JAPONYA

Asya’nın doğusunda adalar ülkesi.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. JAPONYA-OSMANLI İLİŞKİLERİ

III. ÜLKEDE İSLÂM ve ŞARKİYAT ÇALIŞMALARI

Doğudan ve güneyden Büyük Okyanus’la, kuzeyden Ohotsk deniziyle çevrili olan ve batıda Japon deniziyle Asya anakarasından ayrılan Japonya, dördü büyük çok


sayıda ada ve adacık üzerinde yayılan bir ülkedir. Tek meclisli anayasal monarşiyle yönetilir; resmî dili Japonca, dini Şintoizm ve Budizm, para birimi yendir (= 100 sen). Yüzölçümü 377.835 km², nüfusu 127.000.000 (2000) olan ülkenin başşehri 8.123.300 nüfuslu Tokyo (1995; metropol: 11.771.819), diğer önemli şehirleri Yokohama (3.307.408), Osaka (2.602.352), Nagoya (2.152.258), Sapporo (1.756.968), Kyoto (1.463.601), Kobe (1.423.830), Fukuoka (1.284.741), Kavasaki (1.202.811), Hiroşima (1.108.868) ve Kitakyushu’dur (1.019.522).

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

Kuzey-güney doğrultusunda uzanmış 2200 km. uzunluğunda bir yayı andıran Japon takımadalarından oluşan ülkenin ana gövdesini birbirinden dar boğazlarla ayrılan Hokkaido, Honshu, Shikoku ve Kyushu adaları meydana getirir. Japonya topraklarının büyük kısmı dağlıktır; en yüksek dağ 3776 m. yüksekliğindeki Fuji yanardağıdır. Düz kesimler azdır ve en geniş düzlük Tokyo’nun da içinde yer aldığı Kanto ovasıdır. Genelde yağmurlu ve nem oranı yüksek seyreden iklim, muson alanında bulunulmasına rağmen yüzey şekillerinin ve adalar üzerinde kurulmuş, birçok enlem derecesine yayılmış olmanın etkisiyle hem karasal hem tropikal özellikler gösterir. Kuzeyde yaz sıcak ve kısa, kış uzun ve çok soğuk, orta kesimlerde yaz sıcak ve nemli, kış kısa, güneybatıda ise yaz sıcak, nemli ve uzun, kış ılıktır. Büyük akarsuların bulunmadığı Japonya’da en uzun nehir Japon denizine dökülen 367 km. uzunluğundaki Shinano’dur. Genelde boyları kısa ve akışları hızlı olduğu için taşımacılıkta kullanılamayan nehirlerden çok sayıdaki hidroelektrik santraller vasıtasıyla elektrik enerjisi elde edilir. Ülkede en büyüğünü Kyoto’nun kuzeydoğusundaki Biva’nın oluşturduğu birçok göl vardır.

Ortalama yoğunluğu 333/km² olan nüfusun % 99.4’ü Japonlar’dan, geri kalanı, çoğunluğu Kore ve Çin’den gelen diğer etnik gruplardan teşekkül etmektedir; Ainu ve Hisabetsu Buraku ise yerli azınlık gruplarıdır. % 80’i şehirlerde yaşayan nüfusun % 84’ünü Şintoizm ve Budizm mensupları, % 15’ini diğer din mensupları, % 1’ini ise hıristiyanlar meydana getirir. Budizm, Japonya’ya milâttan sonra 538’de Kore üzerinden gelmiş ve Prens Shotoku döneminde (593-628) kraliyet himayesi görmüştür. Hıristiyanlık ise ilk defa 1549’da Cizvit misyoneri Aziz Francis Xavier tarafından ülkeye sokulmuş ve özellikle XIX. yüzyılda Batılı güçlerin baskısı karşısında yöneticilerin daha hoşgörülü davranmaları sonucu Fransız Katolik ve Amerikalı Protestan misyonerler tarafından yayılmıştır.

Japonya topraklarının sadece % 15’i tarıma elverişlidir ve tarıma dayalı ekonomi sürekli biçimde devlet desteği görmektedir. Pirinç ülke ihtiyacından fazla üretildiği için ihraç malları arasında yer almaktadır; buna rağmen buğday ve soya gibi tüketim maddeleri ithal edilmektedir. Ülkenin yaklaşık % 70’i ormanlarla kaplı olduğundan orman ürünleri endüstrisi gelişmiştir. Japonya, özellikle uluslararası sularda yaptığı balıkçılık ve diğer deniz ürünleri istihsalinde ise dünyada birinci sırada yer almaktadır.

Japonya, Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyanın en güçlü ekonomisine sahiptir. Tarımın ekonomideki ve millî hâsıladaki payı sürekli azalırken (% 2, 1999) sanayi ürünlerinin payı (% 35, 1999) sürekli yükselmektedir. Üretim ve ihracat alanındaki faaliyetler günümüzde bütün dünyaya yayılmış bulunan otomobil, iş makineleri, fotoğraf makineleri, sanayi robotları, elektronik aletler, yarı iletkenler ve optik fibre gibi ürünler üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Ülke yer altı kaynakları bakımından zengin sayılmaz; altın, magnezyum ve gümüş madenleri ancak sanayi ihtiyacını karşılamaktadır. Başta akaryakıt olmak üzere kimyasal maddeler, demir, bakır ve kömür gibi madenlerle tekstil ürünleri ithal edilmektedir. Çalışan nüfusun % 65’i ticaret ve hizmet, % 30’u sanayi, % 5’i de tarım, ormancılık ve balıkçılık sektörlerinde faaliyet göstermektedir. En fazla ticaret yapılan ülkeler Amerika Birleşik Devletleri, Tayvan, Çin, Güney Kore, Hong Kong ve Avustralya’dır.

BİBLİYOGRAFYA:

R. B. Hall - Toshio Noh., Japanese Geography: A Guide to Japanese Reference and Research Materials, Westport 1978; J. Pezeu-Massabuau, The Japanese Islands: A Physical and Social Geography (trc. P. C. Blum), Rutland 1978; Japan Handbook (ed. P. Heenan), London 1998; H. A. Pluckrose, Japan, Nev York 1998; I. Melville, Marketing in Japan, Oxford 1999.

Cemil Lee Hee-Soo





II. TARİH

Paleotik devirde insan varlığına rastlanmayan Japonya neolotik dönemde iskâna açılmıştır. Eski bir Güney Asya kültürü olan, avcılarla balıkçıların yaşadığı Jomon kültürü dönemi (m.ö. 8000-m.ö. 300) kuzeydeki Sibirya’dan, yine aynı istikametten gelen Yayoi kültürü ise (m.ö. 300-m.s. 250) Kore, Çin, Endonezya ve Filipinler’den göçlerle başladı. Zamanla birçok küçük yerleşim birimi kuruldu.

İmparatorluk geleneğini tarihinin ilk dönemlerinden itibaren sürdüren Japonya’da efsanelere göre imparator ailesi güneş ilâhesi Amaterasu soyundan gelmektedir. Asilzadeler ise diğer ilâhların torunlarıdır. İlk imparator olan Jimmo Tenno’nun milâttan önce 660’ta tahta geçerek kurduğu feodal sistem milâttan önce 97’ye kadar devam etti. IX. yüzyılda çocukların tahta çıkarılması âdet haline gelince devlet idaresinde aksaklığı önlemek için 877’den itibaren bir nâib (kvampaku) tayin edilmeye başlandı. Fujivara devrinde imparatorlar inzivâya çekilirken devlet işlerini nâib ailesi yürüttü. 1129’da İmparator Toba’nın yaptığı gibi bazıları yetkilerini terkederek din adamı oldular. Bir asır süren (1233-1333) vasîlik döneminde Tokimasa ailesinden dokuz kişi vasîlik yaptı.

Ülkenin bütünleşme yolunda ilerleyen bir konuma geldiği 300 yılından 710 yılına kadar güneyde kurulan ilk devlet Yamato’dur. 250’de Amaterasu, sadece imparator ailesinin değil bütün halkın koruyucu ilâhesi ilân edildiği için din-devlet ilişkileri birbirinden ayrıldı. Şinto dininin en üst temsilcisi olarak başka yere taşındığından Yamato İmparatorluğu müstakil hale geldi. Ülke, komşuları Çin ve Kore’nin maddî ve mânevî tesirlerinden kurtulamıyordu. Şintoizm’e Çin’den gelen felsefî düşüncelerle diğer unsurlar karışınca dinî anlayış epeyce değişti. Yamato dönemindeki önemli hadiselerden biri de 538’de Budizm’in Kore üzerinden bu ülkeye girmesidir. İmparator ve çevresi Budizm’e yakınlık gösterirken asilzadeler


Şintoizm’e bağlı kaldılar. Prens Shotokou 604 yılında ülkenin on yedi maddelik ilk anayasasını yaptı. 645’te Taika reformları başlarken diğer taraftan Japonya tarihi açısından önemli bir güce sahip olan Fujivara ailesi devleti daima arka plandan yönetti. 710’da başlayan ve adını başşehir yapılan Nara’dan (Heijo) alan dönem 784’te başkentin Nagaoka’ya taşınmasına kadar devam etti. Asillerle din adamlarına özel mülkiyet hakkının tanındığı bu dönemde çiftçiler ağır vergiler altında ezildiler. Ülkede Konfüçyanizm yayıldı. Japon toplumunun yapısı değişmeye başladı ve gittikçe askerî sınıfın hâkimiyetine girerek bir samuray devleti oldu. 794-1185 yılları arasında ise yeni başşehir yapılan Heian’dan (Kyoto) adını alan dönem başladı. Önce Hondo adasının tamamı tek yönetim altına girdi ve küçük Japonya kuruldu. Fujivara Michinaga’nın 1016’da iktidarı ele geçirmesiyle aristokratlar idareyi kendi yetkilerine aldılar. XI-XII. yüzyıllarda perde arkasından yaşlı imparatorlar tarafından yönetilen ülkede yaklaşık 150 yıl boyunca çocuklar imparator yapıldı. Japon kültürünün kendine has yapısının bozulmaması için Çin’le ilişki kurulmadı. XII. yüzyılın sonlarından itibaren Konfüçyanizm’in yeni şekil almasıyla bir erkeğin efendisine göstereceği sadakat yüksek bir vazife kabul edildi. Barış sever ahlâk geleneği olan bu dinî anlayıştan asker zihniyetli bir inanç doğdu. 1192’de Minamoto Yorimoto kendini şogun ilân ettirerek Kamakura’da askerî hükümetini kurdu. Bu aynı zamanda yaklaşık yedi asır devam edecek olan derebeylik sisteminin başlangıcıdır. Kyoto’da oturan imparator ailesiyle Kamakura’daki hükümet arasında 1221’de çıkan kavga sonunda hükümet Hojo hâkimlerinin eline geçti. 1232’de Joei Shimikou adıyla yeni bir kanun ilân edildi.

Moğollar 1274 ve 1281 yıllarında Japonya’yı istilâ etmeye çalıştılarsa da bu teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı. Kamakura devri 142 yıllık hâkimiyetin ardından ekonomik bakımdan zayıflayınca 1333’te yıkıldı. Ertesi yıl, imparatorun bütün Japonya üzerinde eski gücüne kavuştuğu Kemmu dönemi başladı. Ancak 1336’da Ashikaga Takauji, yönetimi beğenmeyen halk ve samuraylarla Kyoto’yu zaptedince imparator kaçarak Yoshino’daki Güney Sarayı’na yerleşti. Takauji’nin kurduğu Muromachi hükümeti döneminde (1338-1573) Kyoto’daki Kuzey Sarayı’na ikinci imparator Komei oturdu. Kuzeyle güney arasında altmış yıl süren bir mücadele oldu. Bu iki imparatorluk dönemi, 1392’de sarayların III. Ashikaga Yoşimitsu tarafından birleştirilmesiyle son buldu. Şogunluğun zayıfladığı, daimyoların güçlendiği dönemin önemli hadiselerinden biri de feodal ailelerin hâkimiyet kavgası için yaptıkları on yıl süren Onin Savaşı’dır (1467-1477).

Avrupalılar’ın Uzakdoğu seferleri es-nasında Portekizliler 1542’de Japonya’ya ulaştıklarında ilk defa ateşli silâhlarla Hıristiyanlığı buraya getirdiler. 1549’da İspanyol misyoner Francisco Xavier geldi. 1582’ye kadar misyonerler 100.000’in üzerinde Japon’u hıristiyanlaştırdılar. 1584’ten itibaren İspanyollar, İngilizler ve Hollandalılar Japonya’ya yoğun biçimde gelirken aynı yıllarda Japonlar da Kore ve Çin sahillerine seferler düzenliyorlardı. XVII. yüzyılda artık Pasifik’in her tarafına gitmeye başladılar ve Tayvan, Filipinler, Endonezya, Malezya, Kamboçya’ya kadar yayıldılar. 1612’den itibaren deniz yayılmacılığı durakladı. Yarım milyondan fazla Japon’un hıristiyanlaşması idarecileri yeni tedbirler almaya sevketti ve 1616’da Hirado ve Nagazaki dışındaki limanlar Avrupalılar’a kapatıldı ve 1630’da Hıristiyanlık’tan bahseden kitaplar yasaklandı. Japonlar atalarının kültürüne karşı çıkan, Çinliler’in de soğuk durduğu bu dine fazla rağbet etmediler.

1568’de Nobunaga imparatorun oturduğu Kyoto’ya girdi. 1573’te Muramachi devri kapandı ve yerine Azuchi-Momoyama dönemi (1573-1603) başladı. Dinî otoritenin askerî gücünü kıran Nobunaga asilzadeleri itaat altına aldı ve şogunu fiilen etkisiz kıldı. Nobunaga 1582’de öldürülünce yerine Toyotomi Hideyoshi geçti; çiftçilerin ellerindeki silâhlara ve dinî kurumlara el koydu (1588). Odawara’yı (Hojo) 1590’da ele geçiren Hideyoshi, Kyushu adasını alınca ülke toprakları tek devlet haline geldi. Hideyoshi 1592’de Çin’e bir sefer düzenlediyse de başarısız oldu. 1597’de ikinci defa Kore’ye çıkıp birçok yeri aldı. Ancak 1598’de ölümü üzerine sefer tamamlanamadı. Onun idaresinde Japonya Çin’den sonra bölgenin en güçlü ülkesi oldu. Yerine Sekigahara Savaşı’nda rakiplerini yenen Togukava Ieyashu geçti.

Minamoto’nun Tokugava soyundan gelen Ieyashu 1603’te şogun tayin edildi ve Yedo’da (Tokyo) Togukava hükümetini kurdu. Bu tarihten 1867’ye kadar süren Yedo dönemini başlattı. 1605’te Hollandalılar’a, 1613’te İngilizler’e ülkede ticaret acentaları açmaları için izin verdi. İspanyol Fransiskenler ve Portekiz Cizvitler arasındaki rekabet ülkede huzursuzluğa yol açtı. 1611-1613 yılları arasında Hıristiyanlığı yasaklayan kanunlar yürürlüğe kondu ve ülke genelindeki misyonerler Nagazaki’de toplandı. Ardından dış dünya ile bağlar koparılarak içe kapanma dönemi başladı.

Heian döneminde Çin’den Tendai (805), Şingon (806), Jodo (1175), tarihte samuraylar, günümüzde ise aydın kesim arasında yaygın olan Zen (1191) ve Lotus Hoke (1253) gibi tarikatlar Japonya’ya geçerek yayılmaya başladı. Özellikle Lotus Hoke tarikatının günümüzde milyonlarca müntesibi vardır ve birçok yeni dinî akıma ilham kaynağı olmaktadır.

Japonlar’ın dış dünyaya kapandığı Yedo döneminde bilhassa köylüler daima ezilen sınıf oldu. Gelirlerinin yüzde kırkını vergi olarak alan 270 derebeyi onların üzerindeki güçlerini samuraylar vasıtasıyla sağladılar. Gücün korunması için ülkeye giriş ve çıkışlar yasaklandığı gibi Pasifik Okyanusu’nu aşabilecek büyüklükte gemi yaptırılmadı. Hıristiyanlığa karşı baskılar 1615’te yoğunlaştı. 1638’de çıkan köylü ayaklanmasında parmağı olan kilise mensuplarına karşı tepkiler arttı. Şimabara ve Amakusa derebeylikleri tamamen hıristiyanlaştıkları için diğer bölgelerdeki hıristiyanlar da buraya toplandı. 1639’da vergileri artan köylülerle hıristiyanlar birlikte isyan ederek Hara Kalesi’ne sığındılar. Japon ordusu üzerlerine baskın düzenledi ve 20.000 insan katledildi. Ülkede Hıristiyanlığın yayılmasını engellemek için dış ilişkiler Çin ve Hollanda ile sınırlı tutuldu. Bilhassa Hollandalılar, Deşima adasında 212 yıl her türlü zorluğa katlandılar ve ilişkilerini koparmadılar.

Kapanma dönemi Japonya’nın dünya devleti olmasını iki asır geciktirdi. Özellikle Çin’in 1368-1644 yılları arasında yaşadığı benzer dönem biterken burada başlamasının olumlu tarafı savaşlardan uzak kalınmasıydı. Büyük ticarethanelerin


temelleri atılırken Japon kültürü açısından bilhassa kitapçılık bir ticaret kolu haline geldi. Şintoizm yeniden canlandı ve imparator eski gücüne kavuşarak iktidarın onun eline geçmesini isteyenlere fırsat verdi. Köylülerin ağır yükümlülüklerinde değişiklik olmadı. Ancak hayvanlara yapılacak eziyet ağır şekilde cezalandırıldığından ülkenin her tarafı başı boş hayvanlarla doldu, köylüler çalışamaz duruma geldi. Ata binmek bile eziyet sayıldığından her türlü taşımacılık insan gücüne dayalı yapılıyordu. Bu dönemde tarihe ve eğitime önem verilmesi neticesinde bir kurul tarafından ülke tarihi yazılmaya başlandı. Avrupa’dan Hıristiyanlık konusu hariç bütün alanları ilgilendiren kitaplar getirtildi.

Japonya tarihinde önemli yer tutan çocuk imparatorlar özellikle XVIII. yüzyılda da durumlarını korudular. XIX. yüzyılda ticaretin önemi arttı ve kurulan büyük ticarethanelerde çalışmak üzere köylülerle samuraylar büyük şehirlere akın ettiler. Ancak ülkede artan kıtlık çok sayıda isyanın çıkmasına sebep oldu. 1854 yılında savaş gemilerinden oluşan filosuyla Japonya’ya gelen Amerikalı Amiral Matthew Perry bazı limanları ticarete açtırarak dış dünya ile temasa geçilmesini sağladı. Asırlardır süren kapanmanın ardından 1854-1856 yılları arasında Amerika, Hollanda, Rusya, İngiltere ve Fransa ile antlaşmalar imzalandı. Ülkeye yabancıların girmesini istemeyen Kyoto’daki imparator şogunun imzaladığı bu antlaşmaları reddetti. Şogunluk sistemi gittikçe zayıfladı. 1867’de Togukava döneminin son şogunu Yoşinobu tüccarların, ülkenin batısındaki derebeylerin ve ezilen samurayların baskılarına dayanamayarak İmparator Meiji lehine iktidarı terketti. Böylece son şogunun istifa etmesiyle yedi asırlık gelenek biterek tam yetkili imparatorluk sistemine yeniden dönüldü.

1868’de ülkeyi yeniden dış dünyaya açan ve Japonya’nın dünyanın sayılı devletleri arasına girmesini sağlayan Meiji dönemi başladı. 1869’da yabancı aleyhtarlığı yasaklandı. İmparator, Kyoto’dan Tokyo’daki şogunun sarayına taşındı. Eyalet sistemi yerine vilâyet sistemi getirildi. Japon halkı arasındaki sınıf farkı muhafaza edilerek asilzadeler üst sınıfı, samuraylar orta sınıfı, köylüler alt sınıfı oluşturdu. Bundan böyle küçük samuraylar askerî sınıfta yer alarak eğitimleri Fransız askerî eğitimcilere verilirken donanmanın modernleştirilmesi İngilizler’e bırakıldı. Yeni orduların kurulmasıyla samurayların varlığı tehlikeye girince emekliliği kabul edenlere tazminatları ödendi ve askerlikten el çektirildi. Bunun üzerine 1877’de Satsuma isyanı başladı. 40.000 kişilik samuray birliği 60.000 askerden oluşan modern orduyla yaptığı savaşı kaybetti. Bu dönemde Japonlar deniz aşırı ülkelere gitmeye başladılar. Ülkede huzur sağlandı ve teknik alanda büyük gelişme kaydedildi. İmparatorun yönetimi altında yapılan reformlarla derebeyler ellerindeki arazilerini kaybettiler. Derebeylerin köylülerden aldığı vergi 1873’ten itibaren devlete verilmeye başlandı.

İlk defa 1872’de Tokyo ile Yokohama arasında demiryolu yapıldı. 1889’da yeni anayasa kabul edilerek imparatorun konumu garanti altına alındı ve tahttan indirilmesi yasaklandığı gibi meclis onun emriyle açılmaya ve kapanmaya başladı. Kanunlar meclise danışıldıktan sonra imparator tarafından ilân ediliyordu. Âcil durumlarda imparatorun meclise danışmadan da kanun çıkarma yetkisi vardı.

Ülke XX. yüzyıla girmekteyken savaşlar dönemi başladı ve ilk savaş 1894-1895’te Çin’le yapıldı. 1902’de İngiltere ile bir ittifak antlaşması imzalandı. 1904-1905’te bu defa Rusya ile savaş başladı. Beklenmedik bir üstünlük sağlayan Japonlar Mançurya’ya doğru ilerlediler, Kore’yi 1910’da ilhak ederek bir eyalet haline getirdiler. Meiji, kırk dört yıl imparatorluk yaptıktan sonra 1912’de ölünce yerine geçen oğlu Taisho’nun dönemi savaşlarla geçti. I. Dünya Savaşı’nda İngiltere ile ittifak halinde olduğundan savaştan kârlı çıkan Japonya, Çin’i işgal etmek için 70.000 kişilik askerî birliğini Doğu Sibirya’ya gönderdi. Avrupa’da savaş esnasında ihtiyaç duyulan bütün malları yüksek fiyatla satmaya başladı.

1923’te meydana gelen Büyük Kanto depreminde 60.000 kişi ölürken Tokyo ve Yokohama şehirleri tamamen yıkıldı. Tahtını 1926’da oğlu Hirohito’ya terkeden Taisho 1927’de ölünce Japon tarihinde Şova dönemi (1926-1989) başladı. XX. yüzyılda ülke tarihinin en önemli hadiselerine sahne olan bu dönemde “büyük Asya fikri” uygulamaya konuldu.

Dünyanın girdiği ekonomik krizden etkilenen Japonya bunu düzeltmek için 1931’de Mançurya bölgesini işgal etti. Cem‘iyyet-i Akvâm’ı 1932’de terketti. İkinci Japon-Çin savaşı 1937’de başladı ve Japonya Ekim 1938’de Çin’in büyük bir kısmını aldı. Ardından Almanya ve İtalya ile II. Dünya Savaşı’na girdi. 1940’ta ülkedeki bütün siyasî partiler yasaklandı. Mayıs 1941’den itibaren Singapur, Malezya, Burma, Endonezya, Filipinler ve Yeni Gine işgal edildi. 1941’de Amerika ve İngiltere’ye savaş açıldı ve böylece Pasifik Savaşı başladı. Amerikan birlikleri Filipinler’i alınca Japonya’nın işgalleri durdu. Ruslar Mançurya ve Kuzey Kore’ye girdiler. 5 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya ve 8 Ağustos 1945’te Nagazaki’ye atılan iki atom bombasından sonra dört büyük devletin Postdam Deklarasyonu’nu kabul eden Japonya müttefik devletlere teslim oldu.

1946 anayasası imparatoru yeniden sembolik konumuna döndürdü. Savaş sonrası ülke, Amerikalı General Mac Arthur’un yönetimi altında demokratik usullerle seçilen hükümet tarafından yönetilmeye başlandı. 1952’de müttefiklerin Japonya’yı işgali sona erdi ve Japonya 1956’da Birleşmiş Milletler’e üye oldu. Çin ile olan münasebetleri ancak 1972’de normale döndü. Bu süre zarfında Japonya bölgesel bir devlet olmaktan çıkıp sanayisiyle dünyanın güçlü devletleri arasına girdi. 1989’da Hirohito’nun ölümünden sonra 125. imparator olarak Akihito tahta geçti, halen Heisei dönemi adıyla imparatorluğu devam etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

W. Eberhard, Eski Devirlerden Zamanımıza Kadar Uzak Doğu Tarihi, Ankara 1957, s. 12-254; R. Storry, A History of Modern Japan, London 1960; M. Vié, Histoire du Japon des origines à Meiji, Paris 1969, s. 5-10, 77, 88, 89-90, 110; E. O. Reischauer, Japan the Story of a Nation, New York 1981, s. 8-9, 13, 15, 17, 49-51; M. Oka - I. Perceval, Japon Kalkınması ve Türkiye (trc. Fethi Naci), İstanbul 1983, s. 6-13; Japan: Profil of a Nation, Tokyo-New York 1995; M. B. Jansen, “Japan: History of Japan”, Encyclopedia of Asian History, New York 1988, II, 185-200.

Ahmet Kavas






III. JAPONYA-OSMANLI İLİŞKİLERİ

XVII. yüzyılın ortalarında Kâtib Çelebi’nin Cihannümâ’sında “cezîre-i Yaponyâ” adıyla oldukça geniş izahat verilen Japonya, Togukawa Şogunluğu devrinde uzun süre dünyaya kapısını kapatmıştı. Fakat 1850’li yıllarda başta İngiltere olmak üzere bazı Avrupa ülkeleriyle imzalanan ve Japonlar’a göre eşit haklar tanımayan ticaret antlaşmaları neticesinde kapılarını açmaya mecbur kaldı. Bu sebeple 1868 Meiji Restorasyonu’ndan sonra yeni kurulan Meiji hükümetinin karşılaştığı en önemli mesele, eşit olmayan ticaret antlaşmalarını feshederek gümrük özerkliğinin geri alınması oldu. Bununla ilgili olarak Meiji hükümeti, 1871 yılında Fukuçi Geniçiro adlı bir memuru Türkiye’nin durumunu tesbit ettirmek üzere gönderdi. Çünkü bu sıralarda Osmanlı Devleti de aynı mahiyetteki 1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nın getirdiği zorluklarla karşı karşıya bulunuyordu. Fukuçi’nin ziyareti neticesinde Osmanlı Devleti ile diplomatik münasebet kurulmasını faydalı gören Meiji hükümeti 1880’de Türkiye’ye bir heyet gönderdi. Heyetin başkanı Yoşida Masaharu, Hindistan-Tahran-Kafkasya üzerinden Ocak 1881 tarihinde İstanbul’a ulaştı ve II. Abdülhamid tarafından kabul edildi. II. Abdülhamid, bir Osmanlı-Japon dostluk anlaşması yapılmasının gerekli olduğunu beyan etti. Ancak Rusya’daki Osmanlı büyükelçisi Şâkir Paşa ile Japon ortaelçisi Yanagihara’nın gösterdikleri gayretlere rağmen iki ülke arasında resmî bir anlaşma imzalanamadı.

Diğer taraftan 1887 yılında Avrupa seyahatine çıkan Prens Komatsu ile maiyetindeki heyet İstanbul’a uğradı ve II. Abdülhamid ile görüşerek Japon İmparatoru Meiji tarafından gönderilen en şerefli nişanı (Kikuka-Daijushô) takdim etti. Bunun üzerine II. Abdülhamid, 1889’da hem imparatorun kendisine takdim ettiği şeref nişanına cevap vermek, hem de Osmanlı bahriyesindeki genç subayların tecrübelerini arttırmaları amacıyla Bahriye Miralayı Osman Bey (Japonya’ya giderken yolda rütbesi tümamiralliğe yükselerek paşa oldu) başkanlığında 650 kişiden oluşan bir heyeti Ertuğrul gemisiyle Japonya’ya gönderdi. Bu girişim, Japonya ile dostluk anlaşmasının imzalanmasına bir hazırlık mahiyeti taşımaktaydı. Ertuğrul gemisi 7 Haziran 1890 tarihinde Yokohama Limanı’na vardı ve Japon halkı tarafından coşkuyla karşılandı. Daha sonra İmparator Meiji’nin kabul ettiği Osman Paşa ve heyeti II. Abdülhamid’in gönderdiği şeref nişanını imparatora takdim etti. Japonya’da üç ay kadar kaldıktan sonra Yokohama Limanı’ndan İstanbul’a dönmek üzere hareket eden gemi, 16 Eylül 1890’da Wakayama iline bağlı Kaşinozaki Burnu açıklarında fırtınaya tutularak battı ve Osman Paşa dahil 581 kişi hayatını kaybetti. Faciayı öğrenen Japon hükümeti harekete geçerek kurtulan altmış dokuz kişiyi iki kruvazörle İstanbul’a yolladı; kruvazörler 2 Ocak 1891’de İstanbul’a ulaştı. Bu olay iki milletin birbirine yakınlık duymasında etkili oldu; iki ülke arasında dostluk ve ticaret anlaşmalarının imzalanması için bazı teşebbüslerde bulunulduysa da yine bir sonuca varılamadı.

1904-1905 yıllarında cereyan eden Japon-Rus savaşında Japonya’nın Rusya’ya karşı galip gelmesi, o dönemde Batı devletlerinin baskısı altında bulunan Asya’nın birçok ülkesinde sevinçle karşılandı. Türkiye’de de Mehmed Âkif (Ersoy), Halide Edip (Adıvar) ve Ziya Gökalp gibi yazarlar Japonlar’ın başarısına eserlerinde yer verdiler. Doğu kültürüne sımsıkı bağlı olan Japonya’nın zaferi Avrupa teknolojisine sahip, fakat gelenek ve göreneklerine bağlı kalan bir ülkenin Avrupa’ya karşı başarısı olarak nitelendirildi. Türkiye’nin çağdaşlaşma hareketlerinde de “Japon örneği” olarak göz ardı edilmeyecek bir tesir bıraktı. Osmanlı hükümeti bu savaşı takip ettirmek için Miralay Pertev Bey’i Mançurya’ya gönderdi.

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti üçlü ittifak devletleri tarafını tuttu. Japonya ise 23 Ağustos 1914’te Almanya’ya savaş ilân etti. Bu yüzden iki ülke birbirine karşı olan bloklar içinde yer almışsa da mesafe uzaklığı sebebiyle herhangi bir düşmanlık doğmadı. 1917’de meydana gelen Bolşevik İhtilâli’nden sonra birçok Kazan Türkü ile Başkırt Sibirya üzerinden Japonya’ya göç etti. Kazan Türkleri Kobe’de, Başkırtlar Tokyo’da birer cami inşa ettiler ve iki ülke arasındaki dostluğun tesisinde oldukça önemli rol oynadılar. Bunlardan bazıları II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye gitmiştir, fakat birçoğu hâlâ Japonya’da yaşamaktadır.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasına katılan Japon hükümeti 6 Ağustos 1924’te Türkiye Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı ve 23 Mart 1925’te İstanbul’da Japonya Büyükelçiliği açıldı. Bu, Japon hükümetinin Ortadoğu’da açtığı ilk büyükelçiliktir. 27 Ekim 1937’de Japonya Büyükelçiliği Ankara’ya nakledildi. Türkiye ise 7 Temmuz 1925’te Tokyo’da Türkiye Ortaelçiliği’ni açtı ve Hulusi Fuat Bey (Tugay) büyükelçi tayin edildi. Nisan 1929’da Cevat Bey’in (Ezine) elçiliği zamanında büyükelçiliğe çevrildi.

Diplomatik münasebetlerin kurulması iki ülke arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkilerin gelişmesine zemin hazırladı. 15 Haziran 1926 tarihinde Tokyo’da Japon-Türk Derneği kuruldu. Daha önce de 1925 yılında milletlerarası ticaretiyle tanınan Osaka’da Japon-Türk Ticaret Derneği kurulmuştu. Bu husus, dünya ekonomisinin bunalıma girdiği bir sırada Avrupa piyasasının kendilerine kapanmış olduğunu gören Japon iş adamlarının Türkiye’de bazı imkânlar aradığını göstermektedir. Bu devirde Türkiye’den Japonya’ya ihraç edilen başlıca mallar pamuk, afyon, tütün, Japonya’dan ithal edilen mallar ise pamuklu dokumalarla porselen gibi sanayi mâmullerinden ibaretti. 31 Ocak 1931’de Japon imparatorunun kardeşi Prens Takamatsu Türkiye’yi ziyaret ederek Atatürk ile görüştü. Bu dostluk havası içinde Japonya’da Türkoloji çalışmaları ilerledi. Fakat II. Dünya Savaşı’nın başlaması ve 23 Nisan 1945’te Türkiye’nin Japonya’ya savaş ilân etmesi neticesinde iki ülke arasındaki diplomatik münasebetler 1952’ye kadar kesildi.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya-Türkiye münasebetlerinin yeniden başlamasına kadarki yıllarda dikkati çeken bir husus, Kore Savaşı’na katılan Türk askerlerinden birçoğunun Japonya’ya gezmek için gitmesidir. Türkler, Japon ekonomisinin savaşta gördüğü ağır zayiata rağmen yeniden gelişmeye başladığına tanık olmuşlar ve ülkelerine döndükten sonra Türk-Japon dostluğunun gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Öte yandan II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de kaydedilen politik ve ekonomik gelişmeler iki ülkeyi birbirine yaklaştırdı. Nisan 1958’de


Başbakan Adnan Menderes, Mayıs 1985’te Başbakan Turgut Özal Japonya’yı ziyaret ettiler. Bu şekilde gelişen ilişkilerin sonucu olarak 1988 yılında Türk, Japon ve İtalyan şirketlerinin ortak sermaye yatırımıyla Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yapıldı. Son zamanlarda birçok Japon şirketiyle Türk şirketleri arasında sermaye birleştirilmesiyle fabrikalar kurulmaktadır. 1989’da Türk Hava Yolları Japonya seferini açmış ve iki ülke arasındaki münasebetlerin gelişmesine hız kazandırmıştır. Bu arada kültür münasebetleri de gelişerek talebe mübadelesine başlanmıştır. Ancak iki ülke arasında bir kültür anlaşması imzalanamamıştır.

IV. ÜLKEDE İSLÂM ve ŞARKİYAT ÇALIŞMALARI

Japonlar’ın bir din olarak İslâm’la tanışması XIX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Bundan önce seyahatler veya istisnaî ilişkiler dışında müslümanların Japonya’ya yönelik faaliyetlerinin bulunduğuna dair bilgi mevcut değildir. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Meiji dönemine gelindiğinde Japonlar İslâm’la Batı dinî düşüncesi çerçevesinde ilgilenmeye başladılar. 1870’lerde Hz. Muhammed’in hayatına dair bir eserin Japonca’ya çevrildiği bilinmektedir. Ancak asıl önemli gelişmeler, 1890’larda Osmanlı-Japon ilişkilerinin kurulması ve Ertuğrul gemisinin gönderilmesiyle başladı. Bu geminin Japonya dönüşünde batması aynı zamanda bir yakınlaşmaya sebep oldu. Gemiden kurtulanlarla birlikte İstanbul’a gelen Torajino Yamada ve Şotara Noda adlı iki Japon İstanbul’da kaldı. Bunlar padişahın isteğiyle subaylara Japonca öğrettiler ve bu sırada müslüman oldular. Yamada, Abdülhalil, Noda ise Abdülhakim adını aldı. Özellikle Yamada, yaklaşık yirmi yıl Türkiye’de kalarak iki ülke ilişkilerinin gelişmesine katkıda bulundu. Japon tarihinde ilk müslümanlar olarak kabul edilen bu iki şahıstan sonra 1909’da Mitsutaro Takaoka (Omar Yamaoka) isimli bir tüccarın Hindistan’da iken ihtidâ ettiği ve buradan da hacca gittiği bilinmektedir.

Japonya’da bir İslâm toplumunun oluşması, I. Dünya Savaşı ve Bolşevik İhtilâli sırasında Rusya’dan kaçan Orta Asya ve Kafkas Türkleri’nin Japonya’ya yerleşmesinden sonra gerçekleşti. Mülteci olarak Japonya’ya kabul edilen bu müslümanlar çeşitli şehirlere yerleşerek küçük topluluklar oluşturdular. Böylece İslâm’la tanışan Japonlar arasında ihtidâlar başladı. 1928’de Japonya’da Müslüman Vekillerinin Kongresi adıyla ilk büyük toplantı düzenlendi. Bir dernek etrafında birleşilmesi, okul açılması ve matbaa kurulması kararlaştırıldı. 1930 yılının Ocak ayında faaliyete geçen matbaada dinî kitapların yanı sıra İslâmî Hakikat adlı bir gazete de neşredilmeye başlandı.

II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’da İslâm’a yoğun bir ilginin olduğu görülür. Ancak bu ilgi, daha çok bu dönemdeki askerî hükümetlerin stratejik sebeplerle İslâmî araştırmaları teşvik etmesinden kaynaklanmış, savaş sonrası dönemde de giderek canlılığını kaybetmiştir. 1973’lerdeki petrol krizi Japonlar’ın dikkatini yeniden İslâm’a yöneltti. Özellikle Arap ülkeleriyle sıklaşan irtibatlar akademik ve kültürel gelişmeleri de beraberinde getirdi. İslâm hakkında bilgilenmeye paralel olarak ihtidâ edenlerin sayısında da bir artış gözlendi.

Japon müslümanlarının Japonya’da oluşturduğu ilk kuruluş, 1953’te Sadık İmaizumi başkanlığında altmış beş üye tarafından tesis edilen Japon Müslüman Birliği’dir. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk Japonca tercümesini, 1920’de Kenichi Sakomoto daha çok İngilizce tercümelerine dayanarak yapmıştır. İkinci tercüme 1938’de, aralarında bir müslümanın da bulunduğu (Bumpachiro Ariga) üç kişilik heyet tarafından (Goro Takahashi, Mizuho Yamagchi) gerçekleştirilmiştir. Üçüncü tercüme 1950’de yayımlanmış olup mütercimi Skumei Okawa’dır. 1957 yılında neşredilen en tanınmış meâl ise Tashihiko Izutsu’ya aittir. 1970’te Yasunari Ban ve Osamu Ikeda daha popüler bir dille yeni bir çeviri yayımladılar. 1972’de Hacı Ömer Mita’nın yaptığı çeviri ise tek başına bir müslüman Japon’un gerçekleştirdiği ilk çalışma özelliğini taşımaktadır.

Ülkede inşa edilen ilk cami Kobe Camii olup (1935) günümüzde de ibadete açıktır. Kazan Türkleri’nin 1938’de Tokyo’da yaptığı Tokyo Camii ise 1986’da yıkılmış, arsası yeniden cami yapılması kaydıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne bağışlanmıştır. Bunun üzerine Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’nca 1997 yılında Tokyo Camii Vakfı kurularak 1998 Haziranında yeni caminin inşasına başlanmış, geleneksel Osmanlı-Türk mimari özelliklerini taşıyan cami iki yılda tamamlanarak 30 Haziran 2000 tarihinde ibadete açılmıştır. Bunun dışında yine 1938’de Nagoya’da ve 1977’de Osaka’da da birer cami inşa edilmiştir.

Japonya’da gerek İslâmiyet’in yayılmasında gerekse Tokyo Camii’nin planlanıp eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yürütülmesinde en başta gelen isimlerden biri Kazanlı âlim Abdürreşid İbrahim’dir. İlk defa 1908’de gerçekleştirdiği Uzakdoğu seyahati esnasında Japonya’ya uğrayan Abdürreşid İbrahim 1934’te ailesiyle birlikte Tokyo’ya yerleşti. Tokyo Camii’nin inşasında önayak olduğu gibi 1941’de vefatına kadar buranın imamlığını yaptı. Ayrıca İslâmiyet’in Japonya’da resmî dinlerden biri olarak tanınmasında büyük gayretleri oldu.

Günümüzde Japonya’da yaşayan müslümanların sayısının 30.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çoğunluğunu Orta Asya Türkleri, İran, Hindistan, Pakistan ve Endonezyalı müslümanların oluşturduğu bu topluluk içerisinde Japon müslümanların sayısı birkaç bin civarındadır. Başta Tokyo olmak üzere Osaka, Kobe gibi büyük şehirlerde yaşayan müslümanlara, son yıllarda değişik İslâm ülkelerinden Japon üniversitelerine yüksek tahsil için gelen öğrenciler de katılmıştır.

Japonlar’ın Orta Asya ve özellikle Türkler hakkındaki bilgileri çok eski tarihlere dayanırsa da bu konudaki ilmî çalışmalar esas itibariyle Meiji devrinden sonra başlamıştır. Orta Asya’ya karşı Japonlar’ın ilgisi Budizm ile Çin tarihine olan meraklarıyla uyanmıştır. Japon Türkologları, eski Çin kaynaklarını iyi okuyabildiklerinden ve Meiji Restorasyonu’ndan sonra Batı’da gelişen çağdaş bilim usullerini de benimsemiş olduklarından Japonya’daki Türkiyat çalışmaları kısa süre içinde gelişmiştir. Daha 1899 yılında Roma’da açılan Milletlerarası Şarkiyat Kongresi’nde Hunlar’la ilgili Almanca iki tebliğ sunan Şiratori Kurakiçi Japonya’daki Türkiyat çalışmalarının kurucusu olmuştur.

1904 Japon-Çin savaşı ile 1904-1905 Japon-Rus savaşından sonra Japon hükümeti nüfuzunu Asya kıtasına yayma siyaseti takip etmeye başlayınca Kuzeybatı Çin, Mançurya, Sibirya, Moğolistan ve Orta Asya ile ilgili çalışmalar askerî hükümetin malî yardımları ile daha da gelişti. Haneda Toru, Fujita Toyohaçi ve Kuwabara Jinzo gibi Türkologlar bu dönemde yetişti. Bu dönemin sonuna doğru Çin tarihi araştırmaları dışında müstakil bir araştırma sahası olan “Orta Asya tarihi” mefhumu ortaya çıktı. Bu gelişme, Kobayaşi Gen ile Matsuda Hisao’nun aynı başlıkla yayımladığı kitapta (1935) açıkça görülmektedir.

II. Dünya Savaşı’nın ardından yeniden gündeme gelen Türkiyat çalışmaları, Egami Namio tarafından 1947 yılında


ileri sürülen bir tezle başlamıştır denebilir. Bu tezde, Eskiçağ’da kurulan Yamato Devleti’nin Kuzeydoğu Asya’dan göç eden atlı milletler tarafından kurulduğu ve bunların bütün Japonya’yı fethettiği öne sürülmektedir. Tez daha sonra birçok tenkide uğramakla beraber bugün hâlâ tartışılmaktadır. Egami’nin talebesi olan Mori Masao, Orta Asya ile Moğolistan’daki Şamanizm törenlerinin Japonya’daki imparatorluk ailesiyle ilgili törenlere benzediğini ileri sürmüştür. Mori Masao, Eskiçağ Orta Asya tarihi üzerinde özellikle Hunlar’ın, Göktürkler’in ve Moğollar’ın devlet organizasyonları, sosyal yapıları ve kültürlerine dair yazdığı birçok eserle tanınmaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan önce Budizm rahibi Ôtani Kozui’nin başkanlık ettiği bir heyet tarafından Japonya’ya getirilen Uygurca metinler üzerinde çalışan Yamada Nabuo da Uygur tarihiyle meşhur olmuştur.

Japonya’daki Türkiyat çalışmalarının, Çin tarihi araştırmalarının bir uzantısı olarak başlayıp zamanla müstakil bir araştırma alanı haline gelmiş olması sebebiyle Çince kaynakların birinci derecede önem taşıdığı Eskiçağ’la ilgili Türkiyat çalışmaları daha çok gelişmiştir. Diğer taraftan Orta Asya’ya dair araştırmalarda Japonlar’ın en çok rağbet gösterdiği konu İpek yolu olmuştur. Fakat bu, Orta Asya’nın sadece doğu-batı ticaret yolunun geçtiği bir yer olarak ele alınması demektir. Son zamanlarda Türkiyat araştırmacıları, gerek Türkiye’ye gerekse Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerine ilmî araştırma için gidip gelme imkânına kavuşmuşlardır. Bu suretle Türkler’le doğrudan doğruya temasta bulunan Japon Türkologlar, İpek yolu yaklaşımını eleştirerek oralarda yaşayan Türkler’in tarihiyle kültürlerinin daha yakından incelenmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bu görüşün getirdiği tabii bir sonuç olarak Japonya’daki Türkiyat çalışmaları sadece Çin’in komşusu olan, yani İpek yolu üzerinde yaşayan Türkler değil Ortadoğu dahil olmak üzere çeşitli bölge ve devirlerde yaşayan Türkler üzerinde yapılmaya başlanmıştır.

Japon hükümeti, 1890’lı yıllardan sonra Asya kıtasına nüfuzunu yayma politikasını geliştirince bu bölgelerde yaşayan müslüman halkla karşılaştı. Japon aydınları, imparatorluk sınırları içinde veya komşu bölgelerde yaşayan müslümanlarla iş birliği yapmak suretiyle “Büyük Asya” ilkesini gerçekleştirebileceklerini ümit ettiler. Bu maksatla Kuzeybatı Çin, Mançurya ve Moğolistan’da çeşitli İslâm cemiyetleri kuruldu. 1932 yılında açılan İslâm Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Japonya’da İslâmiyat çalışmalarının başlangıcı oldu. 1938’de, merkezi Tokyo’da olmak üzere eski başbakan General Hayaşi Senjûrô’nun başkanlığında Büyük Japonya İslâm Kurumu teşkil edildi.

Japonya’da Türkoloji ve İslâmiyat çalışmaları zamanın şartlarıyla sıkı sıkıya bağlı bir şekilde başlamıştır. Buna rağmen sırf ilmî araştırma yapan ve daha sonraki gelişmelere temel olan araştırmacılar da az değildir. Bunların başında, önce Dışişleri Bakanlığı müşaviri ve daha sonra bir üniversitede profesör olan Ôkubo Kôji gelmektedir. 1936 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Ôkubo, Japonya’ya döner dönmez Türkoloji çalışmalarının merkezi olmak üzere Mart 1938’de Tokyo’da Türk-İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nü kurdu. Türk-İslâm Enstitüsü tarafından yayımlanan İslâm Âlemi adlı derginin ilk sayısında enstitünün amaçlarının Türk tarihi, Türk medeniyeti ve hayatı, umumi İslâm âlemine ait meseleler, Arapça, Acemce, Urduca, Malayca ve başka diller hakkındaki araştırmalar olduğu açıklanmaktadır. Derginin 5. sayısında (1938 yılı sonu) Cumhuriyet’in 15. yıl dönümünü kutlayan Ôkubo’nun Türkçe bir tebliği mevcuttur.

II. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine şarkiyatçılıkla ilgili bütün kurum ve enstitüler kapatıldı, toplanan belge ve kitapların çoğu kayboldu. Bu yüzden savaştan sonra oldukça uzun bir süre Japonya’da şarkiyat çalışmaları yapılamadı. Ancak bu arada Japonya dışında Kanada’da McGill Üniversitesi’nde şarkiyat çalışmalarını sürdüren Toshihiko Izutsu bilim çevrelerinde seçkin bir yer edindi.

1960’lı yıllardan sonra görülen ekonomik kalkınmaya paralel olarak gelişen şarkiyat çalışmaları 1973’te meydana gelen petrol krizinden sonra hız kazandı ve Ortadoğu araştırmaları ile birlikte ele alınmaya başlandı. 1963 yılında Tokyo’da Association for Islamic Studies in Japon’in (Nihon Islam Kyokai) kurulmasıyla beraber Japonya’da şarkiyat çalışmaları yeniden hız kazandı. Bu kurumda yayımlanan The World of Islam dergisi bugün de Japonya’da yalnız İslâmiyet’i konu alan yegâne ilmî dergidir. Teşekkülün kurucularından Maejima Şinji ile Şimada Johei klasik dönem İslâm tarihi araştırmalarıyla tanınmaktadır. Anadolu Selçukluları ile Osmanlı tarihi sahasında Mitsuhaşi Fujio uzun süre ilmî araştırma yapan tek kişi sıfatıyla zikredilmelidir.

1954 yılında Prens Mikasa’nın önderliğinde kurulan The Society for Near Eastern Studies in Japan ile 1984’ün son günlerinde oluşturulan Japanese Association for Middle East Studies gibi teşekküller bugün Japonya’daki şarkiyat araştırmacılarının çoğunun üye olduğu bir merkez vazifesini görmektedir. Bu kurumlardan ilki yılda iki sayı çıkardığı Oriento ve bir sayı çıkardığı Orient dergileriyle, ikincisi her sene yayımladığı yıllık (Ajames) ve diğer bültenlerle Japonya’daki bilimsel araştırmaları ve faaliyetleri duyurmaktadır. Yine Prens Mikasa’nın önderliğinde 1975 yılında Middle Eastern Culture Center kurulmuştur. Ayrıca çeşitli üniversitelerde çalışmalar yapılmaktadır. Parlamento Kütüphanesi’ne bağlı Şarkiyat Kütüphanesi’nde (Toyo-Bunko, The Oriental Library) Türkçe, Arapça, Farsça ve Batı dilleriyle yayımlanan pek çok kitap mevcuttur. Bu suretle günümüzde Japonya’da İslâmiyet ve Ortadoğu ile ilgili hemen her alanda çalışma yapma imkânı bulunmaktadır. Son zamanlarda Japon öğrencilerin başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu ülkelerine gidip öğrenim görme imkânları artmış, dolayısıyla bunlar Türkçe, Arapça ve Farsça gibi orijinal kaynaklara dayanarak araştırmalar yapmaya başlamışlardır. Bu arada Osmanlı devri Ortadoğu tarihi araştırmalarının dikkat çekici bir derecede geliştiği görülmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 122-129; E. Namio, Kiba Minzoku Kokka, Tokyo 1967, tür.yer.; M. Masao, Yûboku Kiba Minzoku Kokka, Tokyo 1967, tür.yer.; I. Daikiçi v.dğr., Nihon no Rekişi, Tokyo 1971, I-XXI, tür.yer.; Islam in Japan: Its Past Present and Future, Tokyo 1980 (Islamic Centre Japan); Hee-Soo Lee (Cemil) - İbrahim İlhan, Osmanlı Japon Münasebetleri ve Japonya’da İslamiyet, Ankara 1989; Bozkurt Güvenç, Japon Kültürü, Ankara 1980, tür.yer.; M. Takeshita, “Recent Islamic Studies in Japan”, al-Tawhīd, VI/3, Tahran 1409/1989, s. 133-139; Modjtaba Sadria, “Islamic and Middle Eastern Studies in Japan”, The Iranian Journal of International Affairs, XI/2, Tahran 1999, s. 259-273; Kāmûsü’l-a‘lâm, III, 1747-1753.

Yuzo Nagata