KELİME

(الكلمة)

Kur’an’da Allah’ın sözü anlamında, ayrıca Hz. Îsâ’yı tanımlamakta kullanılan terim.

Sözlükte “yaralamak, tesir etmek” anlamına gelen kelm kökünden türetilmiş bir isim olup nahivde “bir mânaya delâlet eden lafız” demektir. Râgıb el-İsfahânî nahivde isim, fiil, harf ve edat türünden tekil lafızlara kelime denildiğini belirtir (el-Müfredât, “klm” md.). Kelime, herhangi bir zaman sîgasıyla alâkalandırılmadan bir mânaya delâlet ediyorsa isim, mânaya delâletinde bir zaman sîgasına bağlıysa fiil, tek başına bir anlam taşımıyorsa harftir. Öte yandan alfabenin harflerinden her birine, harflerden oluşan anlamlı bir lafza kelime denildiği gibi bütünüyle bir kelâm, kaside veya hutbe de mecazen kelime olarak adlandırılmıştır (Lisânü’l-ǾArab, “klm” md.).

Bahâeddin İbn Akīl, kelimenin “anlamlı bir tek lafız” şeklindeki tanımıyla herhangi bir mânaya delâleti olmayan lafızlardan ve tekil olmasıyla da kelâmdan ayrıldığını, kelâmın tekil olmayan mânalara da delâleti bulunduğunu ifade etmiştir (Şerĥu İbn ǾAķīl, I, 15). İslâm felsefecileri de bir mânaya ve bu mânanın içinde gerçekleştiği zamana vurgu yaparak kelimeyi “bir zaman dilimi içinde belirli olmayan bir konuya ait mânaya delâlet eden tekil lafız” şeklinde tanımlamışlar, “yürüdü” kelimesinin geçmiş zamanda herhangi bir kimsenin yürüdüğüne delâlet etmesini de örnek olarak göstermişlerdir (İbn Sînâ, en-Necât, s. 50). Mantıkçılar ise kelimeyi “belli bir zamanda belli olmayan bir şeyin mânasına delâlet eden isim veya fiil türünden lafız” diye tanımlamışlardır (İbn Sînâ, el-İşârât, I, 143).

Kur’ân-ı Kerîm’de kelime tekil ve çoğul olarak, bazan da isim ve sıfat tamlamalarıyla kırk altı yerde geçmekte, ayrıca birçok âyette aynı kökten fiil ve isimler bulunmaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “klm” md.). Kur’an’da kelime öncelikle “söz, kelâm” şeklindeki sözlük anlamıyla Allah’ın söz ve âyetleri, insanların sözleri, hatta onların küfrünü beyan eden ifadeleri için (et-Tevbe 9/74) kullanılmıştır. Öte yandan Allah’ın kullarına yönelik emirleriyle (el-Bakara 2/124) bazı mûcizeleri gerçekleştiren tekvînî emirleri de (Yûnus 10/81-82; eş-Şûrâ 42/24) kelime ile anlatılmıştır. “Kelimetullah” (et-Tevbe 9/40), “kelimetün tayyibetün” (İbrâhîm 14/24) gibi terkiplerle tevhid inancının esasını teşkil eden kelime-i tevhid ve daha genel olarak Allah’ın insanlığa gönderdiği son din ifade edilmiş (Taberî, VI, 137), “kelimetün habîsetün” (İbrâhîm 14/26; ayrıca bk. et-Tevbe 9/40) şeklindeki terkiple de tevhid anlayışına aykırı düşen inanç türleri kastedilmiştir (Fahreddin er-Râzî, XVI, 69). Ayrıca insanların iman ve küfürle imtihan edilmesi, bazan hemen cezalandırılmayıp kendilerine süre verilmesi (Yûnus 10/19; Hûd 11/110) gibi hususlar, âhiret hayatında karşılaşacakları ceza ve mükâfatlara dair ilâhî ilkeler (Yûnus 10/33; Hûd 11/119; ez-Zümer 39/71) “kelimetü’l-fasl” (eş-Şûrâ 42/21) ve “kelimetü’l-azâb” (ez-Zümer 39/19) gibi terkiplerle de teyit olunarak kelime ile ifade edilmiş, başka âyetlerde kimsenin değiştirmeye güç yetiremeyeceği Allah’ın kanunlarına, hükümlerine de kelime denilmiştir (el-En‘âm 6/34, 115; Yûnus 10/64; el-Kehf 18/27). Yine Allah’ın peygamberlerine (es-Sâffât 37/171), müminlere (el-Enfâl 8/7) ve Mûsâ’ya tâbi olan İsrâiloğulları’na (el-A‘râf 7/137) yardım vaadi, O’nun sınırsız


ilim ve hikmetiyle (el-Kehf 18/109; Lokmân 31/27) Hz. Peygamber’e vahyettiği hususlar yahut onun aracılığıyla tecelli ettirdiği mûcizeler de (el-A‘râf 7/158) kelime veya bununla oluşturulan terkiplerle dile getirilmiştir (Fahreddin er-Râzî, XV, 30; İbn Kesîr, II, 266).

Kur’an’da üç yerde Hz. Îsâ’nın “Allah’tan bir kelime” olduğu ifade edilmiştir (Âl-i İmrân 3/39, 45; en-Nisâ 4/171). Taberî, kelimenin Hz. Îsâ olduğuna dair İbn Abbas’tan bir rivayet aktarmış, Allah’ın “kün” (ol) emri neticesinde mûcizevî bir şekilde doğduğu için onun “kelimetullah” şeklinde nitelendirildiğini ifade eden farklı rivayetleri de sıralamıştır (CâmiǾu’l-beyân, III, 269-271). Şiî müfessir Tabersî ise insanların Allah’ın kelâmıyla hidayete er-dikleri gibi Hz. Îsâ ile de hidayete erdikleri için onun kelimetullah olarak adlandırıldığına dikkat çekmiştir (MecmaǾu’l-beyân, II, 742). Fahreddin er-Râzî önceki müfessirlerin yorumlarına ek olarak Hz. Îsâ’nın mûcizevî bir tarzda bebekliğinde konuşmaya başlaması, tebliğiyle gerçekleri ifade etmesi ve insanları doğruya yönlendirmesi, kendisinden önceki peygamberlere vahyedilen kitaplardaki ilâhî kelâmla peygamberliğinin müjdelenmiş olması sebebiyle “Allah’ın kelâmı” olarak adlandırıldığını belirtmiştir. Râzî ayrıca “bi-kelimetin minhü” ibaresindeki “min” harf-i cerrinin Hz. Îsâ’nın Allah’ın zâtından bir parça olmayıp Allah’ın kelâmıyla babasız olarak yaratıldığını bildiren bir başlangıç anlamı taşıdığını da söyler (Mefâtîĥu’l-ġayb, VIII, 36, 49). Elmalılı Muhammed Hamdi ise telaffuz olunan anlamlı sesler ve yazıların yanında âleme bakıldığında görme duyusu ile zihinde bir tesir meydana getirerek cüz’î veya küllî bir anlama delâlet eden belli varlıklara da kelime denilebileceğini, Hz. Îsâ’nın kelime oluşunu da böyle anlamak gerektiğini belirtmiştir. Öte yandan Elmalılı, “bi-kelimetin minhü” ifadesindeki kelimenin belirsiz olarak kullanılmasının Îsâ’nın yaratılışındaki gariplik ve tuhaflığa, bilinen yaratılış tarzına uymayan bir farklılığa, dolayısıyla Hz. Îsâ’nın mûcizevî bir şekilde babasız yaratılışına işaret ettiğine dikkat çekmiştir. Elmalılı’ya göre kelimenin Meryem’in oğlu Mesîh Îsâ şeklinde adlandırılması da Hz. Îsâ’nın hıristiyanların teslîs anlayışındaki gibi Allah’ın değil ancak Meryem’in oğlu olduğunu vurgular; dolayısıyla Îsâ’nın kelime olarak Allah’a, oğul olarak ise Meryem’e nisbet edilmesi gerektiğini söyler (Hak Dini, II, 1101-1102). Halbuki Hıristiyanlık’ta Îsâ’nın Tanrı’nın kendisine hulûl ettiğine, ete kemiğe bürünmüş ezelî ve ebedî kelâmı (logos) ve teslîs anlayışını oluşturan unsurlardan biri olduğuna inanılmaktadır (bk. ÎSÂ).

Hadis kaynaklarında kelime, tekil ve çoğul olarak aynı kökten türetilmiş fiil ve isim kalıplarıyla sıkça geçmektedir (Wensinck, el-MuǾcem, “klm” md.). Hadislerde kelime “söz, kelâm” şeklindeki sözlük anlamıyla Allah’ın (Buhârî, “Îmân”, 12), Hz. Peygamber’in (Buhârî, “Ǿİlim”, 30, “Riķāķ”, 41; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 71), ashabın (Nesâî, “Taŧbîķ”, 110) sözleri yanında inanmayanların küfrünü (Buhârî, “Riķāķ”, 23; Müslim, “Zühd”, 49; Tirmizî, “Zühd”, 10) ve münafıkların nifakını (Müsned, II, 286, 390) beyan eden ifadeleri için de kullanılmıştır. Öte yandan kimsenin değiştirmeye güç yetiremeyeceği Allah’ın kanunları, hükümleri kelime ile de belirtilmiştir (Nesâî, “Cihâd”, 42). “Kelimetullah” (Dârimî, “Cihâd”, 24; Buhârî, “Ǿİlim”, 45, “Tevĥîd”, 28), “kelimetün tayyibetün” (Müsned, II, 316, 374; Müslim, “Zekât”, 56), “kelimetü’t-takvâ” (Buhârî, “Îmân”, 19) gibi terkiplerle kelime-i tevhid ve genel olarak Allah’ın insanlığa gönderdiği son din kastedilmiştir. Bazı hadislerde Hz. Îsâ’nın Allah’ın kulu, resulü, Meryem’e ilkā ettiği kelimesi (kelimetullah) ve O’ndan bir ruh olduğu ifade edilir (Müsned, V, 314; Buhârî, “Enbiyâǿ”, 47; Müslim, “Îmân”, 46). Bu tür rivayetlerin dışında Habeşistan’a hicret eden sahâbîlerin sözcüsü Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Habeş necâşîsinin isteği üzerine Hz. Îsâ hakkındaki kanaatlerini aktarırken onun Allah’ın kulu, resulü, ruhu ve Meryem’e ilkā ettiği kelimesi olduğu şeklindeki ifadesi de bu bakımdan anlamlıdır (Müsned, I, 203, 461; V, 292). Ebû Ubeyd’in, Îsâ’nın Allah’ın kelimesi olmasını onun Allah’ın “kün” emri neticesinde var olmasıyla açıkladığı rivayet edilmektedir (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 47).

Dilcilerin kelime, kelâm ve kavil terimleri arasındaki farklar üzerine yaptıkları tartışmaların dışında kelâm âlimleri arasında kelime, dinî bir terim olarak Allah’ın konuşma yetkinliğine sahip bir varlık olduğunu bildiren kelâm sıfatına ilişkin tartışmalara konu olmuştur. Kelâmcılar, Allah’ın kelâm sıfatının bulunduğu görüşünde birleşmiş olmalarına rağmen bu sıfatın mahiyeti, kadîm veya hâdis oluşu ve yaratıklar tarafından işitilmesinin keyfiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir (bk. KELÂM).

Öte yandan Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı (halku’l-Kur’ân) konusunun müslümanlar arasında itikadî bir problem şeklinde tartışılmasının sebeplerinden biri olarak Hişâm b. Abdülmelik zamanında saray kâtipliği yapan hıristiyan ilâhiyatçısı Yuhannâ ed-Dımaşkī’nin, müslümanlara Hz. Îsâ’nın ulûhiyyetini kanıtlamak için Kur’an’da onun “kelimetullah” olarak adlandırılmasından hareketle ilâhî kelimelerin, dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olmadığı görüşünü ortaya atması gösterilmektedir. Ancak buna Ca‘d b. Dirhem, Cehm b. Safvân gibi Cehmiyye ve Mu‘tezile âlimleri karşı çıkmışlar, hem kelimetullah olan Hz. Îsâ’nın hem de ilâhî kelimelerin mahlûk olduğu görüşünü savunmuşlardır (Câhiz, III, 347; İbnü’l-Murtazâ, s. 124; ayrıca bk. HALKU’l-KUR’ÂN).

Kelime tasavvufta çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Şehâdet âlemindeki varlıkların her biri ilâhî isimdir. Ancak ilâhî isimlerin hepsi kemaliyle insân-ı kâmilde tecelli ettiğinden o bu mânada bir kelimedir. Buna bağlı olarak insân-ı kâmil olan peygamberlerin ve velîlerin hakikatlerine, özellikle de Hz. Peygamber’in hakikatine (hakîkat-i Muhammediyye) kelime denir. Nitekim Muhyiddin İbnü’l-Arabî, peygamberin hakikatlerini anlattığı Fuśûśü’l-ĥikem adlı eserinin bölüm başlıklarında kelimeyi bu anlamda kullanmıştır. Eserin üzerine bina edildiği terim de kelime yani hakîkat-i Muhammediyye kavramıdır. Bu bağlamda her peygamberin bâtını bir kelime olmakla birlikte sahip olduğu hakikat mertebesi farklıdır. Hakikatlerin hakikati yani küllî kelime Hz. Muhammed’in hakikatidir. Diğer bütün varlık mertebeleri o kelimeden doğar, varlık sebep ve bilgilerini ondan alırlar. Kelimenin nefesle de ilgisi vardır. Telaffuz edilen kelimeler içimizden gelen nefesin taayyünleri olduğu gibi Allah’ın kelimeleri yani varlıklar, cevher-i vücûd da denilen nefes-i rahmânînin taayyünlerinden ibarettir. Bu mânada taayyün eden mahiyet, ayn, hakikat, varlık gibi her şey bir kelimedir. Bunların bâtınî olanlarına “mânevî / gaybî kelime”, zâhirî olanlarına “kelime-i vücûdiyye”, mücerred olanlarına “kelime-i tâmme” adı verilir. Küllî iradenin sûreti ve yaratma vasıtası olan “kün” emrine “kelimetü’l-hazret” denir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “klm” md.; Lisânü’l-ǾArab, “klm” md.; Kâşânî, Iśŧılâĥâtü’ś-śûfiyye, “Kelime” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “klm” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “klm” md.; Müsned, I, 203, 461; II, 286, 316, 374, 390; V, 292, 314; Dârimî, “Cihâd”, 24; Buhârî, “Enbiyâǿ”, 47, “Îmân”, 12, 19, “Ǿİlim”, 30, 45, “Tevĥîd”, 28, “Riķāķ”, 23, 41; Müslim, “Îmân”,


46, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 71, “Zekât”, 56, “Zühd”, 49; Tirmizî, “Zühd”, 10; Nesâî, “Cihâd”, 42, “Taŧbîķ”, 110; Câhiz, Resâǿil (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1399/1979, III, 347; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, III, 269-271; VI, 137; İbn Sînâ, en-Necât (nşr. Mâcid Fahrî), Beyrut 1405/1985, s. 50; a.mlf., el-İşârât ve’t-tenbîhât (nşr. Süleyman Dünyâ), Beyrut 1413/1992, I, 143; Tabersî, MecmaǾu’l-beyân fî tefsîri’l-Ķurǿân (nşr. Hâşim el-Mahallâtî - Fazlullah et-Tabâtabâî), Beyrut 1406/1986, II, 742; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, VIII, 36, 49; XV, 30; XVI, 69; Bahâeddin İbn Akīl, Şerĥu İbn ǾAķīl (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1394/1974, I, 15; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿân (nşr. Abdurrahman el-Mar‘aşlî), Beyrut 1408/1988, II, 266; İbnü’l-Murtazâ, Ŧabaķātü’l-MuǾtezile, s. 124; Elmalılı, Hak Dini, II, 1101-1102; Ebü’l-Alâ el-Afîfî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 70-79; M. Erol Kılıç, “Fusûsü’l-hikem”, DİA, XIII, 231.

Mustafa Sinanoğlu