, Şevki Bey, Asdik Ağa (Asadur Hamamciyan), Rahmi Bey ile Lemi Atlı, Zeki Ârif Ataergin, Mehmet Fehmi Tokay ve Suphi Ziya Özbekkan gibi romantikler takip etmiştir. Bu arada Rum ve Ermeniler’in sahip oldukları gazinolarda saray mûsikisiyle popüler müziğin yeni birleşiminin ortaya çıkıp rağbet görmesi bazı seçkin mûsikişinasları da etkilemiştir. XX. yüzyılın


başlarında sanat mûsikisi ve sıradan müzikteki popüler eğilimle daha klasik ekol arasında bir ayrışma görülmektedir. Ayrıca Şevki Bey gibi şarkı bestekârları, önceleri sarayda mûsiki icra ederken daha sonra klasik müzisyenlerin de icra alanı haline gelen gazinolar için şarkı repertuvarına katkıda bulunmuşlardır. XX. yüzyılın başında Zeki Ârif Ataergin, Lemi Atlı ve Suphi Ziya Özbekkan gibi romantikler özellikle ağır usulde şarkı tarzını geliştirdiler. Sadettin Kaynak ise devrin sözlü müzik besteciliğinde geliştirdiği yepyeni bir tarzla âdeta devrim yaptı. Tabiat tasvirlerinden hamâsî destanlara, lirik fantezilerden halk türkülerine, ilâhilerden revü müziklerine kadar birçok eser besteledi. İçinde resitatiflerin de yer aldığı uzun soluklu kompozisyonlarıyla Sadettin Kaynak romantizmden çağdaş realizme geçişi sağlayan büyük bir bestekârdır. Dönemin Mevlevî bestekârları arasında Rauf Yektâ Bey, Ahmet Avni Konuk ve Ahmet Irsoy da özellikle zikredilmelidir. Ayrıca klasik tanbur tavrını temelinden değiştirerek daha canlı ve hareketli bir üslûpla tanbûrîye virtüozluk yolunu açan, beste değerindeki taksimleriyle bu forma âdeta yeni bir kimlik kazandıran Tanbûrî Cemil Bey, Türk saz mûsikisinde yeni bir çağ başlattı. Türk mûsikisine modern peşrev denilebilecek methal formunu kazandıran Refik Fersan ile Ûdî Nevres Bey, Mesut Cemil Tel ve Şerif Muhittin Targan, Tanbûrî Cemil’in açtığı yolu devam ettirdiler.

Mevlevî Mûsikisi. Mevlevîlik, ciddi mûsiki eğitimi veren dergâhlarıyla Osmanlı devrinde mûsikinin gelişmesinde çok önemli bir ocak görevi yapmış, değişik kültür coğrafyalarında faaliyet gösteren mevlevîhâneler bu mûsikinin yayılmasında önemli roller üstlenmişlerdir. Tarikat Manisa, Karahisar, Gelibolu, Bursa ve Edirne’deki büyük merkezlerin yanında Osmanlı Devleti’nin yeni başşehri İstanbul’da ilk tekkesini 1491’de Kulekapısı Mevlevîhânesi (Galata) ismiyle açmıştır. İkinci büyük tekke ise ancak 1597’de Yenikapı’da kurulabilmiş, bunu XVII. yüzyılın başlarında Kasımpaşa ve Beşiktaş, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Üsküdar Mevlevîhânesi takip etmiştir. XVII. yüzyıldan itibaren başşehirdeki Mevlevî çevreleri Osmanlı yönetici sınıfıyla çok yakın münasebetler kurmuşlar ve neticede bu tarikat içindeki en serbest ve yenilikçi entelektüel akımın temsilcisi olmaya başlamışlardır. Diğer taraftan mensupları arasında padişah, vezir, şeyhülislâm ve paşaların da bulunuşu Mevlevîliğe bir tür resmî kimlik kazandırmıştır. Ayrıca İstanbul’daki şeyh aileleri özellikle edebiyat, mûsiki ve hat gibi sanatlarla uğraşan sanatkârlara destek olmuşlardır; daha sonraki dönemlerde mevlevîhâneler aynı zamanda birer müzik konservatuvarı ve çeşitli sanatların icra edildiği sanat merkezleri haline gelmiştir. Kûçek Derviş Mustafa Dede, Mustafa Itrî, Nâyî Osman Dede, Ali Nutkî Dede, III. Selim, Abdürrahim Künhî Dede, Hüseyin Fahreddin Dede, Neyzen Yûsuf Paşa gibi bestekârlar Mevlevî sanat anlayışının mûsikideki önde gelen isimlerindendir. Bestelediği âyinlerle aynı zamanda Mevlevî mûsiki geleneğinin zirvesi kabul edilen Hamâmîzâde İsmâil Dede, Mevlevî mûsikisinin yanı sıra dinî ve din dışı mûsikinin gelişmesinde de önemli katkıda bulunmuştur.

Mevlevîler’in mûsikiye hizmetleri, diğer sosyal grupların XIX. yüzyılda ekonomik imkânların azalmasıyla birlikte bu fonksiyonlarını yerine getirememeleri neticesinde uzun süre önemli bir yer işgal etmiştir. Bu devrede İsmâil Dede, öğrencisi Zekâi Dede ve onun oğlu Ahmet Irsoy, Hüseyin Fahreddin Dede, Aziz Dede ve neyzen Mehmed Emin Dede gibi Mevlevî mûsikişinasları mûsiki eğitiminin önde gelen isimleri olmuştur. Modern Türk müzikolojisi, aslında Yenikapı Mevlevîhânesi neyzenlerinden Cemal Efendi ile Aziz Dede’nin öğrencilerinden olan Rauf Yektâ Bey’in eseridir. Rauf Yektâ Bey, Türk mûsikisi tarihinin çeşitli dönemleriyle teorik meseleleri ele aldığı incelemeleri, derlemeleri, birçok mûsikişinasın biyografisini yazdığı kitap ve makaleleriyle ilk Türk mûsiki araştırmacısı olarak bu sahanın temelini atmıştır. Türk mûsikisi araştırmacılığının bu dönemdeki diğer önemli isimleri olan Mehmet Suphi Ezgi, Hüseyin Sadeddin Arel ve Abdülkadir Töre ise asıl önemli ürünlerini Cumhuriyet döneminde ortaya koyacaklardır.

Dinî Mûsiki. Osmanlı döneminde özellikle cami ve tekke çevresinde yaşanan dinî hayat geniş bir mûsiki alanı meydana getirmiştir. “Camilerde yapılan toplu ibadet esnasında ortaya çıkan ses mûsikisi olarak” ifade edilen cami mûsikisiyle tasavvufî düşünce çerçevesinde yapılan tarikat zikirleri esnasında okunan dinî bestelerin bütününü ifade eden tekke mûsikisinin ortak birçok vasfı olmakla beraber her iki türün beste şekilleri ve üslûpları arasında farklılıklar da mevcuttur (bk. DİNÎ MÛSİKİ). Cami mûsikisinin daha çok zâhidâne bir üslûp arzetmesine karşılık tekke mûsikisinde tasavvufî lirizm hâkimdir. Tarikatların kendilerine mahsus âyin ve zikir usulleri olduğu için mûsiki üslûpları ve icra şekilleri de farklıydı. Ancak Celvetî, Kādirî, Rifâî, Gülşenî, Halvetî, Mevlevî vb. tekkelerinin değişik tavır, icra ve besteleri yanında tekke mûsikisinde birçok ortak yön vardır. Tekkeler ve camiler, Osmanlı coğrafyasında İstanbul merkezli bir mûsiki anlayışının gelişmesine imkân hazırlamıştır. Ayrıca tekkelerde din dışı mûsiki üzerinde de çalışıldığından buralar, İstanbul’un mûsiki üstatlarıyla mûsiki heveslilerini bir araya getirerek mûsiki bilgilerinin genç kuşaklara aktarımının sağlandığı sanat mahfilleri özelliği taşımaktaydı. Nitekim Osmanlı dönemi mûsikişinaslarının büyük çoğunluğu bu tekkelerde yetişmiştir. Ayrıca birçok gayri müslim mûsikişinasın tekkelere devam ederek kendilerini yetiştirmeleri dikkat çekicidir.

Günümüze ulaşan dinî mûsiki repertuvarı, Hatîb Zâkirî Hasan Efendi ile (ö. 1032/1623) başlayan ve 1925’te tekkelerin kapatılmasına kadar geçen süre içerisinde bestelenen eserlerin sadece tesbit edilebilenlerinden ibarettir. XVII. yüzyılda kendine has bir tavır ve repertuvar geliştirmeye başlayan dinî mûsiki bu gelişmesini XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam ettirdi. XIX. yüzyılda özellikle tekke mûsikisinde bir duraklama gözlenir. Mi‘râciyye, mevlid, durak, mersiye ve tevşih gibi büyük formlara rağbetin gittikçe azalarak bunların yerine basit eserlerin yayılması mûsiki zevkinde bir düşüşü gösterir. Tekkelerin kapatılması bu alandaki beste çalışmalarının sonu olmuş, daha sonraki dönemde de mevcut repertuvarın büyük bir kısmı yok olmaya yüz tutmuştur; ancak XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı gayretli kişiler bunları nota ile tesbit ettiği gibi bazı bestekârlar az da olsa yeni dinî besteler yapmaya devam etmişlerdir. Osmanlı döneminde hem kendi tekkelerinde ve camilerde okunmak üzere ürettikleri mûsiki, hem de şehirli nüfus içinde dinî ve din dışı mûsikinin çeşitli formlarının gelişip


yaygınlaşması açısından Sünnî tarikatların faaliyetleri önem taşır. Bunun yanında tekke mûsikisine Bektaşîliğin nisbî bir katkısından söz edilebilir. Osmanlı döneminde dinî mûsiki en gelişmiş şekline İstanbul’da ulaşmış ve buradan bütün ülkeye yayılmıştır.

Mehter Mûsikisi ve Mehterhâne. Mehter teşkilâtının geçmişi Türkler’de çok eskilere dayanırsa da Osmanlılar’da Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Mesud’un Osman Bey’e hâkimiyet sembolü olarak tabl ve alem göndermesiyle başlar. Mehter mûsikisine ait ilk örnekler “nevbet vurma” denilen özel icra ile ortaya çıkmıştır. Savaşlarda çalınan mehter havalarının şehrin günlük hayatındaki karşılığı olarak namaz vakitleriyle önemli resmî törenlerde vurulduğu bilinen nevbet geleneği Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ile başlamış, Anadolu Selçukluları’nda devam etmiş ve Osmanlı Devleti içinde gelişerek yüzyıllarca yaşamıştır. Mehter mûsikisi ve buna bağlı olarak Mehterhâne İstanbul hayatının önemli bir parçasıdır.

Mehter takımı, sefer zamanları hariç Topkapı Sarayı’nın Demirkapı tarafında ikindi vakti nevbet vururdu. Kırk kişilik kadrosu bulunan Yedikule’deki mehter takımı ise üç fasıl nevbet vurarak halka askerî mûsiki dinletirdi. Ayrıca Eyüp, Kasımpaşa, Galata, Tophane, Beşiktaş, Rumelihisarı, Yeniköy, Rumeli Yenihisarı, Kavak Yenihisarı, Beykoz, Anadoluhisarı, Üsküdar ve Kızkulesi’nde de mehter takımları olup bunlar yatsı ve seher vakitleri arasında nevbet vururlardı. Bu uygulamayı, aslında bir oda mûsikisi hüviyetinde olan Türk mûsikisinin açık hava konserleri denebilecek bir özellik kazanması şeklinde değerlendirmek mümkündür.

Padişahın dışında sadrazam, kaptan-ı deryâ, vezirler, beylerbeyi, sancak beyi ve yeniçeri ağasının da mehter takımları vardı. Mehter takımlarının repertuvarı içinde başta peşrev ve semâiler olmak üzere fasıl mûsikisi eserleri, türküler ve oyun havaları da yer almaktaydı. Özellikle XVI-XVIII. yüzyıllarda yetişen besteci ve icracıları eliyle zirveye ulaşan mehter mûsikisi savaşlar, resmî elçi veya heyetlere eşlik eden gösterişli tören takımları münasebetiyle Avrupa’da da tanınmış, önce ordu birliklerini, ardından bestecileri etkileyerek 1720-1770 yılları arasında Avrupa’da yeni askerî müzik tarzlarının gelişmesine vesile olmuştur.

Eğlence Mûsikisi. İstanbul’da özellikle XVI. yüzyıldan itibaren canlanan bir eğlence mûsikisinden söz etmek mümkündür. Müslüman-Türk tebaa ile birlikte Rum, Ermeni, yahudi ve Cenevizliler’in yaşadığı şehirde her kesimin kendine ait bayramları, törenleri ve eğlenceleri, bunlarda icra ettikleri mûsikileri olmuştur. Bu bakımdan XVI. yüzyıl İstanbul’unda pek çok gezici profesyonel çalgı takımı bulunmaktaydı. Saray çevresindeki düğün ve sünnet törenleri, zafer şenlikleri, fetihler, paşazadelerin ve şehzadelerin doğumları önemli eğlence vesileleriydi. Saray içinde olduğu gibi büyük meydanlarda halka açık olarak yapılan bu kutlamalarda raks ve mûsiki eğlencenin ayrılmaz parçaları olmuştur. Ancak son dönemlerde bunların yerini, özellikle ramazan gecelerinde Şehzadebaşı’ndaki tiyatro ve kahvehanelerde görülen mûsiki icraları almıştır.

Osmanlılar’da her kesim tarafından sevilerek izlenen gölge oyunu Karagöz eğlence mûsikisinin önemli bir unsurudur. Fasıl mûsikisinin seçkin örneklerinden halk mûsikisine kadar geniş bir repertuvarı vardı. Diğer taraftan özel meşkhânelerde, konak ve köşklerde, evlerdeki özel mûsiki meclislerinde mûsiki öğretilir ve icra edilirdi. Özellikle XIX. yüzyıldan itibaren kahvehaneler, çalgılı eğlence yerleriyle semâi kahveleri, içerisinde koşma, mâni, destan ve İstanbul’a ait anonim nitelikli şarkı ve türkülerin söylendiği halk mûsikisinin yaşatıldığı mekânlar olarak dikkat çeker. Kahvehanelerde ayrıca repertuvarının çoğu Ali Ufkî Bey’in Mecmûa-i Sâz ü Söz’ünden derlenmiş Bektaşî nefesleri de çalınıp söylenirdi. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla nefes repertuvarının bir kısmı, semâi kahvelerinde divan ve nazîre olarak bilinen popüler şehirli saz şairlerinin eserleriyle birleştirilerek devam ettirilmiştir.

Mûsikiyle uğraşan sanatkârlar bir esnaf loncasına bağlı olarak bu lonca vasıtasıyla iş bulup geçimlerini sağlarlardı. Bu esnaf sanatkârlar daha çok semâi kahveleriyle çalgılı kahvehanelerde, mesirelerle, düğün ve eğlencelerde mûsiki icra ederlerdi. Ayrıca hânende ve sâzendelerle birlikte dansçıların da yer aldığı köçek, tavşan ve çengî grupları mevcuttu. Kukla, orta oyunu gibi İstanbul hayatında ayrı bir yeri olan geleneksel sanatlarda da mûsikinin önemli bir yeri olmuştur.

İstanbul türküleri İstanbul mûsikisi repertuvarının özel ezgileridir. Eski İstanbul yaşayışının çeşitli yönlerini dile getiren bu eserler, köçekçe ve Rumeli türküleri gibi fasıl mûsikisinin makam seyirleri içinde bestelenmiş, yeni bir çeşni olarak sonradan fasıl repertuvarına alınmıştır. Bu eserler her ne kadar kâr, murabba, semâi gibi klasik formlara göre hafif bir üslûbu temsil ediyorsa da gördüğü rağbet sebebiyle ünlü mûsikişinaslar bile bu tarz besteler yapmışlardır. Meselâ Hamâmîzâde İsmâil Dede’nin hafif şarkı, köçekçe ve Rumeli havaları, Mustafa Itrî’nin de günümüze ulaşmayan hafif şarkı ve türküler bestelediği bilinmektedir. Bu türün en çarpıcı örneklerini ise Tanbûrî Mustafa Çavuş vermiştir.

XIX. Yüzyıldaki Değişiklikler. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, Osmanlı Devleti ve onun başşehrindeki mûsiki hayatında meydana gelecek değişikliklerin başlangıcıdır. Mehterhâne, Muzıka-i Hümâyun ile değiştirilmek suretiyle ortadan kaldırılmış, bu arada kahvehanelerdeki mûsiki icraatında Bektaşî unsuru yavaş yavaş azalmaya başlamıştır. II. Mahmud ve Sultan Abdülaziz’in Türk mûsikisini desteklemeye devam etmelerine rağmen Abdülmecid tercihini Batı müziği yönünde kullandı. Saraydaki mûsiki çalışmaları Muzıka-i Hümâyun’un kurulmasıyla bürokratik olarak yeniden düzenlendi. II. Abdülhamid’in 1876’da tahta çıkmasıyla sarayın Türk mûsikisinden desteğini tamamen çektiği söylenebilir.

XIX. yüzyılın son çeyreğinde mûsiki üstatları artık daha çok saray dışındaki çevrelerde, yalılarda, konaklarda, özel meşkhânelerde toplanmaya başladılar. Mûsiki eğitimi ise meşk gruplarında ve usta bir mûsikişinasın evinde vermiş olduğu özel dersler halinde devam etmiş, klasik repertuvar Hamparsum veya Batı notasyonu ile korunmaya çalışılmıştır. XX. yüzyılın başlarında mûsiki eğitimi ve eserlerin korunması yolundaki bu gayretler, birtakım özel mûsiki okulları ve derneklerinin yanında 1916’da Dârülelhan’ın açılması ile devam etti. Bir süre faaliyet gösterdikten sonra I. Dünya Savaşı’nın ardından kapanan kurum 1923’te tekrar açılmış, ancak 1926 yılında Türk mûsikisi öğretimi kaldırılmıştır. Daha sonra İstanbul Konservatuvarı adı altında şehremânetine bağlı olarak faaliyetini sürdüren kurum 1944’te İstanbul Belediye Konservatuvarı adını almıştır. 1986 yılından itibaren de İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı adıyla farklı bir statüde mûsiki eğitimi ve öğretimine devam etmektedir. Ayrıca Türk Mûsikisi Devlet Konservatuvarı 1975 yılından beri İstanbul’da faaliyetini sürdürmektedir.

Loncaların genel olarak rağbet görmemesi sebebiyle 1857’de çengîdansçıların


yasaklanması şehirlerdeki mûsikili eğlencelerde bir boşluk meydana getirmiştir. Bu arada orta oyununun doğması ve yaygınlık kazanması çengîlerin korunmasına yol açmış, ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında orta oyunu giderek Avrupalı vodvile benzemiş ve sonunda kanto denilen üslûpsuz ve hafif tarzın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Aynı zamanda şehir civarında yaşayan çingeneler, doğan boşluğu çiftetelli ve karşılama danslarıyla doldurmuşlardır.

XIX. yüzyılın sonlarında İstanbul’da Avrupaî görünümlü yeni tip gazinolarda icra edilen, klasik fasıldan tamamen farklı yeni bir fasıl anlayışı gözlenmektedir. Bu fasıllarda peşrevi beste ve semâiler yerine ağır aksak veya ağır aksak semâi usullerinde bir veya iki şarkı takip eder; faslın geri kalan kısmını ise aralarda vokal veya enstrümantal taksimlerle bölünen, giderek artan ritimli ve tempolu şarkılar oluştururdu. Zamanla klasik fasılla ilişkinin azalması sonucu bu yeni fasıl klasik tarz olarak algılanmaya başlanmıştır.

Düzenli programlarına 1927 yılında başlayan İstanbul Radyosu bünyesinde yapılan mûsiki yayınlarının da son devrin Türk mûsikisi hayatında önemli bir yeri vardır. Radyo, bünyesindeki çeşitli fasıl toplulukları ve seçkin icracılarıyla sanat ve halk mûsikisi ihtiyacına cevap vermiş, bu arada birçok sanatçının yetişmesinde büyük etken olmuştur. Öte yandan İstanbullular’ın seviyeli Türk müziği icraları dinlediği, Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki Şan Sineması konserleri müzik severlerin uzun yıllar hâfızalarından çıkmayacak sanat olaylarındandı. 1975 yılında kurulan Kültür Bakanlığı Devlet Klasik Türk Mûsikisi Korosu da faaliyetlerini sürdürmektedir. Ayrıca kovanlarla başlayıp taş plak, küçük ve büyük devirli plak, kaset ve CD’lerle devam eden sesli müzik yayımcılığının Türkiye’deki merkezinin de İstanbul olduğunu belirtmek gerekir.

Son devirde bazı azınlık müzisyenlerinin icra ve beste konusunda önemli isimler arasında yer aldığı görülmektedir. Bunların içinde Tanbûrî İsak’ın öğrencisi Oskiyam ile Hamâmîzâde İsmâil ve Dellâlzâde İsmâil Efendi’nin öğrencisi Nikogos Ağa (Taşciyan), İzmirli Santo Çikiar, İsak el-Gazî, İstanbullu Moşe Kordoba ve Haham Nesim Sivilya özellikle kaydedilmelidir.

BİBLİYOGRAFYA:

(Türk mûsikisi ve tarihiyle ilgili hemen bütün eserlerde İstanbul dolaylı olarak söz konusu edilmektedir. Bu sebeple aşağıdaki bibliyografyada sadece konuyla doğrudan ilgili eserlere yer verilmiştir).

Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 621; Mahmut Ragıp [Kösemihal], Türkiye-Avrupa Musiki Münasebetleri, İstanbul 1939 (İstanbul 1926), s. 15-18; Refik Ahmed Sevengil, İstanbul Nasıl Eğleniyordu, İstanbul 1990 (İstanbul 1927), s. 45-47, 58-60; Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1942-43, I, 11-13; II, 399-407; Haydar Sanal, Mehter Musikisi, İstanbul 1964, tür.yer.; Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul (nşr. Niyazi Ahmet Banoğlu), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser), s. 269-309; W. Feldman, Music of the Ottoman Court, Berlin 1996, s. 93-102; Sadi Yaver Ataman, Türk İstanbul, İstanbul 1997, s. 51-105, 269; Cinuçen Tanrıkorur, “Osmanlı Musikisi”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi (nşr. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1999, II, 493-514; Bülent Aksoy, “Orta Doğu Klasik Musikisinin Bir Merkezi: İstanbul”, Osmanlı, Ankara 1999, X, 801-807; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlılar Zamanında Saraylarda Musiki Hayatı”, TTK Belleten, XLI/161 (1977), s. 79-114; İsmail Hakkı Özkan, “Fasıl”, DİA, XII, 207-209; “Eğlence Hayatı”, DBİst.A, III, 141-143; Haşmet Altınölçek, “Mehterhâne”, a.e., V, 371-372; Alâeddin Yavaşça, “Saray Dışında Musiki Hayatı”, a.e., V, 527-529.

Walter Feldman - Nuri Özcan





III. KÜLTÜR ve EDEBİYAT

İstanbul Kütüphaneleri. 1453’te İstanbul’un fethiyle birlikte Osmanlı Devleti bir cihan devletine dönüşmeye başlamıştır. Fâtih Sultan Mehmed, bu devletin idarî merkezi yaptığı İstanbul’u aynı zamanda bir kültür merkezi haline getirmek istediğinden fetihten kısa bir süre sonra şehri yeniden inşa faaliyetine girişmişti. Türkçe kaleme alınan o döneme ait bir vakıfnâmede bu imar faaliyetinin “büyük cihad” olarak adlandırılması şehre verilen önemi göstermektedir. İstanbul’da ilk kültür müesseselerinin temeli de bu dönemde atılmıştır. Önce Pantokrator Manastırı’nın üst katındaki papaz odalarında bir medrese kurulmuş (Zeyrek Medresesi) ve müderrisliğine 50 akçe yevmiye ile Molla Zeyrek getirilmiştir. Ardından Ayasofya’da öğretime başlanmış ve Semâniye medreseleri kuruluncaya kadar şehirde öğretim kiliselerden çevrilen cami ve medreselerde sürdürülmüştür. Fetihten sonra ilk yapılan binalardan biri olan Beyazıt’taki Eski Saray aynı zamanda şehirdeki ilk kütüphaneyi de barındırıyordu. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed’in daha önce Manisa’dan Edirne sarayına götürdüğü kitapların Eski Saray’ın tamamlanmasıyla birlikte buraya nakledildiği bilinmektedir.

Araştırmacılar, İstanbul’da kurulan ilk vakıf kütüphanesi konusunda değişik görüşlere sahiptir. Süheyl Ünver bunun Mahmud Paşa Medresesi’nde kurulduğunu ileri sürerken Selim Nüzhet Gerçek, Eyüp Külliyesi’ndeki kütüphanenin (863/1459) daha eski olduğu görüşünü savunur. Mahmud Paşa Külliyesi’nin yapım tarihi göz önüne alınırsa Süheyl Ünver’in fikrini kabul etmeye imkân olmadığı görülür. Selim Nüzhet Gerçek’in görüşünü ispat için ileri sürdüğü delil ise çok zayıftır. Fakat başka bir vakıf kaydı dolayısıyla Eyüp Külliyesi’ndeki kütüphanenin Mahmud Paşa Medresesi Kütüphanesi’nden daha evvel kurulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Bu külliyeye ait 990 (1582) tarihinde istinsah edilmiş Arapça vakfiyede önce medreseye konulan kitapları muhafaza edecek bir kişinin tayin edildiği, ardından hâfız-ı kütübe günlük bir dirhem ücret verileceği ifade edilmektedir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 46, s. 83, 84). Süheyl Ünver, bu vakfiyenin külliyenin kuruluşundan bir asır sonrasına ait olduğunu söyleyip delil olarak kullanılamayacağını ileri sürerse de külliyenin tesisinden otuz yıl sonra hazırlanan 893-895 (1488-1490) yıllarına ait Eyüp Vakfı muhasebe bilançosunda, Fakih adlı bir kişinin camide hâfız-ı kütüb olup günlük 1 akçe ücret aldığı bildirildiği dikkate alındığında bu itirazın geçersiz olduğu görülür.


Eyüp vakfiyesinde kütüphanenin işleyişiyle ilgili şartlar bulunmadığı gibi kütüphaneye konulan kitapların adları ve sayısı da verilmediğinden koleksiyonun hacmi ve niteliği bilinmemektedir. Ancak Hz. Hâlid bölümü 178 numarada kayıtlı Kimyâ-yı Saâdet adlı kitabın başındaki Arapça bir nota göre devrin vezîriâzamı Mehmed Paşa bu eseri 884 yılı Zilhiccesi ortalarında (Şubat 1480 sonları) Eyüp Medresesi’nde bulunan kütüphaneye vakfetmiştir. Mehmed Paşa vakfettiği bu eserle ilgili olarak kitapların değiştirilmemesi, başka bir yere götürülmemesi, bir kimsede üç aydan fazla kalmaması ve aynı kişiye ikinci defa ödünç verilmemesi gibi şartlar koymuştur. Eyüp Kütüphanesi sonraları yapılan vakıflarla daha da zenginleşmiştir. 1071 (1661) yılına ait bir kayıttan kütüphanenin bu tarihte faaliyette olduğu anlaşılmaktadır (BA, MAD, nr. 4792, s. 31).

Eyüp Külliyesi’ndeki kütüphane Mahmud Paşa Medresesi Kütüphanesi’nden daha eski olmakla beraber fetihten sonra İstanbul’da kurulan ilk kütüphane değildir. Zira Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan bir vakfiye 858 (1454) yılında, Visâlî adıyla tanınan Şeyh Muhammed b. Şeyh Hasan Geylânî’nin İstanbul’da sur dibindeki (At İskelesi) zâviyesinde küçük bir koleksiyona sahip bir kütüphane kurduğunu bildirmektedir (VGMA, nr. 625, s. 141). Fakat tasavvufa dair yirmi civarında eserden meydana gelen ve muhtemelen tekke mensuplarının istifadesine sunulan bu koleksiyonun korunması ve bakımı için bir hâfız-ı kütüb tayin edilmemiştir.

Fetihten sonra bir bölümü medrese haline getirilen Ayasofya’da da Fâtih Sultan Mehmed tarafından bir kütüphane tesis edildiği konusunda araştırmacılar görüş birliği içindedir. Ancak burada, Semâniye medreseleri kuruluncaya kadar, yani geçici bir süre eğitim yapıldığından muhtemelen kütüphaneye çok az sayıda ders kitabından oluşan bir koleksiyon konulmuştur. Zeyrek Medresesi Kütüphanesi de aynı türde bir kütüphane olup elde bu medreseye vakfedildiği bilinen birkaç kitap vardır. Bunlardan biri Fâtih, diğeri Mahbûb Çelebi, ikisi de adları belirtilmeyen kimseler tarafından vakfedilmiştir. Üzerlerindeki kayıtlardan daha sonra bu dört kitabın da Fâtih Külliyesi Kütüphanesi’ne nakledildiği anlaşılmaktadır.

Semâniye medreseleri açıldığında Zeyrek’teki öğretim faaliyetinden vazgeçilmiş ve medrese camiye çevrilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki geçici bir öğrenim yeri olarak kullanılan Zeyrek Medresesi’ne müderris ve öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere bazı kitaplar verilmişse de Ayasofya’da olduğu gibi bir vakıf kütüphanesi kurma teşebbüsünde bulunulmamıştır. Eğer Zeyrek’te Fâtih tarafından bir kütüphane tesis edilmiş olsaydı o devrin ölçülerine göre medresede 100-200 kitaplık bir koleksiyonun bulunması gerekirdi. Böyle bir koleksiyondan sadece bir iki eserin kalması ve kütüphaneyle ilgili hiçbir kayıt bulunmaması Zeyrek Medresesi’nde bir kütüphane kurulmadığı kanaatini kuvvetlendirmektedir.

Ayasofya ve Zeyrek örnekleri, Fâtih’in İstanbul’u fethinden hemen sonra şehirde büyük bir külliye kurmayı planladığını ve bu külliyenin tesisine kadar da öğretim işini geçici bazı tedbirlerle halletmeye çalıştığını düşündürmektedir. Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’da yaptırmak istediği külliye, inşasına başlandıktan ancak sekiz yıl sonra 875 Recebinde (Aralık 1470) tamamlanabildi (Semâniye). Külliyede cami, medreseler ve imaretin yanında önce dört medresede birer kütüphane kurulmuş, ardından bu kütüphaneler birleştirilerek caminin içine taşınmıştır.

Devrin sadrazamı Mahmud Paşa, Fâtih’in emrine uyarak İstanbul’da bir külliye tesis ettiği gibi devletin diğer şehirlerinde de bazı hayır eserleri meydana getirmiş, İstanbul ve Hasköy’deki medreselerinde de birer kütüphane kurmuştur. 878 (1473-74) tarihli vakfiyesinin İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’ne kaydedilen özetinde, İstanbul’daki medreseye verilen 195 kitapla Hasköy’deki medreseye konulan sekiz kitap adları verilmeden sadece her konudaki kitap adedi belirtilerek zikredilmiştir. Vakfiyeye göre İstanbul Medresesi’ne günlük 5 akçe ücretle hâfız-ı kütüb tayin edilmiştir (s. 43). Fâtih devri meşâyihinden Şeyh Vefâ diye tanınan Muslihuddin Mustafa için inşa edilen külliyede de bir kütüphane bulunduğu ve günlük 1 akçe ücretle hâfız-ı kütüb görevlendirildiği İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’ndeki Receb 919 tarihli (Eylül 1513) bir vakıf kaydı dolayısıyla bilinmektedir (s. 159).

II. Bayezid, Topkapı Sarayı’nda Fâtih’in kurduğu kütüphaneyi kendisine hediye edilen ve adına yazılan kitaplarla daha da zenginleştirmiş, özel kitaplığında bulunan eserlerin baş ve son sayfalarını mühürlemiş ve bazılarının üzerine de temellük kaydı koymuştur. Saraydaki bu kütüphanenin hâfız-ı kütüb-i hâssa adıyla bir görevlisinin bulunduğu bilinmektedir (Barkan, İFM, XV [1954], s. 308). II. Bayezid, kendisinin yaptırdığı Galatasaray Mektebi’nde de talebelerin yararlanması için bir kütüphane kurmuş olmalıdır.

Yapımına 906 (1500-1501) yılında başlanan ve 911 Rebîülâhirinde (Eylül 1505) bitirilen İstanbul’daki Beyazıt Külliyesi’nde kuruluş tarihinde bir kütüphanenin varlığından söz etmeyi sağlayacak bir belge mevcut değildir. Bu külliyede bir kütüphane bulunduğunu gösteren eldeki en eski tarihli kayıtlar XVI. yüzyılın sonlarına aittir. Külliyenin 991 (1583) ve 1006 (1597-98) yıllarında tutulan vakıf muhasebe defterlerinde cami ve medrese hâfız-ı kütübüne günlük 3 akçe ücret tahsis edildiği belirtilmektedir (BA, MAD, nr. 5103, s. 273; nr. 5761, s. 61, 98).

II. Bayezid’in kurulmasına ön ayak olduğu kütüphaneler dışında, devrin bir kısım devlet adamları ile âlimlerinin ve meşâyihinin de İstanbul’da yaptırdıkları hayır kurumlarında kütüphaneler tesis ettikleri görülmektedir. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’ndeki bazı vakfiye sûretlerinden İstanbul’da bu devirde kurulmuş dört kütüphane tesbit edilmektedir. Alâiyeli Muhyiddin diye meşhur olan Mevlânâ Muhyiddin’in 907 (1501-1502) tarihinde yetmiş bir adet kitap vakfettiği ve daha sonra bunların Fâtih Külliyesi’ndeki kütüphaneye nakledildiği görülmektedir (İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, s. 338). Atik Ali Paşa’nın Çemberlitaş’taki medresesinde tesis ettiği kütüphanenin de 119 kitaptan meydana gelen bir koleksiyona sahip olduğu ve kütüphane hâfız-ı kütübüne günlük 3 akçe ücret tayin edildiği öğrenilmektedir (a.g.e., s. 69). Devrin şeyhülislâmlarından Efdalzâde Ahmed Çelebi, Fâtih Camii yakınında kurduğu medresesine koyduğu iki adet kitabın korunması için günlük 1 akçe ücretle bir hâfız-ı kütüb tayin etmiştir (a.g.e., s. 199). Taşköprizâde’nin bir kaydından, Ahî Yûsuf b. Cüneyd et-Tokadî’nin İstanbul’daki evinin yanında yaptırdığı mescide âlimlerin istifade etmesi için çok sayıda kitap bağışladığı anlaşılmaktadır (eş-Şeķāǿiķ, s. 167; Tâcü’t-Tevârîh, II, 546).

Aynı padişah döneminde, ilim ve kültür hayatındaki gelişmelerin bir sonucu olarak daha önceki devirlerde de görülen ve vakıf kütüphaneleri için bir kaynak teşkil eden bazı özel kütüphaneler ortaya çıkmıştır. Sinan Paşa’nın zengin bir kütüphaneye sahip olduğu (TSMA, nr. E 6345, 8101) ve Müeyyedzâde’nin o gün için büyük bir rakam olan 7000 ciltlik bir


kütüphanesinin bulunduğu kaydedilmektedir (Taşköprizâde, s. 179; Uzunçarşılı, s. 232; Tâcü’t-tevârîh, II, 556). Bu rakam biraz mübalağalı gibi görünse de Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde (nr. D 929/1-2) kayıtlı bir defter incelendiğinde Müeyyedzâde’nin devri için gerçekten çok zengin sayılabilecek bir kitap koleksiyonu olduğu anlaşılır.

II. Bayezid döneminde Fâtih vakıfları yeni ilâvelerle zenginleştirildiği gibi yeni bir vakfiyesi de hazırlanmıştır (Fatih İmareti Vakfiyesi, s. 24-29). Fâtih’in külliyede kurduğu kütüphanesinin bu devirde bir sayıma tâbi tutulduğu, burada bulunan birçok eserin üzerindeki Muhammed b. Ali Fenârî’ye ait sayım kayıtlarından öğrenilmektedir. Bu kütüphaneye ait, Kanûnî Sultan Süleyman devrinde hazırlanmış bir katalogun önsözünde belirtildiğine göre Muhammed b. Ali Fenârî tarafından külliyede bulunan kitapların bir de katalogu yapılmıştır (TSMA, nr. D 9559).

Saltanat devresinin oldukça kısa sürmesi ve hemen hemen bütün zamanının askerî faaliyetlerle geçmesi, Yavuz Sultan Selim’in bu alanda adını duyuracak kurumları yaptırmasına fırsat vermemişse de gerek yeni fethedilen Suriye ve Mısır gibi ülkelerden gelen (Türkiye Maarif Tarihi, I, 210), gerekse sahiplerinin ölümüyle dağılan özel kütüphanelerden temin edilen kitaplarla (TSMA, nr. D 9101, D 9291) sarayda büyük bir koleksiyon oluşturulmuş, böylece daha sonraki devirlerde Osmanlı padişahları tarafından İstanbul’da kurulacak olan birçok vakıf kütüphanesinin temeli atılmıştır. Onun devrinde kurulduğu tesbit edilen üç kütüphaneden biri, devrin âlimlerinden Mevlânâ Bâlî tarafından İstanbul’da Şeyh Süleyman mahallesinde inşa ettirdiği mesciddedir (İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, s. 243). Mevlânâ Bâlî, 925 (1519) yılında düzenlediği vakfiyesiyle mescidinin etrafındaki odaları “âlimler ve sâlihler”in ikametine tahsis etmiş, 620 kitaptan meydana gelen koleksiyonunun muhafazası işini de mescidin imamına bırakmış ve bu kitapların faydalanmak isteyen kimselerden esirgenmemesini şart koşmuştur.

Kanûnî Sultan Süleyman’ın saltanatının ilk yıllarında, I. Selim devrinde olduğu gibi kütüphanelerin gelişmesinde bir durgunluk dikkati çekmektedir. Bu husus belki de I. Selim’in birkaç yıla sığdırdığı iki büyük seferin sosyal bünyede doğurduğu sıkıntıların bir sonucudur. Kanûnî Sultan Süleyman’ın tahta çıkışının ilk yıllarında Edirne’de açılan birkaç kütüphane dışında önemli bir kütüphanecilik faaliyeti yoktur. Buna karşılık XVI. yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyreğinde İstanbul’da yaptırılan medreselerin çoğunda artık kütüphanenin medreseyi tamamlayıcı bir unsur olarak düşünüldüğü görülmektedir. Bu dönemde Hayreddin Paşa, Kasım Paşa, Rüstem Paşa, İbrâhim Paşa, Mihrimah Sultan, Sekban Kara Ali, Şehzade Mehmed, Semiz Ali Paşa medreselerinde birer kütüphane bulunmaktaydı. Aynı dönemde Tercüman Yûnus’un İstanbul’da Draman’da (BA, Kepeci Ruus, nr. 217, s. 161), Ferruh Kethüdâ’nın Balat’ta (VGMA, nr. 570, s. 60), Cihan Bey’in Ayasofya yakınında (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun muhasibliği, nr. 7, vr. 23b), Çadırcı Hayreddin’in Mercan’da Bezzâz-ı Cedîd Camii’nde (BA, İbnülemin-Evkaf, nr. 97) ve Mevlânâ Alâeddin b. Hacı Sinan’ın Haseki’de (İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, s. 31) birer özel kütüphane tesis ettikleri ve bunların son ikisinde birer hâfız-ı kütüb bulunduğu bilinmektedir. Kadı Alâeddin b. Abdurrahman’ın Balat’ta kurduğu kütüphane ile (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Balat Mahkemesi, 2, s. 5a) Şeyh İshak b. Abdürrezzâk’ın tıp, matematik ve astronomiye dair eserlerin de bulunduğu bir kütüphane vakfetmesi (İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, s. 439-440) yine bu döneme rastlar.

Kütüphanelerin bu şekilde mahallelere kadar yayılmasına ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın daha önce Şehzade Mehmed ve Mihrimah Sultan için yaptırdığı medreselerde birer kütüphaneye yer vermesine rağmen devrin en büyük ilim müessesesi olan Süleymaniye Külliyesi’nde kuruluş yıllarında bir kütüphane bulunmadığı görülmektedir. Ancak muhtemelen Receb 964 (Mayıs 1557) tarihinde hazırlanan Süleymaniye vakfiyesine göre külliyede daha sonra bir kütüphane kurulması planlanmıştı (Süleymaniye Vakfiyesi, s. 151-152). Süleymaniye Külliyesi’nde kütüphanenin ne zaman kurulduğu ve ilk görevlilerinin hangi tarihte tayin edildiği bilinmemektedir. Müjgân Cunbur’un, külliyeye kısa bir süre sonra kitap tedarik edilmeye başlandığına dair delil olarak gösterdiği Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde 135 dolap 1390 numaralı vakfiye sonundaki liste vakfiyenin tanziminden sonra ilâve edilmiş olmalıdır. Bu vakfiyenin metninde, medreseye kitap sağlandığında hâfız-ı kütüb ve kâtib-i kütüb tayin edilmesi istendiğine göre vakfiyenin düzenlendiği tarihte medresede kurulmuş bir kütüphane mevcut değildir. Muhtemelen caminin ibadete açılmasından birkaç yıl sonra buraya saray kütüphanesinden bazı eserler gönderilmeye başlanmış ve Süleymaniye Kütüphanesi’nin temeli bu tarihlerde atılmıştır. Atâî, Şah Ali’nin kırk yıl sabah namazını Ayasofya Camii’nin ilk safında kıldığını belirtmekte ve bütün kitaplarını da talebe için vakfettiğini söylemekteyse de kitapların konulduğu yerin Ayasofya Camii olup olmadığını bildirmemektedir (Zeyl-i Şekāik, I, 72).

Bu devirde kütüphane kurma çalışmaları yanında daha önce kurulan kütüphaneleri yeniden düzenleme ve kontrol etmeye de önem verildiği görülmektedir. Fâtih Kütüphanesi’ne ait günümüze ulaşan en eski kataloglardan biri bu dönemde hazırlanmıştır (TSMA, nr. D 9559). Semâniye müderrislerinden Muhammed b. Hızır b. el-Hâc Hasan, hazırladığı katalogun önsözünde belirttiğine göre padişahın emriyle Fâtih Kütüphanesi’ne gitmiş, burada kitapları bölümlerine, hatta başlıklarına varıncaya kadar inceleyerek elden geçirmiş, mümkün olduğu nisbette kitap ve müellif isimlerini tesbit edip gerekli gördüğü tashihleri yapmıştır. Bu katalogdan anlaşıldığına göre Fâtih Sultan Mehmed’in camisinde kurduğu kütüphaneye ölümünden sonra devrin ulemâsından bazıları da kitaplarını bağışlamışlardır. Hatta benzer davranışlar sonraları da devam etmiştir. Nitekim Balat Mahkemesi sicillerinde bulunan bir kayda göre Kanûnî Sultan Süleyman devri müderrislerinden Kāsım b. Hâbil altmış beş adet kitabını bu kütüphaneye vakfetmiş ve kitapların isteyenlere rehin karşılığı ödünç olarak verilebileceğini vakfiyesinde belirtmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Balat Mahkemesi, 2, s. 81b-82a).

II. Selim’in kızı ve Sokullu Mehmed Paşa’nın hanımı İsmihan Sultan, Eyüp’te yaptırdığı medrese için Receb 976 (Aralık 1568) tarihinde düzenlettirdiği vakfiyesinde müderris, muîd ve dânişmendlerin istifade etmeleri için vakfettiği kitapların medrese yakınında bulunan türbesindeki dolaba konulduğunu belirtmiştir (VGMA, nr. 572, s. 141). İsmihan Sultan Kütüphanesi’nin katalogu, bu asırda dikkatle hazırlanmış ve kütüphanede bulunan kitapların özelliklerini ayrıntılarına inerek veren değerli kataloglardan biridir.

Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın, İstanbul’daki medrese ve hankahı ile Bergos’taki medresesinde birer kütüphane kurduğu 981-982 (1574-1575) yıllarında düzenlettiği iki vakfiyesinden öğrenilmektedir


(VGMA, nr. 572, s. 27-63; VGMA, Kasa, nr. 103). Hanımı İsmihan Sultan’ın vakfiyesinde olduğu gibi Sokullu’nun vakfiyesinde de her üç müesseseye vakfedilen kitapların büyük bir itina ile hazırlanmış katalogu mevcuttur (VGMA, Kasa, nr. 103, s. 1-80). Sokullu, vakfiyesinde özellikle kitapların değiştirilmesinin önüne geçilebilmesi için alınacak tedbirler üzerinde durmuş ve eskiyen ya da kaybolan kitapların yerine aynı eserin bir başka nüshasının satın alınıp vakfedilmesini şart koşmuştur.

II. Selim’in başkadını ve III. Murad’ın annesi Nurbânû Sultan’ın Üsküdar Toptaşı’nda yaptırdığı külliyede, medrese ve dârülhadis talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir kütüphane kurulduğu külliye ile ilgili muhasebe kayıtlarından anlaşılmaktadır (BA, MAD, nr. 5455, s. 91; nr. 6483). Bu kayıtlara göre camide günlük 3 akçe ücret alan bir hâfız-ı kütüb görevliydi.

Yemen fâtihi olarak şöhret bulan Koca Sinan Paşa servetinin bir bölümünü vakıf ve hayır işlerinde kullanmıştır. Başbakanlık Arşivi’nde bulunan (Süleymaniye Bölümü) 994 (1586) tarihli bir vakfiyeye göre paşa, İstanbul’daki İshak Paşa mahallesindeki medresesiyle Kulaksız’daki zâviyesinin şeyhine bir miktar kitap vakfetmiş, medresenin şeyhülkurrâsını günlük 1 akçe ücretle hâfız-ı kütüb tayin etmiştir. Paşanın İstanbul’da Yeniçeriler caddesindeki türbesinde de bir kütüphane bulunmakta ve kütüphanenin hâfız-ı kütübü günlük 8 akçe ücret almaktaydı (BA, Ruus 25, s. 161). Sinan Paşa’nın özel kütüphanesindeki kitapları da ölümünden sonra muhtemelen bu kütüphaneye konulmuştur.

Çeşitli vakıf kayıtlarından, XVI. yüzyılın sonunda İstanbul’da kurulan medreselerden Şeyhülislâm Zekeriyyâ Efendi, Dârüssaâde Ağası Gazanfer Ağa, Vezir Hadım Hâfız Ahmed Paşa medreselerinde birer kütüphane bulunduğu öğrenilmektedir. Zekeriyyâ Efendi Medresesi Kütüphanesi’nin kitapları, daha önce birkaç başka örnekte görüldüğü gibi kurucusunun türbesinde bulunmaktaydı. Oğlu Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin bu kütüphanenin hâfız-ı kütübüne günlük 3 akçe ilâve ücret tayin ettiği 1047 (1637-38) tarihli vakfiyesinden anlaşılmaktadır (İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 3151, s. 10b). Anadolu Kazaskeri Mehmed Efendi b. Abdullah Molla Çelebi’nin Fındıklı’daki camisinin içinde kurduğu kütüphane, vakıf sahibinin 992’de (1584) düzenlenmiş vakfiyesinden anlaşıldığına göre caminin yakınında yaptırmayı düşündüğü dârülhadisin hoca ve talebelerine hizmet verecekti (VGMA, nr. 624, s. 5). Mehmed Ağa’nın İstanbul Çarşamba’daki camisinde tesis ettiği kütüphane ise sadece medrese ve dârülhadisinin müderrislerine açıktı (TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 3028).

Peremeciler Kethüdâsı Mahmud Bey b. Abdullah’ın 1002’de (1593-94) Cihangir Camii içinde kurduğu kütüphane, mahalle halkının ve cemaatin ihtiyaçları düşünülerek hazırlanmış bir koleksiyon olması ve ödünç verme sistemi bakımından bir halk kütüphanesi mahiyetindedir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Galata Mahkemesi, nr. 17, s. 187-188). Vakfedilen otuz dokuz eserden birkaçı hariç hepsi Türkçe’dir. Koleksiyondaki Destân-ı Muhammed Hanefî, Destân-ı Kurubaş, Mihr ü Vefâ, Firaknâme-i Vefâ, Ahvâl-i Kıyâmet, Kıssa-i Temîmü’d-Dârî, Hikâye-i Kesikbaş, Maktel-i Hüseyin, Seyyid Battal Gāzî, Câriyenâme, Ta‘bîr-i Rüya, Mansûrnâme, Yûsuf u Züleyhâ, Hızır İlyas Kıssası gibi halk hikâyeciliğinin ürünü ve bir kısmı da lâdinî olan eserlerin bir cami kütüphanesine konulması dikkati çekmektedir. Cerrah Mehmed Paşa tarafından 1002 (1593-94) yılında yaptırılan Cerrahpaşa Camii’ndeki kütüphane de muhtemelen civarındaki, II. Selim’in kızı Gevher Sultan tarafından 995’te (1587) yaptırılan medreseyle Haseki Medresesi talebelerine kitap temini için kurulmuştur.

Bu kütüphaneler dışında İstanbul’da III. Murad devrinde mevcut oldukları tesbit edilebilen iki ihtisas kütüphanesi daha vardır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan bir belgede Hekimbaşı Molla Kasım’a 983 (1575-76) yılında teslim edilen tıpla ilgili eserlerin listesi verilmektedir (TSMA, nr. D 8228). Belgeden anlaşıldığına göre bu eserler hekimbaşılar tarafından muhafaza edilmekteydi. Nitekim 988’de (1580) Molla Kasım emekli olduğunda kitapları yeni hekimbaşı Îsâ Çelebi’ye teslim etmiştir (TSMA, nr. D 8228). III. Murad döneminde İstanbul’da bir rasathâne kuran Takıyyüddin’in müneccimbaşılığı sırasında bu rasathânede astronomiyle ilgili eserlerden meydana gelen bir de kütüphane tesis edildiği anlaşılmaktadır (Ünver, İstanbul Rasathanesi, s. 47-48). Safer 986 (Nisan 1578) tarihinde İstanbul kadısına yazılan bir hükümde, müteveffâ Lutfullah’ın vakfettiği ilm-i nücûmla ilgili kitapların Mimar Sinan mahallesi imam ve müezzininin elinden alınarak rasathânede hizmet veren Mevlânâ Takıyyüddin’e teslim edilmesi emredilmektedir (Ahmed Refik, s. 36). Diğer bir hükümde ise Saruhan beyinden ve Manisa kadısından Manisa’da vefat eden müneccim Kurd’un kitaplarının toplanarak acele İstanbul’a gönderilmesi istenilmektedir (BA, MD, nr. 49, s. 44, 16 Rebîülâhir 991 tarihli hüküm).

XVI. yüzyılın diğer karakteristik bir yanı da yeni yapılan hayır eserlerinde kütüphaneler kurma hareketine paralel olarak daha önce kurulan kütüphaneler ile öğretim kurumlarına kitap bağışında bulunma ve mevcut koleksiyonları zenginleştirme yönünde bir faaliyetin görülmesidir. Hacı Mustafa Ağa ve Abdülmennân’ın Sultanahmet’teki Akbıyık Camii’ne (VGMA, nr. 733, s. 150-152), Seyyid İsmâil Efendi’nin Gül Camii yakınındaki zâviye kütüphanesine (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 27, s. 36-37), Rumeli Kazaskeri Ali Efendi’nin Şehzade Sultan Mehmed Medresesi Kütüphanesi’ne (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 25, s. 4-5, 11), Sâmi Efendi el-Kırımî’nin İsmâil Ağa Zâviyesi’ne (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Üsküdar Mahkemesi, nr. 148, vr. 48b), Mehmed Ağa b. Yûsuf’un Şehzade Camii’ne (VGMA, nr. 730), Dârüssaâde Ağası Yâkub Ağa’nın Üsküdar Atîk Vâlide Camii’ne (BA, Ruus, nr. 3, s. 280) kitap bağışında bulunması bunlardan bazılarıdır. Ayrıca bir kısım hayır sahiplerinin de ellerine geçen kitapları bir vakfiye tanzim etmeden sadece bu kitapların başına vakıf mührü veya kaydı koyarak vakfettikleri görülmektedir.

Vakıf ve arşiv kayıtlarından anlaşıldığına göre, XVII. yüzyılın başlarından ilk müstakil kütüphanenin ortaya çıktığı 1678 yılına kadar İstanbul’da kurulan büyük medreselerin hemen hepsinde birer kütüphane bulunmaktadır. Bu tarihler arasında İstanbul’da kurulduğu bilinen Kuyucu Murad Paşa, Sultan Ahmed, Kazasker Hasan Efendi, Şeyhülislâm Abdürrahim Efendi, IV. Murad’ın annesi Mahpeyker Sultan’ın yeniden teşkilâtlandırdığı Özdemiroğlu Osman Paşa medreseleriyle Turhan Vâlide Sultan tarafından 1073’te (1662-63) tamamlatılan Yenicami Külliyesi’nde, Mimarbaşı Kasım Ağa’nın Şehzadebaşı’ndaki dârülhadisinde, Abbas Ağa b. Abdüsselâm’ın 1080 (1669-70) yılında inşa ettirdiği dârülkurrâ ile Reîsülküttâb Mustafa Efendi b. Abdüsselâm’ın 1087-1088 (1676-1677) yıllarında düzenlettirdiği iki vakfiyesiyle


(Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Bab Mahkemesi, nr. 26, vr. 103b-105b; nr. 29, vr. 129b-131a) Balat’ta tesis ettiği medrese ve dârülhadisinde birer kütüphane vardır. Ayrıca Bayram Paşa Türbesi’nde bulunan kütüphanesini de 1045’te (1635-36) Haseki’de aynı yerde yaptırdığı medresenin talebeleri için kurduğundan bu devirde tesis edilmiş bir medrese kütüphanesi olarak ele almak gerekir.

XVII. yüzyılın sonlarına doğru ulemâ ve öğrencilere açık medrese ve türbe kütüphaneleriyle hem ulemâya ve öğrencilere hem de halka açık cami ve tekke kütüphanelerine yeni bir kütüphane türünün eklendiği görülür. İşleyiş bakımından diğer kütüphanelerden pek farklı olmayan, ancak değişik bir bünyeye sahip bu tür kütüphanelerin en belirgin özelliği müstakil bir binada kurulmuş olmaları, kütüphanede görevlendirilen ve başka bir işle uğraşmaması istenen personeline daha fazla ücret verilmesidir. Diğer bir özellik de zamanla bu tür kütüphanelerde öğretim ve ibadet gibi daha önceki kütüphanelerde pek görülmeyen değişik bir faaliyetin ortaya çıkmasıdır.

Müstakil kütüphanelerin ilk örneği sayılan Köprülü Kütüphanesi belki de bu özelliğini, içinde yer alacağı külliyenin kurucusu Köprülü Mehmed Paşa’nın yapmayı tasarladığı külliyeyi tamamlayamadan vefatına borçludur. Köprülü Mehmed Paşa 1072’de (1661) ölümünden önce külliyesinin ancak medrese, hamam ve türbe bölümünü bitirebilmişti. Oğlu Fâzıl Ahmed Paşa babasının vasiyetine uyarak külliyeyi tamamlamaya çalışmış, babasından kalan kitapları kendi kitaplarıyla birleştirmiş ve ortaya çıkan bu zengin koleksiyonu yerleştirmek için babasının türbesinin yakınındaki müstakil kütüphane binasını yaptırmıştır. Ancak Fâzıl Ahmed Paşa’nın genç yaşta ölümüyle (26 Şâban 1087 / 3 Kasım 1676) kütüphanenin kuruluş işlemleri geri kalmış ve 1089 (1678) yılında Köprülü Kütüphanesi, Fâzıl Mustafa Paşa’nın düzenlettirdiği vakıf senediyle resmen kurulabilmiştir (Köprülü Ktp., Vakfiye, nr. 4).

XVII. yüzyıl sonunda İstanbul’da kurulan üç önemli medrese kütüphanesinden ikisi Köprülü ailesine mensup kimseler tarafından tesis edilmiştir. Köprülü Mehmed Paşa’nın damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana seferinden önce İstanbul Çarşıkapı’da inşasına başladığı mescid, medrese, kütüphane, sıbyan mektebi, sebil ve türbeden meydana gelen külliyesini oğlu Ali Bey 1690’da tamamlatmıştır. Kara Mustafa Paşa ölümünden üç yıl önce 1092 (1681) yılında düzenlettiği vakfiyesine kurulacak kütüphaneyle ilgili bazı şartları da koydurmuştu. Köprülü Mehmed Paşa’nın kardeşi Hasan Ağa’nın oğlu Amcazâde Hüseyin Paşa’nın Saraçhane’de Mimar Ayas mahallesinde yaptırdığı külliyenin 1112 (1700) yılına ait vakfiyesi, külliye içinde müstakil bir mekânda kurulan kütüphanenin işleyişiyle ilgili bilgiler vermektedir (VGMA, nr. 502, s. 1-12). Devrinin diğer medrese kütüphaneleri gibi 400-500 kitaplık bir koleksiyona sahip olan Amcazâde Hüseyin Paşa Kütüphanesi’nde kitapların tamir ve ciltlenmesiyle görevli, günlük 8 akçe ücretli bir de mücellide yer verildiği görülmektedir.

Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin 1111’de (1699) düzenlenmiş vakfiyesiyle medresesi yanında kurduğu kütüphane zengin koleksiyonu ile dikkati çekmektedir. Oğlu Şeyhülislâm Mustafa Efendi’nin 1149 (1736-37) yılında yaptırdığı bir kütüphane sayımında belirttiğine göre Feyzullah Efendi’nin vakfiye defterinde kayıtlı 1965 kitap bulunmaktaydı (Millet Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 2196, vr. 121a). Feyzullah Efendi vakfiyesinde, tayin ettiği üç hâfız-ı kütübe aynı ücretin verilmesini belirterek diğer kütüphanelerdeki birinci hâfız-ı kütübe daha fazla ücret verilmesi şeklindeki uygulamadan farklı bir yol tutmuştur (VGMA, nr. 571, s. 119).

XVII. yüzyılın sonlarında İstanbul’da kitaplarını vakfetmek isteyen özellikle ulemâ sınıfından kimselerin yeni kütüphane kurma yerine kitaplarını daha önce kurulmuş kütüphanelere ve hayır kurumlarına verdikleri görülmektedir. Ancak bu dönemde imam Mehmed Efendi b. Himmet’in Fatih’te Halil Paşa Camii’nde (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Rumeli Sadâreti, nr. 131, vr. 22a-b; VGMA, nr. 629, s. 685) ve Abdülvehhab Çelebi b. Şeyh Velî’nin Lâleli’de (VGMA, nr. 623, s. 219-223) küçük birer kütüphane kurdukları bilinmektedir.

Ayasofya cuma vâizi Şeyh Ali Efendi b. Sâlih el-Esîrî, hizmet gördüğü bu camide bir dolaba konulmak üzere Cemâziyelâhir 1092’de (Haziran 1681) vakfettiği seksen kitap için hazırlattığı vakfiyede, kendi neslinin sona ermesi halinde kitaplarına Kadızâde Efendi mesleğinde bir âlimin mütevelli ve nâzır olmasını şart koşmuştur (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Rumeli Sadâreti, nr. 129, vr. 81b). Mahmud Efendi b. Süleyman da Receb 1099’da (Mayıs 1688) Süleymaniye Camii’ne vakfettiği yirmi bir kitabın mütevelliliği ve nezâreti için aynı şartı koymaktadır (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Ahî Çelebi Mahkemesi, nr. 64, vr. 46b). Vâlide Sultân-ı Cedîd imamı Dâvud Efendi b. Abdülhalim ise kırk kitabını kendi camisine değil Mihrimah Sultan Camii’ndeki Yûsuf Ağa kitapları dolabına konulmak üzere Rebîülâhir 1093 (Nisan 1682) tarihinde vakfetmekte ve Yûsuf Ağa kitaplarının hâfız-ı kütübüne 1 akçe ek ücret tayin etmektedir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Üsküdar Mahkemesi, nr. 287, vr. 89b). Bir vakıf kaydına göre Mustafa Efendi ve Kapıcıbaşı Ahmed Ağa, Fâtih Kütüphanesi hâfız-ı kütübüne ilâve ücret vermek üzere bir vakıf yapmışlardır (BA, Süleymaniye Vazife Defterleri, nr. 2864, s. 24).

Şer‘î Siciller Arşivi’ndeki bir mahkeme kaydından anlaşıldığına göre Receb 1097’de (Mayıs 1686) Anadolu Kazaskeri Mehmed Efendi, kitaplarını bir kütüphaneye değil Süleymaniye müderrislerinden amcasının oğlu Seyyid Ali Efendi’ye vakfetmiştir. Kayda göre Seyyid Ali Efendi’nin ölümünden sonra kitaplar yine ulemâdan sâlih ve âlim bir kimseye vakfedilecektir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Kısmet-i Askeriyye, nr. 12, vr. 109b). Fatma Hatun binti Abdurrahman, 1098 (1687) tarihli vakfiyesinde İstanbul’da Akbıyık Camii’nde bir dolaba konulmak üzere vakfettiği kitaplarının haftada iki gün isteyenlere rehin karşılığı ödünç verilebileceğini bildirmiştir (VGMA, nr. 630, s. 1211-1213).

Müftüzâde Abdullah Efendi, babası Şeyhülislâm Minkārîzâde Yahyâ Efendi’nin Üsküdar’da yaptırdığı medresenin bir odasını kütüphane haline getirip 425 adet kitabının burada muhafaza edilmesi için 1099’da (1688) bir vakfiye tanzim etmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 74, s. 175-181). Abdurrahman b. Hüseyin Efendi, kitaplarını Vâlide Sultan Türbesi’ne vakfetmek için Rebîülâhir 1106’da (Kasım 1694) düzenlediği vakfiyesinde personel ücretinin ödenmesiyle ilgili farklı bir uygulama getirmektedir. Buna göre türbedar hâfız-ı kütüb olacak ve günlük 3 akçe olan ücretini ramazan ayında toplu olarak alacaktır (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Bab Mahkemesi, nr. 61, vr. 89a).

1117 (1705-1706) yılı içinde Vâlide Sultan’ın kethüdâsı Mehmed Efendi b. Veliyyüddin’in Galata’da yaptırdığı dârülhadisinde, Mehmed Efendi ile Şeyhülislâm Mehmed b. Ali’nin (Sultanahmet-Kabasakal’da) kurdukları medrese dershanelerinde küçük birer kütüphane bulunduğu vakfiyelerinden anlaşılmaktadır


(VGMA, nr. 734, s. 43; nr. 571, s. 92; Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Bab Mahkemesi, nr. 82, vr. 50b-53a sırasıyla). Hıfzı İbrâhim Efendi b. Mustafa Efendi, Koca Mustafa Paşa Camii’ndeki bir dolapta muhafaza edilmek üzere bir miktar kitap bağışlamış (1120/1708-1709; VGMA, nr. 623, s. 76), Abdürrahim Efendi b. Mehmed ise Fâtih Camii’ndeki bir dolaba konulmak üzere 1129 (1717) yılına ait vakfiyesiyle kitaplarını tahsis edip bir hâfız-ı kütüblük görevi ihdas etmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 107, s. 99-102). Devrin sadrazamı Çorlulu Ali Paşa, yapımı 1121’de (1709) tamamlanan İstanbul Divanyolu’ndaki dârülhadisi için bir yıl önce hazırlattığı vakfiyesinde, dershanelerden birine konulacak kitapların korunması için günlük 15 akçe ücret alacak bir hâfız-ı kütüb tayin edileceğini belirtmiştir (VGMA, Kasa, nr. 188, s. 388-389). III. Ahmed’in, annesi Gülnûş Vâlide Sultan için Üsküdar’da yaptırdığı, 15 Muharrem 1124 (23 Şubat 1712) tarihinde büyük bir merasimle ibadete açılan caminin içinde de “talebe-i ulûm”un istifadesi için az sayıda kitaptan oluşan küçük bir kütüphane bulunmaktaydı.

İstanbul Vefa’daki kütüphanesi meşhur olan Şehid Ali Paşa’nın Kuzguncuk yakınındaki İstavroz semtinde de bir kütüphanesi vardır. Ancak Şehid Ali Paşa ilk kütüphanesini Üsküdar Üskübî mahallesindeki üç katlı konağında kurmuş (VGMA, nr. 628, s. 640) ve katalogunu da hazırlattığı muhtelif ilimlere ait kitaplarını 10 akçe yevmiyeli bir hâfız-ı kütüb ile 5 akçe yevmiyeli bir nâzır-ı kütübe emanet etmiş, kitapların kütüphane dışına çıkarılmasını da Safer 1127 (Şubat 1715) tarihli vakfiyesiyle yasaklamıştır.

Ali Paşa’nın şehâdetinin ardından rikâb-ı hümâyun kaymakamı ve daha sonra sadrazam olan Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa, Pasarofça Antlaşması’ndan (1130/1718) sonra kaybedilen toprakları geri almak için yeni seferler peşinde koşmadı ve devrin padişahı III. Ahmed’i ikna ederek sosyal ve ekonomik meseleler yanında memleketin imarıyla uğraştı. Bu sırada kültür alanında da bazı önemli teşebbüslerde bulunuldu. Yabancı dillerde yazılmış kaynakları Türkçe’ye kazandırmak için bir komisyon teşkiliyle matbaanın kuruluşu yanında kütüphanecilik alanında da dikkate değer gelişmeler kaydedildi.

III. Ahmed’in saltanatı yıllarına kadar sarayda çeşitli kaynaklardan temin edilmiş binlerce kitap birikmişti. Padişahlar ve yakınlarının kurduğu kütüphanelerin koleksiyonları genellikle hazinede toplanan bu kitaplarla meydana getiriliyordu. III. Ahmed, sarayın değişik bölümlerinde ve hazinede bulunan kitapların kullanılması ve korunması için daha önce yapılan düzenlemeleri yeterli görmediğinden Topkapı Sarayı’nda yeni inşa ettirdiği kütüphane binasında bu kitapların büyük bir bölümünü toplamaya çalıştı. III. Ahmed saray içindeki kütüphanesinden başka Yenicami’de Turhan Vâlide Sultan’ın türbesi yanında da bir kütüphane yaptırmıştır. Telhisîzâde Mustafa Efendi, Cerîde’sinde kütüphanenin inşasına başlanma tarihini 2 Zilhicce 1136 (22 Ağustos 1724) olarak vermektedir. Küçük Çelebizâde İsmâil Âsım Efendi, III. Ahmed’in daha önce Turhan Vâlide Sultan Türbesi’ne bazı kitaplar vakfettiğini, fakat türbeye giriş çıkışın zorluğundan dolayı bu kitaplardan istifadenin sınırlı kaldığını görünce yeni bir kütüphane yaptırdığını nakleder (Târih, s. 250). Kütüphanenin inşası 1137’de (1724-25) tamamlanmıştır. 1138’de (1725-26) düzenlenen vakfiyesine göre kütüphanede dört hâfız-ı kütüb bulunmaktadır (Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 1200, vr. 122a). Ayrıca buraya konulan kitapların 15 Receb 1137’de (30 Mart 1725) padişahın emriyle bir katalogu hazırlanmıştır (Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2742).

İstanbul’da kurulan büyük kütüphanelerin yanında bu yıllarda tesis edildiği belirlenen birkaç küçük kütüphane de vardır. Bunlardan biri olan ve Tersâne Emini Ahmed Ağa’nın Üsküdar Ahmediye’de yaptırdığı külliyede bulunan kütüphane hakkında fazla bilgi yoktur. 1139 (1727) yılına ait vakfiyesinde sadece kütüphane odasına Şâmî Mehmed Efendi tarafından elli kitap konulduğu kaydedilmiştir (VGMA, nr. 574, s. 11-14). III. Ahmed devri vak‘anüvislerinden Küçük Çelebizâde İsmâil Âsım, kitaplarından bir kısmını 1126’da (1714) Molla Gürânî mahallesinde yaptırılan Ömer Efendi Medresesi’ndeki bir dolaba konulmak üzere vakfetmiştir (BA, Cevdet-Maarif, nr. 4804). Emîr Hoca diye tanınan Şeyh Abdülkadir Efendi’nin Rebîülevvel 1143’te (Eylül 1730) düzenlediği bir vakfiyeyle kitaplarını Üsküdar’daki Atik Vâlide Camii’ne vakfettiği görülmektedir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Üsküdar Mahkemesi, nr. 383, vr. 58b-59a). Vâlide Sultan kethüdâsı Mustafa Efendi’nin hanımı Fatma Hatun’un da İstanbul’da Akbıyık Camii’ne bir miktar kitap vakfederek kütüphane kurduğu bir belgeden anlaşılmaktadır (BA, İbnülemin-Evkaf, nr. 6486).

Patrona Halil İsyanı’ndan sonra tahta geçen I. Mahmud, bütün olumsuz şartlara ve çalkantılı ortama rağmen İstanbul’da açmayı başardığı üç büyük kütüphane ile kütüphanecilik tarihinde mümtaz bir mevki kazandı. Ayasofya, Fâtih ve Galatasaray kütüphaneleri yanında devletin en uzak bölgelerindeki kalelerde bile kütüphane kurma teşebbüsüne girişen I. Mahmud’un saltanatı süresince İstanbul’da ve diğer şehirlerde devlet adamları, âlimler ve başka sınıflardan kimseler tarafından çok sayıda kütüphane kuruldu. I. Mahmud’un İstanbul’da yaptırdığı kütüphaneler arasında Ayasofya Kütüphanesi, gerek mimarisi gerekse zengin koleksiyonu ve geniş kadrosuyla dikkati çekmektedir. Kütüphanenin vakfiyesi 1152 Şevvalinde (Ocak 1740) hazırlanmış (VGMA, Kasa, nr. 47) ve kitapların bir kısmı aynı yılın şâbanında temin edilmişse de açılış merasimi ancak 24 Muharrem 1153 (21 Nisan 1740) tarihinde yapılabilmiştir. İstanbul’da aynı yıl içinde Âşir Efendi ve Âtıf Efendi adlarına iki önemli kütüphanenin daha kurulduğu görülmektedir. İdareci sınıfından kimseler tarafından tesis edilip ulemâ sınıfına mensup çocukları tarafından geliştirilen bu iki kütüphanede personel sayısı, kütüphanede öğretim ve diğer faaliyetler bakımından Ayasofya Kütüphanesi çizgisinde gelişmeler görülmektedir. I. Mahmud, İstanbul’da ikinci kütüphanesini Fâtih Camii’nin kıble duvarı bitişiğinde kurmuştur. Tarihçi İzzî, 26 Rebîülevvel 1155 (31 Mayıs 1742) tarihinde büyük bir merasimle açılan kütüphanenin “ol semtin talebe-i ulûmunu dahi mesrur ve ihyâ buyurduğunu” nakleder (Târih, vr. 219b).

Süleymaniye Camii’nde Fatih’tekine benzer bir düzenleme I. Mahmud ve sadrazamı Köse Mustafa Bâhir Paşa tarafından gerçekleştirilmiştir. 1165 (1751-52) yılında cami içinde sağ tarafta parmaklıklarla ayrılmış bir bölümde tesis edilen bu kütüphanenin vakfiyesi bulunamadığından koleksiyonu ve organizasyonu hakkında kesin bilgi edinilememektedir. Ancak Süleymaniye evkafında 1175-1256 (1761-1840) yılları arasında görev yapan kişileri gösteren bir vazife defterinde mevcut, bir hâfız-ı kütüb tayini dolayısıyla yapılan kayıtta vakfiyenin şartlarından birkaçı şöyle zikredilmiştir: “Haftada iki gün açılmayıp mâadâ beher yevm vakt-i subhtan vakt-i asra değin açılıp istifade ve istinsaha ve kütüb-i nefîse istiâre tarikiyle


kitabhâneden taşra çıkarılmayıp bi-nefsihî edâ-yı hizmete riâyet şartıyladır.” Yine aynı defterden öğrenildiğine göre Süleymaniye Kütüphanesi’nde beş hâfız-ı kütüb, beş ferraş görevlendirilmiş bulunuyordu (BA, Müteferrik, nr. 89, vr. 114a).

Galatasaray’da ilk olarak II. Bayezid tarafından kurulan ve çeşitli devirlerde birkaç defa açılıp kapanan, III. Ahmed’in hükümdarlığı sırasında yeniden ihya edilen Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde 1167’de (1753-54) I. Mahmud bir kütüphane yaptırmıştır (İsfendiyaroğlu, s. 60-61, 267).

I. Mahmud’un sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa’nın, İstanbul Davutpaşa’da 1147’de (1734-35) yapımı tamamlanan camisinin yanında bir de kütüphane yaptırdığı görülmektedir. 1151’de (1738) düzenlenen vakfiyesinden anlaşıldığına göre caminin ve kütüphanenin oldukça geniş bir personel kadrosu bulunmaktaydı (VGMA, nr. 736, s. 67-70; Millet Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 2197). Kütüphane kadrosuna dahil edilen dersiâm, kütüphanenin işleyişini kontrolle de görevlendirilerek aynı zamanda nâzırın görevini yapmaktadır. Daha önce ancak bir iki örneğine rastlanan kütüphanede öğretimin I. Mahmud devrinde burada da görüldüğü gibi artık kütüphanelerin fonksiyonlarından biri olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Şeyh Mehmed Rızâ Efendi’nin Cemâziyelâhir 1153 (Eylül 1740) tarihinde oldukça zengin bir koleksiyonu bu kütüphaneye bağışladığı ve kitaplarının bakımı için ek personel tayin ettiği görülmektedir (VGMA, nr. 629, s. 37-41).

Edirne Kadısı Cârullah Veliyyüddin’in 1147’de (1734-35) Fâtih medreselerinden Ayak Medrese yanında yaptırdığı kütüphanenin kapısı Fâtih Camii avlusuna açılmaktaydı. Koleksiyonundaki eserlerden ve inşa edildiği yerden anlaşıldığına göre bu kütüphane Fâtih medreseleri talebelerine hizmet vermek için kurulmuştu. Yakınında bulunan medrese öğrencilerinin faydalanması için kurulmuş kütüphanelerden biri de Şeyhülislâm Damadzâde Ebülhayr Ahmed Efendi’nin Sultan Selim Camii mahfilinin altında tesis ettiği kütüphanedir. Vakfiyesi bulunamadığından koleksiyonunun mahiyeti hakkında bilgi edinilemeyen bu kütüphanenin ücretli bir hâfız-ı kütübü vardı (BA, Cevdet-Maarif, nr. 5728).

III. Ahmed ve I. Mahmud devrinde Dârüssaâde ağalığı yapan Hacı Beşir Ağa Cağaloğlu’ndaki külliyesinde, Eyüp’teki dârülhadisinde, Medine ve Ziştovi’deki medreselerinde birer kütüphane kurmuştur. Râbia Hatun, daha önce Ayasofya Camii’ne vakfettiği kitaplarını nâzır ve hâfız-ı kütübü bulunmadığı için istifade edilemediğinden 1156 (1743) yılında Hacı Beşir Ağa’nın Eyüp’teki kütüphanesine naklederek burada mevcut koleksiyonu oldukça zenginleştirmiştir (VGMA, nr. 638, s. 187). Hacı Beşir Ağa’nın kurduğu vakıf kütüphanelerinden başka zengin bir özel kütüphanesi bulunduğu da anlaşılmaktadır. Öldüğünde sadece Karaağaç’taki hazine odalarında, arasında Kâtib Çelebi’nin el yazısıyla Cihannümâ adlı eserinin de bulunduğu 150 kadar değerli kitap çıkmıştır (TSMA, nr. D 23, vr. 36a-b, 37a).

İstanbul’da tesis edilen bu büyük kütüphanelerin yanında ilim müesseselerine yapılan kitap bağışları ve daha önceki asırda örnekleri çokça görülen küçük medrese kütüphanelerinin kurulması I. Mahmud devrinde de devam etmiştir. Üsküdar Mahkemesi’nde Rebîülâhir 1147 (Eylül 1734) tarihinde yapılan bir tescil kaydında, Atik Vâlide Dârüşşifâsı ikinci tabibi Mehmed Efendi b. Şeyh Mustafa’nın on beş cilt kitabını Üsküdar’daki Şeyh Camii’ne vakfettiği belirtilmektedir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Üsküdar Mahkemesi, nr. 389, vr. 49b-50a). Ahmed Çelebi b. Süleyman, Şâban 1150’de (Kasım 1737) Ahî Çelebi Mahkemesi’ne kaydettirdiği vakfiyesinde 132 kitabını önce kendisine vakfedip ölümünden sonra da, “Tâlib-i ilm fukarâsından ehline verile” şartını koymuş, fakat kitaplarının nereye konulacağını belirtmemiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Ahî Çelebi Mahkemesi, nr. 78, vr. 12a-b).

Defterdâr-ı sâbık Sâdullah Efendi kitaplarını Ayasofya Camii’nde bir dolaba konulmak üzere vakfetmiş (1151/1738 ve 1158/1745) ve iki de hâfız-ı kütüb tayin etmiştir (VGMA, nr. 740, s. 131-137, 147-151). Halil Efendi b. Abdurrahman, altmış adet kitabını 1157 Zilhiccesinde (Ocak 1745) Feyzullah Efendi Medresesi Kütüphanesi’ne vakfetmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Balat Mahkemesi, nr. 44, vr. 44a-54b). Bunlardan başka Kasapbaşı Mustafa Ağa’nın Fatih’teki Servili Medresesi’nde, Osman Efendi’nin Atina’da Fethiye Camii yakınında bina ettiği medresesinde (1153/1740; VGMA, Kasa, nr. 157), Şeyhülislâm Ebezâde Abdullah Efendi’nin kızı Sâliha Hanım’ın Karagümrük’te Mesih Hasan Paşa mahallesindeki mektebinde (1166/1753; VGMA, nr. 6, s. 506; nr. 626, s. 532-535), Galata Kadısı Hıfzı İbrâhim Efendi’nin İskender Paşa Camii’nde (BA, Ruus, nr. 82, s. 208), sadrazam kethüdâsı Şerif Halil Efendi’nin Cerrahpaşa’da kendi yaptırdığı cami ve medresede (1157/1744; VGMA, nr. 737, s. 116-119) birer kütüphane kurdukları bilinmektedir.

Topkapı Sarayı içinde Revan Köşkü Kütüphanesi’ni tesis eden I. Mahmud, saltanatının son yıllarında yaptırmaya başladığı külliyesinde büyük bir kütüphane kurmayı planladığından buraya konulacak koleksiyonun bazı kitaplarını da hazırlatmıştı. Fakat külliyeyi tamamlayamadan 1168’de (1754) ölünce yerine geçen kardeşi III. Osman bu hayır eserini tamamlayıp kendi adını vererek külliye Nûr-ı Osmânî diye anılınca kütüphane de ona izâfe edilmiştir.

III. Osman ve III. Mustafa devirlerinde sadrazamlık yapan Râgıb Mehmed Paşa, devlet adamlığının yanı sıra şairliği ve değişik konularda yazdığı eserleriyle tanınmıştır. Konağında zengin bir kütüphanesi ve kitaplarının bakımıyla görevli bir de kitapçısı bulunmaktaydı (TSMA, nr. D 6090). Ayrıca Râgıb Paşa’nın, ölümünden bir yıl önce yaptırmaya başladığı mektep


ve şadırvan yanında yer alan kütüphane 1176 Şâbanında (Mart 1763) tamamlanarak hizmete açılmıştır (Şem‘dânîzâde, II, 54).

III. Osman’dan sonra tahta geçen III. Mustafa, askerî ve idarî sahada giriştiği bazı ıslahat hareketlerinin yanında ilim ve irfan sahiplerini himaye etmesi ve sarayda ilim meclisleri düzenlemesiyle de tanınırdı. Topkapı Sarayı’ndaki Bostancılar Kışlası’nda bir kütüphane bina ettirdiği gibi Lâleli’de 27 Muharrem 1174’te (8 Eylül 1760) inşasına başlanan cami, medrese, imaret ve şadırvandan meydana gelen külliye 1177 Ramazanının ikinci günü (5 Mart 1764) tamamlanarak padişahın da katıldığı bir merasimle açılmıştır (a.g.e., II, 63-64). Padişah buradaki medrese bünyesinde bir de kütüphane kurmuştur.

III. Mustafa’nın Bostancılar Ocağı’nda tesis ettiği kütüphane hakkında hem vakfiyesinde hem muhasebe defterlerinde gerekli bilgiler bulunmaktadır. İngiliz el-çisi Hunt’la Bizans’tan kalma yazmaları araştırmak için 1800 yılında İstanbul’a gelen Carlyle da 20 Kasım 1800 tarihinde Lincoln bishopuna yazdığı mektubunda bu kütüphaneden geniş bir şekilde söz etmektedir (Memoirs Relating to European and Asiatic Turkey, s. 171-172). Kütüphaneye ait vakfiye (VGMA, Kasa, nr. 187, s. 350-358) ve Topkapı Sarayı’nda bulunan katalog (TSMA, nr. D 3305) 1188 (1774) tarihini taşımaktaysa da III. Mustafa’nın Hazine Defteri’ndeki kayıtlar bu kütüphanenin 1181 (1767-68) yılında faaliyette olduğunu göstermektedir (VGMA, nr. 93, Lâleli Sultan Mustafa Han Hazine Defteri, s. 51-52). Carlyle mektubunda, muhtemelen yapının üzerindeki kitâbeden tesbit ettiği şekilde kütüphanenin kuruluş tarihini 1767 yılı olarak vermektedir. Kütüphane personelinin arasında dersiâm, şeyhülkurrâ, meşk hocası ve ders halifelerinin yer almasından, kütüphanenin aynı zamanda bir öğretim yeri olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Tesisin vakfiyesinde, tayin edilecek bazı personelde III. Ahmed’in saraydaki kütüphanesinde olduğu gibi diğer kütüphanelerde görülmeyen farklı şartlar aranmaktadır. Katalogun başına konulan hatt-ı hümâyunda da kütüphanenin işleyişiyle ilgili bilgiler vardır. 1247 (1831) tarihinde, uzun zamandan beri kapalı olduğu için II. Mahmud’un emriyle Lâleli Medresesi’ne nakledilen kütüphanenin kuruluşundan sonra kaç yıl faaliyet gösterdiği bilinmemektedir. Carlyle’ın adı geçen mektubunda 1800’de kütüphanenin kapısının mühürlü olduğu kaydedilmiştir (Memoirs Relating, s. 171-172). Öyle görünüyor ki Bostancılar Ocağı Kütüphanesi kuruluşundan kısa bir süre sonra bilinmeyen bir sebepten dolayı faaliyetini durdurmuştur.

III. Mustafa döneminde iki defa şeyhülislâm olan Veliyyüddin Efendi, 3 Rebîülevvel 1175’te (2 Ekim 1761) şeyhülislâmlıktan ilk azlinde düzenlediği bir vakfiye ile 150 kitabını Âtıf Efendi Kütüphanesi’ne vakfetmiş (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 164, vr. 381b-384b) ve buradaki hâfız-ı kütüblerin ücretlerine de bir miktar ilâve yapmıştır. Ancak Veliyyüddin Efendi şeyhülislâmlığa ikinci tayininde bu vakfından vazgeçerek 1182’de (1768-69) yeni bir vakfiye düzenlemiş, Âtıf Efendi Kütüphanesi’ne verdiği kitaplarla sahip olduğu diğer kitapları Beyazıt Camii’nin sağ tarafına bitişik olarak yaptırdığı kütüphanesine vakfetmiştir (VGMA, nr. 745, s. 79).

III. Mustafa devri ulemâsından bazıları kitaplarını kütüphanesi olmayan cami ve medreselere vakfetmişlerdir. Şeyh Abdüllatif Efendi’nin Kasımpaşa’daki Câmi-i Kebîr’e (1172/1758-59; VGMA, nr. 739, s. 195), Şeyh Abdülkerîm b. Ahmed’in Eyüp’te Şeyhülislâm Mustafa Efendi’nin yaptırdığı medreseye (Zilkade 1178 / Nisan 1765; Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Eyüp Mahkemesi, nr. 212, vr. 19a), Ayasofya cuma vâizi İbrâhim Efendi’nin Eyüp’teki Câmi-i Kebîr’e (Rebîülevvel 1185 / Haziran 1771; Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Eyüp Mahkemesi, nr. 228, vr. 9b-10a) ve Mehmed Efendi’nin Haseki Sultan Camii’ne (1185/1771; VGMA, nr. 578, s. 115-116) kitaplarını vakfettikleri görülmektedir.

Cevdet Paşa’nın naklettiğine göre I. Abdülhamid, tahta çıktıktan birkaç yıl sonra ecdadının izinden giderek adını yaşatacak bir cami ve imaret yaptırmak istemiş, fakat bu iş için seçilen yerlerde çok sayıda ibadethane bulunduğundan içinde cami bulunmayan bir külliye inşasına karar vermiştir. Bahçekapı’daki külliyenin temeli sadrazam ve şeyhülislâmın da hazır bulunduğu bir merasimle Şâban 1191 (Eylül 1777) tarihinde atılmış (Târih, II, 46), aynı yılın Zilkade (Aralık) ayında bazı bölümleri tamamlanmıştır. Medrese ve kütüphanenin inşası ise ancak 1194’te (1780) bitirilebilmiştir.

İstanbul’da I. Abdülhamid devrinde kurulan birkaç kütüphane daha vardır. Bunlardan Murad Molla Kütüphanesi, 1189 (1775) yılında Damadzâde Mehmed Murad Efendi tarafından Çarşamba semtinde yaptırılmıştır (Gökman, s. 12). Murad Molla’nın, daha önce aynı semtte yaptırdığı Nakşibendî tekkesinde kurduğu küçük kütüphane bu kütüphanedeki koleksiyonun temelini teşkil etmiştir. Murad Molla’nın vakfiyesi bulunamadığından kütüphanenin kuruluşunda mevcut kitap sayısını tesbit etmek mümkün olmamaktadır. Zilkade 1194’te (Kasım 1780) yapılan bir kayıttan, bu tarihte kütüphane mütevellisinin bâninin oğlu Mehmed Ârif Molla Efendi olduğu ve kütüphanede beş hâfız-ı kütübün görevlendirildiği anlaşılmaktadır (VGMA, Dolap, nr. 1628).

Tersâne-i Âmire Emini Selim Ağa’nın Muharrem 1197 (Aralık 1782) tarihli vakfiyesiyle Üsküdar’da tesis ettiği kütüphanede öğretimin birinci planda tutulduğu, tayin edilecek üç hâfız-ı kütübden ikisinin bu görevlerinin yanında aynı zamanda kütüphanede müderrislik de yapmalarının şart koşulduğu görülmektedir (VGMA, nr. 579, s. 122). Ayrıca vakfiyede kütüphanenin nezâreti şeyhülislâma bırakılmış ve tayin edilecek hâfız-ı kütüblerin ders verme iktidarında olup olmadıklarının şeyhülislâm tarafından tesbiti istenmiştir (VGMA, nr. 579, s. 122). Selim Ağa vakfiyesinde Âtıf Efendi ile Râgıb Paşa kütüphaneleri vakfiyelerinin tesiri açıkça görülmektedir.

Müderris Medenî Mehmed Efendi, 226 kitabını 5 Cemâziyelâhir 1199’da (15 Nisan 1785) Süleymaniye Camii’ndeki kütüphaneye vakfetmiştir. Cemâziyelevvel 1203’te (Şubat 1789) düzenlenen bir vakfiyeye göre Esmâ Sultan’ın kethüdâsı Çelebi Mehmed Efendi, Saraçhane’de Dülgeroğlu Camii yanındaki “arsa-i merkūmede müceddeden bina eylediği bir bab kârgir kütüphane”ye 697 cilt kitap koymuş ve dört hâfız-ı kütüb tayin etmiştir (VGMA, nr. 743, s. 501). Yine vakfiyeden öğrenildiğine göre hâfız-ı kütübler için kütüphane yakınında ahşaptan odalar yaptırılmıştır.

III. Selim, babası III. Mustafa’nın Lâleli’deki medresesinde bulunan kütüphaneyi yeni vakıflar yapıp görevliler tayin ederek düzenli bir hale getirmiş ve aynı medresenin arsasına da yeni bir kütüphane yaptırmıştır (VGMA, nr. 93, Lâleli Sultan Mustafa Hazine Defteri, s. 125). Bu vakfın hazine defterine göre III. Selim’in yaptırdığı kütüphanede üç hâfız-ı kütüb, iki mustahfız, bir ferrâş ve bir mücellit bulunmaktaydı. Babasının medrese içindeki kütüphanesine ise üç hâfız-ı kütüb, üç mustahfız ve bir mücellit tayin etmişti.


Her iki kütüphanenin koleksiyonu hakkında herhangi bir bilgi mevcut değildir.

İstanbul’da tesis edilen müstakil kütüphanelerin büyük bir kısmının kuruluşundan sonra kurucunun ailesinin diğer mensupları tarafından yapılan vakıflarla zenginleştirildiği ve tesislerin idaresinin de aynı ailenin fertleri tarafından yürütüldüğü görülmektedir. Meselâ Köprülü, Âtıf Efendi, Veliyyüddin Efendi, Âşir Efendi ve Hacı Selim Ağa kütüphanelerinin yapılan bazı ek vakıflarla hem koleksiyonları zenginleşmiş hem de kütüphane personeline ek gelir sağlanmıştır.

I. Mahmud devri reîsülküttâblarından Mustafa Efendi Safer 1160 (Şubat 1747) tarihinde tertip ettirdiği vakfiyesinde, kitaplarını koymak için Bahçekapı yanındaki taş odalarında bir kütüphane yaptırmayı planladığı halde bunu gerçekleştiremeden 1162’de (1749) ölmüştür. Oğlu, III. Selim devri şeyhülislâmlarından Mustafa Âşir Efendi, babasının bu arzusunu yerine getirmek için Şevval 1214’te (Mart 1800) aynı yerde bir kütüphane yaptırmış ve buraya babasının vakfettiği kitaplarla birlikte kendi kitaplarını da koymuştur.

Köprülü Kütüphanesi’nin mütevellisi Köprülüler ailesinden Mehmed Âsım Bey, 1220 (1805) tarihli vakfiyesiyle buraya 350 kitapla yeni gelir kaynakları vakfetmiştir (VGMA, nr. 580, s. 13-14). Mehmed Âsım Bey, vakfiyesinde belirttiğine göre kütüphanede medrese öğrencilerinin çokça kullandıkları bazı kitapların eksik olduğunu görünce bunlardan satın alarak kütüphaneye koymuştur. Ayrıca ileride ihtiyaç duyulacak kitapların satın alınması için de bir miktar para ayırmıştır. Hacı Selim Ağa’nın oğlu Mehmed Emin Efendi’nin de 1221’de (1806) babasının kütüphanesinin gelirlerini arttırmak için bazı ek vakıflar yaptığı görülmektedir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Üsküdar Mahkemesi, nr. 564, s. 80).

Daha önce kurulan bu kütüphanelere yapılan ek vakıflar yanında III. Selim devrinde İstanbul’da yeni bir kütüphane kurma yönünde bazı çalışmalar görülmüştür. Meselâ ulemâdan Debbâğzâde İbrâhim Efendi 1216 (1801) yılında Kılıç Ali Paşa Medresesi’nde bir kütüphane kurmuştur. Şeyh Mustafa Hulûsi Efendi Balat’ta yaptırdığı cami, mektep ve kütüphanenin 15 Şâban 1212 (2 Şubat 1798) tarihli vakfiyesinde kütüphaneye koyduğu 250 cilt kitabın adlarını vermekte ve ihdas ettiği üç hâfız-ı kütüblüğe de oğlunu, damadını ve torununu tayin etmektedir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Kasımpaşa Mahkemesi, nr. 107, s. 85-91). Celvetiyye meşâyihinden Mehmed Hasib Efendi’nin 1208’de (1793-94) Üsküdar’da yaptırdığı tekkesine 18 Muharrem 1210 (4 Ağustos 1795) tarihinde vakfettiği yetmiş dört adet kitabın hemen hepsi tasavvufa dair eserler olup kitapların muhafazası görevi tekke şeyhine verilmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Üsküdar Mahkemesi, nr. 538, vr. 75b-76a). Eyüp’te, Eyüp Camii ikinci imamı ve Hekim Kutbüddin Mektebi’nin hocası Abdullah Efendi b. Mehmed Sâlih, 15 Cemâziyelâhir 1212’de (5 Aralık 1797) yetmiş kadar kitabını hocalık yaptığı mektebe vakfetmiş, hâfız-ı kütüblüğüne de hasbî olarak mektebin hocasını tayin etmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Eyüp Mahkemesi, nr. 304, vr. 46a-b). Abdülkadir Bey b. Mehmed Paşa’nın Bab Mahkemesi’nde 1223’te (1808) kurduğu küçük kütüphane tesbit edilebilen ilk mahkeme kütüphanesi olması bakımından önemlidir. Mahkemede çalışan personele lâzım olacak kitaplardan meydana gelen bu kütüphanenin kadrosunu da yine mahkeme personeli oluşturmaktadır (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Galata Mahkemesi, nr. 584, vr. 63b). II. Mahmud devrinde İstanbul’u ziyaret eden bir Amerikalı’nın da belirttiği gibi XIX. yüzyıl başlarında artık İstanbul’daki her caminin yanında veya içinde, ayrıca birçok tekkede bir kütüphane bulunmaktadır (Sketches of Turkey in 1831 and 1832 by an American, s. 142).

II. Mahmud döneminde İstanbul’da kurulan kütüphanelerin arasında ilk sırayı tekke kütüphanelerinin aldığı görülmektedir. Bu kütüphanelerden Çarşamba’daki Dârülmesnevî, Eyüp Nişancası’ndaki Şeyh Murad, Kocamustafapaşa’daki Feyziye, Eyüp’te Selâmi Efendi ve Unkapanı’ndaki Şâzelî Tekkesi kütüphanelerinin koleksiyonları pek zengin değildir. Şâzelî Tekkesi Kütüphanesi müstesna diğerleri tekke şeyhleri tarafından kurulmuş ve dervişlerin bağışlarıyla zenginleşmiştir. Şâzelî Tekkesi Kütüphanesi’ni III. Mustafa’nın kızı Hatice Sultan tesis etmiş, vakfettiği elli beş cilt kitabın bir listesi 1231 Şâbanında (Temmuz 1816) Eyüp Mahkemesi’nde tescil edilen vakfiyesinde kaydedilmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Eyüp Mahkemesi, nr. 426, vr. 19b). Bu listede yer alan bütün kitapların tasavvufî eserler olması, Hatice Sultan’ın kitapları seçerken konulacakları yeri göz önünde bulundurduğunu göstermektedir. Galata Mevlevîhânesi’nde Mehmed Said Hâlet Efendi’nin Rebîülâhir 1235 (Ocak 1820) tarihinde kurduğu kütüphane vakfiyesinin üslûbu koleksiyonunun tarih, edebiyat ve bilhassa tasavvufî eserler bakımından zengin oluşu ve kütüphanenin işleyişiyle ilgili hususların kütüphanenin kurulduğu yerin bir tekke olduğu göz önünde bulundurularak düzenlenmesi dolayısıyla dikkati çekmektedir. Dahiliye Nâzırı Mehmed Said Pertev Paşa Üsküdar Çiçekçi’de, şeyhi Ali Behcet Efendi’nin medfun bulunduğu Selimiye Nakşibendî Dergâhı’nda derviş hücreleri ve yemekhane yanında bir de kütüphane yaptırmıştır. 1252 (1836) tarihli vakfiyesinden öğrenildiğine göre zengin bir koleksiyona sahip kütüphanede oldukça yüksek bir maaşla iki hâfız-ı kütüb görevlendirmiştir (VGMA, Kasa, nr. 108, s. 6-7). Pertev Paşa, vakfiyesine koyduğu bir kayıtla her iki hâfız-ı kütübün de tekke mensupları arasından seçilmesini şart koşmuş, ancak lâyık kimse bulunmadığında hariçten mutemet kimselerin de bu göreve tayin edilebileceğini belirtmiştir (VGMA, Kasa, nr. 108, s. 9).

Bu tekke kütüphanelerinin yanında 1233’te (1818) Fatih’te Çelebi Abdullah Efendi Kütüphanesi’nin kurulduğu, 1234 (1819) yılında Erzurum Valisi Sarı Abdullah Paşa’nın kızı Âmine Hanım’ın İstanbul Galata’da yaptırdığı mektebe satın aldığı bir miktar kitapla (VGMA, nr. 631, s. 53-55) daha önce kurulan diğer bazı kütüphanelere kitap vakfedildiği görülmektedir. Eyüp Camii’nde 1210’da (1795-96) Mihrişah Sultan’ın kurduğu kütüphaneye kethüdâsı Atâullah Efendi de kitaplarını vakfetmiştir. Bahçekapı’da Vâlide Sultan Mektebi’nde muallim olan Mustafa Efendi b. Veliyyüddin 1227 Şâbanında (Ağustos 1812) kitaplarını Vâlide Sultan Kütüphanesi’ne bağışlamıştır (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 317, vr. 73a-b). Darphâne-i Âmire Nâzırı İbrâhim Sârım Efendi, Muharrem 1228’de (Ocak 1813) düzenlediği vakfiye ile Fâtih Camii’ne 369 cilt kitap vakfetmiştir. Rumeli kazaskerlerinden İsmâil Efendi b. Ömer, bütün kitaplarını 1239 (1824) yılında ceddi Şeyhülislâm Yahyâ Tevfik Efendi’nin İstanbul Fatih’te yaptırmış olduğu medreseye vakfetmiş ve medrese mescidinin imam ve kayyımını da günlük 20 akçe ücretle hâfız-ı kütüb tayin etmiştir (VGMA, nr. 581/2, s. 434). Nişastacı el-Hâc Hasan Efendi b. Süleyman, Şeyhülislâm Cedîde Mehmed Efendi’nin Ayasofya yakınında yaptırdığı medresedeki bir dolaba Muharrem 1240’ta (Eylül 1824) 100 kitap koymuş


(Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Dâvud Paşa Mahkemesi, nr. 95, vr. 85a-b), Mekke-i Mükerreme Kadısı Mehmed Râgıb Efendi de Fâtih Camii yanındaki I. Mahmud Kütüphanesi’ne 1251’de (1835) düzenlediği vakfiye ile kırk kitabını vakfetmiştir (Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 418, vr. 49a). Yine Mekke-i Mükerreme kadılarından Âşir Efendizâde Mehmed Bahâeddin Efendi’nin Rebîülâhir 1250’de (Ağustos 1834) kitaplarını dedesinin kütüphanesine, Şeyh İsmâil Hakkı’nın da 1252 (1836) yılında bazı kitaplarını Beşiktaş’taki Neccârzâde Mustafa Rızâeddin Dergâhı’na vakfettiği bilinmektedir.

Tanzimat döneminde İstanbul’da vakıf kütüphane kurma ve mevcut kütüphaneleri kitap bağışlarıyla zenginleştirme faaliyetleri devam etmiştir. Bu dönemde Batı’daki örneklere bakılarak yeni kütüphane kurma ve Batı tarzında yenileştirme faaliyetleri görülmekteyse de vakıf kütüphanelerinin yönetimi ve koleksiyonlarının teşkilinde büyük değişiklikler olduğu söylenemez. III. Selim, II. Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde valilik, sadrazamlık, kaptan-ı deryâlık görevlerinde bulunan Hüsrev Paşa İstanbul’da Eyüp’te 1255 (1839) yılında bir kütüphane tesis etmiştir (VGMA, nr. 747, s. 214). Bu devirde kurulan kütüphaneler arasında Sahaflar Şeyhizâde adıyla tanınan Esad Efendi’nin Yerebatan Sarayı yakınında tesis ettiği kütüphane (1262/1845-46), tarih ve edebiyat konulu kitaplar bakımından zengin bir koleksiyona sahipti. Kütüphanenin 1300 (1882) tarihinde basılan katalogundan kitap mevcudunun 3943 olduğu görülmektedir (VGMA, nr. 632, s. 407-408).

Şeyh Mehmed Murad’ın Çarşamba’da tesis ettiği Dârülmesnevî Kütüphanesi ile (1260/1844), Nâfiz Paşa’nın Yenikapı Mevlevîhânesi’nde oluşturduğu kütüphane (1267/1850-51), Kalkandelenli Mehmed Ağa’nın Çarşamba’da kurduğu yeni medrese kütüphanesi (1286/1869-70), Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Sultan’ın Vâlide Camii’nde (1288/1871), II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda (1299/1881-82), Vecîhî Paşazâde Kemal Paşa’nın Sultanahmet civarında Düğümlü Baba Tekkesi’nde (1303/1885-86) kurulan kütüphaneleri, Eyüp’te Hasan Hüsnü Paşa’nın (1312/1894-95) ve Hacı Mahmud Efendi’nin Beşiktaş Yahyâ Efendi Dergâhı’nda (1319/1901) kurduğu kütüphaneler, Tanzimat’tan sonra İstanbul’da tesis edildiği bilinen vakıf kütüphaneleri arasında sayılabilir.

İstanbul’da özellikle Tanzimat’tan sonra vakıf kütüphaneleri dışında başka kütüphaneler de kurulmuştur. Bunların büyük bir kısmı, yenileşme döneminin ortaya çıkardığı eğitim kurumlarında tesis edilen, koleksiyonlarının önemli bir bölümünü fen ve teknik sahasındaki kitapların oluşturduğu okul kütüphaneleridir. Bu dönemde ayrıca bugünkü Millî Kütüphane’nin fonksiyonunu icra etmek üzere devlet tarafından Kütübhâne-i Umûmî-i Osmânî adıyla bir kütüphane de kurulmuştur (Ramazan 1301 / Haziran 1884).

BİBLİYOGRAFYA:

Fâtih İmâreti Vakfiyesi (haz. Osman Ergin), İstanbul 1945, s. 24-29; İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), tür.yer.; Taşköprizâde, eş-Şeķāǿiķ, s. 167, 179; Süleymaniye Vakfiyesi (haz. K. Edib Kürkçüoğlu), Ankara 1962, s. 151-152; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârih, İstanbul 1280, II, 546, 556; Atâî, Zeyl-i Şekāik, I, 72; İzzî, Târih, İstanbul 1199, vr. 219b; Çelebizâde Âsım, Târih, İstanbul 1283, s. 250; Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh, II, 54, 63-64; Memoirs Relating to European and Asiatic Turkey (ed. Robert Walpole), London 1817, s. 171-172; Sketches of Turkey in 1831 and 1832 by an American (J.-J. Harper), New York 1833, s. 142; Cevdet, Târih, II, 46; Ahmed Refik [Altınay], On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı (1553-1591), İstanbul 1935, s. 36; Türkiye Maarif Tarihi, I, 210; Muzaffer Gökman, Murat Molla: Hayatı, Kütüphanesi ve Eserleri, İstanbul 1943, s. 12; Süheyl Ünver, Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946, tür.yer.; a.mlf., İstanbul Rasathanesi, Ankara 1965, s. 47-48; a.mlf., “İstanbul’un İlk Kütüphanesi Hakkında”, Akşam Gazetesi, 31 Ağustos 1942, s. 5; a.mlf., “İkinci Selim’e Kadar Osmanlı Hükümdarlarının Hususî Kütüphaneleri Hakkında”, TTK Bildiriler, IV (1952), s. 309-311; a.mlf., “Mahmud Paşa Vakıfları ve Ekleri”, VD, IV (1958), s. 65-76; Fethi İsfendiyaroğlu, Galatasaray Tarihi, İstanbul 1952, s. 60-61, 267; Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 232; Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârîsi I, tür.yer.; a.mlf., Osmanlı Mi‘mârîsi II, tür.yer.; a.mlf., Osmanlı Mi‘mârîsi III-IV, tür.yer.; Müjgân Cunbur, “Şeyhülislâm Veliyüddin Efendi Vakıfları ve Kütüphanesi”, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s. 165-189; a.mlf., “Vakfiyelere Göre Eski Türk Kütüphanelerinin Yönetimi”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, XI/1-2, Ankara 1962, s. 3-4; a.mlf., “Kanûnî Devrinde Kitap Sanatı, Kütüphaneleri ve Süleymaniye Kütüphanesi”, a.e., XVII/3 (1968), s. 139; a.mlf., “Osmanlı Çağı Türk Vakıf Kütüphanelerinde Personel Düzenini Geliştirme Çabaları”, TTK Bildiriler, VII (1973), s. 675-688; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, tür.yer.; İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 1988, tür.yer.; R. Tûba Çavdar, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadar Osmanlı Kütüphanelerinin Gelişimi (doktora tezi, 1995), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Selim Nüzhet Gerçek, “İstanbul Kütüphaneleri; Bunların İlki Hakkında Bir Yazı Dolayısıyla”, Akşam Gazetesi, 27 Haziran 1942; Ömer Lutfi Barkan, “H. 933-934 (M. 1527-1528) Mâlî Yılına Ait Bir Bütçe Örneği”, İFM, XV (1954), s. 308; a.mlf., “Ayasofya Camii ve Eyüb Türbesi’nin 1489-1491 Yıllarına Ait Muhasebe Bilançoları”, a.e., XXIII/1-2 (1963), s. 375.

İsmail E. Erünsal





Divan Edebiyatında İstanbul.

İstanbul klasik Türk edebiyatını derinden etkilemiş, Osmanlı edebiyat muhitinin merkezi olması sebebiyle doğrudan veya dolaylı olarak şair ve yazarların temaları arasında yer almıştır. İstanbul, pek az coğrafyaya nasip olan tabii güzelliği ve çeşitli manzaralarıyla şiire konu olmasının yanında fetihten sonra Türk-İslâm zevkinin ona kazandırdığı yeni çehre, bu çehrenin maddî öğelerini oluşturan mimarinin ortaya koyduğu muhteşem saraylar, yalılar, mâbedler, medreseler, bağlar bahçeler vb. mekân özellikleri de şehrin şiire yansımasını zenginleştirmiştir. Fetihten itibaren İstanbul için söylenen şiirlerde asırlar boyunca kademe kademe bir artış kendini gösterir.

İstanbul, müslüman kimliği kazanmasından önceki devirlerde daha ziyade Türk halk edebiyatı ürünlerinde bir ticarî merkez yahut “küffâr ili” olarak anılmıştır. Dede Korkut hikâyeleri, Battal Gazi destanları ve Saltuknâme’de İstanbul, hikâye kahramanlarının maceralı seyahatleri yahut Hz. Peygamber’in fetih müjdesi olan hadisi doğrultusundaki ülküleri çerçevesinde ele alınmıştır. Akşemseddin’in Menâkıb’ı ile Tuhfetü’l-uşşâk mesnevisinde de konu yine İstanbul’un halk edebiyatı geleneğini devam ettirir tarzdadır. Bu tür edebî mahsuller fetihten itibaren rolünü divan edebiyatına devretmiş ve İstanbul, divan edebiyatının hem merkezi hem de ilham kaynaklarının belli başlılarından birini oluşturmuş, böylece şehri konu alan on iki adet müstakil şehrengiz kaleme alınmıştır (Levend, s. 67). Bunların dışında bazı mesnevilerde şehrin değişik cephelerini, insan, toplum, hayat ve tabiat özelliklerini anlatan bölümlere yer verilmiştir. Klasik Türk edebiyatının asırlar boyunca bütün şiir birikimini ihtiva eden yüzlerce divan, mesnevi ve diğer eserlerinde, her zaman ismi anılmasa da İstanbul’a dair olduğu anlaşılan hayat sahneleriyle dolu beyitlerin sıkça yer alması, şehrin edebiyata yansıması konusundaki tesbitlere sınır çizmeyi zorlaştırır. Pek çok şair, divan şiirinin çerçevesinden taşmadan yaşadığı devrin zevk ve eğlencelerini, gezinti yerlerini, sosyal yapısını, mimarisini, yangın, deprem gibi âfetlerini, mevsimlerini ve


belirli günlerini, gelenek ve göreneklerini, atasözü ve deyimlerini, bayram ve düğünlerini, çarşı ve pazarlarını, mahalle ve semtlerini, edebiyat ve tasavvuf muhitlerini, bir kültür, sanat, devlet ve medeniyet merkezi olarak topyekün İstanbul’u mısralarında sanatkârane bir üslûpta işlemiştir.

Klasik Türk edebiyatı şairi, içinde yaşadığı şehirle olan alâkasını bilgi vermek arzusu olmasa da bir sanat ve üslûp süsü olarak şiirine yansıtmaktan uzak kalamamıştır. Böylece fırsat düştükçe kafiye, redif, edebî sanatlar ve muhtevada şehre ait bir özelliği zikrediveren şair aslında yaşadığı çağa ait, fakat zamanla bir belge niteliği de kazanacak olan, başka kaynaklarda pek rastlanmayacak cinsten birtakım tarihî olgu ve bilgileri kayda geçirmiş oluyordu. Bu açıdan bakıldığında İstanbul biraz da şairlerin bu tür mısralarıyla ölümsüzlük kazanmıştır denilebilir. Okuyucu bazan cenge çıkan bir ordunun coşkusunu, bazan tebdil gezen bir sultanın halk üzerindeki psikolojik etkisini, bazan bir düğün veya zafer sevincini, bazan da bir felâket veya isyan hüznünü bu şiirler vasıtasıyla hissedebilir. Fetih askerlerini cenge hazırlayan etkiyi anlamak, Osman Gazi’ye atfedilen, “İstanbul’u aç gülzâr yap” mısraında ifade edilen ideali hesaba katmadan eksik kalacaktır. Fetih günlerinin ardından Karamanlı Aynî’nin Câmiu’n-nezâir’de kayıtlı, “Revnakı bu kâinatın şehr-i Kostantin’dedir” nakaratlı murabbaı, İstanbul’un o günkü konumunu zihinlerde birçok arşiv belgesinden daha canlı olarak şekillendirir. Hevâî’nin, “Gece çorbası çıkar bir belli kapı kalmamış” mısraında İstanbul’un sosyal durumu, “Geçilmez oldu yoldan / Sulu çamur gördün mü / Sokakları sel aldı / Böyle yağmur gördün mü” mısralarında ise yağmuru, çamuru, yolu ve sokağı başka tarihî kaynaklarda bulunamayacak tarzda canlı bir şekilde yansıtılmaktadır. Bugün Boğaziçi yahut Haliç’in tarihî coğrafyası hakkında verilecek her hüküm klasik şairlerin mısralarına muhtaçtır. Nedîm’in, “Seyr-i Sa‘dâbâd’ı sen bir kerre ıyd olsun da gör” mısraındaki coşkuyu tanımadan Kâğıthane’yi, “Vâsıf binelim kayığa İstinye koyundan / Sâgar çekerek şevk ile Kandilli suyundan” beytini okumadan Boğaziçi’nin mehtap âlemlerini anlamak zordur. Divanlarda yer alan pek çok methiye, kasriyye, bahâriyye, tarih kıtası vb. manzumelerde İstanbul’un adı anılmasa da mutlaka bir dönemi, bir vasfı, bir mekânı hemen kendini göstermektedir. Bir şitâiyye kasidesinde şiirin yazıldığı yılın İstanbul’una dair kış tasvirleri, bir ıydiyyede kutlanan bayramın sosyal tarafı, bir methiyede artık tarih olmuş kişilerin şahsiyetleriyle ilgili önemli ipuçları her zaman bulunacaktır.

İstanbul’un Türk şiirinde anılması, fetihten sonra Osmanlı’nın büyük devlet özelliği kazandığı XV. yüzyıl ile başlar. Daha önce Germiyan, Bursa ve Edirne saraylarında teşekkül etmeye başlayan Türk şiiri fetihle birlikte yeni bir kimlik kazanırken İstanbul’da karşılaşılan yabancı unsurların etkisinde göz alıcı bir üslûba bürünüp hayatın tadını çıkarma felsefesi ve yaşama sevinciyle tanışır. Fâtih Sultan Mehmed’in, “Bağlamaz firdevse gönlünü Galata’yı gören / Kâfir olur ey müselmanlar o tersâyı gören” mısralarıyla başlayan gazeli şehirdeki gayri müslim yaşayış tarzının ileride Türk seciyesini nasıl etkileyeceğinin habercisi sayılabilir. Fâtih’in vezirlerinden olan asrın büyük şairi Ahmed Paşa Topkapı Sarayı hakkındaki kasidesinde buranın inşa tarihini de söyler: “Bünyâd-ı sarâyına budur ahsen-i târîh / Kim ede mübârek tapunu hayy ü tüvânâ” (861/1457). Aynı dönemde Hamîdî’nin Sarây-ı Atîk-i Âmire ile İstanbul’un hamam ve bahçelerini anlattığı bir kasidesi vardır (Ateş, I/1 [1953], s. 17-18). Yine bu yüzyılın sonlarında Tâcîzâde Câfer Çelebi tarafından, İstanbul’u dikkate değer bir mekân duygusu ve şehir kimliğiyle ele almış ilk eser olan Hevesnâme nazmedilmiştir. Eser genel bir İstanbul tanıtımı ve övgüsünden sonra şehrin göz alıcı semtlerini, saraylarını, bazı kurumlarını, bahçelerini, Yedikule’yi, Ayasofya ve Fâtih camilerini, Sahn-ı Semân Medresesi’ni ve daha pek çok yerini tarihî, mimari, coğrafî ve içtimaî yapısıyla bölümler halinde tanıtır. Her bölümde ayrı ayrı anlatılan pek çok semt ve mekânın tasvir edildiği Hevesnâme İstanbul’un ilk kimlik kartı sayılabilir. Nitekim Tâcîzâde’nin eseri, daha sonraki dönemlerde yazılacak bazı mesnevilerde İstanbul’a dair bölümler açılmasına örnek teşkil edecek ve şairlerin bakışlarını şehre daha çok yöneltmelerine vesile olacaktır.

XVI. yüzyıl İstanbul’un olduğu kadar divan şiirinin de en önemli çağıdır. Şiirin klasik yapı içinde olgunlaşmasıyla birlikte şairler de İstanbul hayatının değişik cephelerini mısralarında anmaya başlarlar. Galata, eğlence ve içki muhiti olarak “ayak seyri”nin has mekânı özelliğiyle şairlerin ilgi alanına girer. İstanbul Türkçesi şiir ve nesirde tekâmülünü tamamlayıp bir cihan devleti dili haline gelir. Başta sultânü’ş-şuarâ Bâkî olmak üzere pek çok şairin ifadesine revnak katan bu Türkçe bütün bir Osmanlı edebiyatına bu yüzyılda yön verir.

II. Bayezid dönemi şairlerinden Sirozlu Sâdî, “Şehr-i İstanbul ki âlemde güzeller kânıdır / Dünyenin ârifleri katında Mısr-ı sânîdir” matla‘lı on beyitlik gazelinde İstanbul ile Mısır’ı (Kahire) değişik yönlerden karşılaştırarak İstanbul’un üstünlüğünü vurgulamaktadır. Âhî mahlaslı Benli Hasan’ın Galata vasfındaki, “Ha çeker başım beni durmaz bu deryâdan yana / Seyre çıkmıştır meğer dilber Galata’dan yana” matla‘lı gazeli, şehrin Galata’daki zevk ve eğlence hayatına revaç vermek bakımından hayli sevilmiştir.

XVI. yüzyıl divan şiirinin İstanbul’la ilgili en bâriz vasfı millî bir nazım türü olan şehrengizlerin peşpeşe yazılmış olmasıdır. Mesîhî’nin (ö. 918/1512) Edirne hakkındaki ilk şehrengizinin gördüğü rağbet İstanbul hakkında da şehrengizler kaleme alınmasına vesile olmuş, hatta şehrengiz türü bu asırda âdeta İstanbul ile bütünleşmiştir. Bu konuda Kâtib adlı bir şair tarafından yazılan ilk şehrengizde (919/1513) önce İstanbul’un tarihçesi ve fethi anlatılıp II. Bayezid dönemi hakkında bilgi verilir ve bazı mimari eserleri tanıtılır: “Bir ulu câmi var Ayasofiyye / Rivâyet ba‘zı eyler Âsafiyye // Olup min ba‘d Sultan Bâyezid Han / Bey oğlu beydurur ol İbn-i Osman // Bir ulu câmi etmiş tâze bünyâd / Görenler dediler hep âferinbâd”. Yüzyılın ilk çeyreğinde bir diğer şehrengiz Defterdarzâde Ahmed Cemâlî’nin kaleminden çıkmıştır. Zengin tasvirlerle âdeta şehrin resmedildiği bu eserde İstanbul yedi tepeli bir su deryası olmanın yanı sıra bir insan ve ağaç deryası olarak anlatılır. Tepelerindeki minareler göklere birer asâ gibi yükselir. Boğaz’da yelkenliler uçar, sokaklarında asiller dolaşır. Göksu, Yenihisar, Kavak, Kadıköy, Üsküdar, Eyüp ve Beşiktaş’ta “sîmber”ler denize girer.

Kâtib’in eserini izleyen Taşlıcalı Yahyâ’nın şehrengizinde elli sekiz güzel üçer beyitle tanıtılır. Sonunda da İstanbul’a dair bir kıta ile divandan iktibas edilen dört gazele yer verilir. Taşlıcalı Yahyâ’nın İstanbul’a gösterdiği rağbet Şâh u Gedâ mesnevisiyle devam eder. Klasik aşk mesnevileri içinde konusu İstanbul’da geçen orijinal bir eser olan Şâh u Gedâ, XVI. yüzyıl İstanbul’undaki tasavvufî hayatla ilgili olarak önemli bilgiler verir. Atmeydanı (Sultanahmet Meydanı) ve Ayasofya


gibi muhitlerin geniş tasvirlerle yer aldığı Şâh u Gedâ şehrin pek çok semtini coğrafî ve içtimaî açıdan tanıtır. Fakîrî’nin İstanbul methinde uzunca bir mesneviyle başlayan, şehrin güzellerini şuh ifadelerle tasvir ettiği şehrengiz İstanbul’daki sosyal hayata ait dikkate değer ayrıntılar verir.

Şehrengiz yazma geleneğine Sâfî adlı bir şair de Farsça bir mesneviyle katılmıştır (944/1537-38). Aynı dönemde şairi bilinmeyen bir İstanbul şehrengizi, “Bihiştâsâ cihanda cây-ı makbûl / Olurdu olsa ger şehr-i Sitanbul // K’anın her câyı cânân ile pürdür / Cihan bahrında bir kıymetli dürdür” beyitleriyle ve uzunca bir İstanbul methiyle başlar. Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin dört beyitlik Ayasofya tasviri ve caminin bedesteni hakkında kaleme aldığı küçük bir mesnevisiyle Zihnî mahlaslı Mumcuzâde Bâlî Çelebi’nin İstanbul ve Galata güzelleri hakkında kaleme aldığı, “Başım deryâsının iki yanında bu iki çeşmim / Biri şehr-i Sitanbul’dur biri şehr-i Galata’dır” matla‘lı gazeli şehrin beşerî yapısını anlatması bakımından önemlidir. Aynı dönemde yazılan mensur Surnâme-i Hümâyun, İstanbul’u minyatürlerle de anlatan bir eser olarak özellikle şehirdeki eğlence ve ticaret hayatını tasvir eder. Burada düğüne katılan esnaf gruplarının ayrı ayrı resmedilip anlatılması, devrin yüksek medeniyet seviyesini göstermesi bakımından dikkate değer.

Divan edebiyatının İstanbul hakkındaki ilk müstakil kitabı olan ve tezkire müellifi Latîfî’nin XVI. yüzyıl sanatkârane nesrine örnek teşkil eden Evsâf-ı İstanbul şehrin özelliklerini ve sosyal hayatını anlatan önemli bir belgedir. Evsâf-ı İstanbul İstanbul’un kuruluş ve fethinden başlayarak insanlarını, medreselerini, camilerini, surlarını, saraylarını, köşklerini, konaklarını, muhtelif semtlerini, evlerini, bahçelerini nesir ve nazım olarak inceden inceye anlatır. Azîzî Mustafa’nın Nigârnâme-i Zevkâmîz der Üslûb-ı Şehrengiz adlı eseri ise İstanbul’un güzel hanımlarını konu alır.

XVI. yüzyılın sonlarında, İstanbul Türkçesi’nin büyük temsilcisi Bâkî ile onun medreseden arkadaşları Âlî Mustafa ve Hoca Sâdeddin efendiler şehrin kültür hayatına damgalarını vurmuşlardır. Bâkî, daha ziyade İstanbul’un zevk ve eğlence dünyasına ışık tutan gazelleri ve şiir dilinde mükemmeli yakalayan üslûbu ile kendi çağının aynası olur. Özellikle, “Dilrübâlarla aceb kesreti var her yolun / Geçemez hûblarından gönül İstanbul’un” ve, “Reh-i meyhâneyi kat‘ etti tîğ-i kahrı sultânın / Su gibi arasın kesti Sitanbul u Galata’nın” matla‘lı gazelleri baştan başa İstanbul’u anlatır. Hoca Sâdeddin, bir tarihçi olmakla beraber Tâcü’t-tevârîh adlı eserinin İstanbul’la ilgili bölümlerine serpiştirdiği kısa mesnevilerinde şehrin çeşitli yönlerini özendirici tarzda anlatır: “Aceb yer var mı İstanbul’a benzer / Ki yeksân ola onda hâk ile zer”. Gelibolulu Âlî’nin Mevâidü’n-nefâis fî kavâidi’l-mecâlis’inde de İstanbul hayatı, örf ve âdetleri hakkında önemli parçalar vardır. Yine o Menâkıb-ı Hünerverân’ında meşhur hattat, nakkaş ve mücellitlerden bahsederken İstanbul sanatkârlarını da anlatır. Fakîrî’nin kaleme aldığı Risâle-i Ta‘rîfât adlı şehrengiz tarzındaki küçük mesnevide ise İstanbul’daki muhtelif meslekler ve sosyal sınıflar hakkında bilgiler vardır.

XVII. yüzyıl, divan edebiyatında mesnevi nazım şeklinin ve bu türde yazılmış eserlerin yaygınlaştığı çağdır. Şair sayısında görülen artış yanında şiir konuları geniş bir zemine yayılır ve taklitten ziyade kısmen yerli malzemeyle yoğrulmaya başlar. Asrın başında İstanbul ile Edirne mukayesesinde bir gazel yazan Sultan I. Ahmed (Bahtî) şehrin “sulu şeftalisi”ne varıncaya kadar nazma döküp, “O şehr-i dilküşânın vasfına denmiş gazeller çok / Velî Bahtî senin nazmın gibi rengin gazel olmaz” diyerek İstanbul hakkında şiir nazmetmenin bir moda olduğunu bildirirse de bu çağın İstanbul anlatımları uzun soluklu olamamıştır. Nef‘î’nin, “Mahşer olmuş sahn-ı Kâğıthâne dünyâ bundadur / Cennete dönmüş güzellerle temâşâ bundadır” matlaıyla başlayan bir gazeliyle, “Eyledi kadrini ol câmi-i vâlâ berter / Hâsılı oldı duâ hırmeni Atmeydanı” beytiyle Sultan Ahmed Camii’nden de bahsettiği kasidesi önemlidir.

Bu yüzyılın bilinen tek şehrengizini Tab‘î İsmâil Efendi yazmıştır. Eyüp, Kâğıthane, Yenikapı ve Beşiktaş gibi semtlerin dikkate değer tasvirlerinin yer aldığı eserin baş tarafında, “İçinde cevr ü hicrân ü sitem bol / Felekte yokdurur illâ Sitanbul” beytiyle


başlayan bir methiye bulunur. Nev‘îzâde Atâî’nin hamsesi içinde yer alan Âlemnümâ (Sâkīnâme) adlı mesnevide Yûşâ, Göksu, Gümüşservi, Alemdağ ve Akbaba gibi şehrin uzak semtlerini resmeden şair, Rumelihisarı ile Anadoluhisarı arasında bir münazara tertibiyle buralara dair bütün güzellikleri dile getirir. Nefhatü’l-ezhâr’da devrin ahlâkî yapısını anlatırken Hefthan’da İstanbullu bir kuyumcu ile bir tüccarın mirasyedi oğullarının hikâyesini nakleder. Sohbetü’l-ebkâr’daki bir hikâyenin konusu da Üsküdar’da geçer. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin divanında İstanbul’a dair iki gazel, bir kıta ve bir müfred mevcuttur. Bunların içinde özellikle İstanbul’un bayramlarından bahseden gazel bu konuda değerli bir belge niteliğindedir.

XVII. yüzyılın ikinci derecede önemli şairlerinden Vecdî iki ayrı gazelinin makta‘ beyitlerinde İstanbul’un ve vefasız güzellerinin hasretini sürgünde anlatırken, “Sitanbul’a o denlü ârzû var dilde ey Vecdî / Uçardım bulsam ammâ neyleyim bâl ü perim yoktur” der. Fasîhî bir beytinde, İstanbul şiir muhitinin sanatta yenilik ve değişim gayretini ve belki de sebk-i Hindî’nin yaygınlık kazanmasını söz konusu ederek artık kitâbî değil hayatî bir şiiri gündeme getirir: “Lisân-ı köhneden el çekti mahbûbu Sitanbul’un / Fasîhî şâiran etmektedir tâze zeban peydâ”. Kâşif, Hisar ve Göksu’ya dair beyitleri dışında bir kıtasında da Galata’nın değişmez özelliğini konu alır: “Kim ki İstanbul içre tevbe edip / Derse bir dahi içmezem sahbâ / İ‘timâd eylemen sözüne anın / Galat’a ihtimâli var zîrâ”.

XVII. yüzyılın İstanbul’u hakkında en ayrıntılı bilgiyi şüphesiz Evliya Çelebi vermektedir. Ünlü Seyahatnâme’sinin ilk cildini “maskat-ı re’si olan” İstanbul’a ayırmış olması şehrin bugün tarih olmuş hemen hemen her cephesini öğrenmeye imkân vermektedir. Nesir dilinin ince teferruata açılan imkânlarıyla da zenginleşen bu anlatım bize âdeta bir hayal şehri tanıtmaktadır. Evliya Çelebi şehrin efsane ile karışık kuruluşunu, çeşitli fetih denemelerini ve onu Türkler’e kazandıran son fethi uzun uzun hikâye ettikten sonra kendi dönemindeki semtleri sırayla anlatır. Bu yüzyılın en dikkate değer manzumelerinden biri olan Alaşehirli Veysî’nin murabbaı, “Elâ ey kavm-i İslâmbol bulun tahkîk olun âgâh” feryadıyla başlayıp İstanbul’un ahlâkî yapısını, halktaki ruhî çöküntüyü, kargaşa ve sapmalarını dile getiren sosyolojik bir tahlil gibidir.

XVIII. yüzyıl, şairlerin İstanbul’u anlatmakta âdeta yarıştıkları ve onu klasik kuralların içinde eriterek semt semt mısralara yansıttıkları çağdır. Yüzyılın başında Râmi Mehmed Paşa’nın, Bebek semtini sevgilinin hayaline benzettiği gazelinden sonra İstanbul, devrin usta şairleri Sâbit ile Nâbî’nin ilgi alanlarına girer girmez birden bire şiir konularının ilk sıralarına oturmuştur. Sâbit’in divanında yer alan altı gazel, iki kıta, iki müfred ve bir kısa mesnevi tamamen İstanbul’a ait özellikleri dile getirmektedir. Ancak onun bu konudaki asıl önemli manzumesi İstanbul’un oruç günlerini maddî ve mânevî yönleriyle tasvir ettiği, zengin bilgiler verdiği ünlü ramazaniyye kasidesidir.

Bu yüzyılın başında İstanbul’a derin ilgi duyan ve hasret besleyenlerin içinde hiç şüphesiz Nâbî ilk sırada gelir. Uzun müddet İstanbul’dan ayrı kalan Nâbî’nin hasret duygusuyla kaleme alınmış gazellerinde daha ziyade müteferrik bilgiler yer alır. Şehrin ihtişamı, göz dolduran âbideleri, erişilmez güzelliği ve güzelleri onun zarif lisanında ifadesini bulur. Ancak Nâbî’nin İstanbul’u başlı başına bir ideal olarak anlattığı beyitleri Hayriyye’sinde görülür. “Derbeyân-ı Şeref-i İstanbul” başlığı ile ayrı bir fasılda yetmiş beş beyit halinde anlattığı ve hemen her yönüne değindiği şehrin ilim ve irfan cephesini, aydınlarının durumunu, sanat, nezaket, bilgelik, yücelik, eğlence, zevk dolu zamanlar, temiz tabiat, hoş hava ve mimari güzelliklerini vurgulayıp taşra ile mukayesesini yapar. Özellikle denizde kayık safalarının doyulmaz zevkini dile getiren şair, o yıllarda şehirde baş gösteren veba yüzünden burayı terkedişine hayıflanarak İstanbul hakkında dualarda bulunur. Nâbî divanında mevcut on bir gazelde de İstanbul’un değişik özelliklerine ait anlatımları görmek mümkündür. Bilhassa “Ayasofiyye’de” redifli müzeyyel gazel, bir ibadethanenin tanımı ve tanıtımı açısından oldukça tatminkâr bir tasvir örneğidir. “Nâbî mektebi”nin müntesiplerinden olan pek çok şair de üstatlarının geleneğini yaşatma çabasıyla İstanbul’dan bahsetmeyi âdeta vazife bilmiştir. Bunlardan Osmanzâde Ahmed Tâib’in, İstanbul’un 1124 (1712) yılında geçirdiği yangın hakkında yazdığı bir tarih kıtasıyla Nazîm’in İstanbul sevgisiyle dolu, “Tuhfe-i nazm-ı terim yârân-ı İstanbul’dadır” dediği bir gazeli önemlidir.

Divan edebiyatının bütün zamanları içinde en büyük İstanbul şairi hiç şüphesiz Nedîm’dir. Hemen her nazım şeklinde kaleme aldığı manzumelerinde ve pek çoğu daha kendi çağında bestelenen şarkılarında İstanbul’u anlatmak onda bir tutkuya dönüşmüştür. Divanındaki birçok beyit ve manzume âdeta İstanbul’un bir belgeseli niteliğindedir. “Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır / Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır” diyerek başladığı kasidesinin nesîb bölümünü, “İstanbul’un evsâfını mümkün mü beyân hiç” ifadesiyle bitirmesi İstanbul hakkında söylenecek sözlere sınır çizilemeyeceğini gösterir. Onun manzumelerinde İstanbul en canlı, en güzel, en ince nükte ve hayallerle yerini almış, III. Ahmed ve İbrâhim Paşa devrinin bütün zevk ve neşesiyle şehrin tabii ve mimari güzellikleri dile gelmiştir. Kasidelerinin teşbîb bölümlerinde çok defa genel çerçevesiyle ele alınan şehir gazeller ve şarkılarda Sâdâbâd merkezli, bir kaside kadar uzayıp giden müzeyyel tarih kıtalarında ise mimari merkezli olarak anlatılır. Hemen her şiirine şehrin havası, suyu, neşesi, eğlencesi ve yaşayışı sinmiş gibidir. Mazmunları şehir hayatından devşirilmiş unsurlarla doludur (Hasibe Mazıoğlu, Nedim’in Divan Şiirine Getirdiği Yenilik, tür.yer.).

Nedîm ile aynı dönemde İstanbul’a rağbet etmiş şairlerden Seyyid Vehbî’nin şûhâne gazellerinde İstanbul’un kültür coğrafyası ve tabiat manzaralarına sık sık rastlanır. Sultan III. Ahmed Çeşmesi için söylediği, “Târîhi Sultan Ahmed’in cârî zebân-ı lûleden / Aç besmeleyle iç suyu Hân Ahmed’e eyle duâ” (1141/1728-29) tarih beytini de ihtiva eden kıtası yanında İstanbul hakkında müteferrik manzumeleri de bulunan Vehbî’nin şehre dair en önemli şiirleri Surnâme’sinde yer alır. 1132 (1720) yılında III. Ahmed’in dört şehzadesinin sünnet merasimiyle üç kızının düğünlerine dair günü gününe ve fasıllar halinde tertiplenen eser, o günlerdeki İstanbul’un mahallî hususiyetlerinden örf ve âdetlerine kadar pek çok yönünü bir vesika hüviyetinde anlatır. Aynı dönemlerde Süleyman Nahîfî ise Sâdâbâd vasfında bir gazel ve bir kasriyye ile İstanbul sevgisini dile getirir ve şehri Mısır, Şam ve Bağdat’tan üstün tutar: “Görmedikçe kasr-ı Sa‘dâbâd’ı bilmezsin nedir / İster isen Mısr ü Şâm u hıtta-i Bağdâd’ı gör”.

XVIII. yüzyılda divan şiiri İstanbul hakkında nazmedilen yeni bir türle tanışır: Sâhilnâme (sevâhilnâme). O güne kadar hiçbir şairin denemediği bu tarz, İstanbul’un dillere destan sahillerini ve bu sahillerde kurulmuş yerleşim alanlarını


birer ikişer beyit halinde sanatlı bir ifade ile anlatır. Şehrin topografik yapısı ve dönemin sosyal hayatı hakkında da önemli bilgiler ihtiva eden ilk sâhilnâmeyi Mustafa Fennî (ö. 1158/1745) kaleme almıştır. Mesnevi biçiminde düzenlenen eser, Boğaziçi sahilinde iskelesi bulunan toplam altmış iki yerleşim alanını konu edinmiştir. Bu yüzyılda ayrıca Neccârzâde Şeyh Rızâ’nın semtin tasavvufî özelliklerinden kesitler sunduğu “Beşiktaş” redifli iki gazeli, Sâib’in İstanbul mahbublarını konu alan bir gazeliyle Üsküdar Sarayı vasfında bir murabbaı, Mustafa Rahmî’nin Şerefâbâd kasr-ı hümâyununun inşa tarihini bildiren bir kıtası ile biri Neşâtâbâd vasfında, diğeri Beşiktaş vasfında iki şarkısı mevcuttur. Yine, “Bin yüz altmış sekizin evvel-i hamsîninde / Dondu deryâ-yı Sitanbul hele bu hikmete bak” (31 Ocak-21 Mart 1755) matlaıyla başlayan bir tarih kıtası nazmetmiş olan Hevâyî, I. Mahmud’a sunulan bir şitâiyye kasidesi ve İstanbul’un Çubuklu ve Galata gibi semtleri yanında muhtelif yönlerini dile getiren üç gazel yazan Hâtem ile iki gazel, bir kıta ve III. Ahmed ile Damad İbrâhim Paşa methinde bir ıydiyye kaleme alan Çelebizâde Âsım Efendi de İstanbul’u anlatan şairlerdir. Nâbî mektebini devam ettiren Belîğ Mehmed Emîn, içinde İstanbul adının anıldığı dokuz gazeli yanında bazı kasidelerinde de şehrin gündelik hayatına eğilmiş, gazellerinde İstanbul semtleriyle ilgili telakkileri, eğlence âlemlerini ve şehrin güzellerine dair duygularını dile getirmiştir.

Şehri değişik yönlerden mısralarına konu edinen diğer şairler içinde Muhlis Mustafa Efendi’nin mütekerrir beyti, “Kand-i dilber gibi dil eğlencesi / Gamküsârım Karaağaç bahçesi” olan müseddes bir şarkısını, Abdürrezzak Nevres Efendi’nin İstanbul hasretini dile getiren iki gazelini, Râgıb Paşa’nın, “Hâh Mısr ü hâh Bağdâd işte Şehbâ işte Şâm / Var mıdır İstanbul’un mümtâz ü müstesnâları” diyerek İstanbul’u bütün Şark dünyasına üstün tuttuğunu gösteren beytinin de yer aldığı şiirlerini hatırlatmak gerekir. Râgıb Paşa’nın yanında yetişmiş bir İstanbul çocuğu olan Haşmet ise üç kaside, on gazel ve bir kıtada İstanbul’a dair tasvir ve övgülere yer verirken şehrin sahillerinden uzak iç semtleri ve mekânlarını da (Fatih, Vefa, Şehzadebaşı vb.) anlatır. Ramazâniyyesi sosyolojik incelemelere fırsat verecek kadar zengin olup bahâriyyesi de o dönem İstanbul’unun iklim ve tabiatını tasvir bakımından bir belge değeri taşımaktadır. Şeyhülislâm Ebûishakzâde Esad Efendi’ye yazdığı methiyede ise şehrin ticarî hayatı ile esnafın durumları tasvir edilmiştir. Ârif Süleyman’ın Beşiktaş Sarayı için kaleme aldığı bir kaside, Nâşid’in çeşitli semtlerdeki (Küçüksu, Şemsipaşa, Beşiktaş) mehtap eğlencelerini konu alan bir şarkısı ile Esrar Dede’nin iki gazeli de bu yüzyıl için anılmaya değer İstanbul manzumelerindendir.

Şeyh Galib’in pek çok manzumesinde İstanbul tasavvuf muhitiyle XVIII. yüzyıl sanat ve edebiyat ortamının dolaylı terennümleri vardır. Sık sık başvurduğu semboller çok defa kendi çevresinin ilhamlarını ihtiva eder. Meselâ İstanbul’un peş peşe gördüğü yangınlar onun mısralarına, “Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş” şeklinde akseder. Çeşitli mimari eserlerle devrin kişileri hakkında söylediği tarih kıtaları çağının kronolojisini takip ettirecek kadar çoktur. Özellikle III. Selim devrinde en mutantan günlerini yaşayan Çırağan Sahilsarayı hakkında söylediği bir şarkı, bir kıt‘a-i kebîre ve bu sahilsarayın kapısı üzerine hakkedilen, “Sabâhu’l-hayr-ı devlet bu der-i vâlâ-yı ismettir / İki bâli hümâ-yı mihr ü şehbâl-i saâdettir / Nücûm-ı âsuman deryûze eyler âsitânından / Çerâğān ile memlû bir Çırâğān-ı inâyettir” kıtası dikkat çekicidir. III. Selim’e sunduğu bahâriyye kasidesinde İstanbul baharlarının en güzel anlatımlarından biri görülür.

Yüzyılın sonlarına doğru İstanbul hakkındaki manzumeleriyle ünlü iki şair daha yetişmiştir. Bunlardan biri Fennî’nin Sevâhilnâme’sine kaside şeklinde nazîre yazan İzzet’tir. III. Selim’e ithaf ettiği altmış beş beyitlik sâhilnâmesi, anlattığı İstanbul iskelelerinin bazısı bugün mevcut olmadığından artık bir belge niteliği kazanmıştır. İkincisi olan Sünbülzâde Vehbî, Lutfiyye adlı mesnevisinde Nâbî’nin Hayriyye’si yolundan yürüyerek kendi çağının İstanbul’undan izler taşıyan beyitlerle yaşadığı dönemi âdeta tenkit eder. Onun anlattığı pek çok iş kolu ve sivil toplum manzarası aslında içinde yaşadığı şehrin tasvirinden ibarettir. Şevkengiz adlı 779 beyitlik mesnevisi ise insan bedeninin güzelliklerini, ten zevklerini ve İstanbul güzellerini tasvir ederken çok defa müstehcene varan çağrışımlara imkân verişiyle dikkat çeker. Kasideleri yanında beş gazel, bir müstezad ve İstanbul’daki pek çok mimari yapı için söylediği tarih kıtaları da şehrin özelliklerini ayrıntı kabilinden anlattığı manzumeleridir.

XIX. yüzyıl divan şiirinin kendini tekrar devridir ve bütün tür ve şekiller gibi İstanbul teması da önceki örneklere benzer bir devamlılık gösterir. Enderunlu Vâsıf’ın Hûbannâme ve Zenânnâme’si bir yana bırakılırsa bu dönem manzumelerinde genel olarak İstanbul anlatımları yerine Boğaziçi ve köylerine dair düşünce ve tasvirlere yönelmeler görülür. Yüzyılın başlarında Boğaziçi’ne dair şiirler yazan üç şairden Kâmî’nin üç gazeli, Neş’et’in bir kaside, bir gazel ve bir kıt‘a-i kebîresi, Pertev’in de bir gazeli ve Nedîm’in bir gazeline tahmisi vardır. Bu yüzyılın İstanbul âşıkı şairleri arasında İlhâmî mahlasıyla III. Selim de yer alır. İstanbul’a dair üç kıta, bir gazel ve sekiz şarkısında bilhassa seçkin zümrenin devam ettiği âsûde muhitler, mesireler, kameriye ve kasırlar, deniz ve sahil eğlenceleri dile getirilir ve lüks hayatın tasvirleri yapılır. Bu arada saltanat kayıkları ve denizde mehtap âlemleri de şiire yansımıştır: “Gece bir yağlı piyâdeyle gezip deryâda / Bir iki mutrib-i hoşnâme olup âmâde / Okusun tâze sabâ şarkıları sahrâda / Gidelim seyr-i çemenzâr edelim leyl ü nehâr.”

Divan edebiyatının İstanbul ağırlıklı son müstakil eserleri Enderunlu Fâzıl’ın kaleminden çıkmıştır. Nedîm ve Sâbit çizgisinde yazdığı manzumelerinde Fâzıl XIX. yüzyılın ilk yıllarında İstanbul’da yaşanan hayata, topluma ve çevreye dikkat çekmiş, daha ziyade sefahat, zevk ve eğlence dünyasını, mahallî gelenek ve çılgınlıkları halk dilinin ifade ve deyimlerinden faydalanarak mesnevi biçiminde anlatmıştır. İstanbul’a dair belgesel niteliğindeki bu mesnevilerinden Hûbannâme’de İstanbul dilberlerinin beden yapıları, kişilik ve huy özellikleri yönünden ele alındığı elli üç beyitlik özel bir bölüm mevcuttur. Zenânnâme ise divan şiirinde erotizme kaçan bir üslûpla kaleme alınmış olup “Derbeyân-ı Zenân-ı İslâmbol” bölümünde çeşitli kavimlere mensup kadınların özelliklerinden lâubali bir üslûpla bahsedilir. Defter-i Aşk isimli küçük mesnevisinde kendi başından geçen bir aşk macerasını anlatmıştır. Burada İstanbul’daki aşk âlemine dair zengin motifler vardır. Çenginâme, XIX. yüzyıl başlarında İstanbul’da ünlü olmuş çengiler ve çengi kollarının dökümünü yapıp haklarında birer dörtlükle bilgi verir. Şairin bütün bu eserlerinde dönemin örf ve âdetlerine dair ayrıntılar bulmak mümkündür. Fâzıl’dan sonra İstanbul’a ilgi gösterenler arasında Reîsülküttâb Ârif bir kaside ve bir kıtası, Ârif Mehmed iki küçük şarkısı,


Refî-i Kalâyî iki gazeli, Halim Giray da yine iki gazeliyle şehrin o dönemde çok yaygın bir eğlence tarzı olan mehtaba çıkma geleneğini terennüm etmişlerdir. Sürûrî’nin divanında İstanbul’a dair dokuz gazel, bir kaside ve bir kıtası yer alır.

Enderunlu Vâsıf İstanbul’un mehtap âlemlerini en güzel anlatan şairdir. Vâsıf, çoğu bestelenmiş şarkılarıyla hem çağının insanını etkilemiş hem de Nedîm’den sonra şarkı geleneğini zirveye çıkarmış bir şair olarak manzumelerinde sık sık İstanbul’u terennüm etmiştir. Yirmi üç adet şarkısında doğrudan doğruya İstanbul mehtapları, güzelleri, aşkları, sevdaları anlatılır. “Olalım Göksu’ya mahfîce revan” bunların en tanınmışıdır. Devrin önemli şairlerinden olup İstanbul’a ilgisiz kalamayanlardan biri de Keçecizâde İzzet Molla’dır. Onun gazel, kıta, tarih gibi bazı manzumelerinde İstanbul’un denizi ve eğlence âlemi farklı yönleriyle ele alınmıştır.

İstanbul’la ilgili olarak Hızırağazâde Said Bey’in bir şarkısı, Râsih-i Enderûnî’nin bir kasidesi ve Adlî mahlasıyla yazan II. Mahmud’un iki şarkısı hariç tutulursa bu dönemin İstanbul hayatından ilham alan manzumelerini Sermed yazmıştır. Onun iki gazeli yanında asıl üzerinde durulması gereken İstanbul şarkılarıdır. XIX. yüzyıl İstanbul halkının beğenerek okuyup dinlediği bu şarkılarda çeşitli yönlerden şehrin panoraması sergilenir. Gündelik İstanbul Türkçesi’nin kullanıldığı, daha ziyade eğlence dünyasına dikkatleri çeken bu manzumelerde yine Boğaziçi, Göksu mesiresi ve mehtap eğlenceleri ön plandadır. Sermed’in II. Mahmud’a sunduğu altmış sekiz beyitlik bir mesnevi olan bahâriyyesinde devrin İstanbul’u ve bir âb âlemi âdeta tarih bilgisi verircesine ayrıntılarıyla hikâye edilmiştir. Manzume zengin folklorik malzeme ile doludur.

Divan edebiyatı Tanzimat yıllarından itibaren giderek gözden düşmüş ve üstat şairler yetiştiremez olmuştur. Ancak yine de uzun müddet bu edebiyatın şekil ve türlerini kullanarak, telakkilerini tekrarlayarak şiir yazılmaya devam edilmiştir. Bu şairler içinde, yüzyılın sonuna kadar mahdut manzumesinde İstanbul adını anan ve şehre dair daha önceki örneklerinden pek de farklı olmayan tasvirlere yer veren Ayıntaplı Aynî, Leylâ Hanım, Âli Bey, Şeref Hanım, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey, Fatîn Efendi, Şâkir Ahmed Paşa, Pertev Paşa, Osman Nevres, Ziyâ Paşa, Nâil Hilmî, Hasırcızâde Mehmed, Senîh-i Mevlevî, Münif Mehmed Paşa gibi şairler yetişmişse de bunların arasında ne İstanbul şairi denilebilecek büyük üstatlar ne de alışılmış manzumelerden farklı bir söyleyişe ulaşan şiirler çıkmıştır.

Kuralcı ve şekilci yapısına rağmen divan edebiyatının yaklaşık beş asır boyunca İstanbul’a gösterdiği ilgi şehrin kültür mirası bakımından fevkalâde önemlidir. Bu şiirlerde tanıtılan İstanbul’u ne tarihler ne de diğer yazılı kaynaklar bu kadar coşkulu ve derin çağrışımlarla ifade edebilir. Bu bakımdan eski İstanbul’u anlatan her mısra edebî kıymeti yanında aynı zamanda bir arşiv belgesi değeri taşımaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Latîfî, Evsâf-ı İstanbul (nşr. Nermin Suner [Pekin]), İstanbul 1977, s. XIII-XV; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârih, İstanbul 1280, II, 419, 430-434; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, tür.yer.; Nâbî, Hayriyye (haz. İskender Pala), İstanbul 1989, s. 67-75; Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, II, 250-254; Sünbülzâde Vehbî, Lûtfiyye (haz. Süreyya A. Beyzadeoğlu), İstanbul 1994, tür.yer.; Mehmed Râif, Mir’ât-ı İstanbul, İstanbul 1314, tür.yer.; Fennî, Sevâhilnâme, İstanbul 1327; Ahmet Refik [Altınay], Lâle Devri, İstanbul 1915, s. 33-39; Refik Ahmed [Sevengil], İstanbul Nasıl Eğleniyordu, İstanbul 1927, s. 43-46, 130-134, 139-143; Subhiye Candaş, Taşlıcalı Yahya Bey ve Şah ü Geda Mesnevisi’nin Dört Nüsha Üzerinden Tenkidli Neşri (mezuniyet tezi, 1941), İÜ Türkiyat Enstitüsü Ktp., T, nr. 137, s. 25, 43; Asaf Halet Çelebi, Divan Şiirinde İstanbul, İstanbul 1953, tür.yer.; A. Ferhan Oğuzkan, İstanbul Şiirleri Antolojisi, İstanbul 1953, tür.yer.; Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde İstanbul, İstanbul 1958, tür.yer.; Nebil Fazıl Alsan, Şair, Edib ve Tarihçi Kalemi ile İstanbul, İstanbul 1973, s. 110-114; İsmail Erünsal, The Life and Works of Tâcîzade Ca’fer Çelebi, with a Critical Edition of His Dîvân, İstanbul 1983, s. XLVII, LX; Mine Mengi, Divan Şiirinde Hikemi Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî, Ankara 1987, s. 22-24; Halûk İpekten v.dğr., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara 1988, tür.yer.; Hasibe Mazıoğlu, Nedim’in Divan Şiirine Getirdiği Yenilik, Ankara 1992, s. 43-78, tür.yer.; Tunca Kortantamer, Eski Türk Edebiyatı Makaleler, Ankara 1993, s. 337-390; İsa Kayaalp, Sultan Ahmed ve Divanı, İstanbul 1994, s. 156; Hasan Akay, Fatih’ten Günümüze Şairlerin Gözüyle İstanbul, İstanbul 1997, tür.yer.; Abdülkadir Karahan, “Nâbî ve İstanbul Sevgisi”, TDl., sy. 20 (1953), s. 567-570; Ahmet Ateş, “Fetihten Az Sonra Bir İstanbul Tasviri”, Fatih ve İstanbul, I/1, İstanbul 1953, s. 17-18; İsmail Hami Danişmend, “Destan ve Divan Edebiyatlarında İstanbul Sevgisi”, a.e., I/1 (1953), s. 79-97; Mehmet Kaplan, “İstanbul [Divan Edebiyatında]”, İA, V/2, s. 1214/160-163; Mehmed Çavuşoğlu, “Taşlıcalı Dukaginzade Yahya Bey’in İstanbul Şehrengizi”, TDED, XVII (1969), s. 73-78; İskender Pala, “Divan Edebiyatı”, DBİst.A, III, 63-68.

İskender Pala





Halk Edebiyatında İstanbul.

İstanbul, fetihten önce ve sonra Türk folklorunda ve halk edebiyatı ürünlerinde çeşitli özellikleriyle yer almıştır. Bunların başlıcaları menkıbeler, halk hikâyeleri, masallar, efsaneler, fıkralar, koşma, türkü ve destanlar, mâniler, ninniler, atasözleri, bilmeceler, tekerlemeler ve geleneksel Türk tiyatrosu örnekleridir. Halk edebiyatı ürünleri arasında fetihten önceki İstanbul’dan söz eden ilk eserlerden Dede Korkut Kitabı’nda (s. 117-118) İstanbul, bezirgânların mal almak için gittikleri uzak bir şehir olarak zikredilmektedir. Battal Gazi hikâyelerinde de Kadıköy ve Üsküdar semtlerine kadar gelen Battal Gazi’nin Hârûnürreşîd’in İstanbul kuşatmasından sonra Üsküdar’da kaldığı ve Anadolu yakasını yağmaladığı anlatılır (İA, II, 346). Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’de, Battal Gazi’nin yedi yıl kadar Üsküdar ve Kadıköy tarafında kaldığını, buraları imar edip bağ ve bahçe haline getirdiğini, bu bağlara “Battal bağları” denildiğini, Kadıköy’ün adının Battal Gazi’ye izâfeten “Gazi köyü” olduğunu belirtmesi (I, 470-471) bu rivayetin o zamanda da bilindiğini gösterir. Selçuklular döneminde yaşayan ve adı çevresinde efsaneler oluşan Sarı Saltuk da hikâyelere göre İstanbul’a gelmiş, bir küffar beldesi olan şehri yangına vermiş, maiyetindekilerle Ayasofya’da namaz kılmış, kâfirlerle savaşıp onları haraca bağladıktan sonra şehirden ayrılmıştır (Ebülhayr Rûmî, I, 66-68; İz, s. 286-290). İstanbul’un fethi için Bizans önlerine gelen müslüman askerler arasında şehid düşen ve o gece sabaha kadar mezarına nur yağdığına inanılan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezarının II. Mehmed’in kuşatması esnasında Akşemseddin tarafından bulunuşu ve fetihten itibaren Eyüp semtinin imar edilişi etrafında teşekkül eden hikâyeler (Evliya Çelebi, I, 401-402) İstanbul’u halk kültürünün ayrılmaz bir parçası durumuna getirmiştir. İstanbul Boğazı’nın en yüksek tepesindeki Yûşa‘ nebî mezarı da yine fetihten önceki hıristiyanî ve İslâmî menkıbelere karışmıştır. Önemli ziyaret yerlerinden biri olan Yûşa‘ nebînin, Hz. Mûsâ’nın kız kardeşinin oğlu ve ordularının sancaktarı olduğuna, bir savaşta gövdesi ikiye ayrılıp belden aşağısının kıyıda kaldığına, belden yukarısının ise bugün mezarının bulunduğu tepeye kadar tırmandığına inanılmaktadır. O tepede 10-15 m. uzunluğunda bir mezarı bulunan Yûşa‘ın ayaklarının kaldığı kıyıda da şifalı bir su çıktığı kabul edilir.

İstanbul’da birçok velî yaşamış ve ölümlerinden sonra çeşitli semtlere defnedilmiş


olduğundan buralar onların adıyla anılmış ve haklarında çeşitli menkıbeler doğmuştur. Şehrin dinî folklorunda önemli bir yer tutan bu zatların isim ve kimlikleri âdeta İstanbul adıyla bütünleşmiş, yaşarken olduğu gibi vefatlarından sonra da tekke, türbe ve kabirleri İstanbul halkı tarafından ziyaret yeri olarak kabul edilmiştir. Her biri hakkında değişik menkıbe ve ziyaret âdâbı teşekkül etmiş olan bu şeyh ve velîlerin başlıcaları şunlardır: Sümbül Efendi, Merkez Efendi, Telli Baba, Yâvedûd Sultan, Koyun Dede, Lâleli Baba, Tezveren Dede, Yahyâ Efendi, Şeyh Vefâ, Kahhar Baba, Zuhurat Baba, Horoz Baba, Baba Câfer, Helvacı Baba, Nalıncı Dede, Elekli Baba, Yıldız Baba, Akbıyık Sultan, Çifte Sultanlar, Yavuz Er Sinan, Deryâ Ali Baba, Gül Baba, Mahmud Baba, Yedi Emîrler, Aziz Mahmud Hüdâyî, Karaca Ahmed Sultan, Emîr Buhârî, Oğlan Şeyh İsmâil Ma‘şûkī, İdrîs-i Muhtefî, Şeyh Nasûhî. Bunların yanında Lohusa Sultan, Rahime Hatun, Çifte Sultanlar, Çifte Gelinler gibi kadın velîler de İstanbul menkıbeleri içinde yer alan dinî hüviyetli kimselerdir.

XV. yüzyıl şairlerinden Akşemseddin’in oğlu Hamdullah Hamdi, Tuhfetü’l-uşşâk adlı mesnevisinde fetihten önceki İstanbul’la ilgili bir halk hikâyesine yer vermiştir: Kayserili müslüman bir tüccar mal almak için İstanbul’a gelir, Bizans vezirinin kızına âşık olunca onunla evlenmek için dinini terkeder. Ayasofya’da yapılan nikâh âyini esnasında kendisinin daha önce buraya bıraktığı Kur’an’ı gören genç büyük bir heyecana kapılır; kitabın ne olduğunu soran kıza ve babasına Kur’an’dan bölümler okur. Allah kelâmının etkisiyle baba-kız müslüman olur ve üçü birlikte Kayseri’ye döner (Gibb, II, 220-222). Bu hadise daha sonra pek çok halk hikâyesine kaynaklık etmiştir. Genellikle halk hikâyelerinde aşk bir tutku, bir ülkü olduğu halde olayları İstanbul’da geçen hikâyelerde çapkınlık, şehvet, para ve mal tutkusu hâkim olup şehir zenginlik, zevk ve eğlencenin, güzellikle ahlâksızlığın birleştiği bir mekân olarak yer alır. Kahramanlar çok defa tüccar veya tüccar çocuğudur. Bunların en önemli özellikleri yalnız İstanbul’da anlatılması, olaylarının bir bölümü başka çevrelerde geçse bile İstanbul’un adından söz edilmesi ve gerçekçi olmalarıdır. Devrin İstanbul’unun yer aldığı Letâifnâme, Hançerli Hanım, Tayyarzâde, Cevrî Çelebi, Sansar Mustafa, Ferruhdil ile Mehmed Bey’in Hikâyesi, Tıflî ile İki Biraderler, Kanlı Bektaş, Evhad Çelebi adlarını taşıyan bu hikâyeler için Şükrü Elçin ortak özellik olarak “kitâbî-mensur-realist” nitelemesini yapar (Halk Edebiyatı Araştırmaları, II, 56-80).

Sözlü halk ürünlerinden masallar içinde İstanbul’a ait olanlar veya olayları İstanbul’da geçenler azdır. Anadolu’da anlatılan masallardan bazılarının kahramanları çeşitli sebeplerle İstanbul’a gider. Burada birtakım maceralar geçirir, olaylara karışır; bu vesile ile İstanbul’un özelliklerinden söz edilir. Bazı halk masallarında İstanbul saf genç kız ve delikanlıların aldatıldığı bir yer olarak da zikredilmiştir.

İstanbul çeşitli semt adları, yapıları ve değişik özellikleriyle efsaneler içinde de yer almıştır (Bayrı, s. 16-26). Fâtih Sultan Mehmed’in Rumelihisarı’nı yapmak için Bizans imparatorundan arazi istemesi, Kız Kulesi’nin yapılış efsanesi bunların en yaygın olanlarıdır. Boğaziçi’nin oluşumu, İstanbul’un fethi, Ayasofya’nın kubbesi, Cibali, Beşiktaş, Kadıköy, Yenikapı, Beylerbeyi, Kabataş gibi birçok semt ve camiyle ilgili efsaneler vardır. Bir efsanede İskender-i Zülkarneyn, Ege bölgesinde hüküm süren Katerina adlı bir hükümdarı kendi dinine davet ederse de Katerina bunu kabul etmez. Zülkarneyn Karadeniz’den Akdeniz’e bir su yolu açıldığı takdirde Katerina’nın ülkesinin sular altında kalacağını düşünür. Bunun için binlerce insan çalıştırarak on üç yıl on üç günde bugünkü Boğaziçi’ni açtırıp Katerina’nın ülkesini sular altında bırakır. Diğer bir efsaneye göre Ayasofya yapılırken kubbesi tutturulamayınca abdal kılığına giren Hz. Hızır’ın yol gösterdiği rahipler Mekke’den temin ettikleri Hz. Muhammed’in tükrüğüyle Mekke toprağını ve zemzemi karıştırıp bu harçla kubbeyi tuttururlar (Ünver, TFA, I/1 [1949], s. 9-10). Piyâle Paşa Camii’nin kubbesini çalan hırsızın taş kesilmesi, Kılıç Ali Paşa Camii’nin yapımı sırasında yıkanma ihtiyacı duyan bir işçinin isteği üzerine önce hamamın yapılması da sıkça karşılaşılan efsane motiflerindendir.

İstanbul’da derlenmiş yazma ve basma eski letâif mecmualarında Bekri Mustafa, İncili Çavuş gibi halk tiplerine ait fıkralarda İstanbul’a ve İstanbul hayatına da yer verilmiştir. Daha yakın döneme ait fıkralarda ise Pinti Hâmid, Borazan Tevfik, Pazarola Hasan Bey, Sakallı Celâl gibi İstanbul’un renkli simaları yanında Koca Râgıb Paşa, Keçecizâde Fuad Paşa, Şair Haşmet, Yahya Kemal, İbnülemin Mahmud Kemal, Neyzen Tevfik gibi devlet adamları ve edebiyatçılar da bulunmaktadır. Bunların yanında İmsâkî Molla, Çömlekçi Eyüp, Fitil Niyazi, Hasretî Efendi, Şem‘i Molla gibi İstanbul’a has fıkralar anlatan isimler de bilinmektedir.

XVII. yüzyıldan itibaren İstanbul saz şairlerinin ilgi gösterdiği bir merkez olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nda yetişenler yanında Anadolu’dan İstanbul’a gelen saz şairlerinin sayısı da oldukça fazladır. Bunlar şiirlerinde İslâmbol, Sultânü’l-beled, Âsitâne gibi isimlerle İstanbul’dan söz etmişlerdir. Âşık Ömer, son yıllarında geldiği İstanbul’u on yedi dörtlükten oluşan “İstanbul Destanı” ile semt semt tanıtmış (Elçin, Âşık Ömer, s. 48-50), “İstanbul’un” redifli dört kıtalık koşmasında ise bu şehre duyduğu hasreti ifade etmiştir (Ergun, Âşık Ömer, s. 300). İstanbul’da yaşamamış olmakla beraber Gevherî, Kırım hanlarından I. Selim Giray’ın 1100 (1689) yılında İstanbul’a gelişiyle ilgili bir manzume söylemiş, bu manzumede hanın İstanbul’da karşılanışını, gördüğü saygıyı anlatmıştır. XVIII. yüzyıl âşıklarından Abdî de aruz ve hece vezniyle söylediği şiirlerinde İstanbul’a duyduğu özlemi dile getirmiş, özellikle, “Mevcuttur içinde hûr u gılmânı / Demişler cennet-i sâni İslâmbol” mısralarının yer aldığı “İslâmbol” redifli koşmasında İstanbul’u etkili bir biçimde tanıtmıştır (Ergun, Türk Şairleri, I, 205). XVIII. yüzyılda İstanbul’da büyük saz şairi yetişmemekle beraber şiirlerinde bu şehre çeşitli yönleriyle yer veren ve bazı tarihî olaylardan söz eden birçok âşık vardır. Bağdatlı olduğu, fakat İstanbul’da yaşadığı sanılan Bağdâdî Topkapı Sarayı’nı öven manzumeler yazmıştır (Köprülü, s. 403, 485, 486). Zileli Tâlibî’nin çırağı olan Fedâyî de İstanbul’da bulunmuş, bir ara Kumkapı’daki Sazlı Kahve’ye uğradığında “İstanbul Destanı”nı söylemiştir (TDEA, III, 175). XIX. yüzyılda İstanbul’da itibar kazanan âşıklar kibar ve ricâl konaklarında, saray çevresinde yer bulmuşlardır. Âşık Hüseyin, Dertli, Sergüzeştnâme adlı eseriyle Bayburtlu Zihnî, Develili Seyrânî, Ispartalı Seyrânî, Gülzârî, Beşiktaşlı Gedâî, Reşîdî, altı ay kadar İstanbul’da Âşıklar Cemiyeti’nde reislik yaptığı söylenen Erzurumlu Emrah gibi ünlü âşıklar yanında Nâmî, Bîdârî ve Serverî gibi Ermeni “aşuğ”lar da şiirlerinde çeşitli yönleriyle İstanbul’a yer vermişlerdir. Kayserili Seyrânî de bir güzellemesinde İstanbul’u etkili bir biçimde övmüştür. XX. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’da eski canlılığını yitiren âşık kahvelerinin yerini yavaş


yavaş semâi kahveleri almıştır. Kastamonulu Âşık Fevzi, Yozgatlı Hüznî, Üsküdarlı Râmi, Kastamonulu Yorgancı Hakkı, Âşık Veysel, Ali İzzet, Ali Huzûrî Coşkun, Yaşar Reyhânî, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova da çeşitli vesilelerle şiirlerinde İstanbul’a yer vermişlerdir.

Daha çok saz şairleri tarafından söylenmiş olan destanların konularını özellikle sık görülen yangınlar, depremler, kazanılan savaşlar, padişah ve devlet adamları teşkil eder. 1652 ve 1660 yıllarında meydana gelen İstanbul’daki iki büyük yangını Ermeni aşuğlardan Aznavuroğlu yedişer dörtlükten oluşan iki destanla, 1826 yılında meydana gelen yangını ise Cüdâî adlı bir Türk halk şairi yirmi dörtlükten oluşan bir manzume ile dile getirmiştir. IV. Mehmed’in 1099’da (1687) tahttan indirilmesi, padişahın yakınlarından Afâfe Kadın adlı bir şair tarafından yazılan bir destanda anlatılmış, Ispartalı Seyrânî de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını otuz dörtlükten oluşan “Vak‘a-i Hayriyye Destanı”nda dile getirmiştir. XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında İstanbul’la ilgili destanların sayısında artış görülmektedir. Semâi kahveleri, çalgılı kahveler, tulumbacıların bulunduğu mekânlar, Galata Köprüsü’nün girişleri, Yenicami’nin arkası, destan şairlerinin manzumelerini bir ezgi eşliğinde okuyup sattıkları mekânlardı. Toplumsal olaylar, çeşitli zâbıta vak‘aları, sonu iyi bitmeyen aşk maceraları, sevilen kişilerin ölümü bu destanlarda yer alan belli başlı konulardı. XIX. yüzyıl İstanbul destanlarında İstanbul’daki çarşı, hamam ve yapıların da anlatıldığı görülmektedir. Segâhî adlı bir halk şairi, otuz altı dörtlükten oluşan “İstanbul Çarşısı Kalpakçılarbaşı Destanı”nda Bahçekapı’dan başlayarak Mahmutpaşa, Mercan ve Kapalıçarşı’yı bir taşralı gözüyle tasvir etmiştir (İst.A, VII, 3766-3768). Tosyalı Âşık Mustafa’nın İstanbul hamamlarını anlatan 150 dörtlük uzunluğundaki destanı (a.g.e., II, 968), Konyalı Âşık Mehmed’in “Bayezid Hamamı Destanı” (a.g.e., IV, 2242-2243), XIX. yüzyılda yaşamış Âşık Veysel adında bir halk şairinin yirmi dörtlükten oluşan “Üsküdar Büyük Hamam Destanı” (a.g.e., VI, 3282-3283) o günlerde şehir hayatında önemli bir yeri olan hamamların yapısı, burada çalışanlar ve bu yerlerle ilgili geleneklerin anlatıldığı önemli belgelerdir. Beşiktaşlı Gedâî otuz bir dörtlükten oluşan “Vasf-ı İstanbul” adlı destanında İstanbul’daki ahlâk bozukluğundan, Batı taklitçilerinden, dinî inançların zayıflamasından, tarikatların bozulmasından, dünyanın iyiye gitmediğinden söz etmektedir, Âşık Türâbî’nin on sekiz dörtlükten, Âşık Râzî’nin otuz dört dörtlükten oluşan birer “Esnaf Güzelleri Destanı” vardır. Ahmet Şeydâ adlı Ardanuçlu halk şairi “Dâstân-ı Medhiyye-i İstanbul” adlı elli dört kıta uzunluğundaki şiirinde İstanbul’un bütün semtlerini, resmî dairelerini, çarşı ve pazarlarını, esnafını, paşasını, hocasını, kâtibini, ramazanlarını, türbelerini, tekkelerini dile getirmiştir. Destanlar XIX. yüzyılın ikinci yarısında oldukça yaygınlık kazanmış, 1000 nüsha basılan bazı destanlar bir günde alıcı bulmuştur. Kayserili Seyrânî, Zileli Fedâyî ve Ermeni aşuğlardan Nâmî de İstanbul’la ilgili destanlar yazmışlardır. XX. yüzyılda Yusuf Acıkök, Tâlibî ve Şarkışlalı Âşık Veysel İstanbul’la ilgili övgü ve yergilerini destanlarda dile getiren diğer halk şairleridir. Eski İstanbul’dan söz eden halk edebiyatı ürünlerinden biri de İstanbul bekçilerinin okudukları destanlardır. Bu konuda M. Yahya Dağlı (bk. bibl.) ve M. Sabri Koz’un çalışmaları önemlidir (Bekçi Baba, İstanbul 1998).

İstanbul türküleri ayrı bir mûsiki formu olmaları yanında İstanbul hayatını pek çok yönüyle yansıtan birer folklor malzemesi özelliği de taşır. Geçmişte “gurbet” denildiği zaman akla ilk gelen yer İstanbul olmuş, bu özelliğiyle halk türkülerinde geniş yer tutmuştur. “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun”; “İstanbul’dan gelirkene”; “İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider”; “Çamlıca’nın yolu ince”; “Sarayburnu’ndan ben geçer iken”; “Beyoğlu’nda gezerken”; “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur”; “Fındıklı bizim yolumuz”; “Sarıyer’in ortasında var bir çeşme” gibi türkülerde İstanbul “diyâr-ı gurbet” oluşu yanında, bütün semtlerine ait özellik ve güzellikleriyle dile getirilmiştir. Bir deniz şehri olarak denizi, gemileri, gemicileri, kayıkları ve kayıkçılarıyla da türkülere yansımış, “Bir gemimiz var telli varaklı”; “Bahriyeli”; “Sevdim bir bahriyeli yar” gibi türkülerde İstanbul’un bu yönü üzerinde durulmuştur. Bağ, bahçe ve çiçek kültüründen söz eden türküler yanında, “Konaklar yaptırdım dağlar başına”; “Yanıyor mu yeşil köşkün lambası”; “İstanbul’un konakları köşeli” gibi türkülerde İstanbul’un mimari güzelliklerinden söz edilmiştir. Giyim kuşam ve süslenme kültürünün izlerini ise “Sana da yaptırayım Nâciyem fildişi tarak”; “Setiremin düğmeleri çift sıra”; “Saçlarını dökersin”; “Yemenimin uçları”; “Kâtibim” gibi türkülerde görmek mümkündür. Yemek kültürünün akislerini taşıyan türküler yanında “Külhanbeylik omuzdaşlar bize pek şandır”; “Daracık sokakları duman bürüdü” gibi örneklerde ise İstanbul’un meşhur külhanbeyleri anlatılmıştır.

Halk edebiyatı türlerinden olan ninnilerin bir kısmında İstanbul ve semtlerine, buraların özelliklerine yer verildiği görülmektedir: “Ninni ninni demekten / Ben kesildim yemekten / Doktor gelsin Bebek’ten / Ölüyorum yürekten”. Bilhassa sünnet çocuklarının ziyaret için götürüldüğü ve bu sebeple oyuncakları ve oyuncakçılığı ile meşhur olan Eyüp bu özelliğiyle ninnilerde söz konusu edilmiştir. İstanbul dışında söylenen ninnilerde bile anneler İstanbul’da yatan velîlerden, din ulularından yardım dileğinde bulunmaktadır.

Türkiye’nin her yöresi gibi İstanbul’da da mâni söylemek yakın zamanlara kadar yaygındı. Birkaç mâninin ardarda getirilerek mâni katarı oluşturulması ise İstanbul’a hastır. Daha çok destanı hatırlatan bu mâni katarlarında İstanbul ve semtleri âdeta adım adım dolaşılmaktadır: “İstinye körfezin dolaş / Yeniköy’de etme savaş / Tarabya’da eğlenilmez / Var Büyükdere’ye yanaş”. İstanbul mânilerinde semt adlarıyla ilgili olanlar genellikle cinaslı olarak düzenlenmiştir. Kişi adlarının cinaslı olarak yer aldığı İstanbul mânileri de vardır (Kaygılı, s. 16-18). Eski İstanbul’da bilhassa bekçilerin okuduğu ramazan mânileri İstanbul mânileri içinde önemli bir yer tutmakta ve İstanbul’un çeşitli özelliklerini yansıtmaktadır (Dağlı, s. 3). Bu alandaki derlemelerin en hacimlisi olan ve İstanbul’u çeşitli yönleriyle dile getiren 124 fasılda 1475 ramazan mânisinin yer aldığı Ramazannâme adlı eser (Atatürk Üniversitesi Ktp., Yazmalar, nr. 408), Âmil Çelebioğlu tarafından Latin harfleriyle neşredilerek ramazan mânilerinin İstanbul halk hayatındaki yerine işaret edilmiştir.

İstanbul’da kullanılan atasözleri genellikle diğer Türk atasözlerinden farksızdır. Bunların içinde İstanbul ve semtlerinden söz edenlerin sayısı fazla değildir. “Zeyrek’ten başka yokuş, serçeden başka kuş bilmez”; “İstanbul’un yazı kışı yoktur, lodosu poyrazı vardır”; “Rumeli’nin bozgunu, Anadolu’nun salgını, İstanbul’un yangını”; “Ayasofya’da dilenir, Sultanahmet’te sadaka verir”; “Üsküdar’ın Çamlıca’sı, Boğaziçi’nin Kanlıca’sı”; “Kasımpaşalı, eli maşalı”; “İstanbul’da yangın olmasa evlerin eşiği altından olurdu”;


“Baş benim olursa Üsküdar’da kazıtırım”; “Oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü” İstanbul’la ilgili başlıca atasözleridir.

İstanbul’da bilmece söyleme geleneği, genel özellikleriyle Türk halk bilmecelerinden farklı olmamakla beraber zaman zaman mahallî öğelere yer veren bilmecelere de rastlanmaktadır. “Lodos poyraz karışır / Tophane ile Kız Kulesi dövüşür / Sepetçiler’de kavga olur / İpçiler’de barışır” bilmecesi “çamaşır” için düzenlenmekle beraber bunda, İstanbul semtlerinin özellikleriyle günlük hayatını alt üst eden lodos ve poyraz vurgulanmıştır. “Karşıda bir nesne görürüm / Uzunca zinciri var / Altı mecnunlar yuvası / Üstünde feneri var / Bazan açılır kapanır / Dünya kadar hayranı var / Bu bilmeceyi bilenin / Gayet büyük irfanı var” bilmecesinde Galata Köprüsü; “Benzer bir minareye / Deniz girmiş araya / Gökte yıldız yerde buz / Bir padişah bir o kız” bilmecesinde Kız Kulesi anlatılmıştır. Anadolu’da söylenen birçok bilmecede ise İstanbul değişik durumları ifade etmek için sembol olarak kullanılmıştır: “İstanbul’da at kişner / Kokusu buraya düşer” (telgraf); “Kaleden attım kılıcı / İstanbul’a vardı ucu” (şimşek); “Beyaz atı nalladım / İstanbul’a yolladım” (mektup); “Herkeste bir tane / Türkiye’de iki tane” (boğazlar).

Sözlü çocuk edebiyatına ait tekerlemeler, Türkiye’nin diğer yörelerinde olduğu gibi İstanbul’da da giderek azalmakla beraber varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Bunlar arasında, “Ne ne Nermin’i / Çok yeme peyniri / Peynir seni öldürür / Cehenneme götürür / Cehennemin kapıları / İstanbul’un cadıları / Ik mık / Kara kedi sen oyundan çık” tekerlemesi birçok yörede söylenmekle beraber içinde İstanbul adı geçmektedir. Bir çeşit tekerleme olan yanıltmacalarda da İstanbul adına ve özelliklerine yer verilmiştir: “Aksaray’da akar çeşme, aksa raylar bozulur”.

İstanbul geleneksel Türk tiyatrosu türlerinden en çok Karagöz’de yer alır (Siyavuşgil, tür.yer.). Başta Karagöz ve Hacivat olmak üzere çelebi, tiryâki, zenne, sarhoş, beberuhi, külhanbeyi gibi tiplerin tamamı İstanbul’un Türk mahallelerinden alınmıştır. Arap, Acem, Arnavut, yahudi, Ermeni, tatlı su Frengi ise şehrin yakından tanıdığı tiplerdir. “Ağalık” ve “Esir Pazarı” oyunlarında köle ve câriye alım satımı; “Büyük Evlenme”de İstanbul’un muhteşem düğünleri, “Hamam” oyununda bir devir ve çevrenin bozuk ahlâkı, “Cazular”da cahil halkın batıl inançları, “Baskın”da eski Türk toplumundaki geleneklerden biri, “Orman”da sur dışına çıkılınca karşılaşılan tehlikeler, “Bahçe” oyununda İstanbul mesireleri; “Salıncak”ta bayram yerleri; “Tahmis”te Tahtakale kahve dövüşleri; “Canbazlar”da bir loncanın merasimleri gözler önüne serilmiştir.

Geleneksel Türk tiyatrosunun diğer bir türü olan orta oyunundaki olaylar ve tipler de daha çok İstanbul’dan seçilmiştir. Orta oyununun dramatik örnekleri arasında sayılan “esnaf oyunları”nda, esnaf loncalarının Veliefendi, Kâğıthane, Çırpıcı gibi gezme yerlerinde her yıl düzenledikleri “esnaf teferrücü şenlikleri” ile genel şenliklerde bu şenliklere katılan her esnaf takımı kendi mesleğiyle ilgili oyunlar gösterirdi (Kudret, Ortaoyunu, s. 25). Nitekim Evliya Çelebi, İstanbul ve yöresindeki esnaf hayatını bütün yönleriyle anlattığı eserinde bu konulara geniş yer vermiştir (Seyahatnâme, I, 511-699). Ayrıca İstanbul’daki tulumbacılar dramatik oyunlar oynayan topluluklardan sayıldıkları için orta oyunu içinde yer almışlardır (Kudret, Ortaoyunu, s. 27).

Meddah hikâyelerinde kahramanlar genellikle İstanbul’un varlıklı çevrelerindendir. İşleri güçleri mirasyedilik, uçarılık, zevk ve eğlence olan bu hikâye kahramanlarının mutlu son olarak hayal ettikleri şey, bir baltaya sap olmak düşüncesiyle bedestende dolap (dükkân) sahibi olmak ya da varlıklı birini bularak evlenmektir. Boğaziçi yalılarında ve köşklerde sabahlara kadar süren çeşitli eğlenceler Lâle Devri’nin meddah hikâyelerinde özellikle yer almıştır.

İstanbul’da halk edebiyatıyla ilgili çalışma, derleme ve incelemeler sayıca epey fazla olmakla beraber derli toplu değildir. Bu konuya ilgi duyanların başında I. Kunos, Ahmed Râsim ve Mehmed Tevfik gelmektedir. Reşat Ekrem Koçu’nun da İstanbul Ansiklopedisi çalışmaları ve diğer eserleriyle bu alanda önemli hizmetleri olmuştur. Mehmet Halit Bayrı, Naki Tezel, Osman Cemal Kaygılı, Sabri Esat Siyavuşgil, Zeki Oral, Muhtar Yahya Dağlı, Niyazi Ahmet Banoğlu, Sadi Yaver Ataman, Muammer Kemal Özergin de İstanbul’la ilgili halk edebiyatına dair bilgi veren belli başlı isimler olarak anılabilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dede Korkut Kitabı (nşr. Muharrem Ergin), Ankara 1958, s. 117-118; Ebülhayr Rûmî, Saltuknâme (nşr. Şükrü Halûk Akalın), Ankara 1987-90, I, 30, 60, 62-63, 66-68; II, tür.yer.; III, tür.yer.; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 401-402, 470-471, 511-699; Hikâye-i Tayyarzâde, İstanbul 1298; Gibb, HOP, II, 220-222; Sadettin Nüzhet Ergun, XIX. Asır Saz Şairlerinden Silleli Surûrî, İstanbul 1913, s. 25; a.mlf., XIX. Asır Saz Şairlerimizden Beşiktaşlı Gedaî, İstanbul 1933, s. 71-72; a.mlf., Âşık Ömer, İstanbul 1936, s. 300; a.mlf., Türk Şairleri, İstanbul 1936, I, 203-206; Selami Münir, Hançerli Hanım, İstanbul 1937; O. Cemal Kaygılı, İstanbul Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri, İstanbul 1937, s. 16-18; Naki Tezel, İstanbul Masalları, İstanbul 1938, s. 43-44, 59-62; Sabri Esat Siyavuşgil, İstanbul’da Karagöz ve Karagöz’de İstanbul, İstanbul 1938; Otto Sipies, Türk Halk Hikâyeleri (trc. Behçet Gönül), İstanbul 1941, s. 51-55; Tahir Alangu, Çalgılı Kahvelerdeki Külhanbey Edebiyatı ve Nümuneleri, İstanbul 1943; Muhtar Yahya Dağlı, İstanbul Mahalle Bekçilerinin Destan ve Mâni Katarları, İstanbul 1948; A. Süheyl Ünver, İstanbul’da Sahabe Kabirleri, İstanbul 1953; a.mlf., “Ayasofya Türk Efsaneleri Hakkında”, TFA, I/1 (1949), s. 9-10; Cahit Öztelli, Dertli ve Seyrani, İstanbul 1953, s. 79-80; a.mlf., Uyan Padişahım, İstanbul 1976, s. 571-574, 629-638; a.mlf., “Fedayî”, TDEA, III, 175; M. Fuat Köprülü, Türk Saz Şairleri, Ankara 1962, s. 403, 485, 486, 592-596; Aysel Okan, İstanbul Evliyaları, İstanbul 1963; Fahir İz, Eski Türk Edebiyatında Nesir, İstanbul 1964, s. 286-290; Niyazi Ahmed Banoğlu, Tarih ve Efsaneleri ile İstanbul, İstanbul 1966; Cevdet Kudret, Karagöz, Ankara 1968-70, I-III, tür.yer.; a.mlf., Ortaoyunu, Ankara 1973, s. 25-27; Mehmet Halit Bayrı, İstanbul Folkloru, İstanbul 1972, s. 16-26; Özdemir Nutku, Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri, [baskı yeri ve tarihi yok], s. 110, 122; Âmil Çelebioğlu, Türk Ninnileri Hazinesi, İstanbul 1982, s. 203-207, 232-331; a.mlf. - Y. Ziya Öksüz, Türk Bilmeceler Hazinesi, İstanbul 1979, tür.yer.; Ramazannâme (haz. Âmil Çelebioğlu), İstanbul, ts.; Şükrü Elçin, Gevherî Divânı, Ankara 1984, s. 337-338; a.mlf., Âşık Ömer, Ankara 1987, s. 48-50; a.mlf., Halk Edebiyatı Araştırmaları, Ankara 1988, II, 56-80, 84-92; Hasan Avni Yüksel, Aşık Seyrânî Hayatı ve Şiirleri, Ankara 1987, s. 81; Hasan Kavruk, Eski Türk Edebiyatında Mensur Hikâyeler, İstanbul 1998, s. 70-88; Françios Georgeon - Paul Dumant, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşamak (trc. Maide Selen), İstanbul 2000; M. Naci Kum, “Şair Abdi ve Güzel İstanbul”, Yeni Türk Mecmuası, IV/38, İstanbul 1936, s. 70-74; a.mlf., “Bekçi Baba Destanı”, TFA, I/19 (1951), s. 300; I/23 (1951), s. 363-364; Sadi Yaver Ataman, “İstanbul Halk Türküleri”, a.e., II/46 (1953), s. 730-732; M. Zeki Oral, “İstanbul Destanları”, İstanbul Enstitüsü Mecmuası, IV, İstanbul 1958, s. 191-197; Ali İmer, “İstanbul Boğazı Efsanesi”, TFA, VIII/164 (1963), s. 2997-2998; M. Kemal Özergin, “İstanbul’da Derlenen Yanıltmacalar”, a.e., X/208 (1966), s. 4238; Kerim Yund, “Atasözlerimizde Geçen İstanbul Yer Adları ve Açıklamaları”, TFAY Belleten (1975), s. 171-194; Saim Sakaoğlu, “İmparatorluk Dönemi Saz Şairlerinin İstanbul’a Bakışları”, TKA, XXIX/1-2 (1993), s. 307-325; a.mlf., “Efsaneler”, DBİst.A, III, 134-135; a.mlf., “Evliya Menkıbeleri”, a.e., III, 235-236; a.mlf., “Halk Edebiyatı”, a.e., III, 515-517; a.mlf., “Halk Hikâyeleri”, a.e., III, 519-521; a.mlf., “Maniler”, a.e., V, 297-298; a.mlf., “Masallar”, a.e., V, 304-306; a.mlf., “Ninniler”, a.e., VI, 80; a.mlf., “Tekerlemeler”, a.e., VII, 232-233;


a.mlf., “Yanıltmacalar”, a.e., VII, 438-439; Pertev Naili Boratav, “Battal”, İA, II, 346; Mehmet Kaplan, “İstanbul [Halk Edebiyatında]”, a.e., V/2, s. 1214/153-160; a.mlf. - Mustafa Kutlu, “İstanbul”, TDEA, V, 14-15; “Arasta Hamamı”, İst.A, II, 968; Kevork M. Pamukciyan, “Aznavuroğlu”, a.e., III, 1729; “Bayezid Hamamı Destanı”, a.e., IV, 2242-2243; “Büyük Hamam”, a.e., VI, 3282-3283; “İstanbul Çarşısı Kalpakçılarbaşı Destanı”, a.e., VII, 3766-3768; “Esnaf Güzelleri Destanı”, a.e., X, 5340-5343; “Destan, Destanlar”, a.e., VIII, 4520-4524; “Fedayî”, TDEA, III, 175; Zehra Öztürk, “Hamdullah Hamdi”, DİA, XV, 453; M. Sabri Koz, “Âşık Edebiyatı”, DBİst.A, I, 360-362; a.mlf., “Atasözleri”, a.e., I, 380-381; a.mlf., “Bilmeceler”, a.e., II, 231-232; a.mlf., “Destancılık”, a.e., III, 38-39; a.mlf., “Destanlar”, a.e., III, 39-41; a.mlf., “Tulumbacı Destanları”, a.e., VII, 301; Mevlüt Özhan, “Karagöz”, a.e., IV, 448-449; Metin And, “Meddahlık”, a.e., V, 320; a.mlf., “Ortaoyunu”, a.e., VI, 146-147; Süleyman Şenel, “Semai Kahveleri”, a.e., VI, 518-519; Mehmet Güntekin, “Türküler”, a.e., VII, 318; “Ziyaret Yerleri”, a.e., VII, 563-564.

Nurettin Albayrak





Yeni Türk Edebiyatında İstanbul.

Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında İstanbul, günümüze kadar gittikçe yaygınlaşan bir ilgi odağı olarak önemini korumuştur. Divan edebiyatında olduğu gibi yenileşme döneminde de İstanbul’un bir kültür merkezi olma özelliğini sürdürmesi, Anadolu’da doğmuş ve orada yetişmiş edebiyatçıların çoğunun zamanla İstanbul’a yerleşmesi, matbaacılığın ve ona bağlı olarak dergi, gazete ve kitap yayıncılığının İstanbul’da toplanması, edebiyat topluluk ve çevrelerinin bu şehirde teşekkülü gibi sebeplerle edebî eserlerde konu ve olayların geçtiği mekân olarak bazan bir dekor, bazan edebî eserin bütününe hâkim bir tema halinde İstanbul’un yer alması tabiidir. Cumhuriyet’ten sonra Ankara’nın başşehir olmasıyla bu ilgi nisbeten Anadolu’nun diğer şehirlerine dağılmışsa da tarihî, coğrafî, kültürel durumu, tabii ve mimari güzellikleriyle İstanbul her zamanki önemini devam ettirmiştir.

Hâtıra, deneme ve inceleme tarzında yazılmış eserlerde İstanbul’u anlatan pek çok malzeme bulmak mümkünse de İstanbul’un edebiyata yansıması daha çok kurgu, muhayyile ve duygu ürünü olan edebî metinlerde, roman, hikâye ve şiir türlerinde önem kazanır. Büyük çapta tahkiyeye dayanan, bu sebeple olayın geçtiği mekânın belirtilmesi gereken roman ve hikâye İstanbul’un en çok dile getirildiği tür olmuştur. Bu türün Batılılaşma döneminde ilk örneklerinin ortaya çıktığı 1870’li yıllardan itibaren Türk roman ve hikâyesinde İstanbul görülmeye başlar. Dönemin ilk romanı kabul edilen Şemseddin Sâmi’nin Taaşşuk-ı Tal‘at ve Fitnat’ı ile (1872) Emin Nihad’ın Müsâmeretnâme’sindeki (1872-1875) hikâyelerde olaylar çok defa İstanbul’da geçmekle beraber dikkate değer tasvirler yoktur. İlk edebî roman sayılan Nâmık Kemal’in İntibah’ının (1876) baş tarafında olayın cereyan edeceği Çamlıca’nın güzelliği, eleştirmenler tarafından bir kaside nesibine benzetilen uzunca bir bölüm içinde tasvir edilmiştir.

İstanbul’un pek çok semtinin oldukça ayrıntılı tasvirleriyle bir taraftan gelecek yıllara zengin bir dokümanter koleksiyon bırakan, bir taraftan da edebî eserin yapısında bu semtlere fonksiyonel rol veren ilk romancı Ahmed Midhat Efendi olmuştur. İlk uzun hikâye-roman denemelerine 1870’lerde başlayan ve bu türde elliden fazla eser veren Ahmed Midhat Efendi’nin romanlarında İstanbul, hem olayların geçtiği mekân olarak hem de yazarın kendine mahsus dolaylı bilgilerle sokakların ve binaların tasvirlerinde önem kazanır. Kahramanların ve hadiselerin özelliklerine göre şehrin farklı semtleri bu romanlarda bilhassa seçilmiştir. İlk defa onun romanlarıyla Beyoğlu Avrupaî tarz yaşayışın, aynı zamanda sefahat hayatının sembolü olarak Türk edebiyatına girer. Dönemin ilk romanları arasında yer alan Felâtun Bey ile Râkım Efendi’de (1875), romancının olumlu yönleriyle tanıttığı Râkım’ın Tophane taraflarında Salıpazarı’na yakın bir mahallede oturmasına karşılık Avrupalılaşma’ya özenen Felâtun’un zengin konağının yine Tophane’nin Beyoğlu’na yakın bir yerinde olması tesadüfî olmayıp Osmanlı insanı ile Batı modasına uyup alafrangalaşan yeni Tanzimat tiplerinin semtlere taksimi mânasına gelmektedir. Beyoğlu’ndaki bu tarz yaşayışın en canlı biçimde anlatıldığı romanı ise Karnaval’dır. Yazarın, konusu kısmen veya tamamen Beyoğlu’nda geçen, vak‘anın cereyan ettiği bir mekân olması yanında sokaklar ve binalar hakkında verdiği bilgilerle belge değeri taşıyan diğer romanları arasında Yeniçeriler, Hüseyin Fellâh, Yeryüzünde Bir Melek, Bekârlık Sultanlık mı Dedin?, Henüz Onyedi Yaşında, Vah, Dürdâne Hanım, Esrâr-ı Cinâyât, Hayret, Para ve Müşâhedât zikredilebilir. Bu romanlarda Caddeikebir, Galata, Kazancılar, Cihangir, Tophane, Yüksekkaldırım, Parmakkapı, Şişli, Feriköy gibi Beyoğlu bölgesi içinde kalan mahallerin otel, meyhane, gazino, kahve, mağaza ve kiliseleri bazan tarihî bilgilerle, çok defa da aktüel durumlarıyla anlatılmıştır. Ahmed Midhat tehlikelerle dolu olduğu hususunda okuyucusunu sık sık uyardığı Beyoğlu dışında Büyükdere, Kadıköy, Adalar, Yeşilköy gibi semtlerin de aynı şekilde modern yaşayışın merkezleri olmaya başladığını belirtir. Ayasofya, Şehzadebaşı, Fatih, Fener, Balat, Eyüp, Davutpaşa, Yedikule gibi semtler ise fakir ve orta halli, genellikle mazbut yaşayışlı kahramanlara ayrılmış gibidir. Ahmed Midhat Kâğıthane, Göksu, Veliefendi, Fenerbahçe ve Ihlamur’a da mesire yerleri olarak romanlarında yer verir. Taaffüf adlı romanda ise tarihe ve arkeolojiye meraklı kahramanı Râsih’in Tekfur Sarayı, Çukurbostanlar, Kadırga, Yedikule zindanları, Binbirdirek, Kıztaşı, Dikilitaş, Çemberlitaş, Surlar, Arap Camii, Yeraltı Camii, Anadoluhisarı ve Rumelihisarı gibi İstanbul’un tarihî mekânlarında gezmesi, şehrin tarihî dokusunun terkibine basit de olsa edebî bir metinde ilk örnek teşkil eder.

Recâizâde Mahmud Ekrem’in tek romanı Araba Sevdası’ndaki Çamlıca tasviri İntibah’takine kıyasla roman diline daha yakın, daha gerçekçi ve eserin konusuyla ilişkisi bakımından daha fonksiyoneldir. İlk defa Fransız realizmi ve natüralizmini deneyen Nâbizâde Nâzım’ın ayrıntılı Boğaziçi tasviriyle başlayan Zehra romanında ve diğer bazı hikâyelerinde


olaylar veya kahramanların gezintileri vesile edilerek İstanbul’un çeşitli semtleri ve Boğaz’ın her iki yakasındaki pek çok köy anlatılmıştır.

Türk romanının Batılılaşma’sında önemli bir dönem olan Edebiyât-ı Cedîde’nin yazarlarında İstanbul hemen sadece Avrupaî yaşayışı yansıtan Beyoğlu ve çevresiyle yalı ve köşklerin yer aldığı Boğaz kıyıları kesimiyle romana girmiştir. Bu kesim esasen daha çok insan ilişkilerine ve aile içi problemlerine dayanan, bu sebeple kapalı mekânların ve realist edebiyat gereği çevre ve eşya tasvirlerinin hâkim olduğu Servet-i Fünûn romanında dış mekân olarak lüks yaşamayı ve şık giyinmeyi sevenlerin sık sık gittiği Avrupa malları satan büyük mağazaları ile Beyoğlu ve civarı anlatılmıştır. Tiyatro, otel, kahvehane, gazino, meyhane vb. eğlence mahalleri olarak nâdiren Direklerarası, fakat umumiyetle Beyoğlu, bazı romanlarda da Bebek bahçesi, Beylerbeyi, Kadıköy, Moda, Büyükada görülür. Zengin yalılarıyla Boğaziçi, yeni alafranga salon hayatının yaşandığı apartmanlarıyla Nişantaşı, Pangaltı ve Şişli, köşkleriyle Erenköy, Tarabya ve Büyükada bu dönem romanında yer alır. Sur içi İstanbul’unun pek az geçtiği Servet-i Fünûn edebiyatında Halit Ziya’nın Mâi ve Siyah romanına Süleymaniye sadece roman kahramanının evinin bulunduğu fakir bir semt olarak girer. Edebiyât-ı Cedîde romanında, özellikle Halit Ziya ve Mehmed Rauf gibi önde gelen şahsiyetlerin eserlerinde sosyal çevre ile kahramanların karakter ve davranışları arasındaki ilişkilerin belirtilmesi önem taşıdığından İstanbul ve semtleri bu açıdan daha fonksiyonel bir özellik kazanmıştır (bu konuda Cahit Kavcar ve Mehmet Törenek’in eserleri için bk. bibl.).

II. Meşrutiyet sonrası romanında İstanbul’un daha çok olumsuz taraflarıyla gösterildiği dikkati çekmektedir. Romanlarının çoğunu Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde kaleme alan Hüseyin Rahmi, sur içi İstanbul’unu ve özellikle kenar mahalleleri eserlerinde en çok işleyen yazardır. Sur civarından Topkapı, Edirnekapı, Sulukule, Ayvansaray’dan başlayarak Haliç ve Marmara tarafından Sirkeci’ye kadar pek çok mahalle ve sokak bu romanların mekânını oluşturur. Daha çok fakir insanların hayat tarzları, geçimleri, eğlenceleri, kavgalarıyla girdikleri romanlar dönemin zengin bir folklor malzemesini de verir. Ancak bu romanların öncekilerden farkı halkın cehaleti, bâtıl inançları, bunları sömürenlerin kurnazlıkları ve alafranga yaşamaya özenenlerin gülünç taraflarını dile getirmesidir. Buna paralel olarak İstanbul tabii ve tarihî güzellikleriyle değil çöp ve pisliklerle dolu, eski güzel mesirelerin bile birer mezbeleliğe dönüştüğü bir Şark şehri olarak tasvir edilir. Beyoğlu ve civarının mekân olarak alındığı romanlarında da alafrangalığa özenirken dejenere olan zengin aileleri, vurguncular anlatılır. Hüseyin Rahmi gibi bir halk romancısı olan Osman Cemal Kaygılı da roman ve hikâyelerinde sur dışı, Haliç, Kasımpaşa, Ayvansaray, Eyüp, Balat, Unkapanı gibi semtleri ve buralarda yaşayan çingenelerin hayatını gerçekçi bir şekilde anlatmıştır.

Bu dönemin ortak özelliklerinden biri de nesillerle beraber değişen İstanbul’un çeşitli sosyal sınıflarının ve buna bağlı olarak farklılaşan mekânların romana girmesidir. Halide Edip Adıvar, Refik Halit Karay, Midhat Cemal Kuntay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Peyami Safa’nın romanlarının çoğunda, Tanzimat yıllarından başlayarak Cumhuriyet’e ve II. Dünya Savaşı sonlarına kadar değişik semtler, buralarda yaşayan halk tabakasıyla bürokrat, tüccar, politikacı ve sanatkâr kesiminin ilişkileri ele alınmıştır. Halide Edip’in Tatarcık, Sinekli Bakkal, Sonsuz Panayır, Döner Ayna, Âkile Hanım Sokağı, Sevda Sokağı Komedyası adlı romanları olayların geçtiği mekânların sembolik değer taşıdığı, eskiyeni, alaturka-alafranga mukayeselerinin yapıldığı eserlerdir. Özellikle Sinekli Bakkal, Âkile Hanım Sokağı ve Sevda Sokağı Komedyası’nda, II. Abdülhamid döneminden başlayarak 1955’lere kadar Aksaray ve Fatih civarında insanlarla beraber çevrenin, sokakların, eşyanın değişimi çarpıcı, pitoresk tasvirlerle anlatılır. Ateşten Gömlek ise büyük bir bölümüyle işgal altındaki İstanbul’un romanıdır. Midhat Cemal de Üç İstanbul adlı romanıyla II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Mütareke devri İstanbul’unu, hem bir kültür ve medeniyet şehri olarak hem de döneminin siyasî olayları içinde ele alır. Refik Halit Karay İstanbul’un İç Yüzü’nde II. Abdülhamid devriyle Meşrutiyet yıllarının İstanbul’unu, Anahtar’da II. Dünya Savaşı yıllarında Beyoğlu ve çevresinin sosyetesini, Bu Bizim Hayatımız’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra değerlerini kaybeden yalı ve konakların yaşayışını, Kadınlar Tekkesi’nde dejenere olan tekke hayatını anlatır. Yakup Kadri, muhtelif yıllarda yazdığı romanlarıyla İstanbul’un son yüzyıl içindeki değişiminin kronolojik tablosunu çizer. Böylece Kiralık Konak, II. Meşrutiyet sonrası ile I. Dünya Savaşı arasında bir Osmanlı ailesinin çöküşünün, Nur Baba XX. yüzyıl başlarında bir Bektâşî tekkesinin, Hüküm Gecesi II. Meşrutiyet dönemi siyasî olaylarının, Sodom ve Gomore Mütareke devrinin, Panorama, Cumhuriyet’in başlarından Demokrat Parti yıllarına kadar geçen dönemin, Hep O Şarkı Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemlerinin -İstanbul daima odak teşkil etmek üzere- romanı olur. Romanlarının hemen tamamı İstanbul’da geçen Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve Canan’da I. Dünya Savaşı; Sözde Kızlar, Bir Tereddüdün Romanı, Mahşer ve Biz İnsanlar’da Mütareke devri ve sonrası; Fatih-Harbiye’de Cumhuriyet’in ilk yılları; Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve Yalnızız’da II. Dünya Savaşı ve sonrası yıllarının İstanbul’unda muhafazakâr ve alafranga hayatın çekişmelerini mekân zıtlıklarına bağlayarak ve Doğulu kalma ile Batılılaşma arasında bir sentez arayarak anlatır. Attila İlhan’ın romanları da son 150 yılda İstanbul’un siyasî ve sosyal panoramasını çizer.

Ahmet Hamdi Tanpınar Türk romanında İstanbul’a yeni bir bakış kazandırır. Sahnenin Dışındakiler’de işgal altındaki dönemin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Cumhuriyet yıllarının İstanbul’unu anlatan Tanpınar Huzur’la iki insan arasındaki aşkın İstanbul’un sokaklarında, Boğaziçi’nde, değişik kesimlerden insanlar, mimari eserler, tabii güzellikler ve mûsiki ile bir medeniyetin yaşama tarzı ve kültürünün beraber gelişmesini anlatır. Samiha Ayverdi ve Münevver Ayaşlı da romanlarında Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarının konak ve kenar mahallelerini ele almışlardır.

Olayları genellikle İstanbul’da geçen 200’den fazla hikâyesiyle Sait Faik Abasıyanık, başta Adalar ve Boğaziçi köyleri olmak üzere hemen bütün İstanbul’un fakir ve orta tabaka insanlarının yaşadığı mahalleri anlatır. Haldun Taner, Orhan Kemal, Orhan Hançerlioğlu, Oktay Akbal, Selim İleri ve Orhan Pamuk’un hikâye ve romanlarında da İstanbul çeşitli semtleri ve günlük hayatı ile tasvir edilir.

İstanbul’un yeni şiirde yerini bulması roman ve hikâyeye göre epey gecikmiştir. Şinâsi’den itibaren hemen bütün şairlerde İstanbul herhangi bir vesileyle birkaç mısra halinde dile getirilmişse de bunlar çok defa eski nazım şekilleri ve


geleneksel tasvirlerle olmuştur. Yeni tarz şiirde ilk defa Recâizâde Ekrem ve Nâbizâde Nâzım’ın bazı manzumelerinde İstinye, Adalar, Küçüksu, Anadoluhisarı, Yakacık gibi semt adları geçmeye başlar. Edebiyât-ı Cedîde şairlerinde de İstanbul bazı tabiat manzaralarıyla görülür. Tevfik Fikret’in II. Meşrutiyet’ten sonra yayımlanan “Sis”inde İstanbul ilk defa şiirin bütününe hâkim güçlü bir tema halinde, ancak dönemin bazı romanlarında olduğu gibi her yönden batmış, lânetli bir şehir olarak vasıflandırılır. Buna benzer olumsuz bakış, Fazıl Ahmet Aykaç ve Halil Nihat Boztepe’nin şiirlerinde hiciv tarzında görülür. Bunlarda İstanbul’un siyasî havası ve bozulan şehir düzeni hicvedilmiştir. Bazı şiirleriyle Mehmed Âkif Ersoy da bu düzenin tenkidini yapar. “Mahalle Kahvesi”nde, “Süleymaniye Kürsüsü”nün bir bölümünde, “Seyfi Baba”da İstanbul’un sokakları ve insanları bir kara mizahla anlatılır. Bunun dışında “Küfe”, “Meyhane”, “Mezarlık” gibi manzumelerde İstanbul’un fakir ve düşkün insanlarının trajedisi dile getirildiği gibi diğer bazı şiirlerinde de İstanbul’la ilgili çeşitli tasvirler yer alır.

Şiirlerinde İstanbul’a en çok yer veren şair Yahya Kemal’dir. Yahya Kemal’in şiirlerinin çoğu ya doğrudan doğruya İstanbul için yazılmış veya içinde İstanbul’un bir semtinden bahsedilmiştir. “Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer” mısraının şairi, gerçekten de başta Boğaziçi olmak üzere İstanbul’un pek çok semtini tarihi, tabii güzellikleri, insanları, mimari eserleri ve mûsikisiyle büyük bir medeniyetin izlerini takip ettiği ve her şeyi ile sevdiği mekânlar olarak ele almıştır.

İstanbul, Cumhuriyet döneminin hemen bütün şairlerinde daha zengin temalarla ortaya çıkar. Günlük hayatın akışı, insanlar ve semtler Zeki Ömer Defne, Orhan Veli Kanık, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cahit Külebi, Ziya Osman Saba, İlhan Geçer, Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı, Ümit Yaşar Oğuzcan ve Turgut Uyar’ın şiirlerinde; tabii güzellikler Faruk Nafiz Çamlıbel ve Mithat Cemal Kuntay’da; şehrin tarihî yapısı Selahattin Batu, Nüzhet Erman, Nurettin Özdemir ve Sezai Karakoç’ta; İstanbul’un güzelliklerinin aşkla terkibine Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oktay Rıfat ve Yavuz Bülent Bakiler’de; İstanbul’un kaybolan geçmişine ve değerlerine hasret Rıza Tevfik Bölükbaşı, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Ahmet Muhip Dranas, Özdemir Asaf, Mustafa Necati Karaer, Ayhan Kırdar, Hilmi Yavuz, Hüseyin Hatemi ve Hüsrev Hatemi’nin şiirlerinde rastlanır. Buna karşılık İstanbul’u sosyal sınıflaşma açısından gören A. Kadir, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Cevdet Kudret, Necati Cumalı, Arif Damar, Attila İlhan, Nihat Behram ve Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinde karamsar bir bakış, hatta lânetleme dikkati çeker.

İstanbul’un fethi hakkında büyük bir kısmı fethin 500. yılı münasebetiyle yazılmış pek çok şiir bulunmaktadır. Bunların en eskisi Abdülhak Hâmid’in “Merkad-i Fâtih-i Ziyâret” adlı uzun şiiridir. Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel, Arif Nihat Asya, Oktay Rıfat, Mehmet Zeki Akdağ, Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu, Turgut Uyar, Nurettin Özdemir, Ümit Yaşar Oğuzcan, Sezai Karakoç, Turan Oflazoğlu, Dilaver Cebeci, Hüseyin Hatemi, Hüsrev Hatemi, Beşir Ayvazoğlu gibi birçok şairin İstanbul’un fethi ve Fâtih üzerine şiirleri vardır. Bütünü bu konuyla ilgili şiir kitaplarından bazıları da şunlardır: Fazıl Hüsnü Dağlarca, İstanbul Fethi Destanı (İstanbul 1953); Gökhan Evliyaoğlu, Kostantıniyye Kızılelması (İstanbul 1953); İbrahim Tarık Çakmak, İstanbul’un Fethi Destanı (Ankara 1953); İbrahim Minnetoğlu, İstanbul Fethi Destan Denemesi (İstanbul 1953); Arif Hikmet Par, İstanbul’un Fethi Destanı (İstanbul 1953); Vehbi Cem Aşkun, Fetih Destanı (Eskişehir 1955); Mehmed Çavuşoğlu, Ulubadlı Hasan Destanı (İstanbul 1957); Cahit Tanyol, Ulubatlı Hasan Destanı (İstanbul 1967).

İstanbul hâtıralarda ve deneme tarzı yazılarda da büyük bir yer tutmaktadır. Bunlardan en eskisi ve en zengini Ahmed Râsim’in gözlemlerini ihtiva eden, birçoğu kitap haline gelmiş yazılarıdır (meselâ Gecelerim, Şehir Mektupları, Eşkâl-i Zaman, Falaka, Gülüp Ağladıklarım). Bu eserlerde XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyılın başlarında İstanbul’un hemen her semti, ticaret hayatı, dinlenme ve eğlence yerleri, okullar ve basın hayatı canlı ve ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. Ahmed Râsim’i, aynı dönemleri benzer tarzda anlatan ve yazılarının çok azı kitap haline gelmiş olan (İstanbul Yazıları, İstanbul Kazan Ben Kepçe, Masal Olanlar, On İkiler) Sermet Muhtar Alus ile Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler (İstanbul 1948) adlı kitabı ve pek çok yazısıyla Semih Mümtaz S. takip eder. Hemen tamamı Boğaz ve Adalar’a ait olmak üzere günlük hayat, teşrifat, giyim tarzlarıyla şehrin sosyal hayat ve geçim bakımından daha üst bir tabakasını yalı ve köşkleri, mûsiki fasıllarıyla, başlı başına bir Boğaziçi medeniyetini kaybedilmiş değerlere karşı duyulan bir nostaljiyle anlatan Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları (İstanbul 1942), Boğaziçi Yalıları (İstanbul 1954), Geçmiş Zaman Köşkleri (İstanbul 1956) gibi hâtıraları yanında yine hâtıralarla iç içe birer roman olan Fahim Bey ve Biz (İstanbul 1941), Çamlıcadaki Eniştemiz (İstanbul 1944), Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği de (İstanbul 1952) önemli eserlerdir. Ruşen Eşref Ünaydın’ın Boğaziçi Yakından adlı eseri (İstanbul 1938), Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’deki (İstanbul 1946) İstanbul’a ait bölümle diğer denemeleri, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u (İstanbul 1964), Samiha Ayverdi’nin başta İstanbul Geceleri (İstanbul 1952), İbrahim Efendi Konağı (İstanbul 1964) ve Boğaziçi’nde Tarih (1966) olmak üzere birçok hâtıra ve deneme kitapları, Ziya Osman Saba’nın Değişen İstanbul’u (İstanbul 1959), Salâh Birsel’in Kahveler Kitabı (İstanbul 1975), Boğaziçi Şıngır Mıngır (İstanbul 1980), Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu (İstanbul 1981) ve Selim İleri’nin İstanbul Yalnızlığı (İstanbul 1989), İstanbul’u deneme üslûbuyla anlatan dikkate değer eserler arasındadır.

İstanbul’la ilgili şiirlerin antoloji halinde yayımlanması İstanbul’un fethinin 500. yılı kutlamalarıyla başlar. Bunlardan fetihle ilgili olanlar Feyzi Halıcı’nın İstanbul ve Fatih Şiirleri Antolojisi (Konya 1953), İsmet Zeki Eyüboğlu’nun Destanlar İçinde Fatih (İstanbul 1953), İsmail Aykanat - Turgut Karabacak’ın Fetih ve Fatih Şiirleri Antolojisi’dir (1955). İstanbul hakkındaki diğer antolojilerin başlıcaları da şunlardır: Murat Uraz, İstanbul İçin Şiirler (İstanbul 1953); A. Ferhan Oğuzkan, İstanbul Şiirleri Antolojisi (İstanbul 1953); Ümit Yaşar - Tarık Dursun K., Şiirimizde İstanbul (İstanbul 1961); Selahattin Yıldırım - Cevat Çapan, Şairlerin İstanbulu (İstanbul 1988); Kemal Özer, Şiirlerle İstanbul (İstanbul 1992); Enver Ercan, Şiirlerde İstanbul (İstanbul 1994); Necat Birinci, İstanbul Ufku (İstanbul 1994); Hikmet Şinasi Önol, Boğaziçi Şiirleri Antolojisi (İstanbul 1944); Hasan Akay, Fatih’ten Günümüze Şairlerin Gözüyle İstanbul I-II (İstanbul 1997); Atilla Birkiye, Aşk ve Hüzündür İstanbul (İstanbul 1999); Semih Gümüş, Öykülerde İstanbul (İstanbul 2001).


BİBLİYOGRAFYA:

Bilge Ercilasun, “Yahya Kemal’in Şiirlerinde Yer ve Şahıs Adları”, Ölümünün Yirmibeşinci Yılında Yahya Kemal Beyatlı, Ankara 1983, s. 123-142; Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, İstanbul 1985, s. 68-73; Şerif Aktaş, Ahmet Rasim, Ankara 1987, s. 80-106; a.mlf., Ahmed Rasim’in Eserlerinde İstanbul, İstanbul 1988; Necat Birinci, Ruşen Eşref Ünaydın, Ankara 1988, s. 31-64; Mustafa Özbalcı, Yahya Kemal’in Duygu ve Düşünce Dünyası, Samsun 1990, s. 206-211; Banıçiçek Kırzıoğlu, Samiha Ayverdi: Hayatı-Eserleri (doktora tezi, 1990), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 139-217; Ali Şükrü Çoruk, Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu, İstanbul 1995; Cahit Kavcar, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, Ankara 1995, s. 199-261; Osman Gündüz, Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema, İstanbul 1997, I, 215-225; Mustafa Miyasoğlu, Roman Düşüncesi ve Türk Romanı, İstanbul 1998, s. 112-117; Murat Koç, Yeni Türk Edebiyatında Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti (doktora tezi, 1998), MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü; Mehmet Törenek, Hikâye ve Romanlarıyla Mehmet Rauf, İstanbul 1999, s. 239-290; İnci Enginün, Araştırmalar ve Belgeler, İstanbul 2000, s. 55-63, 179-189; Adile Ayda, “Yahya Kemal’de İstanbul Sevgisi”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası, sy. 3, İstanbul 1988, s. 45-48; Mehmet Kaplan, “İstanbul [Türk Edebiyatında]”, İA, V/2, s. 1214/163-168 (aynı yazı için bk. a.mlf., Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar II, İstanbul 1987, s. 48-59); a.mlf. - Mustafa Kutlu, “Tanzimat’tan Sonra Türk Edebiyatında İstanbul”, TDEA, V, 15-20; Selim İleri, “Edebiyatta Boğaziçi”, DBİst.A, II, 286-288; a.mlf., “Gürpınar, Hüseyin Rahmi”, a.e., III, 455-457; a.mlf., “Karaosmanoğlu, Yakup Kadri”, a.e., IV, 461-462; a.mlf., “Karay, Refik Halid”, a.e., IV, 462-464.

M. Orhan Okay





Folklor.

İstanbul folkloruna ait malzemeye yazılı kaynaklardan Osmanlı tarihleri, seyahatnâmeler ve menâkıbnâmelerle roman, hikâye, şiir gibi edebî eserlerde rastlanır. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmed Râsim ve Ahmed Midhat Efendi’nin eserleri, halk şiirleri, divan şiirinin özellikle Nedîm’le başlayan mahallîleşmenin etkisinde yazılmış örnekleri ve tekke edebiyatından bazı parçalar İstanbul folklorunun çeşitli yönlerini yansıtmaktadır.

Soyun devamlılığını sağlayan çocuk Türk toplum hayatında çok önemli olduğundan çocuk sahibi olamayanlar, tıbbın yetersiz kaldığı zamanlarda halk hekimliğinin yanı sıra çeşitli yollara başvurmuşlar, böylece ortaya çok zengin bir folklorik malzemenin çıkmasına yol açmışlardır. Bu bakımdan İstanbul folklorunda çocukla ilgili malzemenin ayrı bir yeri vardır. Çocuk sahibi olmayı mümkün kıldığına inanılan Tezveren Dede gibi bazı yatırların türbelerini ziyaret etmek âdet haline gelmiştir. “Ye tatlıyı doğur atlıyı, ye ekşiyi doğur Ayşe’yi” sözünde ifadesini bulan, hamile kadının tatlı ya da ekşi yiyecekleri çok yemesine ve ayrıca fiziksel durumuna bakılarak doğuracağı çocuğun cinsiyetinin tayin edilmeye çalışılması da önemliydi.

Her ailenin güven duyduğu, becerikli ve dini bütün bir ebe kadını vardı. Doğuma yakın bir pazartesi günü ikindiden önce eve davet edilen ebe dualar arasında çocuğun giyeceklerini kundağa yerleştirir, içine çörek otu serper ve bir bohçaya koyduktan sonra üstünde de kese içinde bir Kur’ân-ı Kerîm’le kıbleye karşı asardı. Doğum gerçekleştiğinde ebe tekbir almaya ve kelime-i şehâdet getirmeye başlar, bekleyenler de ona katılırlardı. Çocuğun göbeği kesilirken göbek adı konulur, yıkandıktan sonra kundaklanarak göğsüne “ümmü sıbyan muskası” denilen Âyetü’l-kürsî yazılı bir muska ile incili nazarlık takılır, yüzüne beyaz ve yeşil iki duvak örtülür, beşiğinin başına da bir mushaf asılırdı. Çocuğa üç ezan sesi duyuluncaya kadar bir şey verilmez, sonra lohusa Kur’ân-ı Kerîm’den açılan herhangi bir sayfada şahadet parmağını gezdirerek çocuğun ağzına sürer, ardından besmeleyle ılık şekerli su damlatıp memesini verirdi.

Doğumdan sonra lohusa şerbeti kaynatılarak sürahilere konur ve boyunlarına çocuk erkekse kırmızı kurdele, kızsa gaz boyaması (kolalanmış koyu pembe tülbent) sarılarak akraba ve uzak semtlerde oturan dostlara gönderilir, böylece doğum haberi verilmiş olurdu. Üç günden sonra da komşu ve akrabalar hediyeleriyle birlikte gözaydına gelmeye başlardı; bu ziyaretler yedi gün, yedi gece sürerdi. Doğumun ilk haftası içinde mutlaka halledilmesi gereken en önemli iş çocuğun adını koymaktı. Mümkünse cuma günü namazdan sonra hayatta ise büyükbaba, değilse ailenin büyüklerinden biri veya çevrede dindarlığıyla tanınan saygın bir kişi, eğer uygun bir kimse bulunamamışsa bizzat babası abdestli olarak çocuğu kıbleye doğru kucağına alır ve sağ kulağına önce ezan okur, ardından da üç defa konulan adı söylerdi. Genellikle doğumun altıncı günü akşamı kına gecesi yapılırdı. O gece veya ertesi gün mevlid okutulduktan sonra içine yatak yorgan takımı yerleştirilen çocuğun beşiği, başta ebe kadın olmak üzere ellerinde renkli mumlarla yürüyen bir grup genç kadın-kız tarafından lohusanın odasından çıkarılır ve “beşik çıkma” denilen bu törenin arkasından çerezler yenilerek eğlenilirdi. Doğumun sekizinci günü sabahı lohusa döşeği kaldırılır, ancak anne ve çocuk kesinlikle yalnız bırakılmazdı. Çünkü yalnız bırakıldıkları takdirde al basması sonucu lohusanın öleceğine veya kırklara karışacağına inanılırdı. Çocuğun bebekliğinde yapılan törenlerin sonuncusu diş buğdayı (diş hediği) pişirilmesiydi. Süt dişinin çıktığını ilk gören kişi çocuğa hediye olarak bir iç gömleği alır ve “diş buğdayı” adıyla buğday kaynatılıp dağıtıldıktan sonra evde şenlik yapılırdı.

İstanbul folkloru içinde önemli bir yere sahip olan sünnet düğünlerinin vazgeçilmez töresi Eyüp Sultan ziyaretidir. Eskiden özel kıyafetleriyle bir tören havası içinde Eyüp’e götürülen beş-on bir yaşları


arasındaki çocuk türbeyi ziyaret ettikten sonra türbedara okutularak tesbihten geçirilirdi; şimdilerde ise sadece hâcet penceresi önünde dua edilmektedir. Sünnet çocuklarının Eyüp Sultan ziyareti bu semtte oyuncakçılığın gelişmesine yol açmış ve fabrikasyon oyuncakların ithal ve imaline kadar Eyüp’ün ünlü ahşap oyuncakları her İstanbul çocuğunun hayalini süslemiştir. Son yıllarda daha çok cumartesi günleri yapılan sünnet düğünleri, eskiden perşembe günü öğleden önce yapılırdı. Düğün sabahı hokkabaz, çengi, karagözcüler ve curcunabazlar eve gelip sünnet edilecek çocuğu ve arkadaşlarını eğlendirir, sonra da “oldu da bitti maşallah” avazları arasında tekbir ve salavatlarla başlayan sünnet operasyonunun acısını hissettirmemeye çalışırlardı. Çocuğun büyüyünce iyi bir insan olması için sünnet derisi cami veya medrese bahçesine gömülürdü. Sünnet düğünlerinde kadınlar gündüz, erkekler ise gece eğlenirlerdi. Günümüzde mevlid okunarak yapılan sünnet törenleri 1950’lerden sonra ortaya çıkmıştır. İstanbul sünnet düğünlerinde Anadolu’nun birçok yöresinde yaygın olan kirvelik geleneği yoktur.

İstanbul folklorunda evlenmek isteyen kızların veya onlar adına annelerinin Sarıyer’deki Telli Baba Türbesi’ni ziyaret ederek tel adamaları, dileği gerçekleştiğinde de düğün öncesi türbeye gelip adadıkları teli takmaları âdet olmuştur. İstanbul’da evlilik törenleri söz kesimiyle başlar. Söz kesilince gelenlere şerbet ikram edilir ve 1900’lerden sonra âdet olan nişan yüzüğü için ölçü alınırdı. Oğlan evi nikâhtan önce kız evine kurdelelerle süslenmiş bir tabla veya sepet içerisinde nişan yüzüğü, gelinlik kumaşının bulunduğu sırmalı bohça, pudra, kolonya, ayakkabı gibi bazı hediyeler ve aralarına mevsim meyve ve çiçekleri konulmuş şekerlemeden oluşan bir nişan takımı; kız evi de nişan takımını getiren bekçiyle oğlan evine devrine göre iç çamaşırı, gecelik, gömlek, kravat, kol düğmesi ve tütün tabakası gibi hediyelerden oluşan bir damat bohçası gönderirdi. Düğün hazırlıkları, bir hafta önceden davetlileri çağırmak için “okuyucu” denilen bir kadını evlere göndermekle başlardı. Eğer gelin şehir dışına gidecekse davetliler hediyelerini (saçı) çeyiz kız evinden çıkıncaya kadar getirirlerdi. Çeyiz düğünden önceki pazartesi günü oğlan evine gönderilirdi. Salı günü gelin hamamı, çarşamba akşamı kına gecesi yapılırdı; erkekler selâmlıkta, kadınlar haremde yahut erkekler gençler bir tarafta, yaşlılar bir tarafta olmak üzere damat evinde toplanıp eğlenirlerdi. Perşembe “yüz yazısı” günüydü. Oğlan evinin nişan takımı ile gönderdiği kumaştan dikilen gelinlik o gün geline giydirilir, arkasından babası veya büyük erkek kardeşi “gayret kuşağı” denilen bir şal kuşağı beline bağlar, sonra da onu bir kılıcın üzerinden atlatarak, “Dedelerin gibi kılıcını iyi kullanacak evlât ve torunlar yetiştir” der, dua eder ve sırtını okşardı. Bundan sonra gelin evdekilerle ağlayarak vedalaşmaya başlar ve ev halkını da ağlatırdı. Ardından gelin perdeleri kapalı gelin arabasına bindirilir ve arkasından yürüyen alayla oğlan evine götürülürdü. Oğlan evine varıldığında çarşafların arasında arabadan indirilen gelin, kaynananın elinde tuttuğu bir Kur’ân-ı Kerîm’in altından geçirilip kapıda bekleyen damada teslim edilir, o da başının üzerinden bozuk para saçtıktan sonra koltuklayarak gelin odasına çıkarırdı; buna “koltuk merasimi” denirdi. Yatsı namazını camide kılan damat arkadaşları ile birlikte ilâhiler okuyarak evin kapısına gelir, hocanın duasının arkasından babasının ve kayınbabasının ellerini öper, arkadaşları tarafından sırtı yumruklanarak gelin odasına uğurlanırdı. İçeride iki rek‘at namaz kılıp dua eden damat önceden hazırladığı yüz görümlüğünü vererek gelinin duvağını açardı.

Vefat ve cenazeyle ilgili olarak dinî örflerle karışmış halk âdetleri de teşekkül etmiştir. Ölüm yatağındaki hastanın başında Yâsîn okunur, ağzına sık sık içine gül suyu katılmış su -varsa zemzem- damlatılır ve ona da telkin etmek için yanında kelime-i şahâdet getirilirdi. Cenazenin çabuk gömülmesi sünnet olduğundan bu konuda acele etmek sevap sayılırdı. Akşam ölenler ertesi gün öğle, sabahleyin ölenler ise öğlen veya ikindi vakti kaldırılır ve ne vakit kaldırılacağı o vaktin ezanından önce verilen salâ ile duyurulurdu. Cenazeler evde yıkanır, bu sırada öd ağacı yakılır, yıkama işi bittikten sonra da evin uygun bir odasında Kur’an okunurdu. Tabut evden alınırken orada bulunanlardan helâllik istenir ve kısa bir duadan sonra omuzlarda taşınarak camiye götürülürdü. Cenazeye yolda rastlayanların ayağa kalkmaları, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek mümkünse tabutun ardından en az kırk adım yürümeleri bu esnada tabutun taşınmasına yardım etmeleri ve Fâtiha okumaları âdetti. Eğer namaz Eyüp Sultan, Sünbül Efendi gibi camilerde kılınmışsa cenaze musallâdan alındıktan sonra hâcet penceresinin önüne getirilip dua edilirdi. Cenaze salâsı okunarak mezarlığa götürülen cenaze mûtat dinî törenle gömülürdü. O akşam elli bir Fâtiha okunur ve devir hatmi indirilerek evde bulunanlara irmik helvası ikram edilirdi. Ölünün ruhu için yedi veya kırk akşam Yâsîn okunur, bu süre içerisinde yattığı oda aydınlatılırdı; bazan da odanın kapısı kırk gün kapatılmazdı. Ölünün elbise ve diğer eşyası fakirlere verilir, saat, tesbih, cüzdan, kalem, sigara tabakası gibi bazı şahsî eşyası yakınları tarafından yâdigâr olarak alınırdı. Ölünün borcu varsa hemen ödenir, ödenemezse alacaklısıyla ödeme konusunda anlaşmaya varılarak mezarında kul hakkı ile yatması önlenirdi. Ölü evinde üç gün yemek pişirilmez, bu sürede yemek ihtiyacını komşu ve akrabalar karşılardı. Ölenin arkasından uzun süre ağlamanın ve yas tutmanın dinen doğru olmadığı bilindiğinden genellikle üçüncü günden sonra cenaze evi normal yaşayışına dönerdi; ancak kırkıncı gün mevlid okutulması veya lokma dökülerek dağıtılması âdetti.

İstanbul, fetihten itibaren Müslümanlığın en canlı yaşandığı bir yer olmuş ve bu durum özellikle ramazan aylarında her yönüyle hissedilmiştir. “On iki ayın sultanı” denilen bu mübarek ayın dindar olsun veya olmasın her kesimden insan tarafından büyük bir ilgi ve saygıyla karşılandığı görülür. Ramazan hazırlıkları, iftar ve sahur için gerekli gıda maddelerinin toptan alınmasıyla başlardı. Hali vakti yerinde olanlar yalnız kendileri için değil yakınları, komşuları ve özellikle fakirler için de hazırlık yaparlardı. Ramazandan on-on beş gün önce camilere ve bazı büyük konaklara mahyalar asılırdı. Devlet büyükleri padişaha “yıllık hümâyun” denilen bohçalar, tarikat önderlerine, ulemâya ve maiyet memurlarına “iftâriyye” adı altında çeşitli hediyeler gönderir, muhtaçlara da ramazan masrafıyla beraber fitre, zekât ve sadaka verirlerdi. Konak sahiplerinin medrese öğrencilerine ve tekkelere “ramazâniyye” adıyla yiyecek yollamaları da âdettendi. İftar vakti Topkapı Sarayı, Kurşunlu Mahzen, Yedikule, Kız Kulesi, Beyazıt, Heybeliada ve Tersane gibi şehrin belirli yerlerinden atılan toplarla halka duyurulurdu. İlk günün iftarı, özellikle sur içi hanımları tarafından Topkapı’daki Oruç Baba Türbesi’nde sirke-ekmekle açılır ve bu sırada dilek tutulurdu. Ramazan gelenekleri içinde


iftar davetlerinin önemli bir yeri vardı. Zengin fakir herkes eşini dostunu iftara davet eder, maddî durumuna göre ikramda bulunurdu. Oruç genellikle hurma, su, varsa zemzem, tuz veya zeytinle açılırdı. Sadrazam ve nâzırlar konaklarında üç ayrı sofra kurarlardı. Birincisi resmî zevat için mâbeynde, ikincisi onların eşleri ve hanımefendinin diğer davetlileri için haremde, üçüncüsü semtin fakir halkına ve Tanrı misafirlerine selâmlık odasında kurulur, bütün misafirlere aynı yemek ikram edilirdi. Davetli davetsiz birçok insan bu konaklarda saygıyla karşılanır, daha sonra kendilerine “diş kirası” adı altında çeşitli hediyeler ve yoksullara para verilirdi. Orta halli ailelerde yedi gün evin erkeği erkek komşularına, yedi gün de evin hanımı komşu hanımlarına iftar verirdi. Çocuklar kesinlikle iftara götürülmezdi. Her mahalle halkı kendi çevresinde bulunan fakir ve düşkünlere, bekâr odalarında yatıp kalkan kimsesiz gençlere özellikle ramazanda yardım eli uzatmayı görev bilir, bu işler için para ile tutulan mahalle bekçisi hazırlanan iftar tepsilerini yerlerine iletirdi. Sahurda davul çalıp mâni söyleyerek halkı uyandırmakla görevlendirilen bekçi kendi yemeğini sırası gelen evden alırdı. Bekçilere bu hizmetleri karşılığında ramazanın on beşinde para, ayrıca bayramın ilk gününde de yazma mendil, mintan gibi hediyeler verilirdi. Bekçi bayramın birinci günü aldığı para dışındaki bahşişleri davulunun kasnağına yerleştirir veya yamağının taşıdığı uzun bir sırığın başına bağlar, mahalle çocuklarıyla bir alay oluşturarak dolaşırdı.

Halk, ramazan boyunca bu ayın kutsallığına uygun hareket ettiği gibi gezip eğlenmeye ve şehri dolaşmaya da önem verirdi; özellikle Kadir gecesini ve arefe gününü ibadetle geçirmeye çalışırdı. İkindiden sonra iftara kadar çıkılan ramazan gezintileri Ayasofya ve Fatih meydanları arasında yapılırdı. İftardan sonra kadınlar komşuları ile sohbet etmek, ikramda bulunmak ve çeşitli oyunlar oynamak suretiyle hoş vakit geçirirlerdi. Erkekler ise özellikle yaz mevsimine rastlayan ramazanlarda kendi aralarında kır iftarları düzenler; Fatih, Şehzadebaşı, Lâleli, Beyazıt, Sultan Ahmed, Ayasofya, Mahmud Paşa, Eyüp Sultan ve Sultan Selim camileri civarında bulunan asırlık ağaçlar altındaki kahvehanelerde yatsı ezanına kadar nargile, çubuk ve kahve içerlerdi. Teravihten sonra evlerden ve camilerden çıkan halk, sohbet etmek için bu kahveler yanında Çemberlitaş ve Tavukpazarı’ndaki âşık ve semâi kahvelerine, karagöz ve orta oyunlarının oynandığı Şehzadebaşı’nda özellikle Direklerarası ve Aksaray caddesi üzerindeki Yeşiltulumba Meydanı’nda yer alan kahvelere giderdi. İstanbul’da ramazanla ilgili olarak “İmparatorluk’tan Cumhuriyete İstanbul’da Ramazan” adlı uzun bir makale kaleme alan François Georgeon burada daha çok bir Batılı gözüyle ramazanı yorumlamış, İstanbul halkının dine bağlılığından çok ferdî olumsuzluklar üzerinde durmuştur (Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak, s. 41-136).

İstanbul folkloru içinde günümüzde de varlığını canlı bir şekilde sürdüren kandil geceleri, II. Selim döneminde (1566-1574) minarelerde kandil yakmak suretiyle ilân edildiğinden bu adı almıştır. Bu gecelerde padişahların alayla camiye gidiş dönüşleri temaşa konusu olur, dindar insanlar geceyi mevlid dinlemek için gittikleri camilerde geçirirlerdi. Özellikle son yarım asırda İstanbul halkı arasında kandil günü oruç tutup gecelerinde cami cami dolaşarak sabaha kadar ibadet etme şeklinde yeni bir geleneğin oluşmaya başladığı söylenebilir. Kandil gecelerinde evlerde kandil simidi ve şekerleme ikramında bulunmak halk arasında yaygın bir gelenekti. Bu gelenek komşuluk ilişkilerinin canlı kalmasına, sosyal hayatın hareketlenmesine ve dargınların barışmasına vesile olurdu.

Halkın büyük bir coşkuyla kutladığı dinî günler içinde en önemli yeri ramazan ve kurban bayramları alır. Ramazanın yirmi dokuzuncu akşamı şevval hilâli görüldüğü takdirde mahalle bekçilerinin davul çalmalarıyla, eğer hilâl görülemezse otuzuncu gün ikindi vakti top atışlarıyla er-tesi günün bayram olduğu halka duyurulurdu. Top atma işi bayramın üçüncü gününün ikindisine kadar namaz vakitlerinde de devam ederdi. Bayram gecesi selâtin camilerinin minareleri “kaftan giydirme” denilen şekilde aydınlatılarak aralarına bir hat mahya çekilir, böylece ramazanın uğurlandığı ima edilirdi. O gece hamamlar sabaha kadar açık olurdu. Sabaha karşı mahalle bekçileri davullarıyla halkı uyandırır, bayram namazı vakti atılan toplarla ilân edilirdi. Namazın bitiminde camide bulunanlar önce hocaefendiyle, sonra da meşâyih, ulemâ ve birbirleriyle bayramlaşırlardı. Evlerde büyüklerinin elini öpen çocuklar daha sonra mahalledeki evleri dolaşır, komşuların ellerini öperek hem dualarını hem de kendileri için hazırladıkları bir ucuna gümüş paralar düğümlenmiş mendilleri alırlardı. Arefe günü ikindide başlayan mezarlık ziyareti bayram namazından sonra da devam ederdi. Padişahların bayram namazını kılmak için saraydan camiye gidiş ve dönüşleri sırasında düzenlenen törene “bayram alayı” adı verilirdi. Bayramlaşmak için eve ilk gelen kişi, arkasında eli sırıklı yardımcısıyla davulunu çalarak kapı kapı dolaşan bekçi olur, onu tulumbacılar ve çöpçüler takip ederdi. Bu ilk ziyaretçilerden sonra hısım akraba, komşu ve tanıdıklar gelmeye başlar, bunlar genellikle yazma mendile sarılmış şeker veya yemiş getirirlerdi. Hanımların bayram gezmesi uzun süre devam ettiği halde -ki bunun için şevval ayına “şeker bayramı ayı”, zilhicceye “kurban bayramı ayı” ve ikisinin arasındaki zilkadeye de “aralık” derlerdi- erkeklerinki bayram günlerinde tamamlanırdı. Bayram ziyaretine gelenlere özellikle ramazan bayramında önce şeker veya hamur işi tatlı, ardından kahve ikram etmek âdetti. Bayramın birinci günü sabahtan itibaren açık alanlarda kurulan eğlence yerlerine “bayram yeri” denirdi. Her semtin uygun bir yerinde bulunan boş arsa bayram yeri olarak seçilirdi. Buralarda dönme dolap, atlıkarınca ve salıncaklar kurulur, ip cambazları, hokkabazlar çeşitli gösteriler yaparlar ve seyyar satıcılar çocuklar için her türlü yiyecek ve oyuncak satarlardı. Bayram yerlerinin yanında çocuklarını getirmiş olanlar için çadırlar kurulur ve kahve, nargile, çubuk içmek isteyenler bu çadırları doldururlardı. Ayrıca büyükler için çadır veya barakalarda faaliyet gösteren kantocular ve düzmece şahmaranlar da vardı. İstanbul folklorundaki bayram ve bayram yerleri Mehmed Âkif’in “Bayram” şiirinde en güzel biçimde tasvir edilmişti.

İstanbullular’ın günlük hayatı içinde halk inançlarıyla ilgili âdetler de önemli bir yere sahiptir. Halk yaşadığı bu şehri sahâbeler ve velîler yanında cinlerle, perilerle paylaştığına da inanırdı. “İyi saatte olsunlar” sözüyle adlandırdığı bu güçlerden çekinir, onlarla iyi geçinmek isterdi. Yeni taşındığı evinin bahçesinde ayak değmeyen bir yere şerbet döküp, “Alın ağzınızın tadını, verin ağzımızın tadını” diyerek o evde huzur içinde yaşamak istediğini ifade eder, eve giren ilk turfanda meyvenin bir iki tanesini veya bir parçasını yine aynı sözlerle bahçeye atarak kendilerini unutmadığını belirtirdi. Bu güçlerle yüz yüze gelmekten korkmakla beraber onların zaman zaman yardımını göreceğine de inandığından yok olmalarını


istemez ve bunun için de “Allah bizi onlardan, onları da kurttan kuştan korusun” dileğinde bulunurdu. Kedi ve köpek gibi hayvanların iyi saatte olsunlarla ilişkisi bulunduğuna inanılır ve bu hayvanlara iyi davranılıp başın üzerinden dolaştırılan ekmeklerle karınları doyurulurdu. İstanbullu evinin mutfak suyunu kanalizasyona değil bahçesinde açtığı ayrı bir kuyuya akıtır, bahçeye veya sokağa pis su dökmek zorunda kaldığında ise “destur” diyerek görünmeyen güçlerden âdeta izin isterdi. Halkın zaman zaman kısmeti bağlanmış kızlar, çaresiz ruh hastaları ve aşırı huysuz çocuklar için cincilere, babalı Araplar’a ve tütsücü bacılara başvurması âdeti yaygındı. Folklorik inançlar içinde fal baktırmanın da önemli bir yeri vardı. Daha çok hanımlar tarafından ilgi gösterilen fal çeşitleri içinde en yaygın olanı kahve falıydı. Çingenelerin baktığı bakla falı bir bez üzerine atılan bakla, kömür, boncuk gibi tanelerin yorumlanmasından ibaretti. Bunların yanında su, el, tütsü ve iskambil (daha çok Ermeni ve Rumlar’ın yaşadığı semtlerde) falları ile yıldıznâmeye bakmak da vardı.

İstanbul halkı insan bedenindeki kaşıntı ve seğirme gibi halleri geleceğin habercisi saymıştır. Ayak tabanının kaşınması uzun yola çıkılacağına, sağ avucun kaşınması para geleceğine, sol avucun kaşınması para harcanacağına, kulak yanması ve çınlaması kişinin çekiştirildiğine veya anıldığına, dilin ısırılması tatlı yenileceğine, bıyık yerinin kaşınması bir erkek misafirin ve sofrada lokmanın elden düşürülmesi aç bir kimsenin geleceğine işaret eder. Evdekilerden birinin pabucunun veya terliğinin ters dönmesi sahibinin hastalanacağını, horozların vakitsiz ötmesi ve köpeklerin uluması kötü haber alınacağını, kedinin ev içinde yeri tırmalaması havanın bozacağını gösterir. Bir dikişe yahut örgüye, çabuk bitmesi için “ayağı tez” diye tanınan birine “kolay gelsin” dedirterek başlanması gerekirdi.

Evde kaybolan önemli bir eşyanın bulunması için nerede yattığı bilinmeyen Gāib Dede’ye üç İhlâs bir Fâtiha okunur, eğer eşya önemli değilse onu rahatsız etmemek için, “Şeytan aldı götürdü” diyerek bir iplik veya mendil düğümlenir, böylece şeytanın idrar torbasının bağlandığına inanılırdı. Eşya bulununca kendiliğinden çözülmesi için düğüm sıkı atılmazdı. Nerede yattığı bilinmeyen, fakat ruhaniyetinden dilek dilenen diğer bir dinî şahsiyet de İbrâhim Ethem Dede’dir. İbrâhim Ethem Dede kadınların oynamasını görmekten hoşlanırmış. Bundan dolayı kendisine, “İbrâhim Ethem Dede / Gömleği keten Dede / Bu dileğim olursa / Kapı ardından sana / Kırk göbek atam dede” tekerlemesiyle adak adanır ve dilek gerçekleştiğinde adak mutlaka yerine getirilirdi. Adaklardan biri de önemli dilekler için kurulan “peygamber sofrası”dır. Dileğin tutulduğu ay, gün ve saat bir yere yazılır. Eğer bir yıl içinde dilek gerçekleşirse kaydedilen tarihte sofra kurulur ve komşu hanımlar çağrılır. Hâne sahibi yer sofrasının ortasına adağı için bir mum diker, mumun çevresine de birer tabak peynir, zeytin, yoğurt ve ekmek koyardı. Misafirler sofranın çevresine oturduklarında hâne sahibi üç İhlâs, bir Fâtiha okuyarak Hz. Peygamber’in ruhuna bağışlardı. Sonra da, “Çok şükür niyetime erdim, vaad ettiğim şu sofrayı kurdum; inşallah burada bulunan hanımların da dilekleri gerçekleşir” diye dua eder. Bu duaya “âmin” diyen misafirler, içlerinden dileklerini tutup gerçekleştiği takdirde kendilerinin de böyle bir sofra kuracaklarını söylerler. Ardından beraberlerinde getirdikleri mumları yakarak sofraya koyar ve yiyeceklerden bir iki lokma yerlerdi. Mumlar yanıp bitmeden sofradan kalkılmaz, önce kimin mumu biterse ilk olarak onun dileğinin gerçekleşeceğine inanılırdı. Şâban ayının ilk haftasında, yeşillikler de dahil kırk bir türlü yiyecekle kurulan bir sofraya da “Zekeriyyâ sofrası (sinisi)” adı verilir. Sofrayı kuran o gün oruç tutar ve akşam ezanına kadar hiç konuşmaz; bundan dolayı bu oruca “lâl orucu” da denirdi. Ezan okununca sofra sahibi orucunu açar ve misafirlerle konuşur; misafirler de yeşillik, ekmek, zeytin yer ve adaklarını adarlar. Ardından ev sahibi veya kıraati iyi bir misafir Meryem sûresini okur. Bu sûrenin okunmasının ve adak sahibinin o gün akşama kadar hiç konuşmamasının sebebi, sûrenin 9 ve 25-26. âyetlerinde Allah’ın Hz. Zekeriyyâ’ya ve Hz. Meryem’e kendilerine birer oğul vereceğini bildirmesi ve buna karşılık onlardan kimseyle konuşmamalarını istemesidir. Sûre bitip dua edildikten sonra sofradaki yiyecekler yenirdi. Son yıllarda Zekeriyyâ sofrasının yerini “çay sofrası” almıştır. Kur’an okuma, adak adama ve dua kısımları aynı olan bu sofrada çayın yanına bazı yiyecekler ve bir tas kesme şeker konur; Allah’tan istekte bulunan kişi bir kesme şeker alarak adağını adar.

İstanbul’da, özellikle hanımlar arasında gülbank (Türkçe dua) okuma geleneği de çok yaygındır. Yer yer çeşitli tarikatlarla yeniçeri ve esnaf gülbanklarından alınmış olan, çocukların da kolayca ezberlediği bu manzum dualar, meselâ evi yangından ve hırsızlardan korumak için, “Allāhümme birsin / Ve vallāhi nursun / Yetmiş yedi bin âyete’l-kürsî / Kapımda bekçi dursun”; ay ilk görüldüğünde, “Ayı gördüm Allah / âmentü billâh / Yeni aylar mübârek olsun / Elhamdülillâh” (son iki mısra “Geçmişlerimin günahını / Affeyle Allah” şeklinde de söylenir); gece yatarken, “Yatarım mâşallah /Kalkarım inşallah / Ölürsem elhamdülillâh / Kalkarsam elhamdülillâh” veya, “Yatarım sağıma /Dönerim soluma / Dört melâike alırım yanıma / Biri sağıma biri soluma / Biri göğsümdeki dinime biri imanıma / Cümle günahlarıma tövbe estağfirullah” mısraları gibidir.

İstanbullular rüyalara da büyük değer verirler, ayrıca önemli işler hakkında karara varmak yahut bir işin nasıl sonuçlanacağını öğrenmek amacıyla aslında sünnet olan “istihâre”ye yatarlardı. Bunun için gece boy abdesti alıp iki rek‘at namaz kıldıktan sonra istihâre duası okunarak yatağa girilir. Ya görülecek rüyada işaretler belirlenerek önceden niyet edilir (“eğer bu iş hayırlı sonuçlanacaksa kendimi yeşillikler içinde göreyim, eğer hayırlı sonuçlanmayacaksa ateş göreyim” gibi) ya da görülen rüya yorumlanarak olumlu veya olumsuz bir sonuca ulaşılır.

Hacamat, sülük koyma, bardak çekme gibi usuller bugün de başvurulan tedavi yöntemlerindendir; kırık çıkık için ise çıkıkçıya gidilir. Ayrıca soydan gelen bir bağla kendilerine “ocaklı” denilen ve çeşitli hastalıkları iyileştirdiklerine inanılan birtakım kimseler bulunmaktadır. Bunlar kurşun dökme, şerbet dökme, ateş söndürme, dalak kesme, sarılık kesme, korku bastırma, alazlama, tütsüleme, kırklama ve çivileme gibi usullerle tedavi uygulayan halk hekimleridir. Soğuk algınlığı, nezle, baş ağrısı, mide bulantısı, hazımsızlık, küçük yara ve çıbanlar hafif rahatsızlık sayıldığından halk ilâçlarıyla tedavi edilirler. Eskiden ilkbahar geldiğinde Boğaziçi, Çamlıca, Erenköy gibi yeşil alanlardan ilâç yapmak için çeşitli bitkiler toplanırdı. Bunların bir kısmı evlerin bahçelerinde de yetişir veya yetiştirilirdi; kolay bulunamayanlar ise Mısır Çarşısı ve Üsküdar’daki attarlardan satın alınırdı. Şehirdeki birçok türbe de özellikle mübarek sayılan menba veya kuyu suları ile çeşitli hastalıklar için şifa kaynağı kabul edilmiştir. Merkezefendi Çukurçeşme


suyunun sıtmaya, Eyüpsultan’daki suyun akıl hastalıklarına, Aziz Mahmud Hüdâyî Türbesi’ndeki suyun yürüyemeyen ve konuşamayan çocuklara, Ayasofya’daki suyun kalp çarpıntısına şifa verdiğine inanılmaktadır.

İstanbul’da Anadolu’da da kullanılan, mevsimlerden ve tabiat olaylarından hareketle meydana getirilmiş bir halk takvimi vardır. Bu takvim bir yılı on iki ay dışında yaz ve kış olmak üzere iki mevsime ayırdığından halk arasında, “Hıdrellez kasım, yıl ikiye taksim” sözü yaygındır ve yaza “hızır”, kışa da “kasım” denilmektedir. İlk günü hıdrellez adıyla coşku içinde kutlanan (rûmî 23 Nisan, milâdî 6 Mayıs) hızır, ilkbaharın ortasından başlayıp yazı ve sonbaharın ilk yarısını kapsayan yaz yarı yılını oluşturur ve 186 gün sürer. Kış yarı yılı kasım ise sonbaharın arkasından ilkbaharın ortasına kadar uzanır ve şubatın yirmi sekiz gün çektiği normal yıllarda 179, artık yıllarda 180 gün sürer. İstanbul hanımları arasında hicrî aylar şu isimlerle de bilinir: Aşure, sefer, büyük mevlid, küçük mevlid, büyük tövbe, küçük tövbe, receb, şâban, ramazan, şeker bayramı, aralık, kurban bayramı. Baharın başlangıcı kabul edilen 22 Mart Nevruz bayramı olarak kutlanır. İstanbul halkı o gün kahvaltıda adı “s” (sin) harfiyle başlayan yedi çeşit yiyecek bulundurmanın sağlık getireceğine inanırdı. Bu inanca saray da ilgi göstermiş ve Nevruz macunu hazırlatıp halka dağıtmıştır. Yeniçeri ağaları da o gün sadrazam ve Dîvân-ı Hümâyun’a “Nevruz sultan ziyafeti” vermeyi gelenek haline getirmişlerdir.

Eski İstanbul’da ordunun sefere çıkması, şehzadelerin sünnetleri, sultanların evlenmeleri, saraydaki doğumlar ve şehre gelen saygın misafirler için düzenlenen şenlikler içinde esnaf alayları önemli bir yer tutardı (geniş bilgi için bk. Evliya Çelebi, I, 487-674). İstanbul folklorunda büyük önem taşıyan esnaf gelenekleri, loncalar ve gedikler gibi örgütlenmeler yanında kişinin mesleğe çırak girmesinden kalfa ve usta olarak kendi adına iş yeri açmasına kadar meslek hayatı boyunca uyması gereken kuralları, cezaları ve lonca mensuplarının dayanışmasını kapsar. Bu gelenekler 1839’a kadar bir ölçüde korunmuş, daha sonra terkedilmiş veya şekil değiştirmiştir (bk. AHÎLİK; GEDİK; LONCA).

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 487-674; Tayyarzâde Atâ Bey, Târih, İstanbul 1292, I, 234-243; Osman Cemal Kaygılı, Çingeneler, İstanbul 1939, s. 85; Musahibzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1992 (İstanbul 1946), s. 13-30; H. Fahri Ozansoy, Eski İstanbul Ramazanları, İstanbul 1968, tür.yer.; M. Halit Bayrı, İstanbul Folkloru, İstanbul 1972, tür.yer.; a.mlf., “İstanbul’da Kullanılan Bazı Halk İlaçları”, Halk Bilgisi Haberleri, VIII/91 (1939), s. 129-140; a.mlf., “Âdet ve Ananeler: İstanbul’da Sünnet Düğünleri”, TFA, III/49 (1953), s. 776-778; R. Halit Karay, Üç Nesil Üç Hayat, İstanbul, ts., s. 7-11, 40-45; Orhan Acıpayamlı, Türkiye’de Doğumla İlgili Âdet ve İnanmaların Etnolojik Etüdü, Ankara 1974, tür.yer.; S. Veyis Örnek, Geleneksel Kültürümüzde Çocuk, Ankara 1979, tür.yer.; Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul (haz. Niyazi Ahmet Banoğlu), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser), s. 184-190; Turhan Baytop, Türkiye’de Bitkiler ile Tedavi, İstanbul 1984, s. 461-472; Türk Halk Hekimliği Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1989, tür.yer.; İ. Gündağ Kayaoğlu - Ersu Pekin, Eski İstanbul’da Gündelik Hayat, İstanbul 1992, tür.yer.; Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri (haz. Kazım Arısan - Duygu Arısan Günay), İstanbul 1995, s. 11-30, 39-54, 106-136; Sennur Sezer - Adnan Özyalçıner, İstanbul’un Taşı-Toprağı Altın: Eski İstanbul Yaşayışı ve Folkloru, İstanbul 1995, s. 134-153, 163-164, 182-189; François Georgeon - Paul Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak, İstanbul 2000, s. 41-136; M. Fuad Köprülü, “Nevruz’a Ait”, Hayat, I/18, İstanbul 1927, s. 342-343; Müşfik Abdülkadir, “Peygamber yahud Zekeriya Sofrası”, Halk Bilgisi Haberleri, II/19, İstanbul 1931, s. 152-155; Sermed Muhtar Alus, “Eski Bayram Yerleri”, Akşam, 30 Haziran 1932 (sy. 4928), s. 7; a.mlf., “Ruzu Hızır”, TFA, I/23 (1951), s. 354-355; a.mlf., “Evlenme Düğünleri, Eski Düğünler”, İst.A, X, 5413-5415; M. Zeki [Oral], “İstanbul’da Doğum ve Çocuk Hakkında Âdetler, İnanmalar”, Halk Bilgisi Haberleri, II/23-24 (1933), s. 251-258; Melahat Sabri, “İstanbul Düğünleri”, a.e., s. 233-244; Naki Tezel, “İstanbul’da Lohusalık Âdetleri”, a.e., VI/73 (1937), s. 1-2; A. Süheyl Ünver, “İstanbul Halkının Ölüm Karşısındaki Duyguları”, Yeni Türk, VI/68, İstanbul 1938, s. 312-321; Ercüment Ekrem Talu, “Eski Sünnet Düğünleri”, Resimli Tarih Mecmuası, IV/39, İstanbul 1953, s. 2120-2122; a.mlf., “Şehzadebaşı ve Eski Ramazanlar”, a.e., sy. 40 (1953), s. 2184-2185; Kadriye Ilgaz, “İstanbul’da Doğum ve Çocukla İlgili Âdet ve İnanmalar”, TFA, IV/84 (1956), s. 1338 vd.; a.e., IV/93 (1957), s. 1481-1482; Münevver Alp, “Eski İstanbul’da Loğusalık Şerbeti”, a.e., IX/183 (1964), s. 3537-3539; a.mlf., “Eski İstanbul’da Halk İlaçları”, a.e., IX/186 (1965), s. 3637-3638; M. Kemal Özergin, “Halk Takviminde Aylar”, a.e., XII/238 (1969), s. 5275-5277; Orhan Seyfi Yücetürk, “Tarihte Takvimler ve Yılbaşılar”, KAM, X/4 (1981), s. 55-57; A. Necati Akgür, “Halk Takvimi”, TDA, sy. 86 (1993), s. 123-149; Pakalın, II, 37-38, 267-268, 521-522; III, 295-296; “Bayram Yerleri”, İst.A, III, 2310-2315; “Bayram Topu”, a.e., V, 2310; “Çalgılı Kahvehaneler”, a.e., VII, 3683-3687; Özdemir Nutku, “Bayram”, DİA, V, 263-265; Uğur Göktaş, “Bayram Yerleri”, DBİst.A, II, 103-104; a.mlf., “İftar Âdetleri”, a.e., IV, 140-141; a.mlf., “Sünnet Âdetleri”, a.e., VII, 113-114; Meltem Cingöz, “Düğün Âdetleri”, a.e., III, 108-110; “Mevlit Alayı”, a.e., V, 431; Nihal Kadıoğlu, “Ramazan Gelenekleri”, a.e., VI, 303-304; Alparslan Santur, “Halk İlaçları”, a.e., III, 521-522; M. Sabri Koz, “Halk Takvimi”, a.e., III, 523-524.

Nurettin Albayrak