KABİR

(القبر)

Arapça’da “ölünün gömüldüğü yer” anlamında kabr (çoğulu kubûr), “kabirlerin bulunduğu yer” karşılığında makber veya makbere (çoğulu mekābir) kelimeleri kullanılır. Türkçe’de kabirle eş anlamlı olan mezâr ise kelimenin kök anlamıyla da irtibatlı olarak özellikle ziyaret edilen önemli kişilerin kabirlerini (ziyaretgâh) ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de birer âyette kabr (et-Tevbe 9/84) ve mekābir (et-Tekâsür 102/2), beş âyette kubûr (el-Hac 22/7; Fâtır 35/22; el-Mümtehine 60/13; el-İnfitâr 82/4; el-Âdiyât 100/9) geçmekte, birçok hadiste de gerek kabrin yapısı ve şekline, kabir ziyaretine, gerekse kabir suali ve azabı gibi uhrevî hayatla ilgili açıklamalara yer verilmektedir.

İslâm Öncesi Dinlerde. Ölümden sonra bedenler zamana ve coğrafyaya göre değişik şekillerde defnedilmiştir. İnsanlığın başlangıcında cesetlere ne gibi işlemler yapıldığı konusundaki bilgiler kısıtlıdır. Kabir uygulamasının sağlık, bilinmeyenden korkma gibi sebeplerden dolayı ölü bedenden uzaklaşma ve cesedi koruma arzusuyla ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Ölüm fikrindeki tarihî değişimlere paralel olarak her din, gerek mimari açıdan gerekse onun etrafında örülü inançlar bakımından kabre farklı değerler yüklemiştir.

Tarih öncesi toplulukların ve günümüzde mevcut bazı iptidai kültürlerin ölü gömme âdetleri aynı değildir. İptidai kültürlerde muhtemelen hastalık yayacağı kaygısı ve ölüm gibi tabiat üstü bir fenomeni ima ettiğinden dolayı genellikle tabu olarak kabul edilen cesetlerin korunması ve yaşayanlardan uzak tutulması


özel bir önem taşımakta, bu sebeple bazı durumlarda ceset yerleşim alanının dışına, defnedilmeden atılmakta, ağaçlara asılmakta veya suya bırakılmaktaydı. Diğer taraftan kaba taş çağında yaşamış olan insanların (neanderthal) ayakları karına çekilmiş vaziyette ve çeşitli günlük kullanım eşyalarıyla birlikte kabirlere gömüldükleri, bazı prehistorik merkezlerde insanların evlerde zemine açılan çukurlara, bazan da kilden yapılmış bir küpe konarak defnedildikleri bilinmektedir. Eski Hint-Avrupa kültürlerinde ise cesetler yakıldıktan sonra külleri ya kutsal kabul edilen nehirlere bırakılmakta veya bir kaba konularak saklanmakta ya da kapla birlikte toprağa gömülmektedir. Her şeye rağmen yaygın uygulama, cesetleri toprağa çukur açılarak oluşturulan kabirlere gömme şeklinde olmuştur.

Yahudilik’te kabir anlayışını şekillendiren ana tema ölmüş kişinin veya cesedin “kirli” olduğu şeklindeki inançtır; bu kirlenmenin sebebi ise artık ruhun bedeni terketmiş olmasıdır. Ruhsuz beden et yığınıdır ve bir an evvel terkedilmeli veya topluluğun yaşayan üyelerinden uzaklaştırılmalıdır (Levililer, 21/1; Sayılar, 6/6; 19/13). İbrânîce’de kabir için kullanılan ana kelime kvrdir. Kvr esas itibariyle toprağa açılan çukuru belirtir (IDB, II, 471). Kayalara oyularak yapılan kabirler için kullanılan yaygın terim ise kôktür (bk. a.g.e., IV, 663). Fakat terimler zaman zaman birbirinin yerine kullanılmıştır. Yahudi inançlarına göre ölme sürecine giren kişi yalnız bırakılmaz, yanında gereksiz şeyler konuşulmaz, ölüm gerçekleşmeden cenaze hazırlıkları yapılmaz. Ceset, hemcinsleri tarafından belli kurallar gözetilerek yıkandıktan sonra kıllar, tırnaklar kesilir, göz ve ağız kapatılır. Yahudiliğin erken dönemlerinde ölüyle birlikte giyim ve süs eşyaları da gömülürdü; ancak bu durum rabbilerce hoş karşılanmamış, milâdî dönemlere doğru kefenleme geleneği yaygınlaşmıştır. Güzel kokular sürülen ceset beyaz bezden yapılan kefenlerle sarılmaktaydı. Erken zamanlarda ceset kamışlardan yapılan bir örtü üzerine yatırılarak gömüldüğü gibi tabut içinde de defnedilmiş (Tekvîn, 50/26), zamanla bu gelenek yaygınlaşmış olmasına rağmen günümüzde İsrail’de ve Doğu ülkelerinde bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Definde dikkat edilmesi gereken en önemli husus cesedin toprakla tamamen örtülmesidir. İsrâiloğulları, milâttan önce iki binli yılların başlarında kabirlerini toprak içine veya kayalara oymak suretiyle şehir dışında yapmışlardır; meselâ İbrânî “atalar” daha çok kaya kabirlerine gömülmeyi tercih etmişlerdir (Tekvîn, 23/9; 25/9; 49/30; 50/13).

Kabirler genellikle aile mezarlıkları şeklindeydi. Ortaçağ’a doğru bu kabirler yerini herkesin gömüldüğü büyük mezarlıklara bırakmış, buna paralel olarak kabrin mimari biçimi değişmiş, mermerden veya taştan sanduka şeklinde kabirler yapılmıştır. Yahudilik’te ölümle ruhun bedenden uzaklaştığına ve bu dünya ile ilişkisinin bittiğine inanılır, kabirde yatan cesedin herhangi bir ıstırap çekeceği düşünülmez. İslâm geleneğinde mevcut kabir azabı veya sorgulaması inancına Yahudilik’te rastlanmamaktadır. Fakat ölünün geride bıraktıklarının dua ve hayır işleriyle ruhun âhiretteki hayatını olumlu yönde etkileyebileceği inancı Yahudilik’te de yaygındır.

Hıristiyanlık’ta ölüm düşüncesi doğrudan ilk insan çiftinin işlediği günahın sonucuyla alâkalandırılmıştır. Buna göre ölmek günaha kefârettir, kabir de günahın bedelini temsil eder. Özellikle Ortaçağ’dan itibaren işlenen bu teolojik yorum kabirlerin simgesel işlevini yoğun bir şekilde gündemde tutmuştur. Hıristiyanlık’ta kabir geleneği yahudi kültürünün etkisi altında gelişmiştir. Bu geleneğe göre ölenin gözleri kapatılır, bedeni yıkanır, bütün vücut kefenle sarılır, güzel kokular sürülür ve sazdan yapılmış yataklar üzerinde toprağa gömülür veya kaya oyuklarına yerleştirilirdi. Kabirler genellikle aile mezarları olup daha çok şehrin dışına yapılırdı (Resullerin İşleri, 9/37; Markos, 15/46; 16/1; Matta, 9/23; Luka, 8/52; Korintoslular’a Birinci Mektup, 15/54). Fakat zamanla yahudi tesirinden uzaklaşılmasına paralel olarak kabirler daha farklı bir hüviyet kazandı. Ayrıca IV. yüzyıldan sonra şehidler için yapılan âbidevî kabirler özel bir mimari anlayışının doğuşuna yol açtı, böylece kilise kompleksleri içinde anıtsal mimari birimler doğdu. Hıristiyanlık’ta cesetleri yakma geleneği IV. yüzyıldan önce mevcuttu. Genel eğilim daima toprağa gömme şeklinde olsa da bugün Protestan çevrelerinde ceset yakma işlemi az çok devam etmektedir. Katolik ve Ortodokslar’da yaygın olan toprağa gömmedir. Beden kabre iyice temizlendikten sonra tabutla birlikte konulur. Bazan da ceset mumyalanmaktadır. Hıristiyanlık’ta ölümle ruhun bedenden ayrıldığına, beden bozulurken ruhun yüceltilmiş vücuduyla yeniden bir araya gelmenin arzusu içinde Tanrı’ya gittiğine ve son günde insanların yeniden diriltileceğine inanılmakla birlikte İslâm’daki hâkim telakkiye benzer bir kabir azabı kavramı yoktur.

Kabirle ilgili inançların tek ortak noktası ölü bedenden bir an önce uzaklaşma isteği olsa gerektir. Ayrıca kabirlerin simgesel anlamı topluluğun yapısında önemli bir fonksiyon üstlenmiştir. Kabirler bir yandan öteki dünyaya açılan kapılar, diğer yandan ölümü hatırlatan âbideler hüviyetine bürünmüştür.


BİBLİYOGRAFYA:

Y. Kaufmann, The Religion of Israel, London 1961; M. Lamm, The Jewish Way in Death and Mourning, New York 1969; L. Jacobs, A Jewish Theology, London 1973; G. Chapman, Catechism of the Catholic Church, London 1994, s. 226-242; P. Knobel, “Burial”, The Oxford Dictionary of the Jewish Religion (ed. Z. Werblosky - G. Wigoder), Oxford 1997, s. 143; W. L. Reed, “Grave”, IDB, II, 471; a.mlf., “Tomb”, a.e., IV, 663-664, 668; E. S. Hartland, “Death and Disposal of the Dead [Introd. and Primitive]”, ERE, IV, 414, 417-418, 421-425; S. H. Langdon, “Death and Disposal of the Dead [Babylonian]”, a.e., IV, 444; L. De la Vallee, “Death and Disposal of the Dead [Buddhist]”, a.e., IV, 446, 447; E. K. Mitchell, “Death and Disposal of the Dead [Early Christian]”, a.e., IV, 456-457; A. Hillebrandt, “Death and Disposal of the Dead [Hindu]”, a.e., IV, 475-476; W. H. Bennett, “Death and Disposal of the Dead [Jewish]”, a.e., IV, 497-498.

Kürşat Demirci




FIKIH. Ölen bir müslümanın cenazesinin yıkanması, namazının kılınması ve bekletilmeden defnedilmesi müslümanlar üzerine terettüp eden farz-ı kifâye niteliğinde dinî bir görev olduğu gibi cenazenin kabre konulmasında uyulacak usul ve âdâb, kabir ve kabristanla ilgili şeklî kurallar ve kabir ziyareti konuları da fürû-i fıkıhta önemli bir yer tutar.

Bir kabre birden fazla kişinin konulması ulemânın çoğunluğuna göre mekruh, bir kısmına göre ise haramdır. Ancak yer darlığı, toprağı kazma zorluğu gibi bir zaruretin söz konusu olduğu durumlarda birden fazla kişi birlikte defnedilebilir. Uzunluğuna açılmış bir kabre, birinin başı diğerinin ayağına gelecek şekilde cenazeler yerleştirilebileceği gibi genişçe bir yere birkaç kişi yanyana da konabilir. Bu durumda kıble tarafından başlanmak üzere namazda imamlık önceliği (fazilet) gözetilir ve birbirlerine değmemeleri için aralarına toprak yerleştirilir. Çok zorunlu olmadıkça erkek ve kadın cenazeler bir arada gömülmez. Gömülmeleri halinde ise cemaatle namazdaki saf sırasına göre önce ergin erkekler, sonra erkek çocuklar ve ardından hanımlar konur. İhtiyaç bulunması ve öncekinin kemiklerinin çürümesi halinde bir kabre başka bir kişinin defnedilmesi, üstüne ev yapılması veya ziraat için kullanılması da câizdir. Mezardan bazı kemik parçalarının çıkması ve yer sıkıntısının bulunması durumunda kemikler mezarın bir köşesine gömülerek diğer cenaze defnedilir. Aynı şekilde zaruret bulunmadıkça bir müslümanın gayri müslimlerin, bir gayri müslimin de müslümanların kabristanına defnedilmesi câiz görülmemiştir.

Hz. Peygamber’in, kabrin geniş ve derin kazılması ve güzel yapılmasına dair tavsiyesi doğrultusunda (Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 71; Nesâî, “Cenâǿiz”, 86) fıkıh âlimleri çeşitli ölçüler belirlemeye çalışmışlardır. Hanefîler’e göre sünnete uygun kabir normal bir insanın yarı boyu kadar derin olmalıdır. Derinliğin göğüs hizasında veya bir adam boyu olması daha güzeldir. Şâfiîler, sünnete uygun derinliği kollarını yukarı kaldırmış bir kişinin boyu kadar takdir ederler. Mâlikîler kabrin, cesetten kokunun yayılmasına ve yırtıcı hayvanların kabri deşmesine engel olacak derinlikte bulunmasını müstehap, fazlasını mekruh görürler. Hanbelîler’e göre belli bir ölçü söz konusu olmayıp kabrin yeterince derin ve geniş kazılması sünnettir. Kabrin uzunluğu ise ölünün sığacağı kadar olmalıdır.

Kabir kazıldıktan sonra kıble tarafındaki duvarın dibine ve uzunlamasına ölünün sığacağı kadar, “lahit” denilen girinti şeklinde bir oyuk kazılır. Yine Resûl-i Ekrem’in tavsiyesinden hareketle (Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 65; Tirmizî, “Cenâǿiz”, 53) âlimler, böyle yapmanın kabrin ortasında uzunlamasına bir çukur açılmasından (şakk) daha iyi olduğunu belirtmişlerdir. Yıkılmaması için lahdin kenarları kerpiç vb. şeylerle örülür ve cenaze yüzü kıble tarafına çevrilerek sağ yanı üzerine yatırılır. Üzeri cenazeye değmeyecek şekilde ahşap bir kapak vb. ile örtülür. Fıkıh âlimleri kabir toprağının sert olması halinde lahit yapmanın, yumuşak ve gevşek olması durumunda ise şak yapmanın daha uygun olduğunu ifade etmişlerdir.

Cenaze defnedildikten sonra kabrin belli olması ve çiğnenmemesi için üstü toprakla bir karış kadar veya biraz daha fazla yükseltilir. Diğer üç mezhebin aksine Şâfiîler’in çoğunluğu, kabrin üstünün yerle aynı seviyede tutulmasının daha uygun olduğu görüşündedir. Resûl-i Ekrem, Osman b. Maz‘ûn’un kabri başına büyükçe bir taş dikmiş ve, “Bununla kardeşimin kabrini tanır ve bulurum, ailemden ölenleri de yanına gömerim” demiştir (Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 63; krş. İbn Mâce, “Cenâǿiz”, 42).

Fakihlerin çoğunluğu, kabre yazı yazılmasını yasaklayan hadislerden hareketle (Müslim, “Cenâǿiz”, 94, 95; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 76; Tirmizî, “Cenâǿiz”, 58) mahiyeti ne olursa olsun kabir üzerine yazı yazmayı mekruh saymıştır. Hanefîler’e ve diğer ulemâdan bazılarına göre ise ölünün kabrinin kaybolmaması, saygı duyulup çiğnenmemesi için gerekirse yazı yazmakta bir sakınca yoktur; çünkü hadisteki yasağa rağmen icmâ derecesinde bir uygulama ile kabir taşlarına yazı yazılagelmiştir. Hâkim en-Nîsâbûrî, bu konudaki rivayetlerin sahih olmasına rağmen uygulamanın bunlara göre gelişmediğini, bütün müslümanların önderlerinin kabirleri üzerine yazılar yazıldığını ve bu durumun halefin seleften devraldığı bir uygulama olduğunu belirtir (el-Müstedrek, I, 370). Hâkim’in tesbitini naklettikten sonra bu hususun Osman b. Maz‘ûn’la ilgili hadisle daha da kuvvet kazanacağını söyleyen İbn Âbidîn yazının ancak yukarıda belirtilen gerekçelerle yazılabileceğini, kabir taşına âyet, şiir ve ölüyü öven yazıların yazılmasının mekruh olduğunu ifade eder (Reddü’l-muĥtâr, II, 237-238).

Kabirlerin dış şekliyle ilgili olarak Hz. Peygamber’in son hastalığı sırasında söylediği, “Allah yahudi ve hıristiyanlara lânet etsin. Bunlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edinip mâbed haline getirdiler” sözünü (Buhârî, “Cenâǿiz”, 62; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 76) ve benzeri hadisleri dikkate alan âlimler kabir üzerine kubbe, türbe, bina gibi şeyler yapma konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefî, Mâlikî ve Şâfiîler’e göre özel mülkiyete tâbi topraklardaki kabirlerin üstüne gösteriş ve övünme maksadıyla ev, kubbe, türbe yapmak haram, böyle bir maksat yoksa mekruhtur. Özel mülkiyet altında olmayan umumi mezarlıklarla sahiplerinin mezarlık için vakfettikleri topraklardaki kabirler üzerine bina vb. bir şey yapmak ise her iki durumda da haramdır. Hanbelîler, böyle bir ayırım yapmaksızın bunu harama yakın derecede mekruh görürler. Mezarlık içinde mescid yapılması veya namaz kılınması diğer mezheplere göre mekruh iken Hanbelîler bunu haram kabul etmişlerdir. Hadislerdeki yasaklamanın amacı tevhid inancını korumak, gösteriş ve israfı önlemektir. Dinî bilgisi zayıf kişilerin mâbedle mezarı birbirine karıştırmalarına ve mezarda yatan kişinin insan üstü bir varlık olduğuna inanmalarına sebep olur endişesiyle kabirlerin mescid gibi yapılması ve mescid haline getirilmesi yasaklanmıştır. Ayrıca kabirlerin mermer, taş vb. malzemeyle masraflı ve gösterişli bir şekilde inşası da câiz görülmemiştir.

Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Ömer’e ait naaşların bir hücre içerisinde bulunmasından kabir üzerine bina ve


kubbe yapmayı yasaklayan hadislerin hükümlerinin mutlak olmadığı, bu umumi hükümleri kayıtlı ve sınırlı şekilde anlayan bazı sahâbîlerin bulunduğu onların bu yöndeki tatbikatından anlaşılmaktadır (Uludağ, II/1 [1977], s. 29). Burada, hadiste yer alan yasağın ihlâlinden ziyade başlangıçta kabir ziyaretinde de olduğu gibi tevhid inancını korumaya yönelik tâvizsiz bir yasak getirildiği, tevhidden sapma ve şirke dönüş tehlikesinin azalmasıyla birlikte toplumsal talebe uygun olarak belli bir yumuşamaya gidildiği yorumu yapılabilir. Nitekim sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn nesillerinden bazı kimselerin kabirler üzerine türbe (bina, çadır) yaptıkları bilinmektedir. Meselâ Hz. Ömer Zeyneb bint Cahş’ın, Hz. Âişe kardeşi Abdurrahman’ın, Muhammed İbn Hanefiyye İbn Abbas’ın, Hz. Hüseyin’in kızı Fâtıma da amcası Hasan’ın oğlu olan kocası Hasan’ın kabirleri üzerine türbe yaptırmışlardı. Daha sonra Abdurrahman’ın kabri üzerindeki yapının Abdullah b. Ömer tarafından yıktırıldığı nakledilir (Aynî, VII, 46). Ali el-Kārî, meşhur meşâyih ve ulemâ kabirleri üzerine insanların ziyaret ve istirahati için kubbe ve türbe yapılmasının Selef âlimleri tarafından câiz görüldüğünü kaydeder (Mirķātü’l-mefâtîĥ, II, 372; İbn Âbidîn, I, 237). Hanefî fakihlerinden İbnü’l-Hümâm da kabrin yanında Kur’an okurken oturmak için böyle bir mekânın yapılmasının tercih edilen görüşe göre mekruh değil câiz olduğunu söylemiştir (Fetĥu’l-ķadîr, I, 473).

Hz. Peygamber, Câhiliye dönemine ait birtakım bâtıl inanç ve âdetlerin tamamen ortadan kalkması için önceleri kabir ziyaretini yasaklamıştı. Fakat zamanla tevhid inancı gönüllere yerleşip endişe edilen sakıncalar ortadan kalkınca, “Sizi kabirleri ziyaret etmekten menetmiştim; şimdi artık oraları ziyaret ediniz” (Müslim, “Cenâǿiz”, 106; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 81; Tirmizî, “Cenâǿiz”, 60) meâlindeki hadiste de ifade edildiği üzere Resûlullah müslümanların kabirleri ziyaret edip ölüler için dua ve istiğfarda bulunmalarına izin vermiş ve bunu teşvik etmiştir. Bizzat kendisi de Mekke’nin fethi sırasında annesinin kabrini ziyaret edip ağlayarak yanındakileri de ağlatmış ve ölümü hatırlattığı için sahâbîlere kabirleri ziyaret etmelerini söylemiştir (Müslim, “Cenâǿiz”, 108; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 81).

İslâm âlimlerinin çoğunluğu, Resûl-i Ekrem’in zaman zaman Bakî‘ Mezarlığı’nı ziyaret edip orada yatanlar için dua ettiğine dair hadisten (Müslim, “Cenâǿiz”, 102) ve yukarıda anılan diğer hadislerden hareketle kabir ziyaretinin mendup (müstehap) olduğu görüşündedir. Hanefîler, bu konuda kadınların da erkeklerle aynı hükme tâbi olduğunu belirtirken çoğunluk kadınların ziyaretini mekruh saymıştır. Hanefîler, kadınların da erkekler gibi kabir ziyaretinde bulunmalarının mendup oluşunu, bu konuda ruhsat niteliğini taşıyan hadiste (Müsned, V, 355; Müslim, “Cenâǿiz”, 106) kadın erkek ayırımı yapılmamasına dayandırmışlardır. Nitekim Hz. Fâtıma her cuma günü Hz. Hamza’nın kabrini ziyaret etmiştir. Hz. Âişe de Mekke’de medfun kardeşi Abdurrahman’ın kabrini ziyaretten dönerken İbn Müleyke’nin, “Hz. Peygamber kabir ziyaretini yasaklamamış mıydı?” şeklindeki sorusuna, “Evet, yasaklamıştı; fakat daha sonra yasağı kaldırıp ziyareti emretti” karşılığını vermiştir (Aynî, VI, 435; Şevkânî, IV, 125). Bununla beraber kadınların ziyareti üzüntülerini tazeleme, ağlayıp sızlama, feryat gibi ziyaret âdâbına uymayan bir durumun ortaya çıkmasına sebep olursa bu câiz değildir. Câhiliye âdetlerinden olan bu şekildeki ağlamayı Resûl-i Ekrem yasaklamış ve biatını kabul ettiği hanımlardan bu hususta da söz almıştır (Aynî, VI, 453-454; VII, 13). Şâfiî ve Hanbelîler’e göre kadınların bu şekilde yapacakları ziyaret haram, ölünün iyiliklerini sayıp dökmeden, feryat etmeden, yalnız âhireti hatırlamak ve ibret almak amacıyla yapacakları ziyaret de mekruhtur. Bununla beraber Şâfiî ve Mâlikîler’den kadınların kabir ziyaretini ilke olarak câiz görenler de vardır. Sonuç olarak kabir ziyaretinin ölümü hatırlamak ve ölüye rahmet dilemek amacıyla yapılması, dinen hoş görülmeyen davranışlardan uzak durulması halinde kadınların da kabirleri ziyaret etmesinde herhangi bir sakınca görülmemiştir (Nevevî, V, 276-277; Şevkânî, IV, 126; Seyyid Sâbık, I, 566-567).

Kabir ziyaretinin belli bir zamanı yoktur. Ziyaretçi kabristana vardığında bu konuda rivayet edilen hadislere de uyarak “es-Selâmü aleyküm yâ ehle’l-kubûr” (Selâm size, ey bu kabirde yatanlar!; Tirmizî, “Cenâǿiz”, 59) şeklinde veya, “es-Selâmü aleyküm ehle’d-diyâr mine’l-mü’minîne ve’l-müslimîn ve innâ inşâallāhu le-lâhikūn es’elüllāhe lenâ ve lekümü’l-âfiye” (Selâm size ey bu diyarın mümin ve müslim halkı! İnşallah yakında bizler de aranıza katılacağız. Allah’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim; Müslim, “Cenâǿiz”, 104) diyerek selâm verir. Ziyaretini ayakta yahut oturarak yapabilir, yönünü kıbleye veya ölünün yüzüne doğru dönerek dua eder, Kur’an’dan bildiği sûre ve âyetleri okur. Hz. Peygamber ve ashaptan nakledilen ve bir kısmı zayıf sayılan bazı rivayetlerde Yâsîn ve Fâtiha sûrelerinin okunması tavsiye edilmiştir (İbn Mâce, “Cenâǿiz”, 4; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 20; İbn Kudâme, II, 566-567; Muttakī el-Hindî, XV, 650; XVI, 479; Şevkânî, IV, 25, 106). Bu sırada kabrin çevresinde dönülmemesi, kabrin taşlarının, türbenin eşiğinin, sandukanın örtüsünün öpülmemesi, yüze sürülmemesi ve ölüden bir şey istenmeyip yalnız Allah’tan talep edilmesi gerekir (Nevevî, V, 278; Vehbe ez-Zühaylî, II, 542-543).

Kabirlerin süslenmesi, mum yakılması, türbelere, ağaçlara bez bağlanması zamanla halkın tevhid inancını zedelediği, açık ve gizli şirke saptırdığı için yasaklanmıştır. Kabirlerin yanında kurban kesilmesi, herhangi bir vesileyle bir türbe veya yatıra kurban adanması da bunun gibidir. Kurban bir ibadet olup yalnız Allah için yapılır, aksi davranış şirk olmasa bile büyük günahtır (Şevkânî, IV, 102-103; Karaman, İslâm’ın Işığında, I, 73-74). Nitekim Hz. Peygamber, “İslâm’da kabirlere kurban kesilmez” buyurmuştur (Müsned, III, 197; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 74).

Allah’ın yaratıkları arasında insana verdiği değer ve ona duyulması gereken saygı dolayısıyla (el-İsrâ 17/33, 70) kabirleri korumak, temiz tutmak, bir plana göre düzenlemek, yıkılanları tamir etmek, defin ve ziyaret esnasında kabirleri çiğnememek, üzerlerine oturmamak gerekir. Resûl-i Ekrem bu konularda titiz davranılmasını tavsiye etmiş ve kendisi de örnek olmuştur (Buhârî, “Cenâǿiz”, 82; Müslim, “Cenâǿiz”, 96-98). Bu arada kabirden çıkabilecek kemiklerin de korunup bir yere gömülmesi icap eder. Hz. Peygamber, kabir kazarken eski kabirden çıkan kemikleri kırarak sağa sola atan kimseye, “Ölünün kemiğini kırmak günah yönünden dirinin kemiğini kırmak gibidir” demiş (Müsned, VI, 105; İbn Mâce, “Cenâǿiz”, 63; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 64) ve kırılan kemikleri kabrin bir köşesine gömmesini emretmiştir (Muhammed b. Abdülhâdî es-Sindî, I, 492; Azîmâbâdî, IX, 24).

Kabir azabının hafiflemesine vesile olmak, ayrıca kabristanlara güzel bir görünüm kazandırmak amacıyla ağaç vb. şeyler dikmek sünnettir. Resûlullah bir ziyareti sırasında kabirde yatan iki kişiden birinin koğuculuk yaptığı, diğerinin


de idrardan sakınmadığı için azap gördüklerini haber vererek yanındaki sahâbîlerden yeşil bir hurma dalı getirmelerini istemiş, getirilen hurma dalını ikiye bölerek her kabrin başına birer tane dikmiştir. Bunları niçin diktiğini soranlara da, “Bu ağaçlar yeşil kaldıkça umarım ki azapları hafifler” demiştir (Buhârî, “Vuđûǿ”, 55, “Cenâǿiz”, 89). Fıkıh âlimleri, bu tür hadislere dayanarak kabristana dikilen ağaçların ve yetişen otların tesbih ettiği, bu sebeple de ölülerin kabir azabının hafiflemesine vesile olacağı gerekçesiyle ağaçları kesip yeşil otları ve çiçekleri koparmanın sünnete aykırı bir davranış olduğunu, kuruyan ağaç ve otların ise kesilip satılarak kabristana veya kamu yararına harcanabileceğini belirtmişlerdir (el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 166-167; Tahtâvî, s. 515, 516; İbn Âbidîn, II, 245-246; ayrıca bk. MEZARLIK).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, III, 197; V, 355; VI, 105; Buhârî, “Ǿİlim”, 37, 48, “Vuđûǿ”, 55, “Cenâǿiz”, 62, 82, 89, 99; Müslim, “Cenâǿiz”, 94, 95, 96-98, 102, 104, 106, 108, “Ĥac”, 398-406; İbn Mâce, “Cenâǿiz”, 4, 38, 42, 43, 63; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 20, 63, 64, 65, 71, 74, 76, 81; Tirmizî, “Cenâǿiz”, 53, 58, 59, 60; Nesâî, “Cenâǿiz”, 86; Hâkim, el-Müstedrek, I, 370; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, Haydarâbâd 1344, III, 411; Kâsânî, BedâǿiǾu’ś-śanâǿiǾ, Beyrut 1394/1974, I, 320; İbn Kudâme, el-Muġnî, II, 566-568, 570; Nevevî, el-MecmûǾ, V, 276, 277, 278; İbnü’l-Hâc el-Abderî, el-Medħal, Kahire 1401/1981, III, 258-265, 272-275; İbn Kayyim el-Cevziyye, Şerĥu Tehźîbi Süneni Ebî Dâvûd (Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd içinde), IX, 57-60; Heysemî, MecmaǾu’z-zevâǿid, III, 45; Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1392/1972, VI, 426-428, 432-435, 452-454; VII, 13, 46-47, 130; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Bulak), I, 473; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, II, 209; Muttakī el-Hindî, Kenzü’l-Ǿummâl, XV, 650; XVI, 479; Ali el-Kārî, Mirķātü’l-mefâtîĥ, Kahire 1309, II, 372; el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 166-167; Muhammed b. Abdülhâdî es-Sindî, Şerĥu Süneni İbn Mâce, Beyrut, ts. (Dârü’l-cîl), I, 492; Tahtâvî, Ĥâşiye Ǿalâ Merâķı’l-felâĥ, Kahire 1389/1970, s. 512, 513, 515, 516; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, IV, 25, 88-129; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), I, 237; II, 237, 238, 242, 245-246; Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd, IX, 24; Seyyid Sâbık, Fıķhü’s-sünne, Beyrut, ts., I, 566-567; Cezîrî, Meźâhibü’l-erbaǾa, I, 536, 540; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıķhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1404/1984, II, 524, 525, 541, 542-543; Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1988, I, 62, 73-74; a.mlf., “Ölüm, Ölü, Defin ve Merasimler (La mort, le mort, l’enterrement et les sérémonies)”, Cimetières et traditions funéraires dans le monde islamique: İslâm Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri (ed. J. L. Bac-qué-Grammont - Aksel Tibet), Ankara 1996, I, 3-15; Youssef Ragheb, “İslâm Hukukuna Göre Mezarın Yapısı (Structure de la tombe d’après le droit musulman)”, a.e., I, 17-23; Süleyman Toprak, “Kabir Ziyaretleriyle İlgili Yanlış Hareketler ve Sebepleri”, Geçmişten Günümüze Mezarlık Kültürü ve İnsan Hayatına Etkileri Sempozyumu: 18-20 Aralık 1998, İstanbul 1999, s. 327-342; Osman Cilacı, “Türbe-Mezar Ziyaretlerinde Görülen Hurâfeler ve Çözümleri”, a.e., s. 343-351; İsmail Kocaçalışkan, “Mezarlıklara Dikilecek Bitkiler ve Çevre Sağlığı Bakımından Önemi”, a.e., s. 443-446; Süleyman Uludağ, “Mezar ve Türbe”, Nesil, II/1, İstanbul 1977, s. 25-32; Fikret Karaman, “Cenaze Defni ve Kabir Ziyareti Üzerine Bir İnceleme”, Diyanet İlmî Dergi, XXXV/2, Ankara 1999, s. 21-34; “Cenâǿiz”, Mv.F, XVI, 45-46; “Defn”, a.e., XXI, 8-21; “Ķabr”, a.e., XXXII, 245-256.

Mehmet Şener




KELÂM. Kabir kelimesi, ölümle mahşerdeki diriliş arasında insanların yaşayacağı berzah hayatını da ifade eder. İslâm inancına göre ölen kişi, nerede ve hangi durumda bulunursa bulunsun kabir ve berzah âlemi safhasından geçer. İnsanın toprak ve kabirle ilgisi şu âyette vurgulu bir şekilde ifade edilir: “Sizi topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir defa daha sizi oradan çıkaracağız” (Tâhâ 20/55). Topraktan yaratılmış olan insanın ölünce yine toprağa gömülmesi Hz. Âdem’in oğlu Kābil’in, öldürdüğü kardeşi Hâbil’i yeri eşeleyen kargadan ilham alarak gömmesiyle başlayan bir gelenek (el-Mâide 5/31) ve bütün peygamberlerin ümmetlerine emrettiği bir görevdir. Allah’ın ölen insanın kabre konulmasını emretmesi ve onu hayvanlara yem olmaktan kurtarması, insanın değerli bir varlık olduğunun ve kıyametin kopmasından sonra tekrar diriltileceğinin bir işareti sayılır. Hz. Osman’dan rivayet edilen bir hadiste Resûlullah tarafından “âhiret duraklarının ilki” olarak nitelenen kabir hakkında (Müsned, I, 63-64) A. J. Wensinck’in hazırladığı dizinde dokuz sütun tutacak kadar hadis rivayeti mevcut olup (Miftâĥu künûzi’s-sünne, s. 389-392) bunlar genellikle kabir sorgusu, kabir azabı ve nimeti, mezarlıkların mescid yerine çevrilmemesi, kabir ziyareti, kabirlere saygı gösterip üzerlerine bina inşa edilmemesi gibi konulara dairdir.

Kelâm literatüründe kabir âlemiyle ilgili olarak genellikle üç meseleden söz edilir. 1. Kabir Sorgusu. Kabre konulan insanın sorguya çekileceği hadislerde belirtilir. Allah’ın, iman edenleri hem dünyada hem âhirette sağlam söz ve kararlı davranışa mazhar kılacağını bildiren âyetin (İbrâhîm 14/27) kabir suali hakkında nâzil olduğu rivayet edilmiştir (Buhârî, “Cenâǿiz”, 86; Müslim, “Cennet”, 73-74). Ölü, kabre konulup mezar üzerindeki insanların çekilmeye başladığı bir sırada Münker ve Nekir adlı iki melek tarafından sorguya çekilir ve özellikle son peygamber Hz. Muhammed hakkındaki fikri sorulur. Mümin olan kimse onu Allah’ın kulu ve elçisi olarak benimsediğini beyan eder; kâfir ise, “Bilmiyorum, ben de çevremdeki insanların kanaatini paylaştım” diye cevap verir (Buhârî, “Cenâǿiz”, 67, 86; Müslim, “Cennet”, 70-72).

2. Kabir Azabı. Duyular ve akıl yürütme vasıtasıyla bilinemeyip vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biri de kabir azabıdır. Bu hususta bazı âyetlerin işareti ve çeşitli hadislerin açık beyanları mevcuttur. Firavun ve taraftarlarının sabah akşam ateşe arzedildiğini, kıyamet gününde de en şiddetli azaba mâruz bırakılacaklarını (el-Mü’min 40/46), Nûh kavminin suda boğulmasının ardından ateşe atıldığını (Nûh 71/25) bildiren âyetler Ehl-i sünnet âlimlerine göre kabir azabına ilişkin delillerdendir. Bunların dışında, iyilerle kötülere dünyada ve âhirette yapılacak muamelenin aynı olmayacağını (el-Câsiye 45/21-22), münafıkların iki defa azap gördükten sonra büyük bir azaba mâruz bırakılacağını (et-Tevbe 9/101), kâfir ve münafık olanlara cehennemdeki büyük azaptan önce yakın bir azabın tattırılacağını (es-Secde 32/21; et-Tûr 52/47) belirten âyetler de kabir azabına işaret eden deliller arasında zikredilir. Hadislerde belirtildiğine göre Resûlullah kabirde azap gören bazı kimselerin sesini işitmiş (Müsned, III, 103, 104; Müslim, “Cennet”, 67-69), kabir azabından Allah’a sığınmış ve ashaba da Allah’a sığınmalarını söylemiş (Müsned, III, 296; Müslim, “Cennet”, 67), cenaze namazını kıldırdığı ölüyü kabir azabından koruması için Allah’a dua etmiş (Müslim, “Cenâǿiz”, 86), ayrıca azap görenlerin sesini hayvanların işittiğini haber vermiştir (Nesâî, “Cenâǿiz”, 115). Gıybet ve koğuculuk yapmak (Müsned, I, 225; Buhârî, “Cenâǿiz”, 88, “Vuđûǿ”, 57), ölüye ağıtlar yakarak ağlamak (Buhârî, “Cenâǿiz”, 33; Müslim, “Cenâǿiz”, 16-28), borçlu olarak ölmek (İbn Mâce, “Śadaķāt”, 12), yalan söylemek, zina etmek, faiz yemek, içki içmek (Buhârî, “Cenâǿiz”, 92; “TaǾbîrü’r-rüǿyâ”, 48) gibi fiillerin kabir azabına sebep teşkil ettiği yine hadislerde bildirilmektedir. Hadislerde kabrin sıkması (Tirmizî, “Cenâǿiz”, 70), kişiye sabah akşam cehennemdeki yerinin gösterilmesi (Buhârî, “Cenâǿiz”, 88; Müslim, “Cennet”, 65-66) gibi azap şekillerinin bulunduğu da haber verilmiştir. Kabir azabının kâfirler ve günahı çok olan müminler için kıyamete kadar devam edeceği,


günahı az olan müminler içinse geçici olacağı kabul edilir.

Kabir azabının insanın bedenine mi ruhuna mı uygulanacağı hususu tartışma konusu olmuştur. Kerrâmiyye ve Sâlihiyye mensupları kabirde ölünün hayat olmaksızın azap veya nimet göreceğini iddia etmiş, azap veya nimetin idraki için hayatın şart olmadığını söylemişlerdir. Âlimlerin çoğunluğu ise hayat olmadan azap veya nimetin idrak edilemeyeceği fikrini benimsemekle birlikte bu hayatın niteliği hakkında farklı görüşler ileri sürmüştür. Selefiyye âlimleri kabir hayatını nitelemenin mümkün olmadığını söylerken bunlardan bazıları kabir hayatının sadece bedenle, bazıları da sadece ruhla yaşanacağını belirtmiştir. İbn Hazm ve İbn Kayyim el-Cevziyye, kabir âleminde azap veya nimeti idrak edecek olanın yalnız ruh olduğunu savunur (el-Uśûl ve’l-furûǾ, s. 144-147; er-Rûĥ, s. 279-290). Ehl-i sünnet çoğunluğuna göre kabirdeki sual, azap ve nimet hem ruha hem bedene yöneliktir, zira bazı hadislerde sual esnasında ruhun bedene iade edileceği bildirilmiştir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 23). Eş‘arî ve Mâtürîdî âlimlerinin çoğunluğu, ölünün cesedinde azabın acısını veya nimetin lezzetini hissedecek kadar bir hayatın yaratılacağını söyleyerek ruhun cesede aynen iade edileceğini ifade etmekten çekinmiş, kabirdeki ölünün hayatına dair kesin bir şey bilinemeyeceğini kaydetmiştir. Ölü üzerinde azap veya nimetin belirtilerini göremeyişin sebebi, duyulara kabir âlemini idrak etme yetisinin verilmemiş olmasıdır. Her ne kadar Eş‘arî, Mu‘tezile’nin kabir azabını inkâr ettiğini söylüyorsa da (el-İbâne, s. 181) Kādî Abdülcebbâr, daha sonra Cebriyye’ye intisap eden Dırâr b. Amr dışında kabir azabını inkâr eden bir Mu‘tezilî âlimin bulunmadığını belirtir.

3. Kabir Nimeti. Kabirde nimetin varlığı da âyet ve hadislerle sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah yolunda öldürülenlerin ölü kabul edilemeyeceği, insanlar bunu anlamasa da onların gerçekte diri olduğu (el-Bakara 2/154) ve Allah katında nimetlere mazhar kılındığı (Âl-i İmrân 3/169) haber verilmektedir. Sünnî âlimlere göre bu âyetler gerçek anlamda olup başka bir şekilde te’vil edilemez. Bakara sûresindeki âyette yer alan, “Siz bunu anlayamazsınız” ifadesi, sözü edilen hayatın mahşerde değil berzah âleminde vuku bulduğunu gösterir; çünkü herkes aynı âlemde bulunduğundan mahşerdeki hayat bütün insanlar tarafından idrak edilir. Âyetlerde şehidlerin nimetlere mazhar kılınacağının bildirilmesi, kabirde azap görmeyen diğer müminlerin de nimete kavuşacağına işaret sayılır, zira azaptan kurtuluş da aslında bir nimettir. Kur’an’da, Allah yolunda hicret edip de savaşta öldürülen yahut eceliyle ölenlerin Allah tarafından güzel bir rızık ve nimete eriştireceklerini ve memnun olacakları bir yere yani cennete konulacaklarını beyan eden âyetlerde (el-Hac 22/58-59) şehid mertebesine çıkmayan müminlerin de kabirde iyi bir hayat yaşayacağına işaret vardır. Ayrıca kabir suali ve azabıyla ilgili hadislerin hemen hepsinde sorulara cevap veren müminlerin kabirlerinin genişletilip aydınlatılacağı, cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirileceği ve mümine sabah akşam cennetteki yerinin gösterileceği bildirilmiştir (Müsned, III, 3-4; Müslim, “Cennet”, 65-66; Tirmizî, “Cenâǿiz”, 71).

BİBLİYOGRAFYA:

M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “ķbr” md.; Miftâĥu künûzi’s-sünne, s. 389-392; Müsned, I, 63-64, 225; III, 3-4, 103-104, 296; IV, 359; Dârimî, “Riķāķ”, 94; Buhârî, “Cenâǿiz”, 33, 66, 67, 86, 88, 92, “TaǾbîrü’r-rüǿyâ”, 48, “Vuđûǿ”, 57; Müslim, “Cennet”, 65-74, “Cenâǿiz”, 16-28, 86; İbn Mâce, “Śadaķāt”, 12; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 23; Tirmizî, “Cenâǿiz”, 70-71; Nesâî, “Cenâǿiz”, 109-110, 114-116; İbn Ebû Âsım, Kitâbü’s-Sünne (nşr. M. Nâsırüddin el-Elbânî), Beyrut 1400/1980, II, 415-424; Eş‘arî, el-İbâne (Arnaût), s. 181-183; Ebü’l-Hüseyin el-Malâtî, et-Tenbîh ve’r-red (nşr. M. Zâhid Kevserî), Bağdad-Beyrut 1388/1968, s. 123-125; Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân (nşr. Hifnî M. Fûde), Beyrut 1399/1979, I, 417; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 730; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhâkī, İŝbâtü Ǿaźâbi’l-ķabr, Amman 1405, tür.yer.; İbn Hazm, el-Faśl (Umeyre), IV, 117; a.mlf., el-Uśûl ve’l-furûǾ, Beyrut 1404/1984, s. 144-147; Gazzâlî, Sekerâtü’l-mevt ve şiddetüh ve ĥâyâtü’l-ķubûr ĥatte’n-nefħ fi’ś-śûr (nşr. Abdüllatîf Âşûr), Riyad 1406/1986, tür.yer.; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Salamé), II, 763-765; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 151-152; XVI, 140; XVII, 39, 73; İbn Teymiyye, MecmûǾatü’r-resâǿil, I, 72-74; IV, 261-262; İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûĥ (nşr. M. Enîs İyâde - M. Fehmî es-Sercânî), Kahire, ts. (Mektebetü Nusayr), s. 80-90, 97-139, 279-290; İbn Receb, Ehvâlü’l-ķubûr ve aĥvâlü ehlihâ ile’n-nüşûr (nşr. Ebû Hâcir Muhammed Zağlûl), Beyrut 1405/1985, tür.yer.; Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1392/1972, VII, 118, 127, 130; Seffârînî, LevâmiǾu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), II, 4-28; Zebîdî, İtĥâfü’s-sâde, X, 348-428; M. Ahmed Abdülkādir, ǾAķīdetü’l-baǾŝ ve’l-âħire fi’l-fikri’l-İslâmî, İskenderiye 1986, s. 167-204; Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat, Konya 1986, s. 217-422; Şemseddin es-Selefî el-Efgānî, Cühûdü Ǿulemâǿi’l-Ĥanefiyye fî ibŧâli Ǿaķāǿidi’l-ķubûriyye, Riyad 1416/1996, I, 404-425.

Süleyman Toprak