KAHHÂR

(القهّار)

Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.

Sözlükte “yenmek, üstün gelmek, zor kullanarak istediğini yapmak” anlamındaki kahr kökünden mübâlağa ifade eden bir sıfat olup “yenilmeyen, yegâne kudret ve tasarruf sahibi” demektir. Dilciler ve âlimlerin hemen hepsi kahr kavramının temel mânasını “boyun eğdirip üstün gelmek” (tezlîl ve galebe) olarak belirlemişlerdir. Fahreddin er-Râzî, bu kavrama “zor kullanmak ve mecrasından çıkarmak suretiyle bir şeye boyun eğdirmek” anlamını verdikten sonra bunun zât-ı ilâhiyyeye nisbet edildiği takdirde iki şekilde düşünülebileceğini söylemiştir: Başkasını ilâhî iradenin dışında iş yapmaktan alıkoymak ve kendi iradesince hareket etmekten kişiyi men etmek (LevâmiǾu’l-beyyinât, s. 229).

Kur’ân-ı Kerîm’in altı âyetinde kahhâr, iki yerde kāhir ismi Allah’a, bir âyette de kāhir sıfatı insanlara izâfe edilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Mu’cem, “ķhr” md.). Allah’a nisbet edilen kahhâr isimlerinin hepsi vâhid isminden hemen sonra yer almıştır. Bunların dördü şirk anlayışını eleştirip tevhid inancını pekiştiren bir bağlamda zikredilmiş (Yûsuf 12/39; er-Ra‘d 13/16; Sâd 38/65; ez-Zümer 39/4), iki âyet de kıyametin kopmasını tasvir eden âyetler sırasında yer almıştır (İbrâhîm 14/48; el-Mü’min 40/16). Doksan dokuz isim listesinde bulunmayan kāhir ismi ise tabiat varlıkları içinde müstesna bir yer tutan insan türü üzerindeki ilâhî nimet, kudret ve tasarrufu ifade eden âyetler içinde zikredilir (el-En‘âm 6/18, 61). Kahhâr esmâ-i hüsnâ listesinin Tirmizî rivayetinde (“DaǾavât”, 82), kāhir ise İbn Mâce rivayetinde (“DuǾâǿ”, 10) yer almıştır.

Kahhâr ile kāhirin kelime kalıplarını ve Kur’an’daki kullanılışlarını göz önünde bulunduran âlimler birincisinin ikincisinden daha zengin bir muhtevaya sahip olduğunu kabul etmişler, bununla birlikte iki ismi genellikle birlikte düşünmüşlerdir. Âlimler Allah’ın yegâne galip, sonsuz kudret ve tasarruf sahibi oluşunu şöyle açıklamışlardır: İlâhî hâkimiyete karşı direniş gösterenlere önce akla ve duyulara hitap eden belgeler sunmak, bu yarar sağlamadığı takdirde çeşitli âfet ve belâlarla kendilerini uyarmak ve nihayet onları ortadan kaldırmak (Zeccâc, s. 38; Ebû Abdullah el-Halîmî, I, 202; Gazzâlî, s. 86). Fahreddin er-Râzî, kahhâr isminin etki alanını duyularla algılanabilen ve algılanmayan âlemleri içine alacak şekilde geniş düşünmüştür (LevâmiǾu’l-beyyinât, s. 229-230). Abdülkāhir el-Bağdâdî de kahhâr isminin İslâm inancının temelini oluşturan şirkin reddi ve tevhidin ispatı açısından büyük önem taşıdığını belirtmiştir; çünkü bu isim Seneviyye ve Mecûsîlik gibi düalist telakkilerinin yanında kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mu‘tezile’ye karşı güçlü bir delil oluşturmaktadır (el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, vr. 158b).

Doksan dokuz esmâ-i hüsnâ içinde yer almamakla birlikte Kur’an’da ve hadis rivayetlerinde Allah’a nisbet edilen gālib kavramı anlam açısından kahhâra en yakın olan bir isimdir. Galb (galebe) kökü bir âyet-i kerîmede, “Ben ve elçilerim mutlaka galip geleceğiz” (el-Mücâdile 58/21) ifadesiyle fiil olarak, “Allah irade ettiği her işte hükmünü icra edip galip gelendir” (Yûsuf 12/21) meâlindeki âyette de isim olarak zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilmiştir. Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste müslümanlara zor günler yaşatan Hendek (Ahzâb) Gazvesi’nin zaferle sona ermesi münasebetiyle Hz. Peygamber’in, içinde galebe kavramının da yer aldığı şöyle bir şükran niyazında bulunduğu ifade edilmiştir: “Allah’tan başka tanrı yoktur, O tektir. Ordusunu onurlandırdı, kuluna zafer verdi, birleşik kuvvetlere kendi kudretiyle galip geldi” (Buhârî, “Meġāzî”, 29; Müslim, “Źikir”, 77).

Kahhâr ile esmâ-i hüsnâdan “yenilmeyen, yegâne galip” anlamındaki azîz, “her şeye gücü yeten” mânasındaki kādir, muktedir, kavî ve metîn, ayrıca “iradesini her durumda yürüten” anlamındaki cebbâr, “mülkün sahibi ve tasarruf edeni” mânasındaki mâlikü’l-mülk isimleri arasında anlam yakınlığı ilişkisi bulunmaktadır.

Kahhâr, âlimlerin çoğunluğu tarafından kādir ismi statüsünde düşünülerek zâtî isimler grubunda mütalaa edilmiştir. Bunun yanında kahhârı, “kulu kendi iradesince hareket etmekten alıkoymak” mânasına alarak fiilî isimlerden (sıfatlar) sayanlar da vardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ķhr” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ķhr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ķhr” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “ķhr” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ķhr” md.; Buhârî, “Meġāzî”, 29; Müslim, “Źikir”, 77; İbn Mâce, “DuǾâǿ”, 10; Tirmizî, “DaǾavât”, 82; Zeccâc, Tefsîru esmâǿillâhi’l-ĥüsnâ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Beyrut 1395/1975, s. 38; Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân


(nşr. Hilmî Muhammed Fûde), Beyrut 1399/1979, I, 202; İbn Fûrek, Mücerredü Maķālât, s. 53; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, V, 207-208; XXII, 215; Abdülkāhir el-Bağdâdî, el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 497, vr. 158a-b; Kuşeyrî, et-Taĥbîr fi’t-teźkîr (nşr. İbrâhim Besyûnî), Kahire 1968, s. 39; Gazzâlî, el-Maķśadü’l-esnâ (Fazluh), s. 86, 173-174; Fahreddin er-Râzî, LevâmiǾu’l-beyyinât (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1404/1984, s. 229-230.

Bekir Topaloğlu