İSTİARE

(الاستعارة)

İlgisi benzeşme olan en önemli mecaz türü ve edebî sanat.

Sözlükte “ödünç istemek, ödünç almak” anlamına gelen istiâreyi belâgat âlimleri, “bir kelime veya terkibin, teşbihe mübalağa ve yorum gücü sağlamak için benzeşme ilgisiyle ve bir karîneye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılması” şeklinde tarif etmişlerdir. Câhiz ve Abdülkāhir el-Cürcânî gibi âlimler benzeşme ilgisi sebebiyle istiareyi bir teşbih türü olarak kabul ederken (Esrârü’l-belâġa, s. 20) Fahreddin er-Râzî, Sekkâkî ve daha sonra gelenler onu bir mecaz türü olarak görmüşlerdir.

İstiare kelimesine terim anlamında ilk defa yer veren Ebû Amr b. Alâ (ö. 154/771), İmruülkays’ın avcı atının yabani hayvanları yakalamadaki hızını tasvir ederken kullandığı “kaydü’l-evâbid” (yabani hayvanların kemendi) ifadesini örnek göstermiştir. İbn Alâ’yı Hammâd er-Râviye, Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ ve Asmaî takip etmiştir. Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ bazı âyetleri tefsir ederken istiare üslûbuna işaret etmiş (MeǾâni’l-Ķurǿân, II, 91, 156, 263 vd.), Ma‘mer b. Müsennâ da önceki belâgatçılara göre istiareyi daha geniş biçimde incelemiştir (Neķāǿiż, I, 275; II, 589). İstiarenin bir edebiyat terimi olarak ilk tanımını, “bir şeyi yerine geçebilecek bir başka şeyin adıyla adlandırmak” şeklinde Câhiz yapmış ve “bedel, mesel, bedî‘” terimlerini istiare anlamında kullanmıştır (el-Beyân, I, 153, 284; IV, 55; Kitâbü’l-Ĥayevân, II, 280-283; IV, 273-278). Bu tanımı daha belirgin duruma getiren Ebü’l-Hasan el-Cürcânî istiareyi “asıl anlam yerine ödünç alınan (müstear) anlamla yetinilen, ibarenin nakledilenden başka bir ibare yerine kullanıldığı tür” olarak tanımlamış, iki taraf arasındaki ilginin benzeşme ilgisi, amacının da bu benzeşmede yakınlık sağlamak olduğunu belirtmiştir (el-Vesâŧa, s. 41). Fahreddin er-Râzî, İbn Ebü’l-İsba‘, Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî gibi belâgat âlimleri, Cürcânî’nin tanımladığı bu amacı “teşbihte mübâlağa sağlamak” şeklinde ifade etmişlerdir.

İbn Sinân el-Hafâcî, Rummânî’nin “izah için ibarenin sözlük anlamından başka anlama aktarılması” biçimindeki tanımını naklettikten sonra “izah için” ifadesini, müşebbehin (müstear leh) durumunun benzetme yoluyla açıklığa kavuşturulması


şeklinde yorumlamıştır (Sırrü’l-feśâĥa, s. 118-120). Ebû Hilâl el-Askerî ise Rummânî’nin “izah için” ifadesini “bir amaç için” şeklinde değiştirmiş, istiarede kelimenin gerçek anlamından mecazi anlama nakledilmesindeki amacın açık olmayan anlamın açık hale getirilmesi olduğunu söylemiştir (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 295).

İstiareyi, “bir şeyi diğer bir şeye benzetmek isterken açık bir şekilde teşbih etmek yerine kapalı bir biçimde teşbih yapmak” olarak tanımlayan Abdülkāhir el-Cürcânî (Delâǿilü’l-iǾcâz, s. 67), diğer bir yerde asıl anlamından başka anlama nakledilen her ibarenin istiare olamayacağını, mecaz ve istiarenin gerçekleşmesi için naklin beraberinde iki anlam arasında uygun ilginin de bulunmasının şart olduğunu, bu sebeple anlam nakliyle teşekkül etmekle birlikte benzeşme ilgisi bulunmadığı için özel isimlerin istiare sayılmasının yanlış olduğunu ileri sürmüş (Esrârü’l-belâġa, s. 374-375) ve örnek olarak “hasan” (güzel) kelimesinin sıfatlıktan özel isimliğe naklinin istiare sayılmadığını söylemiştir. Mürsel mecazları istiare ile karıştıran İbn Düreyd gibi lugat ve dil âlimlerini eleştiren Cürcânî, benzetmenin iki temel öğesi de ibarede geçen örnekleri istiare olarak kabul etmez. Ona göre benzetmeyi oluşturan öğeler gerçek anlamlarını korur, istiarede ise müstear lafız mecazi anlama nakledilir (a.g.e., s. 219-224). Bedreddin İbn Mâlik (İbnü’n-Nâzım), istiarede gerçek anlamın kastedilmediğini belirleyen bir karînenin bulunması gerektiğini söyleyen ilk belâgat âlimidir (el-Miśbâĥ, s. 61).

İstiare, kendisinden mâna eğretilenen (müstear minh / müşebbeh bih), kendisine mâna eğretilenen (müstear leh / müşebbeh), eğreti lafız veya terkip (müstear, istiare), iki anlam arasındaki ilgi (câmi‘, müşâbehet alâkası), gerçek anlamı kasta engel olan karîne (karîne-i mânia) şeklinde beş unsurdan teşekkül eder. Müstear minh ile müstear leh istiarenin taraflarını (temel unsurları) oluşturur.

Fiillerin alâkasız fâilleri veya mef‘ulleri onların gerçek anlamda kullanılmadığını belirleyen karînelerdir. Meselâ” اشتروا الضلالة بالهدى “(Münafıklar hidayet karşılığında dalâleti satın aldılar) âyetinde “ اشتروا” (satın aldılar) fiili “ استبدلوا ” (değiştiler) anlamında olup istiaredir. Çünkü “dalâlet” ile “hidayet”in “satın almak” fiiline mef‘ul düşmesi bu fiili gerçek mânasıyla anlamamıza engel (karîne-i mânia) teşkil eder. Mâna harfleri (edatlar) ve zarfların soyut kavramlarla kullanılması onların gerçek anlamda olmadığını belirleyen karînedir. Dalâlete batmayı ve dalâletin kişiyi her yandan sardığını anlatan “ أولئك في ضلال مبين ” (Onlar apaçık bir dalâlet içindedir) âyetindeki “في” harf-i cerri, tam hidayet halinde olmayı ifade eden “أولئك على هدى من ربهم” (Onlar rablerinden bir hidayet üzerindedir) âyetindeki “على” harf-i cerri istiaredir. Çünkü dalâletle hidayet soyut kavramlardır. Gerçekte dalâletin içi, hidayetin üzeri yoktur. İstiarenin güzelliği teşbihin hissettirilmemesi ölçüsünde artar. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm en güzel istiare örnekleriyle doludur. Onun îcâz ve i‘câz cihetlerinden biri de engin tasvir ve mâna yüklü bu istiarî mecazlarıdır.

Arap edebiyatında klasik dönemden itibaren en yaygın kullanılan sanatlardan biri olan istiare konusuna belâgat kitaplarında geniş yer verilmiş, ayrıca yalnız bu konuyu ele alan eserler yazılmıştır. Ebü’l-Kāsım es-Semerkandî’nin çok sayıda şerh ve hâşiyesi de bulunan (Brockelmann, GAL, II, 247-248; Suppl., II, 259-260) er-Risâletü’s-Semerķandiyye’si (Ferâǿidü’l-fevâǿid, Kahire 1276), Ali Kuşçu, Sabbân ve Ahmed Dahlân’ın el-İstiǾârât adlı risâleleri (yazma nüshaları için bk. Brockelmann, GAL, II, 235; Suppl., II, 259, 399, 571, 810), Yûsuf Müsellem’in en-Nažariyyetü’l-istibdâliyye li’l-istiǾâre’si (Yermük 1410/1989), Arapzâde Mehmed Emin Efendi’nin er-Risâletü’l-Emîniyye fi’l-istiǾâre’si (Çorum İl Halk Ktp., nr. 2368/1), Ebülmeyâmin Mustafa Efendi’nin Risâle fi’l-istiǾâre’si (Süleymaniye Ktp., Kasîdecizâde Mustafa Sırrı, nr. 675/29, vr. 119-129), Ahmed b. Muhammed el-Hamevî’nin Dürerü’l-Ǿibârât ve ġurerü’l-işârât fî taĥķīķi meǾâni’l-istiǾârât’ı (Kahire 1407/1987) bunlar arasında sayılabilir.

İstiare, Arap belâgatındaki özellikleriyle Fars ve Türk edebiyatlarına da geçmiş, her iki edebiyattaki istiare tasnifleri Arap belâgatındaki örneklerinden hareketle şekillendirilmiştir. İstiare Türk dilinin tabii bünyesinde ve özellikle deyimlerde mevcut olup konuşma dili içindeki istiareli kullanımlarla da anlatım güzelleştirilmektedir. Bir kelimeyi asıl anlamını akla getirmeden kullanmanın mânayı güzel ifade etmede etkili bir yol olarak görülmesi istiarenin önemini arttırmıştır. Arap, Fars ve Türk edebiyatlarındaki istiare tasnifleri özü etkilemeyen bazı farklılıklar göstermekte olup bu farklılıkların kaynağı eski Arap belâgatçılarının görüş ayrılıklarına dayanmaktadır.

Belâgat kitaplarında istiare üç ana başlık altında incelenmiştir. 1. İstiâre-i Musarraha. Yalnızca benzetilenle yapılan, benzetilen unsurun açık olarak zikredildiği istiare olup zayıf bir varlığın daha güçlü bir varlıkla ifadesidir. “Devletinde her ne la‘l ü dür ki cem‘ etti gözüm / Yüz suyuyla hâk-i pâyine nisâr etsem gerek” (Şeyhî) beytinde sevgilinin dudağının veya âşığın ağlamaktan kanlanan gözünün la‘l (pembe yakut), sevgilinin dişlerinin veya âşığın göz yaşlarının da dürle (inci) karşılanması gibi. Yalnızca benzetilenin zikredildiği bu şekle “istiâre-i musarraha-i mutlaka” denilmektedir. Benzetilenle birlikte bir özelliği de söylenmişse ona da istiâre-i musarraha-i müreşşaha adı verilir. Bu pekiştirmeli ve güçlü bir istiare türüdür. “Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin / Cihan cihan elem-i intizâra değmez mi” beytinde sevgilinin “meh” (ay) olarak tanımlanması yanında ayın geceleyin görünme özelliğinin de zikredilmiş olması bu tür bir istiaredir. İstiarede benzetilenle birlikte benzeyenin bir özelliği de söylenmişse istiâre-i musarraha-i mücerrede yapılmış olur. Fuzûlî’nin, “Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır / Kanda olsam ey perî gönlüm senin yanındadır” beytinin ikinci mısraında sevgili yerine benzetilen olarak “perî” kelimesi kullanılmış, fakat ilk mısradaki “zülf-i perîşân” ile de bizzat sevgilinin (benzeyen) bir özelliği belirtilmiştir.

2. İstiâre-i Mekniyye. Yalnızca benzeyenle yapılan istiaredir. Bu durumda benzetilen öğe zikredilmeyip okuyucunun onu tayin etmesini sağlayacak bir ipucu verilir. Bâkî’nin, “Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler / Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan” beytinde bahçedeki ağaçların dervişlere benzetilmesi kapalı istiâredir. Burada ağaçlar (benzeyen) söylenmiş, fakat derviş (benzetilen) söylenmemiş, onun yerine “tecrid hırkasına girmek” ve “el almak” gibi dervişlere ait iki özellik ipucu olarak zikredilmiştir. Her kapalı istiarede, ona bağlı biçimde hayal gücüne dayanan “istiâre-i tahyîliyye” adı verilen bir istiare türü daha teşekkül eder. Bu istiare kapalı istiarenin ipucu (karîne) durumunda bulunur. Şu âyet istiâre-i mekniyye ve istiâre-i tahyîliyyenin güzel örneklerindendir:” واخفض لهما جناح الذلّ من الرحمة“(Anne ve babana merhametle tevazu kanadını ger). Tevazu (züll), tehlikelere karşı yavrularına kanat geren kuşa benzetilmiş, kuşun lâzımı olan kanat (cenah) ve germek (hafd) fiili, tevazua izâfe edilmek suretiyle tevazu kanat


geren hayalî bir kuş suretinde tasvir edilmiştir. Bâkî’nin yukarıda zikredilen beytinde hayal gücünün benzetilenin özelliklerini benzeyene (ağaçlar) isnat etmesi de aynı zamanda istiâre-i tahyîliyye olur. Bu suretle hayal gücü hırka giyen, el alan bir ağaç türü üretmiş olmaktadır.

3. İstiâre-i Temsîliyye (mürekkep istiare, alegori). Bir öğenin değişik yönleri ve özelliklerinin benzetme konusu yapılarak istiare edilmesidir. Bu durumda benzeyen söylenmeyip benzetilenin birden fazla özelliği zikredilir. “Seni bir adım ileri, bir adım geri atıyor görüyorum” cümlesinde bu tür bir istiare mevcuttur. Çünkü fikirden fikire geçen tereddüt içindeki kimsenin soyut hali bir adım ileri, bir adım geri atan kimsenin somut haline teşbih edilmiştir. Gizli iş yapan bir kimse hakkında, “Saman altından su yürütüyor” denmesi de bu tür bir istiaredir. Sembolik anlatımlar ihtiva eden manzumelerin çoğu temsilî istiare üzerine kurulmuştur. Yahya Kemal’in, “Artık demir almak günü gelmişse zamandan / Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan” mısralarıyla başlayıp ruhun ölüm yolculuğunu temsil eden “Sessiz Gemi”, Faruk Nafiz’in, “Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor / Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor” mısralarıyla başlayıp Kurtuluş Savaşı’ndaki Türk milletini temsil eden “At” şiiri, temsilî istiare üzerine kurulmuş ve her beyitte benzetmenin farklı yönleri sıralanmıştır. Mücerredin yerine müşahhasın konulması demek olan temsilî istiareye mesel de denir. Bunların halk arasında yaygın olarak kullanılanları ise atasözü haline gelmiştir. “Ayağını yorganına göre uzat” (yapabileceğin işe giriş) sözü buna bir örnektir.

Arap edebiyatında istiare, taraflarının duyularla algılanır (hissî / mahsûs) veya akılla bilinir (aklî / ma‘kūl) olmasına göre tarafları ve ilgisi hissî, tarafları hissî, ilgisi aklî; tarafları aklî; müsteâr minh hissî, müsteâr leh ve ilgi aklî; müsteâr leh hissî, müsteâr minh aklî; taraflar hissî, ilgisi mürekkep (kısmen hissî, kısmen aklî) olan istiareler olmak üzere altı kısma ayrılır. “ اشتعل الرأس شيباً” (Baş ak pak saç olup parladı [Meryem 19/4]) âyetinde tutuşma ve parlama (iştiâl), ağarma (ibyidâd) anlamı için ödünçlenmiş olup aralarında renk itibariyle benzerlik bulunan bu iki taraf ve vech-i şebeh (câmi’) gözle görülür olduklarından hissîdirler. Yine “ من بعثنا من مرقدنا ” (Bizi uykumuzdan kim uyardı? [Yâsîn 36/52]) âyetinde uyumak, uyku (merkad) ölüm (mevt) anlamı için istiare edilmiş olup her iki taraf da akılla bilinir keyfiyetlerdir. “Bir güneş gördüm” örneğinde güneş, “yüzü güzel kimse” anlamı için ödünçlenmişse istiarenin tarafları ve benzerlik yönü görülür keyfiyet olduğundan hissî ilgiyle hissînin hissiye istiaresi kabilinden olur; güneş kelimesi “şanı yüce kimse” anlamı için istiare olursa taraflar görülür (hissî) olmasına rağmen şan yüceliği akılla bilinir bir keyfiyet olur. Dolayısıyla bu altıncı tür istiareye örnek teşkil eder.

Türk edebiyatında ilm-i beyân konusunu ele alan eski belâgat kitaplarında istiare farklı biçimlerde sınıflandırılmış, Cumhuriyet döneminde yazılan edebî sanatlarla ilgili eserlerde de genellikle bunlardan biri tekrar edilmiştir. Bu adlandırma ve tasnifler içerisinde en çok kullanılan istiare çeşitleri yukarıda tanıtılmıştır. İstiarenin en tutarlı tasnifini ve alt başlıklarını M. Kaya Bilgegil vermiştir (bk. bibl.). Buna göre Türk edebiyatında kullanılan istiare çeşitleri şöyle sıralanabilir: 1. Lafzın tek veya birden çok oluşuna göre: a) Müfred istiare. Tek kelime veya tamlamadan oluşan istiaredir. Asker için “arslan”, namaz için “dinin direği” denilmesi gibi. Buna yalın istiare veya “istiâre-i sâzice” adı da verilir. b) Mürekkep istiare. Bir cümlenin veya sözün istiare olmasıdır. Buna temsilî istiare veya sadece temsil de denir. “Bir menfaat elde etmek uğruna zarar ve sıkıntılara katlanmak” anlamında, “Gülü seven dikenine katlanır” denilmesi gibi. 2. Tarafların bir şeyde birleşip birleşmemesine göre: a) Vifâkî istiare. Tarafları bir şeyde birleşen istiaredir. Servetini kaybedip sonra durumunu düzelten bir tâcir için kullanılan, “Batmış iken dirildi” ifadesi buna bir örnektir. b) İnadî istiare. Tarafları bir şeyde birleşmeyen istiaredir. Cephanesini tüketmiş bir asker için asker mevcut olduğu halde yoklamada “yok” denilmesi gibi. Zira “mevcut” ile “yok” hiçbir nesnede birleşmez. 3. Taraflara ait özelliklerin söylenip söylenmemesine göre: a) Mutlak istiare. Benzeyen veya benzetilenin uygun bir özelliğinin söylenmemiş olmasıdır. Bayram çocukları için, “ Şu çiçeklere bak!” denilmesi gibi. b) Muraşşah istiare. Benzetilenin uygun bir özelliğinin söylenmesidir. “Türk kuşu kuvvetli kanatlarıyla havayı yarıyordu” örneğinde uçak kuşa benzetilmiş, benzetilen unsur olan kuşla ilgili “kanat” zikredilmiştir. c) Mücerred istiare. Benzeyenin uygun bir özelliğinin söylenmesidir. Çocuklar için, “Çiçekler el ele yürüyor” denilmesi gibi. El ele yürümek çiçeğin (benzetilen) değil çiçeğe benzetilen insanların (benzeyen) bu benzetmeye uygun özelliğidir. 4. İstiare öğesinin yaygın veya nâdir olarak kullanılmasına göre: a) Alışılmış istiare. İstiareyi teşkil eden özelliğin herkes tarafından hemen anlaşıldığı istiaredir. Birisi için “tilki” denildiği vakit onun kurnaz olduğunun anlaşılması gibi. Buna “istiâre-i mübtezele” veya “istiâre-i âmiye” de denilir. b) Alışılmamış istiare. İstiareyi oluşturan özelliğin düşünmeyi gerektirecek derecede kapalı olması sebebiyle herkes tarafından kolayca anlaşılamayan istiaredir. “Tabiatın sessiz çığlığı” veya “ışığın suskun kucağında” denilmesi gibi. Buna “istiâre-i hâssiyye” veya “istiâre-i garîbe” adı da verilir.

İstiarenin bunların dışında da bazı sınıflamaları yapılmıştır. Kullanılan kelimenin çeşidine göre isim ve masdarlarla yapılanlara “istiâre-i asliyye”, fiil ve türevleriyle yapılanlara “istiâre-i tebeiyye” denilmiş, kelimeler istihza ve latîfe amacıyla kullanılıp zıddı kastedildiği zaman “istiâre-i temlîhiyye” veya “istiâre-i tehekkümiyye” adı verilmiştir (cimri kimse için “Hâtem”, şiir diye saçma sapan şeyler söyleyen biri için “Fuzûlî” denilmesi gibi).

İstiare, akılla duygular arasında bağlantı kurarak fikir ve hayalleri kuvvetlendirip anlatımı daha etkili hale getirir ve bu yönüyle düz ifadeye tercih edilir. Ayrıca okuyucu veya dinleyicinin tasavvur ve tahayyül imkânını zenginleştirip mânaya parlaklık katar. Alegori ve sembolleri kullanarak zihindeki bir şeyi benzer başka bir şeyle, özellikle soyut varlıkları somutlarla değiştirmek suretiyle daha etkili bir anlatım gücü sağlar. Adı konulmamış ruh hallerine, dış âlemden ödünç alınan bir benzerlik vesilesiyle ad verme imkânı verdiği için istiarenin güçlü bir yapısı ve yaygın bir kullanımı vardır. Bu yönüyle ifadeye ait bir süsten ziyade dilin tabii bir parçası olarak günlük dilde de yer alır. Dilde başlı başına bir istiare oluşturan kelimeler yanında (meselâ sersem yerine “kaz”, ahmak yerine “angut”, inatçı yerine “keçi” veya “katır”, asık suratlı veya zalim yerine “Nemrut”, âşık veya şaşkın yerine “Leylâ” vb.) bazı deyimler de (meselâ ağır söz, baştan çıkmak, kulak kabartmak, sözünde durmak, yufka yürekli) önemli bir yekün teşkil eder.

Bir edebî sanat olarak istiare teşbih ve mecazla yakından ilgilidir. Ancak teşbihte benzeyen ve benzetilen birlikte kullanılırken istiarede bunlardan yalnızca biri yer alır. Mecazda ise (mürsel mecazda)


istiarenin aksine benzetme amacı bulunmaz. İyi söylenmiş bir istiarede hayal ve fikirler açık, benzetmeler aklın ve mantığın kabul edeceği derecede doğru ve tabii, ifadeler orijinal ve samimi olmalıdır. Ziyâ Paşa’nın Harâbât Mukaddimesi’nde eski şairleri anlatırken, “Yanıktır o âşıkın kitâbı / Nazmında kokar ciğer kebâbı” beytindeki hayalin ve mâna münasebetinin (âşığın kalbiyle ciğer kebabı) bayağılığı gibi münasebetsiz mânalar üzerine benzerlik kurulmamalıdır.

İstiare sanatına Türk edebiyatında en çok klasik şairler ilgi duymuştur. Bunun sebebi, Osmanlı şiirinin klasik üslûbu ve mazmun denilen klişeleşmiş mecazlar yaratma gayretidir. Hemen her şair bir yığın harcıâlem istiareyi bilmek ve yeri geldikçe kullanmak durumundaydı. Sevgili yerine nigâr, büt, âfet vb.; boy yerine nihâl, servi, ar‘ar, şimşâd; dudak ve ağız yerine la‘l, kadeh, hokka, nokta, gonca, gül gibi klişeler hep istiare esasına dayanmaktaydı. Klasik şiir geleneğinin terkedilmesiyle birlikte istiare yavaş yavaş sanatçıların ilgisini kaybetmiş, modern Türk şiirinde edebî sanatlara özenilmediği için yalnızca dilin tabii bir unsuru olarak daha dar bir kullanım alanıyla sınırlı kalmıştır. Bugün şiirlerde özel bir amaca yönelik olmadan sadece dilin tabii zenginliğiyle kullanılmakta ve adına da eğretileme denilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Sîbeveyhi, Kitâbü Sîbeveyhi (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1985, I, 316; Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, MeǾâni’l-Ķurǿân (nşr. Ahmed Yûsuf Necâtî - M. Ali en-Neccâr), Kahire 1374/1955, II, 91, 156, 263 vd.; Ma‘mer b. Müsennâ, Neķāǿiż, Leyden 1905-1908, I, 275; II, 589; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 153, 284; IV, 55; a.mlf., Kitâbü’l-Ĥayevân, II, 280-283; IV, 273-278; İbnü’l-Mu‘tez, el-BedîǾ (nşr. I. Y. Krachkovsky), London 1935, s. 2, 11, 16, 17, 26, 30, 33, 44, 53, 56; İbn Abdürabbih, el-Ǿİķdü’l-ferîd (nşr. M. Saîd Aryân), Kahire 1359/1940, V, 338-340; Kudâme b. Ca‘fer, Cevâhirü’l-elfâž (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1350/1932, s. 5, 7-8; Rummânî, en-Nüket fî iǾcâzi’l-Ķurǿân (Ŝelâŝü resâǿil fî iǾcâzi’l-Ķurǿân içinde, nşr. Muhammed Halefullah - M. Zağlûl Sellâm), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 79-87; Hâtimî, er-Risâletü’l-mûđıĥa (nşr. M. Yûsuf Necm), Beyrut 1385/1965, s. 40-44, 69-73; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 295; Ebü’l-Hasan el-Cürcânî, el-Vesâŧa beyne’l-Mütenebbî ve ħuśûmih (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim - Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1370/1951, s. 41; Bâkıllânî, İǾcâzü’l-Ķurǿân, Kahire 1304/1886, s. 107-108; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde, Kahire 1353/1934, I, 239-250; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 118-120; Abdülkāhir el-Cürcânî, Esrârü’l-belâġa (nşr. H. Ritter), Beyrut 1403/1983, s. 20, 26-63, 219-241, 278-282, 296-312, 368-375; a.mlf., Delâǿilü’l-iǾcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1404/1984, s. 66-80, 98, 262, 391-393, 430-439, 462; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz, Kahire 1317/1894, s. 81, 89, 90, 91-94, 215; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm, Kahire 1356/1937, s. 174; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1411/1990, I, 342-354; İbn Ebü’l-İsba‘, BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1377/1957, s. 17-27; a.mlf., Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 97-101; İbnü’n-Nâzım, el-Misbâĥ fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ, Kahire 1341, s. 61; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa, Kahire 1368/1949, V, 43-183; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, et-Tırâžü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa, Kahire 1332/1914, I, 197-260; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1330, s. 354-405; Zerkeşî, el-Burhân, III, 419-432; Nâbî, Hayriye (haz. İskender Pala), İstanbul 1989, s. 153; Süleyman Paşa, Mebâni’l-inşâ, İstanbul 1294, I, 85-89; Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1305, s. 335-347; Menemenlizâde Tâhir, Osmanlı Edebiyatı, İstanbul 1314, s. 194-206; Manastırlı Mehmed Rifat, Mecâmiu’l-edeb, İstanbul 1315, I/3, s. 256-261; Ali Nihad [Tarlan], Edebî Sanatlara Dair, İstanbul 1933, s. 42-44; İsmail Habib [Sevük], Edebiyat Bilgileri, İstanbul 1942, s. 356-362; Brockelmann, GAL, II, 235, 247-248; Suppl., II, 259-260, 399, 571, 810; Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 140-141; Zehrâ-yi Hânlerî [Kiyâ], Ferheng-i Edebiyyât-ı Fârsî-yi Derî, Tahran 1348 hş., s. 49; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 71-73; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara 1980, s. 154-169; Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 412-415; İskender Pala, Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1995, s. 290-291; Muhammed el-Velî, “el-İstiǾâre Ǿinde’s-Sekkâkî”, Mecelletü Külliyyeti’l-âdâb ve’l-Ǿulûmi’l-insâniyye, sy. 6, Dârülbeyzâ 1982-83, s. 179-191; S. A. Bonebakker, “IstiǾāra”, EI² (İng.), IV, 248-252; Rekin Ertem, “İstiâre”, TDEA, V, 26-27; “Temsilî İstiâre”, a.e., VIII, 306.

İsmail Durmuş - İskender Pala