İTAAT

(الإطاعة)

Meşrû emir ve isteklere uyma anlamında bir terim.

Sözlükte “baş eğmek, emredileni yerine getirmek, söz dinlemek” anlamındaki tav‘ kökünden türemiş olup aynı mânayı taşır. Aslında masdar ismi olan tâat de itâat gibi kullanılır (Kāmus Tercümesi, “ŧvǾa” md.). İtaat kelimesi Kur’an’da geçmemekle birlikte üç âyette taat ismi yer almakta, bundan başka yedisi isim, diğerleri fiil kalıplarında olmak üzere itaat kavramı seksen beş yerde geçmekte, kırk iki âyette de aynı kökten gelip “güç yetirmek” mânasında kullanılan istitâat kavramı yer almaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ŧvǾa” md.). Bundan dolayı taatin bir Kur’ân terimi olmadığı yolundaki anlayış isabetli görünmemektedir (EI2 [İng.], X, 1). Kur’ân-ı Kerîm’de aynı anlamda veya yakın mânada kullanılan din, islâm, sem‘, birr, teba‘ vb. kelimeler de itaatin vahyî bildirimin temel kavramlarından biri olduğunu göstermektedir.

Bir âyette itaat edilmesi gerekenler Allah, Allah’ın resulü ve yöneticiler olmak üzere üç kategoride ele alınmıştır (en-Nisâ 4/59). Buna, diğer âyetlerde “ihsan” ve “birr” kelimeleriyle ifade edilen anaya babaya itaati de eklemek mümkündür (el-İsrâ 17/23; Meryem 19/14, 32). Şüphe yok ki Allah’a itaat kavramın esasını oluşturur. Kur’an’a göre bütün olarak fizikî dünya mutlak bilgi ve kudretle onu yaratana itaat etmektedir (Fussilet 41/11; er-Rahmân 55/6). Kur’an’da ayrıca bu itaatin anlam çerçevesiyle yakın ilişkisi bulunan “esleme” fiili geçmekte (Âl-i İmrân 3/83) ve kâinatta tevhidin sağlanması insanın da yaratıcısına itaat etmesiyle gerçekleşeceğinden insan birçok âyette Allah’a itaate çağrılmaktadır. Beşerî açıdan itaat fiili, tabii ve bilinçli bir canlı olan insan için kaçınılmaz bir davranış biçimi olmakla birlikte itaatin objesini seçme konusunda insan özgür bırakılmıştır. Bu dünyada yalnızca insan bir varlığa itaat etme veya etmeme serbestliğine sahiptir. Nitekim itaatle ilgili âyetler incelendiğinde insanların Allah’ın dışında farklı konumda gördükleri bazı kişi ve gruplara itaat ettikleri de görülmektedir (el-Ahzâb 33/66-67).

Kur’an’da peygambere itaat genellikle Allah’a itaat emrinin hemen arkasından gelmektedir. Bir yerde Allah’a ve Resulü’ne itaat emrinin ardından peygambere itaatin zorunluluğu ayrıca belirtilmiştir (en-Nûr 24/54). Allah’a itaatin gerçeklik kazanması, O’nun buyruklarını insanlara açıklayan ve bunlara uymanın örneklerini kendi yaşantılarıyla gösteren peygamberler vasıtasıyla mümkün olacağından bazı âyetlerde peygambere itaatle Allah’a itaat özdeş kılınmıştır (Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/80). Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin kendilerine itaat edilmesi için gönderildiğini ifade eder ve hidayetin ancak onlara uymakla gerçekleşeceğini haber verir. Peygamberlere itaatin meşruiyeti onların ilâhî vahye mazhar oluşundan kaynaklanır, zira onlar da diğer insanlar gibi beşerî özellikler taşır. Peygamberler de Allah’a itaatle emrolunmuş (el-En’âm 6/14), onların da kâfir ve münâfıklara uymamaları istenmiştir (el-Ahzâb 33/1).

Allah’a ve Resulü’ne itaati emreden bazı âyetler itaatin imanın bir sonucu ve mümin olmanın temel özelliği olduğunu belirtir (el-Enfâl 8/1; en-Nûr 24/51). Bu özelliğe sahip bulunanların mükâfatları da şu şekilde bildirilir: Zemininden ırmaklar akan cennetlere yerleştirilmeleri (en-Nisâ 4/13), yaptıkları iyi amellerin mükâfatını eksiksiz olarak görmeleri (el-Hucurât 49/14), Allah’ın lutfuna mazhar kıldığı peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraber bulunup ebedî kurtuluşa ermeleri (en-Nisâ 4/69; el-Ahzâb 33/71).

İtaat konusundaki âyetlerin incelenmesinden, bu görevin şuursuzca değil Allah ve Resulü’nün çağrısının iyi bir şekilde anlaşılması ve mesajın gerçek mânada kavranması ile yerine getirilebileceği anlaşılır. Nitekim dört âyette itaat fiili “semi‘nâ” (dinleyip kavradık) fiilinden sonra yer almış (el-Bakara 2/285; en-Nisâ 4/46; el-Mâide 5/7; en-Nûr 24/51) ve bu durumun, itaat fiilinin anlayıp kavrama üzerine bina edilmesinin gerektiğini vurguladığı kabul edilmiştir.

Kur’an’da Allah ve Resulü ile birlikte müslüman toplumun değerlerini paylaşan yöneticilere de (ülü’l-emr) itaat edilmesi emredilmiştir (en-Nisâ 4/59). İslâm dininin toplumun her kesiminde adaleti tesis etmeyi hedef alması, yöneticilerle yönetilenler arasındaki ilişkiye dair düzenlemeler getirilmesini gerekli kılmıştır. Bu çerçevede yöneticilere itaat, yönetilenlerin sorumluluk alanına giren önemli bir dinî görev olmaktadır. Nitekim kendisi de bir idareci olan Hz. Peygamber, Vedâ haccı sırasında irad ettiği hutbede cennete girebilmek için yerine getirilmesi


gereken görevleri Allah’tan korkmak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve devlet adamlarına itaat etmek şeklinde özetlemiştir (Müsned, V, 251; Tirmizî, “CumǾa”, 81). İslâm’da kabul edilen genel ilkeye göre insan toplulukları kural olarak barış ve anlaşma halinde yaşamalıdır (el-Bakara 2/208; el-Enfâl 8/61). Fert ve toplum arasındaki münasebet itaat statüsünde olacaksa bunun “mâruf” çerçevesine girmesi gerekir. “Bilinen, tanınan, yadırganmayıp benimsenen şey” mânasına gelen mârufun Kur’an’daki kullanılışları çerçevesinde “aklın kabul ettiği, dinin benimsediği, insan tabiatının ve toplumun uygun gördüğü fiil ve davranış” diye anlaşılması mümkündür (DİA, XI, 138-139). Yaygın bir söyleyişle, “Yaratana âsi olunacak yerde yaratılmışa itaat yoktur” şeklinde ifadesini bulan kriter birçok rivayette Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir (Miftaĥu künûzi’s-sünne, “eǿimme” md.).

Sağlıklı bir toplum meydana getirmeyi öngören İslâm dini, aile kurumuna ve aile fertleri arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine önem vermiş, bu çerçevede çocuklarla ebeveyn arasındaki münasebetin düzenli bir şekilde kurulup işlemesiyle ilgili kurallar getirmiştir. Kur’an’da ana babaya itaati emreden âyetlerde itaat, dış görünüşü kurtarmak için gösterilecek uyumlu bir davranış olarak değil gönül hoşluğuyla yerine getirilecek bir ödev biçiminde telakki edilmiştir. Bu sebeple birçok âyette “birr” ve “ihsan” kelimeleri kullanılarak onlara karşı nezaketle davranılması emredilmiştir. İslâm geleneği içinde ayrıca büyüklere, eğitim ve öğretime katkıda bulunan hocalara ve âlimlere karşı itaat etmek de bir erdem olarak görülmüştür. Öte yandan İslâm dini aile içinde eşlerin karşılıklı bazı haklara sahip olduğunu belirtmiş, aralarındaki asıl bağı ise sevgi ve saygının oluşturduğunu ifade etmiştir (el-Bakara 2/228; er-Rûm 30/21). Ancak Kur’an, aile reisliği yetki ve sorumluluğunu koyduğu ahlâk ve adalet ilkeleri çerçevesinde erkeğe vermiştir (en-Nisâ 4/34; krş. Buhârî, “Aĥkâm”, 1; İbn Mâce, “Niķâh”, 5; Ebû Dâvûd, “Niķâh”, 40).

Kur’ân-ı Kerîm’de itaat edilmesi emredilenler yanında itaat edilmemesi istenen kişi ya da gruplardan da söz edildiği görülür. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Kâfirler ve münafıklar (el-Ahzâb 33/48), ısrarlı direnişleri ve inatları yüzünden kalpleri Allah’ı anmaktan alıkonulmuş olanlar, nefsânî arzularına uyup işlerinde aşırıya gidenler (el-Kehf 18/28), kötü ahlâklılar ve günahkârlar (el-Kalem 68/10-13), Allah’ın koyduğu sınırları aşanlar (eş-Şuarâ 26/151), yönetimleri altında bulunan kimseleri Allah yolundan uzaklaştıran gruplar (el-Ahzâb 33/64-68). Kur’an bunlara itaati doğrudan bir inanç meselesi olarak ele almakta ve bu hususta yapılan uyarıyı dikkate almayanların durumunu Allah yolundan bir kopuş olarak değerlendirmektedir (Âl-i İmrân 3/99-104; el-En‘âm 6/116-117, 121).

Allah’a itaatin mahiyeti ve neleri kapsadığı konusu kelâm ekolleri tarafından ele alınmış ve bazı farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Mu‘tezile âlimlerine göre Allah’a itaat etmek O’nun murad ettiğine uymak anlamına gelir. Allah, adaleti gereği küfür veya günahları değil sadece iyi fiilleri dilemektedir. Böylece Mu‘tezile âlimleri, Allah’ın iradesiyle emri arasında fark görmeyerek bu ikisini aynı kabul etmektedir. Buna göre Allah’ın emrine itaat etmek O’nun bu emri murad ettiğinin bilinmesi sebebiyledir. Dolayısıyla Allah’ın doğrudan fiilî bir emri söz konusu olmasa bile yazılı, sözlü veya bunların dışında herhangi bir şekilde o fiili murad ettiği bilinirse buna uymak itaat kapsamına girer. Sünnî kelâm âlimleri ise Mu‘tezile görüşünün aksine Allah’a itaati O’nun emirlerine uymak şeklinde anlamaktadır. Çünkü Allah, mutlak kudret sahibi olduğu için insanın kötü fiilleri dahil olmak üzere mevcut olan her şeyi murad etmektedir. Buna göre Allah’ın iradesiyle emri arasında fark bulunduğundan Allah’a itaat O’nun murad ettiklerine değil sadece emirlerine uymak demektir (Kādî Abdülcebbâr, VI/1, s. 39-40; Abdülkāhir el-Bağdâdî, s. 267). Kādî Abdülcebbâr’ın, vâcip ve mendup olan bütün fiilleri itaat kapsamına alıp mubah çerçevesine girenleri dışarıda bırakmasına karşılık Abdülkāhir el-Bağdâdî itaati dört kategoride ele almakta ve bunları iman esaslarını kalben benimsemek, bu kabulü bir defa olsun dille ikrar etmek, farzları yerine getirip günahlardan kaçınmak ve nâfile ibadetlerde bulunmak şeklinde sıralamaktadır (Uśûlü’d-dîn, s. 268).

Kavramla ilgili olarak kelâm âlimlerinin tartıştığı konulardan biri de Allah’a gereği gibi iman etmeyen ve fiillerinde O’na yakınlaşma amacı taşımayan kimselerin yapmış olduğu işlerin itaat kapsamına girip girmediği meselesidir. Mu‘tezile kelâmcılarının çoğunluğu, Allah’a itaat kastıyla gerçekleşmeyen fiillerin itaat çerçevesinde düşünülemeyeceği görüşündedir. Ebül-Hüzeyl el-Allâf gibi bir kısım Mu‘tezilî âlimler ise Allah’ı tanımayan ve O’na iman etmeyen bir kimseden de itaat kapsamına girecek fiillerin sâdır olabileceğini kabul etmektedir. Ehl-i sünnet kelâmcıları da itaatin geçerliliğini iman esaslarının benimsenmesi şartına bağlamıştır. Buna göre mümin olmayan bir kişinin itaati ancak Allah’ı tanıma noktasında göstereceği fikrî ve ilmî gayretle alâkalı olup bunun dışında kalan fiilleri itaat sayılmamaktadır (Eş‘arî, s. 429-430; Kādî Abdülcebbâr, VI/1, s. 40; Abdülkāhir el-Bağdâdî, s. 267).

BİBLİYOGRAFYA:

Cevherî, eś-Śıĥâĥ, “dyn”, “ŧvǾa” md.leri; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “dyn”, “slm”, “smǾa”, “tbǾa”, “ŧvǾa” md.leri; Lisânü’l-ǾArab, “ŧvǾa” md.; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 495-497, 583-584; Kāmus Tercümesi, “ŧvǾa” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ŧvǾa”, “vâlideyn” md.leri; Miftâĥu künûzi’s-sünne, “eǿimme”, “raĥîm” md.leri; Müsned, V, 251; Buhârî, “Edeb”, 1, “Aĥkâm”, 1, 4, “Nikâĥ”, 94; Müslim, “Îmân”, 137, 143, 144, “İmâre”, 39; İbn Mâce, “Nikâĥ”, 5; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 40; Tirmizî, “CumǾa”, 81; Kindî, Felsefî Risâleler (trc. Mahmut Kaya), İstanbul 1994, s. 114-115. Hayyât, el-İntiśâr, s. 57-59; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 429-430, 447; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maķālât, s. 70, 96-97, 157; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, VI/1, s. 39-42; Abdülkāhir el-Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, Beyrut 1401/1981, s. 251-252, 267-268; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, Beyrut 1411/1990, VII, 118-119; X, 115-122; Elmalılı, Hak Dini, II, 1075-1080, 1374-1380; III, 2092; Daniel Gimaret, “ŦāǾa”, EI² (İng.), X, 1-2; Mustafa Çağrıcı, “Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker”, DİA, XI, 138-139.

Ömer Mahir Alper