KABÂLE

(القبالة)

Bir kimsenin muayyen borç, vergi ve hizmeti tekeffülü ve bunu belgeleyen taahhütnâme anlamında hukuk terimi.

Sözlükte “kefil olmak, taahhüt etmek” anlamında masdar ve “taahhütnâme” mânasında isim olan kabâle en geniş şekliyle kefalet, zeâmet, iltizam, damân, garâmet, ırâfe ve hamâle gibi kelimelerle eş anlamlıdır. Ârâmîce kanalıyla Akkadca’daki kabâlu / kapâlu (bağlamak, tomar yapmak) kelimesiyle ilişkilendirilmesi mümkün görünen kabâle Arapça’dan Türkçe’ye ve Batı dillerine de geçmiştir. Kabâle sözleşmesiyle tekeffül edilen işe (hizmet) kıbâle, arazisini kabâle usulüyle işletene veya sipariş ya da iş verene mukabbil, yükleniciye de mütekabbil, kabbâl veya kabîl denir. İlkinin yaptığı hukukî işlem takbîl, diğerininki tekabbül kelimesiyle ifade edilir. Mütekabbilin ödediği vergiye mâlü’l-kıbâle, hakku’l-kıbâle, şartu’l-kıbâle veya kısaca kabâle gibi isimler verilmektedir. Tekabbül kelimesi ortakların şirket adına iş kabulünden dolayı “ebdân, a‘mâl ve sanâi‘” gibi değişik adlarla anılan emeğe dayalı iş ortaklıklarını ifade etmek için de kullanılır (bk. EBDÂN). İş akdi çerçevesinde emeği satın alınan boyacı, marangoz, inşaat ustası, mimar gibi hizmet sektörü çalışanlarının müşterileriyle yaptıkları götürü sözleşmenin bir adı da kabâledir. Müstakil bir akid ve hukukî işlem nevi olmayıp geniş anlamıyla iş görme kapsamına giren akid türleriyle ayrı ayrı ilgili bir hizmet taahhüdü olduğundan kabâle fıkıh literatüründe ayrı bir başlık altında ele alınmamış, icâre, müzâraa ve müsâkātla ilgili bölümlerde yeri geldikçe söz konusu edilmiştir. Ebû Yûsuf, Şâfiî, Ebû Ubeyd, İbn Zencûye, Küleynî ve Sûlî’nin eserleri gibi erken dönem kaynaklarında kabâle kavramı bir toprak ve vergi hukuku terimi olarak damân kelimesinden daha yaygın bir kullanıma sahiptir. İbn Teymiyye’nin belirttiği gibi Selef’in kabâle adını verdiği bu sözleşmeye sonraki dönemlerde halk arasında damân denmiştir (MecmûǾu fetâvâ, XXX, 237).

Toprak ve vergi hukuku terimi olarak kıbâle işlemi kıbâletü’l-arz ve kıbâletü’l-harâc olmak üzere ikiye ayrılabilir. İlkinde bir kimsenin devlet veya gerçek şahıs mülkiyeti, tasarrufu ya da zilyedliği altındaki harap haraç arazisinin işletme hakkını genelde karşılıklı anlaşmayla belirlenen yıllık vergisini tekeffül ederek belirli süre için devralması söz konusudur. Arazilerin gerçek şahıslardan bu şekilde alınması halinde verginin tekeffülünden başka arazi sahibine nakdî veya aynî bir kira ödenmesi ya da üründen muayyen bir pay verilmesi de söz konusu olabilir.

Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas kabâleyi ribâlı bir işlem olarak değerlendirir. Ayrıca İbn Abbas, bir müslümanın kendisi için onur kırıcı sayılan haraç mükellefiyetini yüklenmesine yol açtığı için de kabâleye karşı çıkar. Onun Übülle’deki arazisini, içindeki her şeyle birlikte belli bir meblağ karşılığında kabâleye almak isteyen bir kişiyi cezalandırdığı da rivayet edilmektedir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ķbl” md.; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 148-149, 158; Sûlî, s. 222; ). Saîd b. Cübeyr ve İbrâhim en-Nehaî bir köyün içindeki tarım işçileri, evler, hurma ve diğer meyve ağaçlarıyla birlikte kabâlesini mekruh görmüş (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 149; İbn Ebû Şeybe, IV, 548), Hasan-ı Basrî, Meymûn b. Mihrân ve Ömer b. Abdülazîz de meyveliklerin kabâlesini ribâ saymıştır (İbn Receb, s. 68).

İmam Şâfiî’nin, silâh zoruyla fethedilen topraklardan birini kabâleye alan kişinin buranın imarından ve haracını ödemekten âciz kalması durumunda kabâlesinin münfesih ve kendisinin müflis ilân edileceği şeklindeki sözleri (el-Üm, III, 240-241) zımnen kıbâletü’l-arzı açıklar gibidir. Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ömer’in ribâ saydığı kabâleyi bir köyün içindeki ağaçlar ve köylülerle birlikte devralınması olarak tanımlar. Hanbelîler’den Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Şemseddin İbn Müflih ve İbn Kayyim el-Cevziyye ile Şâfiîler’den Mâverdî de böyle bir işlemi haram ve dolayısıyla bâtıl telakki eder. Bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, kabâle usulüyle işletilen araziden elde edilecek ürünün belirsizliği gerekçesiyle -ki bununla garar kastediliyor olmalıdır- bu işlemi bâtıl sayar. Ebû Ubeyd de ekili veya meyvelik arazilerin, mahsulünün cinsinden belli bir aynî ödeme karşılığında kabâleye verilmesini ürünün olgunlaşmadan satımı olarak değerlendirip mekruh saymakta, delil olarak da Resûl-i Ekrem’in bu tür satışları yasaklamasını göstermektedir (Kitâbü’l-Emvâl, s. 149, 153-154). Sûlî’ye göre ivaz ve süre belirlenmişse böyle kabâleler câizdir; çünkü o kadar garar icâre akdinde de vardır (Edebü’l-küttâb, s. 222). İbn Teymiyye’ye göre, üzerinde yaşayan tarım işçilerince işlenen bir tarım arazisinin kendi ürünü cinsinden belli bir aynî ödeme karşılığında kabâleye alınması, alan kimsenin emeğine tekabül etmeyen fazlalık veya noksanlık türdeş iki şeyin farklı miktarlarda takası anlamına geldiğinden ribe’l-fadl hükmünde sayılır; yani fazlalık halinde pozitif, noksan durumunda negatif faiz tahakkuk eder. Toprak, kabâleye alan adına üzerindeki tarım işçilerince işleniyorsa kabâlenin muayyen bir nakdî ödeme karşılığında olması da ribâ hükmüne engel değildir. Ancak nakden kabâleye alınan arazinin bizzat alan tarafından işlenmesi ribâ ihtimalini tamamen ortadan kaldırır. Sonuncu şıkkı haram sayanlar ribâ yerine garar unsurundan hareket ederler (MecmûǾu fetâvâ, XXIX, 68-70). Ayrıca meyveliğin ve bağın ürünün olgunlaşmasından önce kabâlesini kumar unsuru içeren ve husumete yol açan garar cinsinden sayarak câiz görmeyenler vardır. Ancak bu görüş, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi bazı fakihler tarafından ihtiyaca veya ağaçla toprağı ayrı ayrı değerlendirmenin zorluğuna ve ayrıca Halife Ömer’in Üseyd b. Hudayr’a ait hurmalığı üç yıllığına kabâle usulüyle işletmeye vererek miras bıraktığı borcun ödenmesini sağladığına dair rivayete istinaden reddedilmiştir. Onlara göre kabâle sözleşmesi önceki görüşü savunanların dayandığı, Resûl-i Ekrem’in meyvelerin olgunlaşmadan satımını yasakladığına dair hadisin kapsamına girmemektedir. Garar


unsuruna gelince böyle bir ihtimal icâre akdinde de söz konusudur. İbn Teymiyye, iktâlarda damânın câiz olduğu konusunda ulemânın görüş birliği bulunduğunu söylemektedir. Ancak çağdaşları arasında iktâdarı müstaîr sayanlar ve dolayısıyla iâre konumundaki iktânın damân usulüyle işletmeye verilmesini câiz görmeyenler olduğunu da bildirmekte ve iârenin muîrin izniyle icâreye verilebileceğini gerekçe göstererek bu görüşe karşı çıkmaktadır (a.g.e., XXX, 220-221, 224-225, 240-241, 244-245; İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 110-112).

Ca‘fer es-Sâdık da kabâleyi, bir kimsenin ölü bir araziyi imarı ve haracının edası şartıyla on-yirmi yıl gibi uzun bir süre için devralması şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre en helâl kabâle türü, arazinin ahalisinden belli bir meblağ karşılığında muayyen süre için alınıp mâmur hale getirilmesi ve haracının ödenmesi şeklinde olur; üzerindeki tarım işçilerinin kabâleye dahil edilmesi helâl değildir. Bu ise ancak devletin kabâleye vermesi halinde meşrû olur. Ca‘fer es-Sâdık, sabit bir miktar toprak mahsulü karşılığında yapılan kabâleyi onaylamazken mahsulün belli bir oranı veya muayyen bir miktar nakdî ödeme üzerinden yapılanda sakınca görmemektedir. Belli bir nakdî bedel karşılığına bir elbise dikimini kabâleye alan terzinin daha iyi bedelle başkasına devredip kâr sağlamasına da cevaz verir. Ancak bir işi bizzat yapmak üzere kabâleye alan kimse onu başkasına devredemez. Ca‘fer es-Sâdık, devletten kabâle yoluyla arazi alır ve devletin hakkı düşüldükten sonraki net ürünün üçte biri veya yarısı karşılığında toprağa bağlı tarım işçilerine icâreye verirdi (Küleynî, V, 267-269; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, VII, 197-201; Hür el-Âmilî, XIII, 208-210, 265-266).

İmam Şâfiî’ye göre bir kimse, birinin arazisini yahut devletten haraç arazisini kabâleye alır ve başkasına iâre veya kiraya verir de bu kişi orayı ekerse ekiciye öşür, diğerine ise kabâle ücreti vermek düşer. Eğer araziyi bizzat kabâleye alan ekerse müslümansa kendisine kabâle, ürününe öşür lâzım gelir; kendisi zimmî, arazi de haraç ya da sulh toprağı ise öşür ödemez. Arazinin sahibi kabâleye alanla veya oranın zekâtından sorumlu olan vali müslüman bir ekiciyle toprak vergisini ödemesi karşılığında ürünün kendisine ait olması ve zekât vermemesi şartıyla anlaşsa bile ekici sahibi olduğu ürüne tahakkuk ettiği için zekât vermek zorundadır (el-Üm, III, 240-241).

Kabâle işleminin diğer şekli olan kıbâletü’l-harâc, bir kimsenin bir bölgenin sabit nakdî vergisinin ödeme sorumluluğunu belirli süre için yüklenmesidir; bu kişi toplanan vergi tekeffül edilenden fazla ise kâr, eksikse zarar eder. Bu uygulama genellikle kabâleye alanın bölge halkına zulmüyle sonuçlanır. Ebû Yûsuf, kendi döneminde yaygın bir uygulama alanı bulduğu anlaşılan bu sisteme karşı çıkar ve gerekçe olarak da şahsî çıkarını gözeten kişilerin devlete taahhüt ettiği vergiden daha fazlasını toplayarak âzami kârı sağlamak için yaptığı zulmün mâmur toprakları harap, haraç mükelleflerini perişan etmesi ve dolayısıyla devlet gelirlerini düşürmesini gösterir. Haraç mükelleflerinin önerdiği veya onayladığı güvenilir varlıklı bir kimsenin kendileri adına haracı ödemeyi tekeffül etmesi durumunda ise söz konusu bölgenin ona kabâle (damân) olarak verilmesini onaylar, ancak bu kişinin icraatının denetlenmesi için dindar ve güvenilir maaşlı bir müfettişin (emîr) tayin edilmesini de önerir. Ebû Yûsuf, kıbâletü’l-harâc uygulamasındaki aksaklıkları eleştirmek ve onun yerine mukāseme sistemini önermekle birlikte yine de nihaî kararı halifeye bırakır (Kitâbü’l-Ħarâc, II, 3-8). Bunda maaşlı vergi memurlarının tutumunun da kusursuz olmamasının etkisi bulunabilir. Onun devrinde bu kadar yaygınlaşabilen uygulamanın kökleri çok daha eski devirlere uzanıyor olmalıdır. Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Şemseddin İbn Müflih, Mâverdî ve Bedreddin İbn Cemâa’ya göre vergi memurlarının haraç, cizye ve öşür gelirlerinin garantörlüğünü yapmaları, yani eksiği telâfi edip fazlayı sahiplenmeleri anlamındaki damân (kabâle) akidleri, vergi memurlarının vâcip olan vergileri toplayıp hâsılatı ilgili mercilere aktarma hususundaki güvenilirliği ilkesine de aykırıdır. Ca‘fer es-Sâdık da haraç mükelleflerince benimsenen güvenilir varlıklı birisinin onlar adına haracı ödemeyi tekeffül etmesi durumunda ilgili bölgenin kendisine kabâle olarak verilebileceği kanaatindedir (Küleynî, V, 270; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, VII, 199). Hür el-Âmilî’nin naklettiği bir rivayetten anlaşıldığı kadarıyla baş ve toprak vergisinden başka meyveliklerden ve avlak olarak da kullanılan sazlıklardan elde edilen kamış, balık, kuş vb. ürünlerin haracını üstlenerek de kabâle yapılmaktadır ki Ca‘fer es-Sâdık bunu mahsul elde edileceğinin anlaşılması kaydıyla câiz görmektedir (Vesâǿilü’ş-ŞîǾa, XII, 264).

Toprak ve vergi hukuku kapsamına giren kabâle türü, Lokkegaard (Islamic Taxation in the Classic Period, s. 94) ve Ziyâülhak (Landlord and Peasant, s. 288) gibi bazı çağdaş araştırmacılara göre Bizans’ın “locatio conductio” uygulamasının bir devamıdır. Emevîler döneminde başvurulan bu akid çeşidi Abbâsîler devrinde tedrîcen yaygınlaştırılmıştır. Makrîzî’nin verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında imara muhtaç toprakların işletmeciliği, Fustat’ta Dîvânü’l-harâc’ın bulunduğu Amr b. Âs Camii’nde düzenlenen açık arttırma sonucunda en yüksek haracı taahhüt edenlere kabâle usulüyle dört yıllığına devredilirdi. Kabâleler ve bedelleri kayıtlara geçirilirdi. Kabâleye alan, genellikle sulama tesisleri ve köprülerin bakım ve onarımını sağlamakla mükellef olup masrafları Dîvânü’l-harâc tarafından yaklaşık olarak hesaplanıp vergiden muaf tutulurdu. Kabâle de taksitler halinde ödenirdi (el-Ħıŧaŧ, I, 82). Kabâleye alanların sorumluluğunu yüklendiği sulama sistemi ve köprü bakım onarım maliyetlerini düşürebilmek için tarım işçilerine angarya yüklediği olurdu. Devletin zulmü önlemek için yıllık kabâleler yaptığı da görülmektedir.

Kabâle sistemi sonraki hânedanlar tarafından sürdürülmüşse de yerini yavaş yavaş askerî iktâ sistemine bırakarak Büveyhîler zamanında oldukça azalmıştır. Claude Cahen, kabâlenin Osmanlı döneminde toprak ve vergi sistemi kavramı olarak tamamen kullanım dışı kaldığını söylemektedir. Eğer Cahen’in tesbiti doğruysa bunda timar ve mukātaa kavram ve uygulamalarının payı büyük olmalıdır. Kıbâletü’l-harâc sisteminin bir benzeri Osmanlı idaresinde iltizam adı altında uygulamaya konmuşsa da başarılı olamadığı için ilga edilmiştir. Bununla birlikte Kanûnî Sultan Süleyman dönemine ait Kefe Kanunnâmesi’nde (Akgündüz, VI, 582) kabâle kavramına bir çeşit ticaret vergisi olarak rastlandığı da kayda değerdir.

İbn Abdûn et-Tücîbî’nin verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre kabâle kavramı Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya’da tüccar ve esnaftan alınan gümrük ve pazar vergileri (mukûs), celebkeşan resmi ve benzerleriyle devlete ait han, hamam, değirmen, deniz teknesi ve benzerlerinin kira bedellerinin tahsilinin -Osmanlı Devleti’ndeki mukātaa uygulamasını andırır bir şekilde- kesime verilmesi usulünü ifade etmek üzere kullanılmıştır. Muhtemelen bu


sistemle toplandığı için bazı vergiler de kabâle adıyla anılmıştır. Bu uygulama, suistimale ve kişisel çıkar uğruna vergi mükelleflerine zulme yol açtığı için şiddetle eleştirilmiştir. Vergi miktarlarının vezir tarafından kadılıkta tescil ettirilmesi ve kabâleye alanların kadılarca sıkı bir şekilde denetlenmesi, suistimallerin hapis ve sürgünle cezalandırılması istenmiştir (Risâle fi’l-ķażâǿ ve’l-ĥisbe, s. 30-32). Muvahhidler devri müelliflerinden İbn Sâhibüssalât’ın ifadelerinden kabâle kavramının köprü geçiş ücretlerini de kapsadığı anlaşılmaktadır (el-Men bi’l-imâme, s. 166, 372). İdrîsî, Merakeş’te piyasaya arzedilen hemen her şeyden kabâle vergisi alındığını, ancak iktidara gelen Masmûdeler’in bu vergiyi tamamen ilga ettiklerini, kabâleye alanların da katline cevaz verdiklerini, böylece onların hükümranlıkları altındaki bölgelerde söz konusu verginin adının bile anılmadığını bildirmektedir (Śıfatü’l-Maġrib, s. 69-70).

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ķbl” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “ķbl” md.; v. Soden, AHW, I, 414, 442; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc (Abdülazîz b. M. er-Rahbî, Fıķhü’l-mülûk, nşr. A. Ubeyd el-Kubeysî, içinde), Bağdad 1975, II, 3-8; Şâfiî, el-Üm, III, 240-241; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. Muhammed Amâre), Beyrut 1409/1989, s. 148-149, 153-156, 158; İbn Ebû Şeybe, el-Muśannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, IV, 548; İbn Zencûye, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. Şâkir Zîb Feyyâz), Riyad 1406/1986, I, 214-216, 223, 228-230; Küleynî, el-FurûǾ mine’l-Kâfî (nşr. Ali Ekber el-Gaffârî), Beyrut 1401, III, 513; V, 265-274; Sûlî, Edebü’l-küttâb, s. 221-222; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Beyrut 1405/1985, s. 222; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1403/1983, s. 186; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Tehźîbü’l-aĥkâm (nşr. Hasan el-Mûsevî el-Harsân), Beyrut 1401/1981, IV, 37-39, 119, 142; VII, 194, 197-204; Serahsî, el-Mebsûŧ, XVI, 41; XIX, 168; XXIII, 127-128; Muhammed b. Ahmed b. Abdûn et-Tücîbî, Risâle fi’l-ķażâǿ ve’l-ĥisbe (nşr. E. Lévi-Provençal, Ŝelâŝü resâǿil Endelüsiyye fî âdâbi’l-ĥisbe ve’l-muĥtesib içinde), Kahire 1955, s. 30-32; Zemahşerî, Esâsü’l-belâġa, Kahire 1985, II, 226; İdrîsî, Śıfatü’l-Maġrib, s. 69-70; Mahzûmî, el-Münteķā min Kitâbi’l-Minhâc fî Ǿilmi ħarâci Mıśr (nşr. Cl. Cahen), Kahire 1986, s. 59-60; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 2; VII, 208; İbn Sâhibüssalât, el-Men bi’l-imâme (nşr. Abdülhâdî et-Tâzî), Beyrut 1987, s. 166, 372; İbn Memmâtî, Ķavânînü’d-devâvîn (nşr. Aziz Suryal Atıya), Kahire 1943, s. 298-300, 336-338; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, XXIX, 68-70, 479-482; XXX, 151-152, 220-221, 224-225, 230, 237, 240-241, 244-245, 255-256, 284; Bedreddin İbn Cemâa, Taĥrîrü’l-aĥkâm fî tedbîri ehli’l-İslâm (nşr. Fuâd Abdülmün‘im Ahmed), Devha 1408/1988, s. 105; Şemseddin İbn Müflih, Kitâbü’l-FürûǾ (nşr. Abdüssettâr Ahmed Ferrâc), Beyrut 1405/1985, II, 453; İbn Receb, el-İstiħrâc li-aĥkâmi’l-ħarâc, Beyrut 1405/1985, s. 67-69, 104-105; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, I, 82-86; İbn Kayyim el-Cevziyye, Aĥkâmü ehli’ź-źimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Beyrut 1983, I, 108-112; Minhâcî, Cevâhirü’l-Ǿuķūd (nşr. Mus’ad Abdülhamîd M. es-Sa‘denî), Beyrut 1417/1996, I, 330-335; Hür el-Âmilî, Vesâǿilü’ş-ŞîǾa (nşr. Muhammed er-Râzî), Beyrut 1412/1991, VI, 124, 129-130, 132; XI, 120-121; XII, 219, 264; XIII, 199, 204, 208-214; 261-262, 265-268; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, IV, 145; M. Ziyâeddin er-Reyyis, el-Ħarâc ve’n-nüžumü’l-mâliyye, Kahire 1977, s. 261-262, 507-508; F. Lokkegaard, Islamic Taxation in the Classic Period, Lahore 1979, s. 92-108; Hossein Modarressi Tabatabai, Kharaj in Islamic Law, London 1983, s. 6, 97-98, 100-101, 177-178, 179, 182, 183, 189-190; Abdülazîz Binabdullah, MaǾlemetü’l-fıķhi’l-Mâlikî, Beyrut 1403/1983, s. 284; Ziaul Haque, Landlord and Peasant in Early Islam, Delhi 1985, s. 288-302; G. Frantz-Murphy, The Agrarian Administration of Egypt from the Arabs to the Ottomans, Kahire 1986, s. 49-52, 92-95; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1993, VI, 582; Nezîh Hammâd, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-iķtiśâdiyye fî luġati’l-fuķahâǿ, Beyrut 1415/1995, s. 273-274; S. Tsugitaka, State and Rural Society in Medieval Islam, Leiden 1997, s. 192-197; Cl. Cahen, “Contribution à l’étude des impôts dans l’Égypte médiévale”, JESHO, V/3 (1962), s. 263-265; a.mlf., “Ķabāla”, EI² (İng.), IV, 323-324; R. S. Cooper, “The Assessment and Collection of Kharaj Tax in Medieval Egypt”, JAOS, XCVI/3 (1976), s. 380-381; Khaled Abou El Fadl, “Tax Farming in Islamic Law (Qibalah and Daman of Kharaj): A Search for a Concept”, IS, XXXI (1992), s. 5-32; “Ķabâle”, Mv.F, XXXII, 243-244.

Cengiz Kallek