İSTİSNA

(الاستثناء)

Bir şeyi küllî hüküm veya kural dışında tutmak anlamı çerçevesinde Arap edebiyatı, fıkıh ve kelâm ilminde kullanılan bir terim.

Sözlükte “dürmek, kıvırıp bükmek; ayırıp uzaklaştırmak; ikinci olmak” anlamlarındaki seny kökünden türemiştir. Nahiv âlimleri istisnayı “illâ vb. bir edat vasıtasıyla çoğun (bütünün / genelin / cinsin) hükmünden azı (parçayı / özeli / ferdi) hariç tutmak” şeklinde tanımlamışlardır. Edattan önce geçen bütün veya genel konumdaki öğeye müstesnâ minh (kendisi hakkında verilen hükümden bir başkasının hariç tutulduğu unsur), edattan sonra gelen cüz veya özel konumdaki öğeye de müstesnâ (genelin / bütünün hükmünden hariç tutulan unsur) adı verilir. Bu sebeple her istisna cümlesinde müstesnâ, müstesnâ minh ve istisnâ edatı olmak üzere üç öğe bulunur.

İstisnanın muttasıl-münkatı‘, tammü-ferrağ, mûceb-menfî olmak üzere altı çeşidi vardır. Müstesnâ müstesnâ minhin türünden ise istisna muttasıldır. İstisna deyince ilk akla gelen ve dilde en çok kullanılan tür bu istisnadır. Gerçek anlamda istisna da muttasıl olandır. İstisnanın tanımı bu durum esas alınarak yapılmıştır. Müstesnâ, müstesnâ minhin cinsinden değilse ve onun bütününe dahil bir birim olarak bulunmuyorsa istisna münkatı‘ adını alır. Bundan dolayı münkatı‘ olana istisna denilmesi mecazidir. Ancak her iki türe istisna adının verilmesinin gerçek anlamda olduğunu söyleyenler de vardır. Cümle içinde müstesnâ minh geçiyorsa tam istisna, geçmiyorsa müferrağ istisna adı verildiği gibi istisna cümlesi olumlu ise mûceb, olumsuz ise menfî (gayri mûceb) istisnâ denilir. Müferrağ istisnâ muttasıl nevinden olur.

Belâgat âlimleri “çoktan azı, genelden özeli çıkarma” anlamına ilâve olarak bir anlam ve ifade güzelliği içeren istisnalara, mânaya güzellik katan (el-muhassinâtü’l-ma‘neviyye) söz sanatlarından sayarak bedî‘ ilminin bölümleri arasında yer vermişlerdir. Edebî anlamda istisna terimini ilk defa kullanan Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn adlı eserinde istisnaya ayırdığı bölümde “te’kîdü’l-medh bi-mâ yüşbihü’z-zem” (yergi biçimindeki ifadeyle övgünün pekiştirilmesi) ile öndeki ifadeden yanlış anlaşılma ihtimalini ortadan kaldıran sakınca kaydı demek olan “ihtiras” nevilerini edebî istisnanın iki temel kategorisi olarak ele almıştır (s. 459-460). Bâkıllânî bu iki türden sadece birinciye istisna adını vermiştir (bk. bibl.). İbn Reşîķ ise ihtiras ve ihtiyatın ayrı bir tür olduğu, bunların istisnaya dahil edilemeyeceği görüşündedir (el-ǾUmde, II, 50). Hatîb et-Tebrîzî ile Ebû Tâhir el-Bağdâdî de aynı görüşü benimsemiştir. Muzaffer el-Alevî şiirde istisnaya “te’kîdü’l-medh bimâ yüşbihü’z-zem” adının verildiğini söyler. İstisnayı lugavî (nahvî) ve sınâî (edebî / bedîî) olarak ikiye ayıran İbn Ebü’l-İsba‘ sınâî istisnada


ek bir anlam ve ifade güzelliğini şart koşmuş ve bunu Kur’an’dan örnekler vererek açıklamıştır. İbnü’l-Esîr el-Halebî ile İbn Hicce istisna konusundaki örnekleri İbn Ebü’l-İsba‘dan nakletmişlerdir. Şu âyetler kaynaklarda edebî istisna konusunda sık geçen örneklerdendir:” فسجد الملائكة كلّهم اجمعون الّا ابليس ابى ان يكون مع الساجدين “(Bütün melekler secde etti; İblîs hariç; o secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı [el-Hicr 15/30-31]). İblîs’in isyanının bu şekilde ifade edilmesi onun isyanının büyüklüğünü anlatmak içindir. Bu sebeple müstesnâ minh olan “el-melâike”, “ كلّهم أجمعون ” (bütün) tekidi ve ihtiras kaydı ile pekiştirilmiştir. Bu pekiştirilme yapılmasaydı müstesnâ minhteki harf-i ta‘rifin ahd ifadesiyle bilinen bazı melekleri kapsayacağı, melekler içinde de secde etmeyenlerin bulunduğu ve İblîs’in isyanda yalnız olmamasıyla teselli bulacağı, dolayısıyla isyanının büyük bir şey olmadığının ifade edilmesi ihtimal dahilinde olurdu. Getirilen bu tekit ve ihtiras kaydı ile bütün melekler kastedilerek isyanında İblîs yalnız bırakıldığı gibi müstesna tarafına eklenen “diretti, büyüklendi ve kâfirlerden oldu” kaydı ile de isyanın sebebi açıklanmak suretiyle anlam pekiştirilmiştir. Böylece istisnanın sözlük anlamı üstüne ek mâna ve ifade güzelliği katılmıştır.” فلبث فيهم الف سنة الّا خمسين عاماً “(Nûh, onların içinde elli yıl hariç 1000 sene kaldı [el-Ankebût 29/14]) âyetinde, söz konusu süre “ تسعمائة سنة وخمسين عاماً” (950 yıl) yerine “ ألف سنة إلّا خمسين عاماً” (1000 yıl, elli yıl hariç) tarzında istisna ile ifade edilmiştir. Bu ifadede kulağa ilk çarpan “ألف” (bin) kelimesidir. Anlamın bu şekilde ifadesi, dinleyicide Nûh’un kavmine bedduasında mâzur olduğu kanaatini uyandırma gayesine mâtuftur. Çünkü bu kadar süre devam eden davet ve irşada rağmen küfür ve isyanlarını inatla sürdürmüşlerdir. Bin kelimesinin süre uzunluğunu ifadedeki çağrışımı ve oluşturduğu imaj daha çarpıcı ve canlıdır. Dolayısıyla istisna cümlesi bedîî bir güzelliğe sahiptir.

Ardarda gelen şu âyetlerde de müstesna kısmı ek ifadelerle pekiştirilmiştir:” فامّا الذين شقوا ففى النار، لهم فيها زفير وشهيق، خالدين فيها ما دامت السموات والأرض الّا ما شاء ربك، انّ ربّك فعّال لما يريد، وامّا الذين سعدوا ففي الجنّة خالدين فيها ما دامت السموات والأرض الّا ما شاء ربك، عطاء غير مجذوذ “ (Bedbahtlar ise ateş içindedir. Onlar için orada iç çekişler ve haykırışlar vardır, rabbinin dilediği hariç, onlar orada gökler ve yer durdukça ebediyen kalacaklardır; ancak şüphesiz ki rabbin irade ettiğini yapandır. Bahtiyarlar ise cennettedir. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar orada bitmez tükenmez bir ihsan olarak ebediyen kalacaklardır [Hûd 11/106-108]). Bedbahtlar içinde günahkâr fakat iman sahibi olanların cehennemde ebedî kalmayacağına işaret eden ilk istisnada, yüce kudretin bu tasarrufuna karşı yapılacak her tür itirazın sonuçsuz kalacağını vurgulamak üzere müstesna kısmı, “Şüphesiz ki rabbin irade ettiğini mutlaka yapandır” ifadesiyle desteklenmiştir. İkinci istisnada da cennete girmiş bahtiyarlardan hiçbirinin oradan çıkarılmayacağına işaret etmek üzere “bitmez tükenmez ihsan” kaydı getirilmiştir.

İbn Ebü’l-İsba‘ “illâ” ile kurulan, “hasr istisnası” adını verdiği edebî bir istisna türünden söz etmiştir (Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 337). İbn Ma‘sûm’un “mânevî istisna” dediği bu türe” إليك وإلّا ما تحثّ الركائب / وعنك وإلّا فالمحدّث كاذب “(Kervanlar yalnız sana yönelmişse teşvik edilir, yoksa edilmez. Sadece senin hakkında ise konuşan doğru söyler, yoksa yalancıdır o) beyti örnek olarak verilmiştir.

Edebî istisnanın en güzel nevileri te’kîdü’l-medh bimâ yüşbihü’z-zem ile (yergi biçiminde ifadeyle övgünün pekiştirilmesi) te’kîdü’z-zem bimâ yüşbihü’l-medh (övgü biçimindeki ifadeyle yerginin pekiştirilmesi) olarak bilinen türleridir. Bununla birlikte övgü ve yerginin dışında da edebî güzelliğe sahip istisnalar mevcuttur: ولا تنكحوا ما نكح آباؤكم من النسآء الّا ما قد سلف(Ölmüş ve geçmiş olanları dışında kadınlardan babalarınızın evlendikleri ile evlenmeniz size helâl değildir [en-Nisâ 4/22]) âyetinden, “Sadece geçmiş ve ölmüş olanlarla evlenmeniz helâldir” anlamı çıkmaktaysa da bu imkânsız bir şeydir. Burada konu muhale ta‘lik üslûbu ile ifade edilerek haram ve yasak pekiştirilmiştir. Övme veya yerme bildirmeyen bu tür istisnaların “te’kîdü’ş-şey’ bi-mâ yüşbihü nakīzahû” (bir şeyin zıddına benzer bir ifadeyle pekiştirilmesi) şeklinde adlandırılmasının daha kapsamlı olacağını belirtenler olmuştur.

“Te’kîdü’l-medh bi-mâ yüşbihü’z-zem” ifadesi ilk defa İbnü’l-Mu‘tez (ö. 296/908) tarafından kullanılmıştır. İbnü’l-Mu‘tez, bu türü söz güzellikleri (mehâsinü’l-kelâm) adını verdiği neviler içinde ele almış, daha sonraki dönemlerde belirlenecek iki çeşidini ilgilendiren örneklere yer vermiştir (el-BedîǾ, s. 157). Ancak İbnü’l-Mu‘tez’den bir asır önce Sîbeveyhi, bu tür ifadelerdeki istisna edatının “lâkin” anlamına geldiğini te’kîdü’l-medhi ilgilendiren örneklerle açıklamış ve bu tür ifadeler için “ta‘lik” terimini kullanmıştır. Muhale ta‘lik ile ifadeyi pekiştirmek bu üslûptaki tekidin esasını teşkil ettiğinden te’kîdü’l-medh üslûbuna ilk dikkat çekenin Sîbeveyhi olduğu söylenebilir. Sekkâkî, Bedreddin İbn Mâlik, Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî, Ahmed b. Abdülvehhâb en-Nüveyrî, Hatîb el-Kazvînî ile onun Telħîśü’l-Miftâĥ’ına şerh yazan Teftâzânî, Bahâeddin es-Sübkî gibi belâgat âlimleriyle bedî‘ âlimleri bu türü “te’kîdü’l-medh bi-mâ yüşbihü’z-zem”, Ebû Ali el-Hâtimî “istisna ve te’kîdü’l-medh bi-mâ yüşbihü’z-zem”, Ebû Hilâl el-Askerî “istisna”, İbn Münkız “rücû‘ ve istisna”, İbn Ma‘sûm “medh fî ma‘rızı’z-zem” adıyla incelemişlerdir. Zerkeşî, te’kîdü’l-medhi istisnaya yakın bir tür olarak görürken Yahyâ el-Alevî iki yönlü söz demek olan “tevcih”in bir çeşidi olarak değerlendirmiştir.

Arap şiirinde görülen kadîm üslûplardan olan te’kîdü’l-medh bi-mâ yüşbihü’z-zemme dair ilk örnek olarak Nâbigâ ez-Zübyânî’nin şu beyti zikredilir: ولا عيب فيهم غير أنّ سيوفهم / بهنّ فلول من قراع الكتآئب (Onlarda hiçbir kusur yoktur, ordularla çarpışmaktan kılıçlarında oluşmuş gedikleri hariç). Burada te’kîdü’l-medh üslûbunun güzelliği, dinleyicinin yergi beklediği bir yerde övgü sıfatıyla karşılaşmasıyla uyarılmış heyecandan ileri gelir. Yukarıdaki örnekte “ordularla çarpışmaktan kılıçlarında oluşan gedikler” ifadesi bir övgüdür. Bu ifade söz konusu kimselerde kusur arandığını, ancak hiçbir kusur bulunamayınca onun yerine kusura benzer bir görüntüsü olan bu övgü sıfatının zikredilmek zorunda kalındığını göstermektedir. Kılıçlarındaki gedikler, onların son derece yiğit ve kahraman olduklarından kinaye yergi değil bir övgü sıfatıdır. Beyit başı ve sonuyla bir medihdir. Bu nevi üslûpta bir övgü sıfatının delille ve muhale ta‘lik yoluyla pekiştirilmesi de söz konusudur. Çünkü onların tek kusuru diye anılan kılıçlarındaki gediklerin kusur olması muhal olduğuna göre onlarda kusur namına hiçbir şey yok demektir.

Te’kîdü’l-medh bi-mâ yüşbihü’z-zem sanatı üç farklı üslûpta gerçekleşir. 1. Olumsuz yergi sıfatından ona dahil olduğu farzedilen bir övgü sıfatının istisna edilmesi (olumsuz yergi + istisna edatı + övgü). Bu üslûpta olumsuz yergi de övgü olduğundan ifade övgü üzerine övgü olmasıyla medih pekiştirilmiş olur. Safiyyüddin el-Hillî’nin şu beyti buna bir örnektir:


” ولا عيب فيهم سوى أنّ النزيل بهم / يسلو عن الأهل والأوطان والحشم “(Onlarda hiçbir kusur yoktur, konuklarının aile, akraba ve vatanlarını unutması hariç). Burada kusur yergi sıfatı olup söz konusu kimseler bundan tenzih edilmiştir. Onların kusursuz olduklarını ifade etmenin ardından istisna edatından sonra bir yergi ve kusur sıfatının gelmesi beklenirken ilk anda yergi izlenimi uyandıran, gerçekte ise son derece cömert olmalarından kinaye olarak bir övgü sıfatı durumundaki “konuklarının aile, akraba ve vatanını unutmaları” ifadesinin gelmesi övgü üzerine övgüdür. İbn Nübâte el-Mısrî’nin “ ولا عيب فيها غير سحر جفونها” (Gözlerinin büyüsü dışında onda hiçbir kusur yoktur) mısraı da bu konuda güzel bir örnektir. 2. Bir övgü sıfatından diğer bir övgü sıfatının istisna edilmesi (övgü + istisna edatı + övgü).” أنا أفصح العرب بيد أنّي من قريش “ (Bir Kureyşli olmam dışında Araplar’ın en fasih konuşanı benim) hadisinde Hz. Peygamber, müstesnâ minh kısmında kendisini fasih olmakla niteledikten sonra istisna edatının peşinden fesahate aykırı bir durumu zikretmesi beklenirken Araplar’ın en fasihi olan Kureyş kabilesine mensubiyetini (yergi formunda / zem zemininde bir övgü olarak) zikretmesi övgü üzerine övgüdür. Nâbiga el-Ca‘dî’nin şu beyti de kaynaklarda sık geçen örneklerdendir:” فتى كملت أخلاقه غير أنّه / جواد فما يبقي من المال باقيا “(Cömertliğinden dolayı elinde avucunda hiçbir şey bırakmaması dışında bütün ahlâkı mükemmel bir gençtir). Ahlâk mükemmelliğiyle vasfedilmesinin ardından istisna edatından sonra ahlâka aykırı bir vasıf ya da durumun zikredilmesi beklenirken gencin ahlâkî erdemlerin en büyüklerinden olan cömertlikle nitelenmesiyle övgü üstüne övgü sağlanarak medih pekiştirilmiştir. Bu tür ifadelerde yer alan iki övgü sıfatından ikincinin birinciyle ilgili ve onu pekiştirir türden olması şarttır. Bu sebeple” علي كريم غير أنّه حسن الوجه“(Güzel yüzlü olması haricinde Ali cömerttir) gibi örnekler bu üslûptan sayılmaz. 3. Müferrağ istisna tarzı (__ + istisna edatı + övgü). Bu üslûp müstesnâ minhin cümle içinde açıktan geçmemesi dışında cümlenin olumsuz olması, istisna edatından sonra bir övgü sıfatının yer alması özellikleriyle birinci üslûba benzemektedir.

“ وما تنقم منّا الّا ان امنا بايات ربّنا لمّا جاءتنا” (Rabbimizin âyetlerine bize geldiklerinde iman etmemiz dışında sen bize kusur bulmuyorsun [el-A‘râf 7/126]) âyetinde, edattan sonra kusur sayılacak kötü bir vasfın zikredilmesi beklenirken kusur olması muhal olan ve bütün mükemmel vasıfların aslı olan imanın bir delil olarak ve muhale ta‘lik şeklinde zikredilmesiyle onların kusursuzluğu pekiştirilmiştir. Mâide sûresinin 59 ve Tevbe sûresinin 74. âyetleri de biçim ve üslûp olarak aynı mahiyettedir.

Te’kîdü’z-zem bi-mâ yüşbihü’l-medh türü de te’kîdü’l-medh türü ile aynı özellikler taşıyan edebî bir anlatım şekli olup iki üslûpta gerçekleşir. a) Olumsuz övgü ( = yergi) sıfatından ona dahil olduğu farzedilerek bir yergi sıfatının istisna edilmesi (olumsuz övgü + istisna edatı + yergi). Şu âyet buna bir örnek teşkil eder: “ لا يذوقون فيها برداً ولا شراباً، الّا حميماً وغسّاقاً” (Orada onlar, kaynar su ile irinin dışında ne bir serinlik ne de bir içecek tadarlar [en-Nebe’ 78/24-25]). Menfi durum olarak serinlik ve içecek tadılmamasının ardından istisna yoluyla olumlu ve güzel bir halin zikredilmesi beklenirken kaynar su ve irinin zikredilmesiyle yergi üzerine yergi getirilerek yergi tekit edilmektedir. Kaynar su ile irinin içecek olması muhal olduğundan onlar için içecek ve serinlik namına hiçbir şeyin olmadığı delil ve muhale ta‘lik yoluyla vurgulanmıştır. Bu üslûptaki ifadeler istihzâ içermeleriyle caydırıcı ve vazgeçirici nitelik taşırlar. Hâkka sûresinin 36. âyetinde de aynı anlatım tarzı görülür. b) Yergi sıfatından diğer bir yergi sıfatının istisna edilmesi (yergi + istisna edatı + yergi).” لئيم الطباع سوى أنّه / جبان يهون عليه الهوان“(Bir korkak olması dışında zillete aldırmaz alçak tabiatın biridir o) mısraında yergi üstüne yergi ve muhale ta‘lik yoluyla anlatım pekiştirilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, I, 63-64, 181-185; İbnü’l-Mu‘tez, el-BedîǾ (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut 1410/1990, s. 157; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 459-460; Bâkıllânî, İǾcâzü’l-Ķurǿân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 160; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 642-645; II, 50; Hatîb et-Tebrîzî, el-Vâfî fi’l-Ǿarûż ve’l-ķavâfî (nşr. Ömer Yahyâ - Fahreddin Kabâve), Dımaşk 1399/1979, s. 283; Ebû Tâhir el-Bağdâdî, Ķānûnü’l-belâġa (nşr. Muhsin Gayyâz Uceyl), Beyrut 1409/1989, s. 115; İbn Münkız, el-BedîǾ fî naķdi’ş-şiǾr (nşr. Ahmed Ahmed el-Bedevî - Hâmid Abdülmecîd), Kahire 1380/1960, s. 120-123; İbn Mu‘tî, el-BedîǾ fî Ǿilmi’l-bedîǾ (nşr. Mustafa es-Sâvî el-Cüveynî), İskenderiye 1996, s. 121-122; İbn Ebü’l-İsba‘, BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 49-50, 121-123; a.mlf., Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 333-338; İbn Yahyâ el-Alevî, Nażratü’l-iġrîż fî nuśreti’l-ķarîż (nşr. Nühâ Ârif Hasan), Dımaşk 1396/1976, s. 128; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 121-122; Şurûĥu’t-Telħîś, Beyrut, ts. (Dârü’s-sürûr), IV, 386-396; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, II, 526; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb, Kahire 1304, s. 118-119; İbnü’l-Esîr el-Halebî, Cevherü’l-Kenz: Telħîśu Kenzi’l-berâǾa fî edevâti źevi’l-yerâǾa (nşr. M. Zağlûl Sellâm), İskenderiye 1983, s. 246-247; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 464-465; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 391; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 111-112; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1309, s. 439-442; a.mlf., et-Telvîĥ, Beyrut 1377/1957, II, 20-30; Süyûtî, el-İtķān, Beyrut 1973, II, 88-89; İsâmüddin el-İsferâyînî, el-Eŧval, İstanbul 1284, II, 214-217; Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, Nefeĥâtü’l-ezhâr, Beyrut 1404/1984, s. 219-221; Abdünnâfî İffet, en-Nef‘u’l-muavvel, İstanbul 1290, II, 187-190; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürüh, Bağdad 1403/1983, I, 105-110; II, 9-14; H. Fleisch, “Istiґћnaǿ”, EI² (İng.), IV, 272-273.

İsmail Durmuş




FIKIH. Lafza yüklenebilecek anlamları belirlemeyi konu alan dil kuralları, dinî metinler etrafında gelişen ve kuralcı yönü ağır basan fıkıh ilminde daima önem taşımış, fakih ve usulcüler dil bilimi alanına giren diğer birçok konu ve kavram gibi istisna konusuyla da yakından ilgilenme gereği duymuşlardır. Klasik dönemde fıkıh usulü daha çok lafız ve beyan ekseninde geliştiği için usulcülerin dil bilimi kurallarına sıkça atıfta bulundukları, esasen bu alana ait istisna konusunu Kitap ve Sünnet’in metinlerini anlama ve şer‘î delillerden hüküm çıkarma yönteminin bir alt türü olarak teorik çerçevede ve yakınındaki diğer lafzî kavramlarla karşılaştırmalı şekilde ele aldıkları görülür. Fürû-i fıkıhta ise istisna mesele çözümünde, özellikle de lafzın ayrı bir önem taşıdığı yemin, talâk, ikrar gibi konularda karşılaşılan bir dil kuralı, bir anlamı kastetme ve içerme sorunu olarak incelenmiş, âdeta usuldeki bilgilerin örnek olaylara uygulaması yapılmıştır.

İstisnanın tanımı, şartları, çeşitleri gibi konularda usulcülerin ileri sürdükleri görüş ve açtıkları tartışmaların esasen nahiv ve belâgat eserlerinde yer alan bilgilerin tekrarı niteliğinde olması, hem çoğu usulcünün aynı zamanda dil bilimi uzmanı olması hem de istisnanın usuldeki vaz‘, beyan, hakikat, mecaz, tahsis ve nesih gibi konularla yakın ilişkisinin bulunması sebebiyledir. Usulcülerin istisnanın tanımına ilişkin çabaları bir yönüyle lafzî tartışma gibi görünse de esasen fürû alanındaki sonuçlarıyla birlikte belli bir


görüşü çerçeveleyen bir tutarlılık taşır (İbnü’l-Hâcib, II, 132; Şehâbeddin el-Karâfî, s. 98-102; Tâceddin es-Sübkî, II, 41).

İstisnanın şartları hususunda müstesna ile müstesnâ minh arasında zaman farkının olup olamayacağı ya da istisna-yı tehirin cevazı konusu usulcüleri hayli meşgul etmiş, câiz görenler şâri‘ de dahil sözü söyleyenin sübjektif iradesini, karşı görüşte olanlar ise hukukî istikrar gerekçesiyle objektif anlamı esas almışlardır (Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, I, 260-262; Ebû İshak eş-Şîrâzî, I, 399-401; Gazzâlî, II, 165; Seyfeddin el-Âmidî, II, 267-268; Şehâbeddin el-Karâfî, s. 528-530). Yine istisnanın şartlarıyla ilgili olarak müstesnânın müstesnâ minhi kaplayacak tarzda yapılmasının istisnayı iptal edeceği hususunda usulcüler görüş birliği içindedir. Ancak Hanefîler, müstesnânın müstesnâ minhten daha özel olması halinde onu kaplamasını câiz görmüşlerdir. Meselâ onlara göre, “Bütün gayri menkullerimi hibe ediyorum, ancak bahçem hariç” cümlesindeki istisna o bahçeden başka gayri menkulü bulunmasa bile doğrudur. Bunun sebebi Hanefîler’e göre istisna lafzî bir tasarruftur ve hükmün değil cümlenin doğru olmasına dayanır. Cümlenin kuruluşu doğru ise ifade ettiği hüküm de sahih olur. Cümledeki düzensizlik ve insicamsızlık onun mânasına değil kullanım şekline havale edilir (Alâeddin es-Semerkandî, s. 315; İbnü’l-Hümâm, et-Taĥrîr, I, 267). Bu arada müstesnâ minhin yarısının veya yarıdan fazlasının istisna edilmesi, Şâfiî ve Mâlikî usulcüleriyle Kûfeli dilbilimcilerin çoğunluğuna göre câiz iken Ebû Yûsuf, Bâkıllânî, Hanbelî hukukçuları ve Basralı dil bilimcilere göre câiz değildir. Hanefîler ise genel olarak sayılar dışındaki müstesnâ minhlerin yarıdan fazlasının istisnasını câiz görmüşlerdir. Büyük oranda dil bilimi alanına ait bu tartışmaların fürû-i fıkıhta da sonuçları bulunabilmektedir. Meselâ, “Üç talâkla boşsun, ancak ikisi hariç” cümlesiyle fakihlerin çoğunluğuna göre sadece tek bir talâk gerçekleşirken Ebû Yûsuf’a ve Hanbelîler’e göre müstesnâ minhin yarıdan fazlasını istisna etmek câiz olmadığı için üç talâk gerçekleşir. İstisnada müstesnâ ile müstesnâ minhin cins birliğinin şart olup olmadığı tartışmasının da aynı şekilde fürû-i fıkıhta benzeri sonuçları vardır (Gazzâlî, II, 167-170; Şehâbeddin el-Karâfî, s. 374-377; İbnü’l-Hümâm, et-Taĥrîr, I, 268).

İstisnanın hükmü konusunda usulcülerin çoğunluğu, istisnadan sonra müstesnâ minhin geride kalan fertleri hakkında mecaz olacağını söylerken İbnü’l-Hâcib gibi bazı usulcüler aksi görüştedir (el-Muħtaśar, II, 134-135; İsnevî, s. 387-388; Bihârî, I, 316). Hanefîler’in çoğunluğu ise âm ve hâstan yapılan istisnaları hakikat kabul ederek mecaz iddiasına kısmen katılırlar (Pezdevî, III, 117; Alâeddin es-Semerkandî, s. 299). İstisnanın hükmüyle ilgili ihtilâflardan bir diğeri de onun hangi tür beyan içinde değerlendirilmesi gerektiği konusudur. Pezdevî ve Serahsî gibi bazı Hanefî usulcüleri istisnayı beyan üst başlığı altında incelerler (Kensü’l-vüśûl, III, 119, 147; el-Uśûl, II, 35-45). Onlara göre istisna, müstesnâ minhin kapsadığı fertlerden bir kısmına engel olduğu için “tağyîr”, kalan kısımla da konuşanın maksadını ifade ettiği için “beyan” niteliğini taşımaktadır. Aslında istisna, bizâtihî müstakil bir söz olmadığı için onda uzun süreli sükût (fâsıla) yapılması halinde cümle tamam olur ve istisna artık tağyîr beyanı değil sabit bir hükmün kaldırılması yani nesih halini alır (Şemsüleimme es-Serahsî, II, 46). Ancak muttasıl istisna, birbirine aykırı iki hüküm içermeksizin ve birinci kısmı da iptal etmeksizin sadece konuşmanın bir bölümüne engel olması itibariyle tağyîr beyanı adını almış, arada bir çelişkinin bulunduğu izlenimi vermemek için de “muâraza yoluyla beyan” denmekten sakınılmıştır. Bunun için de Pezdevî, istisnanın “müstesnâ kadar bir miktarı cümlenin hükmünden çıkararak, kalan kısmı konuşmak” olduğunu söyler (Kenzü’l-vüśûl, III, 120); mezhepte de istisna “cümlenin bir kısmını çıkarmak, diğer kısmını ise ispat etmek” şeklinde tanımlanır.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcüleriyle Debûsî, Pezdevî ve Serahsî gibi bazı Hanefîler, istisnanın müstesnâ minhin zıddının müstesnâda sabit olduğunu göstereceğinden hareketle müstesnâ minh olumsuz ise müstesnânın olumlu, müstesnâ minh olumlu ise müstesnânın olumsuz olacağını belirtip bunu, “Menfiden istisna müsbet, müsbetten istisna menfidir” şeklinde genel bir kural halinde ifade etmişlerdir. Kuralı kelime-i tevhid gibi akaid alanı lafızlarına uygulamak kolay olmakla birlikte menfiden istisnanın müsbet hüküm ifade etmesi kuralının bazı fürû meselelerine uygulanması (meselâ bk. en-Nisâ 4/92) mümkün görülmediğinden özellikle Hanefîler arasında istisnanın gramer açısından nefiy ve ispat yönlerinden herhangi bir hüküm ifade etmediği (hükümsüzlük), cümlenin ilk yarısının hükmü hakkında sükûtle geçtiği görüşleri, usulcülerin çoğunluğu tarafından da müstesnânın müstesnâ minh aleyhine hüküm içermesi itibariyle ihraç ifade ettiği görüşü dile getirilmiştir.

İstisna ile tahsis arasındaki ilişki usulcüleri fazlasıyla meşgul etmiş bir konudur. Mütekellimîn usulcülerinin büyük çoğunluğu ile konuyu bir terim tartışması olarak gören İbn Abdüşşekûr ve İbnü’l-Hümâm gibi bazı Hanefî usulcüleri, istisnayı tahsis delili ve sonuç olarak onu tahsisin bir türü olarak tanıtır. Gazzâlî’ye göre istisna, “kendisi olmasaydı lafza girecek olan şeyin lafza girmesine engel olmak”, tahsis ise “lafzın bir kısmını kasretmek” olduğundan tahsis bir beyan, istisna ise bir ref‘ (nesih, ilga) niteliğindedir (el-Müstaśfâ, II, 164). Hanefîler’e göre âm nassın istisna ile daraltılması tahsis değil kasrdır. Bu görüş ayrılığı öncelikli olarak Hanefîler’e göre Kur’an veya mütevâtir sünnetle sabit olan bir hükmün istisnaya konu olması halinde müstesnâ minhin kesinliğinin devam etmesi ve tahsis edecek delilin kesin olmasının aranması sonucunu doğurur (konularla ilgili tartışmalar için bk. Koca, s. 155-163, 313-327).

Tahsisle istisnanın arasında tahsisin yalnızca âm lafza, istisnanın hem âm hem hâs lafza gelebileceği, tahsis delilinin aksine istisna sözün bir parçasını teşkil ettiği için onun müstesnâ minhe bitişik olması ve lafzî olmayan delillerle istisna yapılmasının câiz olmayışı gibi farklardan söz edilir. İstisna ve tahsisin hüküm bakımından farklılıkları konusunda Muhammed b. Şücâ‘ ve Ebü’l-Hasan el-Kerhî, tahsisin aksine istisnânın lafzı mecaz yapmadığı ve hakikatinden çıkarmadığı, bu sebeple müstesnânın dışında da lafzın hükmünün devam etmesine herhangi bir engelin bulunmadığı görüşündedir (Cessâs, I, 246-251). Ancak bu Hanefî bilginlerinin aksine usulcülerin büyük bir kısmı istisnanın lafzı mecaza dönüştüreceğini ileri sürmüştür. İstisnanın hükmüyle ilgili bu ihtilâfın kaynağı, tahsisten sonra âmmın geride kalan fertleri hakkında hakikat veya mecaz olarak devam edip etmeyeceği konusundaki farklı yaklaşımlardır.

Birbirini takip eden cümlelerden sonra gelen istisnanın o cümlelerin tamamıyla mı sadece son cümleyle mi ilgili olacağı konusu bir yönüyle dil bilimi tartışması görünümünde ise de daha çok belli fürû meselelerinde mezhep görüşlerini delillendirme çabasının ürünü tercihler gibi durmaktadır. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî


usulcüleriyle dil bilimcilerin çoğunluğu, atıflı cümlelerden sonra gelen istisnanın herhangi bir tahsis delili bulunmadıkça cümlelerin tamamına rücû edeceğini, Hanefîler ile Zâhirîler ve Basralı dil bilimciler ise istisnanın yalnızca son cümleye rücû edeceğini ve herhangi bir delil bulunmadıkça diğer cümlelere taallukunun doğru olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu tartışmaların pratik sonucu, kendisine zina iftirası haddi uygulanmış kişinin şahitliğinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda kendini gösterir. Kur’an’da zina iftirasında bulunanlara seksen celde uygulanması ve şahitliklerinin kabul edilmemesi istendikten sonra “tövbe edip ıslah olanlar hariç” denilmiş (en-Nûr 24/4-5), fakihlerin çoğunluğu, bu istisnanın ilk iki cümleden istisna olduğunu ileri sürerek tövbe edilmesi halinde had cezasının da düşeceğini, Hanefîler ise haddin kul hakkı olduğu için tövbeyle düşmeyeceğini, istisnanın sadece şahitliğin kabul edilmemesine ilişkin olduğunu ve tövbe edilmesi halinde bu kimsenin şahitliğinin kabul edilebileceğini söylemişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, I, 181-185, 431; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1405/1985, I, 246-252, 266-271; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed fî uśûli’l-fıķh (nşr. Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384/1964, I, 260-264; İbn Hazm, el-İĥkâm (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1970, I, 397-405; Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerĥu’l-LümaǾ (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1408/1988, I, 399-407; Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl, III, 117-127, 147; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, II, 35-46; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Bulak 1324, II, 163-173; Kelvezânî, et-Temhîd fî uśûli’l-fıķh (nşr. Müfîd M. Ebû Amşe), Cidde 1406/1985, II, 73-76, 91; Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uśûl (nşr. M. Zeki Abdülber), Katar 1404/1984, s. 299, 312-317; Fahreddin er-Râzî, el-Maĥśûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Ulvânî), Riyad 1399/1979, I/3, s. 11-12, 39-63; İbn Kudâme, el-Muġnî, V, 131, 159; VII, 161; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm, Kahire 1387/1968, II, 267-269, 275, 278-283, 287, 315; İbnü’l-Hâcib, el-Muħtaśar, Beyrut 1403/1983, II, 132-142; Şehâbeddin el-Karâfî, el-İstiġnâǿ fî aĥkâmi’l-istiŝnâǿ (nşr. Tâhâ Muhsin), Bağdad 1402/1982, s. 90-102, 343-368, 374-377, 524, 528-531, 536-569, 571-668; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, III, 122, 198; Sadrüşşerîa, et-Tavżîĥ fî ĥalli ġavâmiżi’t-Tenķīĥ (Teftâzânî, et-Telvîĥ içinde), Beyrut 1377/1957, II, 20-25; Tâceddin es-Sübkî, CemǾu’l-cevâmiǾ, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), II, 41-47, 51-52; İsnevî, et-Temhîd fî taħrîci’l-fürûǾ Ǿale’l-uśûl (nşr. M. Hasan Heyto), Beyrut 1404/1984, s. 386-388, 392, 397; Teftâzânî, et-Telvîĥ, Beyrut 1377/1957, II, 20-21; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, III, 147-148; VII, 400-402; a.mlf., et-Taĥrîr (İbn Emîrü’l-Hâc, et-Taķrîr ve’t-taĥbîr içinde), Bulak 1316, I, 252, 267-268; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 258; Emîr Pâdişah, Teysîrü’t-Taĥrîr, Kahire 1350/1931, I, 289; Bihârî, Müsellemü’ŝ-ŝübût fî uśûli’l-fıķh, Kahire 1904, I, 316, 324-327, 338, 344; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), s. 148-152; Ferhat Koca, İslâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 155-163, 313-327; “İstişnâǿ”, Mv.Fİ, V, 198-302; “İstişnâǿ”, Mv.F, III, 184-197.

Ferhat Koca




KELÂM. Kelâm literatüründe istisna “inşallah müminim” mânasında kullanılır. Râgıb el-İsfahânî istisnayı, cümlede yer alan lafza ait genel anlamın bir kısmını kaldırmak veya cümlenin gerektirdiği hükmü nefyeden bir lafız getirmek şeklinde ikiye ayırmış, birincisine yenebilecek her şeyin helâl olduğu hükmünden leş, kan ve benzerinin çıkarılmasını (el-En‘âm 6/145), ikincisine de daha sonra yapılacak bir iş için “Allah dilerse” tarzında bir kaydın konulmasını örnek göstermiştir (el-Müfredât, “şny” md.). Kur’an’da istisna bir âyette, “yapılacak iş için kesin ifade kullanmayıp inşallah demek” mânasında geçmektedir (el-Kalem 68/18). Diğer bir yerde ise istisna kelimesi zikredilmeden anlamına yer verilmektedir: “Allah dilerse temennisinde bulunmadıkça hiçbir şey hakkında bunu yarın yapacağım deme” (el-Kehf 18/23-24). Kur’an’da istisna anlamındaki “inşallah” tabiri birkaç defa tekrarlanmaktadır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “şâǿe” md.). İstisna hadislerde de hem sözlük anlamında hem “inşallah demek” mânasında yer almaktadır (Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 18; Wensinck, el-MuǾcem, “şny” md.).

Kelâm ilminde istisna imanın tarifi, unsurları, amelle ilişkisi, artması-eksilmesi ve iman sahibinin âkıbetiyle (hâtime) ilgili tartışmalara bağlı olarak ortaya çıkmış itikadî bir meseledir. İmanı tasdik ve ikrardan ibaret kabul eden Ebû Hanîfe’nin bu şartları yerine getirenlerin gerçek mümin olduğunu söylemesine karşılık Süfyân b. Uyeyne, Fudayl b. İyâz, Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Ahmed b. Hanbel gibi Selef âlimleri imanın tasdik, ikrar ve amelden teşekkül ettiği görüşünü benimsemiş, buradan hareketle tasdik ve ikrar şartlarını yerine getirmekle birlikte amellerin durumu belirsiz olduğundan kişinin Allah nezdinde gerçek mümin olup olmadığının bilinemeyeceği sonucuna varmışlardır (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 53-54, 71; Ahmed b. Hanbel, I, 347-348, 374-375). Bazı kaynaklarda bu ikinci gruba “şekkâkiyye, şükkâk” (şüpheciler) denildiği kaydedilmektedir (Makdisî, V, 149-150; Watt, s. 150, 173, 363).

Kelâm literatüründe istisnaya dair ileri sürülen görüşleri üç noktada toplamak mümkündür. 1. Mümin gerçekten mümin, kâfir de gerçekten kâfirdir. İmanda şüphe bulunmadığı gibi inkârda da şüphe yoktur. Bu sebeple kişi, “Ben inşallah müminim” yerine şüpheyi tamamen ortadan kaldıracak şekilde, “Ben gerçekten müminim” demelidir. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere Mâtürîdiyye-Hanefiyye ve Mu‘tezile âlimleri bu görüştedir. Dayandıkları delillerse şunlardır: a) Kur’ân-ı Kerîm’de imana şüphenin karıştırılmaması istenerek bu konuda kararlı davrananların mümin olabileceği ifade edilmiş (el-Hucurât 49/15), insanlara kendilerinden emin olarak, “Allah’a iman ettik” demeleri emredilip (el-Bakara 2/136) istisna yapmamalarının gerektiği vurgulanmış, müminden gerçek mümin, kâfirden de gerçek kâfir diye bahsedilmiş (en-Nisâ 4/151; el-Enfâl 8/4, 74), emir ve yasaklara müminlerin muhatap oldukları belirtilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “Îmân” md.). b) Hz. Peygamber devrinde insanlar mümin, kâfir ve münafık diye ayrılmış, ashap da Resûl-i Ekrem’e gerçekten mümin olduklarını söylemişlerdir. İmanda istisna yapmak Hz. Peygamber’in ve ashabının yoluna aykırı bir tutum olur. c) İmanda istisna şüpheyi çağrıştırır ve insanın şüphe içinde bulunduğu kanaatini uyandırır. İman ise kesin tasdik ve ikrarı gerektirir, şüphe veren hiçbir söze imkân tanımaz. Bu yüzden, “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna inşallah şehâdet ederim” denmesi uygun değildir. Yaygın örfte istisna kesin olarak bilinen bir konuda değil şüphe edilen hususlarda kullanılır. Kişinin imanı ölünceye kadar devam eden bir süreci kapsadığından, “Kesinlikle müminim” demelidir. d) Âyetlerde belirtildiğine göre iman müminlere Allah’ın bir nimeti, fazlı ve rahmetidir. Bir şüphe ifadesi olan istisnayı kullanmak bu lutfu gizleyip nimeti inkâr etmek demektir, bu ise verilen nimetin geri alınması sonucunu doğurur (Mâtürîdî, s. 388-390; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, s. 190; Beyâzîzâde, s. 92-94).

2. Kişinin, “Ben gerçek müminim” diyebilmesi için mümin olarak öleceğini kesinlikle bilmesi gerekir. Bunun bilinmesi mümkün olmadığına göre, “İnşallah müminim” deyip istisna yapmak kaçınılmaz hale gelir. İmanını koruyarak âhirete intikal etmedikçe hayatını mümin olarak geçirmek ilâhî rızâ, va‘d, muhabbet ve velâyet açısından bir değer taşımaz. Bu


sebeple insanları Allah nezdinde mümin ve insanlar nezdinde mümin diye iki grupta mütalaa ederek gerçek müminin, imanla öleceği Allah tarafından ezelî ilimle bilinen kişi olduğunu kabul etmek gerekir. Buna göre kesin hüküm vermekten kaçınılmalı, âkıbet ilâhî ilim ve iradeye havale edilerek bir nevi dua mahiyetinde, “İnşallah müminim” denmelidir. Kur’an’da yer alan gerçek müminler ve gerçek kâfirlerle ilgili ifadeler bu çerçevede anlaşılmalıdır (İbn Fûrek, s. 161-162). Genellikle Eş‘ariyye’ye bağlı âlimler bu görüştedir. İbn Teymiyye, muhaddis Muhammed b. Yûsuf el-Firyâbî ile Hanbelîler’den Ebû Amr Osman b. Merzûk’a uyanların istisnayı iman alanından çıkarıp her konuyu kapsayan bir terim haline getirdiklerini kaydeder (MecmûǾu fetâvâ, VII, 433-435; a.mlf., el-Îmân, s. 372-374).

3. Kişinin tasdik ve ikrar açısından imanda istisnayı terketmesi, fakat işlediği amellerin Allah nezdinde kabul görmesi ve kemal mertebesinde bir iman açısından, “İnşallah müminim” demesi uygundur. Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere Selefiyye âlimleri bu görüşü benimsemiştir. Dayandıkları deliller şöylece özetlenebilir: a) Kur’ân-ı Kerîm’de insanlarla ilgili olarak verilen haberlerde istisna yapılmak suretiyle müminlere yol gösterilmiş ve onların da böyle yapması istenmiştir (el-Feth 48/27). Bu âyette geçen “in” edatına “izâ” mânası verilse de sonuç değişmez. b) Hz. Peygamber, müminlerin en müttakisi olduğuna dair ümidini belirtirken Allah nezdindeki durumu hakkında kesin ifade kullanmaktan kaçınmış, öleceğini kesin olarak bildiği halde kabristanda dua ederken, “Biz de inşallah size katılacağız” ifadesini kullanmıştır (Müslim, “Ŧahâret”, 39; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 79). c) İman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel unsurlarından oluşur. Amellerin Allah nezdinde kabul edilip üç unsurun da tamamlandığı ve imanın kemale erdiği bilinemeyeceğinden, “Ben gerçek müminim” demek isabetli olmaz. d) İmanda istisnayı terketmek, kendini temize çıkarıp cennet ehlinden olduğuna kesinlikle hükmetmek anlamına gelir. Halbuki Allah insanların kendilerini temize çıkarmalarını yasakladığı gibi (en-Necm 53/32) vahiyle sabit olmadıkça kişinin cennet ehlinden olduğunu bilmesi imkânsızdır. Ancak imanda istisna yapmak inançta şüphe içinde bulunmak anlamına gelmez, sadece amel açısından ihtiyatlı bir ifade kullanmayı ve kötü âkıbetten korkmayı gösterir (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 68-70; Ebû Bekir el-Hallâl, s. 593-605; Âcurrî, s. 136-137; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, VII, 253-255, 438-458; a.mlf., el-Îmân, s. 377-390).

Âlimler arasındaki bu farklı görüşler onların bakış açılarının farklı oluşundan kaynaklanmış olup her birinin kendi açısından isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Zira kişinin, iman esaslarını tereddütsüz bir şekilde benimsemiş olması gerçeğinden hareketle, “Ben kesinlikle müminim” demesi gibi, bütün ilâhî emir ve yasakların gereğini yerine getirme veya son nefesinde imanla âhirete intikal etme açısından, “İnşallah mümin olma çizgisinden ayrılmam, inşallah imanımı koruyarak ebedî hayata intikal ederim” demesi de tabii bir şeydir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şny” md.; Lisânü’l-ǾArab, “şny” md.; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 91; Wensinck, el-MuǾcem, “şny” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “Îmân”, “şâǿe”, md.leri; Müslim, “Ŧahâret”, 39, “Cenâǿiz”, 103-104; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 79; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 18; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Îmân, Dımaşk, ts. (el-Matbaatü’l-umûmiyye), s. 53-54, 68-71; Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’s-Sünne, Riyad 1994, I, 307-311, 347-348, 374-375; Ebû Bekir el-Hallâl, es-Sünne (nşr. Atıyye ez-Zehrânî), Riyad 1410/1989, s. 593-605; Eş‘arî, el-İbâne (Arnaût), s. 81; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 388-392; Makdisî, el-Bedǿ ve’t-târîħ, V, 149-150; Âcurrî, eş-ŞerîǾa (nşr. M. Hâmid el-Fıkı), Beyrut 1403/1983, s. 136-139; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maķālât, s. 161-162; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, Beyrut 1401/1981, s. 253-254; Cüveynî, el-İrşâd (Muhammed), s. 400; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-MuǾtemed fî uśûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 190; İbn Ebü’l-İz, Şerĥu’l-ǾAķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye (nşr. Abdullah et-Türkî - Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1408/1987, II, 494-498; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, VII, 120, 143, 253-255, 334, 374-375, 429-458; a.mlf., el-Îmân (nşr. Muhammed ez-Zübeydî), Beyrut 1414/1993, s. 370-390; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 214-217; Beyâzîzâde, el-Uśûlü’l-münîfe li’l-İmâm Ebî Ĥanîfe (nşr. İlyas Çelebi), İstanbul 1416/1996, s. 92-95; W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 150, 173, 363.

İlyas Üzüm