ITTIRAD

(الاطراد)

Övülen veya yerilen kimseye ve soyuna ait isimlerin bir beyitte sıralanması anlamında bir edebî sanat.

Sözlükte “kovmak, sürmek, defetmek” anlamına gelen tard kökünden masdar olan ıttırâd “peşpeşe gitmek, akmak, söz birbiri ardınca akarcasına dökülmek, su


bir engele takılmadan dosdoğru akmak” gibi anlamlarda kullanılır. Kelimenin bedî‘ ilmindeki tanımı özellikle bu son anlamıyla yakından ilgilidir; bu ilimde “şairin övdüğü, yerdiği veya hakkında mersiye yazdığı kimsenin ve onun soyundan anılması mümkün olan kişilerin isimlerinin kronoloji sırasıyla akıcı bir biçimde zikredilmesi” şeklinde tanımlanmıştır (Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ, s. 534). Övülen veya yerilen kimseyi daha iyi tanıtabilmek amacıyla sıralanan bu isimlerin veya soy zincirinin bir engele takılmadan su gibi akarcasına söylenmesi, hoş, akıcı ve selis kelimelerden oluşması, söyleyiş güçlüğü (tekellüf) bulunmaması ıttıradın gereği ve temel şartıdır. Bir isim zincirinin sıralanışı ve söylenişinde söyleyiş güçlüğü bulunup bulunmadığını okuyucunun edebî zevki belirler. Ancak isim zincirini oluşturan kelimelerin arasına soyla ilgili olmayan bir sıfat sokarak zinciri kesintiye uğratmanın ıttırada aykırı bir tekellüf olduğu söylenmiştir (İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-taĥbîr, s. 353). Şairin kasidesi içinde aruz vezninin bahir ve tef‘ilelerine uygun düşecek şekilde ardarda uygun isimleri sıralaması onun yeteneğini, gücünü ve dile hâkimiyetini gösterir (İbn Reşîķ el-Kayrevânî, II, 698).

Bu isimlerin tek beyit içinde başlayıp bitmesi şarttır. Nitekim Mütenebbî’nin, Hamdânî Hükümdarı Seyfüddevle’yi övdüğü bir kasidesinde hükümdarın soy zincirini oluşturan isimleri iki beyitte sıralaması eleştirilere sebep olmuştur (a.g.e., II, 701). Bu isimlerin beytin son mısraına (Nüveyrî, VII, 155) veya kasidenin başına (İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 353) getirilmesi ve az lafızla çok isim sıralanması da bir başarı sayılmıştır.

Belâgat âlimlerinin çoğu, sıralanan isimleri şairin övdüğü veya yerdiği kimsenin soy kütüğünde yer alanların adlarıyla sınırlandırmışlardır. Safiyyüddin el-Hillî övülen kişinin adıyla birlikte sıfat, lakap, künye ve çok defa kabile isminin de sıralanmasını ıttıradın gereği sayar (Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye, s. 132).

Arap kültür ve geleneğinde şeref ve övünç kaynağı erkek olarak kabul edildiğinden soy zincirinde kadınların yer alması ıttırad açısından bir kusur sayılmıştır. Nitekim şair Ebû Nüvâs’ın, Abbâsî Halifesi Emîn’i övdüğü bir kasidesinde halifenin soy zincirinde annesini de anması eleştiri konusu olmuştur (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, III, 93-94).

Soy zincirinde sıralanan isimler bağlaçlarla birbirine bağlanabilir. Bu durumda eski nesilden yeniye veya yeni nesilden eskiye doğru sıralama imkânı bulunur. Şu âyette eskiden yeniye doğru sıralama görülmektedir: واتبعت ملّة ابائى ابراهيم واسحق ويعقوب “Ben atalarım İbrâhim → İshak → (ve) Ya‘kūb’un dinine uydum” (Yûsuf 12/38). Şu âyetlerde de tevhide dayalı dinlerin temeli olan Hanîfliği getirmesi ve soyundan peygamberlerin gelmesi sebebiyle Hz. İbrâhim ile başlayan peygamberler zincirinde sıraya riayet edilmiştir: قالوا نعبد الهك واله ابائك ابراهيم واسماعيل واسحق الهاً واحداً(el-Bakara 2/133, İbrâhim → İsmâil → İshak), ام تقولون انّ ابراهيم واسماعيل واسحق ويعقوب والاسباط كانوا هوداً او نصارى (el-Bakara 2/140, İbrâhim → İsmâil → İshak → Ya‘kūb → esbât [torunlar], قولوا امنّا بالله وما انزل الينا وما انزل الى ابراهيم واسماعيل واسحق ويعقوب والاسباط وما اوتى موسى وعيسى (el-Bakara 2/136, İbrâhim → İsmâil → İshak → Ya‘kūb → esbât → Mûsâ → Îsâ).

Soy zincirini oluşturan isimler diğer bazı şekillerin yanında çoğunlukla “ibn” kelimesiyle irtibatlandırılır. Bu durumda fesahate aykırı olan zincirleme isim tamlaması söz konusu olur. Ancak zincirleme isim tamlamasının söylenişinde ağırlık bulunmadığı ve kolaylıkla söylendiği takdirde fesahata aykırı olmayacağı ifade edilmiştir. Hz. Peygamber’in şu hadisi buna örnek teşkil eder: الكريم ابن الكريم ابن الكريم ابن الكريم، يوسف بن يعقوب بن إسحاق بن إبراهيم(Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ, s. 535).

Kazvînî ve onun Telħîśü’l-miftaĥ’ına şerh yazanların birçoğu ıttıradı bedî‘ ilminde mânaya güzellik veren sanatların sonuncusu olarak kabul etmişlerdir. Ancak Teftâzânî’nin Muħtaśarü’l-MeǾânî’sine hâşiye yazan Şeyh Yâsîn ile Kazvînî’nin et-Telħîś’ine Mevâhibü’l-fettâĥ fî şerĥi Telħîśi’l-Miftâĥ adıyla şerh yazan İbn Ya‘kūb el-Mağribî gibi bazı belâgat âlimleri ıttıradı mânadan çok lafzı süsleyen bedîî bir tür olarak görmüşlerdir (Desûkī, II, 584-585; İbn Ya‘kūb el-Mağribî, IV, 410-411).

Ittıradı bedîî bir tür olarak ele alan ve birçok örnek vererek açıklayan ilk belâgat âlimi İbn Reşîķ el-Kayrevânî’dir (el-ǾUmde, II, 698-701). Konuyla ilgili bilgileri İbn Reşîķ’ten nakleden İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî, Taĥrîrü’t-taĥbîr ve BedîǾu’l-Ķurǿân’ında birkaç âyet ve hadisi örnek göstermenin dışında türe bir katkıda bulunmamıştır (et-Taĥrîrü’t-taĥbîr, s. 352-354; BedîǾu’l-Ķurǿân, s. 141).

Safiyyüddin el-Hillî’den itibaren bedîiyyelerde ıttırad örneklerine rastlanmaktadır. İbn Câbir el-Endelüsî’nin el-Ĥulletü’s-siyerâǿ fî medĥi ħayri’l-verâǿ adlı bedîiyyesinde yer alan ve Hz. Peygamber’in soy şeceresini oluşturan önemli isimlerin kronolojik sıraya göre verildiği ([Hz. Muhammed] → Abdullah → Şeybe [Abdülmuttalib] → Abdümenâf → Kusay) şu beyit bunların en güzellerindendir: قد أورث المجد عبد الله شيبة عن / عمرو بن عبد مناف عن قصيّهم(el-Ĥulletü’s-siyerâǿ, s. 147).

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “Iŧŧırâd” md.; Tehânevî, Keşşâf, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), II, 905-906; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. M. Karkazân), Beyrut 1408/1988, II, 698-702; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-taĥbîr fî Ǿilmi’l-bedîǾ (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1383/1964, s. 352-354; a.mlf., BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1377/1957, s. 141; Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî, Ĥüsnü’t-tevessül ilâ śınâǾati’t-teressül (nşr. Ekrem Osman Yûsuf), Bağdad 1400/1980, s. 284; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 155; İbnü’l-Esîr el-Halebî, Cevherü’l-kenz: Telħîśu Kenzi’l-berâǾa fî edevâti źevi’l-yerâǾa (nşr. M. Zağlûl Sellâm), İskenderiye 1983, s. 240; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 534-535; a.mlf., et-Telħiś fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. Abdurrahman el-Berkūkī), Kahire 1350/1932, s. 387; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-mütażammin li-esrâri’l-belâġa, Beyrut 1402/1982, III, 93-94; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 132-133; İbn Câbir el-Endelüsî, el-Ĥulletü’s-siyerâǿ fî medĥi ħayri’l-verâǿ (nşr. Ali Ebû Zeyd), Beyrut 1405/1985, s. 147; Teftâzânî, Muħtaśarü’l-MeǾânî, İstanbul 1307, s. 419-420; a.mlf., el-Muŧavvel Ǿale’t-Telħîś, İstanbul 1309, s. 444-445; Bedreddin b. Mâlik, el-Miśbâĥ fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ, Kahire 1341, s. 83; Desûkī, Ĥâşiye Ǿalâ Muħtaśari’l-meǾânî, İstanbul 1290, II, 584-585; İbn Ya‘kūb el-Mağribî, Mevâhibü’l-fettâĥ fî şerĥi Telħîśi’l-Miftâĥ (Şurûĥu’t-Telħîs içinde), Beyrut, ts. (Dârü’s-Sürûr), IV, 410-411.

İsmail Durmuş