KİNAYE

(الكناية)

Beyân ilminde söz içinde anılan lâzım unsurla melzûmun kastedildiği edebî sanat.

Sözlükte “bir şeyi bir şeyle örtmek” anlamına gelen kinâye kelimesi edebî sanat olarak “örtülü anlatım” demektir. Beyân âlimlerine göre kinaye, söz içinde geçen asıl anlamın yanında bir başka lâzımî mânanın anlatıldığı kelime veya terkiptir. Söz içinde geçen asıl ve gerçek anlamındaki unsura “meknî (mükennâ) bih” veya “kinaye”, bununla kendisine işaret edilen ve söz içinde geçmeyen unsura da “meknî (mükennâ) anh” adı verilir. Meknî bih ile meknî anhe kapalı bir biçimde işaret edildiği için ilk unsur örten, ikinci unsur örtülen konumunda bulunduğundan kinaye (örtme) kelimesi kullanılmıştır; “eli açık” (mebsûtu’l-yed) sözüyle cömert kimsenin, “eli sıkı” (mağlûlü’l-yed) ifadesiyle de cimrinin örtülü bir biçimde anlatılması gibi. Dildeki mecaz ve kinaye klişeleri âdet ve geleneklere, insan ve eşya ile tabiat ve ondaki varlıklar için geçerli olan genel durum ve konumlara göre oluşur. Bunlar istisnaî haller için de değiştirilmeden kullanılır. Mûtat olarak verme işi elin açılıp içindekinin boşaltılmasıyla gerçekleştiğinden “eli açık” kinayesi oluşmuştur. Eli kesik olan veya el açma hareketi yapmadan ihsanda bulunan kimsenin cömertliğini ifade için de aynı kalıp kullanılır. Nitekim Arap dilinde cömert için “külü bol” (kesîrü’r-remâd) kinayesi, eski zamanda odun yakılıp yemeklerin pişirilmesi geleneğine dayalı olarak klişeleşmiş olup ateş ve külle ilgisi olmayan cömert kimse için de söylenir. Birçok mecaz ve kinaye klişesinin Kur’an’da ve hadislerde Allah, melekler ve diğer mânevî varlıklar hakkında kullanılmasında da aynı durum söz konusudur. Zemahşerî, “Rahmân arş üzerine istivâ etti” (Tâhâ 20/5); “Kıyamet gününde bütün yer O’nun bir avuç tutamı olacak, gökler de sağ eliyle dürülecektir” (ez-Zümer 39/67) âyetlerini garîb bir kinaye olarak görmüştür ve bunlarda geçen arş (taht), istivâ (oturma, kurulma), avuç tutamı (kabza), sağ el (yemin), dürülme (matviyyât) kelimelerinde gerçek veya mecazi anlam söz konusu olmadan, cümlelerin bütününün kinaye olduğu görüşündedir. Ona göre yukarıdaki ilk âyet Allah’ın her şeyin mâliki, yönetici ve gözleyicisi olmasından, ikinci âyet de O’nun kudret ve azametinden kinayedir. Bu tür özel ve istisnaî durumlar dışında genellikle kinayede her iki unsura göre de cümlenin anlamının tamam olması, yalan ve yanlış olmaması asıldır. Bu sebeple İmam Mâlik ve Şâfiî, Kur’an’daki “kadınlarla mülâmese” (en-Nisâ 4/43) ifadesinde mülâmesenin (karşılıklı dokunma) gerçek anlamda (meknî bih) kullanıldığını söyleyerek erkeğin çıplak bedeninin kadının tenine dokunmasıyla abdestinin bozulacağına hükmetmişler, diğer fakihler ise bu ifadeyi benzeri birçok âyette olduğu gibi mecazi anlamından (meknî anh) hareketle onun cinsel temastan kinaye olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte kinayede aslolan, cümlede geçen unsurun (meknî bih) geçmeyen unsuru (meknî anh) anlatmakta bir geçiş ve atlama taşı vazifesi görmesidir. Bu bakımdan kinayede temel hedef mecazi anlamdır.

Kinayeyi mecazdan ayıran özellik hem hakiki (meknî bih) hem mecazi (meknî anh) anlama göre ifadenin doğru olması, hakiki mânanın kastedilmediğini ortaya koyan bir karînenin bulunmamasıdır. Cömert kimse için “külü bol” denildiğinde asıl amaç onun cömert olduğunu ifade etmekse de külünün bol olması da olağandır. Halbuki mecazda sadece mecazi anlam kastedilir, gerçek anlamın kastedilmesine engel olan bir karîne-i mânia bulunur. “Hidayet karşılığında dalâleti satın aldılar” âyetinde (el-Bakara 2/16) “satın almak” (iştirâ) fiili kinaye değil “değişmek” (istibdâl) anlamında mecazdır (istiare). Çünkü bu fiile mef‘ul düşen dalâlet ve hidayetin satın alınır metâlar olmaması fiilin gerçek anlama hamledilmesine engel olan, dolayısıyla onda mecazi anlam arayışına yönelmeyi sağlayan bir karînedir. Sekkâkî ve onu izleyenlere göre kinaye ile mecaz arasındaki bir fark da kinayede söz içinde geçen lâzımdan geçmeyen melzûma, mecazda ise melzûmdan lâzıma geçiş yapılmasıdır. Aslında Kudâme b. Ca‘fer ve Abdülkāhir el-Cürcânî’ye dayanan bu anlayışa göre lâzım, bir şeyin varlığına tâbi ve onu izleyen unsur demektir. Yiğitlik arslanın varlığına tâbi olduğundan arslanın (melzûm) anılıp yiğidin (lâzım) kastedilmesi mecaz olurken, “zalimin ellerini ısıracağı gün” (el-Furkān 25/27) örneğinde “üzülmek, pişman olmak, ah etmek” anlamında “ellerini ısırmak” ifadesi kinaye olur. Çünkü elleri ısırma fiili (tâbi / meknî bih) üzüntü ve pişmanlığı (metbû / meknî anh) izler. Bir diğer anlayışa göre kinayenin unsurları arasındaki alâka telâzum olduğundan kinayede her iki unsurun birbirinin eşit derecede ayrılmaz öğesi olması asıldır; bu bakımdan hangisinin lâzım, hangisinin melzûm olduğu izâfî ve itibarî bir keyfiyettir.

Kinayede gerçek anlamın da geçerliliği sebebiyle onun hakikat kabilinden olması çoğunluğun görüşü olmakla birlikte kinayenin mecaz, ne hakikat ne mecaz, kısmen hakikat, kısmen mecaz olduğunu söyleyenler de vardır. Ayrıca İbnü’l-Esîr onu bir istiare türü kabul eder. Belâgat âlimleri, ince bir söz sanatı ve üstü kapalı bir anlatım üslûbu olan kinayenin açık ve düz (tasrîh / ifsah / sarih) ifadeden daha beliğ bir anlatım tarzı olduğunda birleşir. Çünkü kinaye anlatılmak isteneni daha tesirli, daha çarpıcı ve daha vurgulu bir biçimde sunar. Soyut kavramlar kinaye sanatı sayesinde canlı, hareketli ve görülür bir resim halinde takdim edilir. “Ellerini ısırmak” (el-Furkān 25/27), “ellerini ovuşturmak” (el-Kehf 18/42), “başın eller arasına düşmesi” (el-A‘râf 7/149) gibi kinayeler pişmanlık, üzüntü, keder ve ah etmenin, “elin boyna bağlanması, elin açılması” (el-İsrâ 17/29), cömertlik ve cimriliğin, “Sırtı kamburlaştı, bastonla yürür oldu” ifadesi ise yaşlılık ve âcizliğin canlı ve hareketli resimleridir. Kinaye üslûbunda bir düşünce, delil ve burhan da beraberinde dile getirilir. Çünkü söz içinde geçen unsur geçmeyen unsurun delîl ve burhanı konumundadır. Bir şeyin azametini ifadede kinaye üslûbu etkili bir anlatım şeklidir; Kur’an’da kıyametten kinaye


olarak geçen “kalpleri güm güm hoplatan: el-kāria” (el-Kāria 101/1) “Kulakları sağır eden sayha: es-sâhha” (Abese 80/33); “o büyük baskın: et-tâmmetü’l-kübrâ” (en-Nâziât 79/34) ibarelerinde olduğu gibi. İsminin yahut vasfının açıkça söylenilmesinden korkulan kimselerin veya varlıkların anlatılmasının, kıskanılan, dillerde dolaşmaktan korunmak istenenlerin örtülü bir biçimde ifade edilmesinin en iyi yolu da kinaye üslûbudur. Şairlerin sevgililerinin isimleri yerine kinayelerini tercih etme geleneği buradan ileri gelir. Yine bu sebeple bir nevi kinaye olan künyelerin Arap toplumunda yaygın olarak kullanılması saygı belirtmesi yanında anılan amacı da sağlamasındandır. Hayâ ve edep dışı şeylerin daha nezih bir ifadeyle dile getirilmesinin en güzel yolu da kinayedir. Bu sebeple Kur’an’da ve hadislerde cinsel olgular kinaye üslûbu ile dile getirilmiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/223, 225; en-Nisâ 4/43; Yûsuf 12/23; el-Ahzâb 33/27). Yine bu sebeple Kur’an’da geçen “ferc” kelimesi kadının cinsel organı değil “giysinin paça aralığı” demek olup “paça aralığını (ferc) korumak” ifadesi (el-Enbiyâ 21/91) “eteği / giysisi temiz” örneğindeki gibi iffet ve namusunu korumaktan kinayedir.

Kinaye, örtülü olarak anlatılmak istenen unsur bakımından zattan (mevsuf), sıfattan ve nisbetten kinaye olarak üç kısma ayrılır. Zattan kinayede bir şeyin sıfatı (vasfı / özelliği) anılarak onunla kendisi (zat / mevsuf) kastedilir; Kur’an’da “ziynet içinde yetiştirilen” (ez-Zuhruf 43/18) ifadesinin kadından, “tahta levha ve çiviler sahibi” (el-Kamer 54/13) tabirinin gemiden kinaye olması gibi. Arap şiirinde kalpten kinaye olarak “kinlerin biriktiği yer; akıl, sır, sevgi ve korkunun bulunduğu yer” ifadeleri sıkça geçer. Bu nevide bazan birden çok vasıf bir tek mevsufu anlatır; insan anlamında “düzgün boylu, geniş tırnaklı canlı” vasıfları gibi.

Sıfattan kinayede konuyla ilgili iki sıfattan biri anılarak diğeri anlatılır. Cömert için köpeği korkak (cebânü’l-kelb), buzağısı zayıf (mehzûlü’l-fasîl), kapısı açık (meftûhu’l-bâb) dendiği gibi cimri için eli bağlı (mağlûlü’l-yed), pişman olmak için ellerini ovuşturmak (taklîbü’l-keffeyn) ifadeleri bu tür kinayelerdir.

Nisbetten kinaye ise bir vasıf bir kimsenin giysisi, bulunduğu mekânı ve evi gibi onunla ilgili bir şeye nisbet edilerek bununla kendisinin kastedilmesi şeklinde gerçekleşir. “Çok şerefli” anlamında bir kinaye olan “şeref onun giysileri arasında” (el-mecdü beyne sevbeyhi), “çok cömert” anlamında “cömertlik onun giysileri arasında” (el-keremü beyne bürdeyhi), “o nereye, cömertlik oraya” (yesîru’l-cûd haysü yesîru) kinayeleri gibi. Bu nevi kinayede, sıfat veya fiilin ilgiliye hasredilmesi yoluyla sağlanmış vurgulu ve pekiştirmeli bir anlatım görülür. Bir ferdi kastedilerek, “Arap bunu yapmaz; Türk sözünden caymaz; Müslüman yalan söylemez” şeklindeki genellemeler gibi. Bir fiilin bir ilgili kastedilerek benzerinden nefyedilmesi ya da ispat edilmesi de böyledir: “Sen cimrilik etmezsin” yerine, “Senin gibisi cimrilik etmez” ifadesi gibi. Bu tür, benzeri cimri değilse kendisi hiç değildir tarzında bir vurgu içerir. Bu bakımdan Allah’ın eşsizliğini anlatan, “O’nun benzerine benzer hiçbir şey yoktur” (leyse kemis-lihî şey’ün) âyetinde (eş-Şûrâ 42/11) teşbih edatının zâit kabul edilmemesi, “O’nun benzerinin benzeri yoksa benzeri hiç yoktur” tarzında vurgulu ve pekiştirmeli bir anlatışı yansıtmasından belâgī anlatımın ruhuna daha uygundur.

Kinaye, meknî bih ile meknî anh arasındaki irtibat zincirini oluşturan halkaların sayısına göre baîde ve karîbe olarak iki kısma ayrılır. Kinâye-i baîdede iki unsur arasındaki irtibat ve bağlar (vesâit / levâzım) birden çok olur: Külü çok → ateşi çok → pişirdiği yemek çok→ (bunu yiyen) misafiri çok → çok misafirperver (cömert) örneğinde görüldüğü gibi. Kinâye-i karîbede iki unsur arasında doğrudan irtibat bulunur. Bu da vâzıha ve hafiyye şeklinde ikiye ayrılır. İki unsur arasındaki alâka, yaygın örfe dayanmasından dolayı kolayca ve çok düşünmeden bilinebiliyorsa kinâye-i vâzıha, değilse kinâye-i hafiyye adını alır. Ahmak / aptaldan kinaye olan “kalın/koca kafa” (arîzu’l-kafâ) klişesi Arap örfünde nâdir kullanıldığından kinâye-i hafiyyeye örnek olarak verilir. Kinayenin iki unsuru arasındaki alâka vasıtalarının sayısı bakımından ayrıca ta‘riz, telvih, remz ve ima / işaret şeklinde de nevilere ayrılmıştır. Vasıta çoksa telvih, vasıtasız ise ta‘riz, vasıta az (veya yok) ve alâka zor anlaşılırsa (gizli) remz, vasıta az (veya yok) ve alâka açıksa ima / işaret adı verilir. Kadından kinaye olan “eli kınalı” klişesi ima yoluyla kinayeye örnektir.

Kinayenin en ince ve en güzel çeşitlerinden biri de terkip ve cümlelerde görülen ta‘riz olup ortaya ve genele ya da belli birine söylenen sözün bir ucunun (urz) bir başka kimseye veya şeye ima ve işaret yoluyla dokundurulmasıdır. Türkçe’de buna “iğneleme, dokundurma” gibi isimler de verilir. Arap belâgatında bu tarza kinâye-i ta‘rîzıyye, kinâye-i urziyye adları da verilir. Kur’an’da ta‘riz kelimesi fiil şeklinde geçmekte (el-Bakara 2/235) ve eşi ölmüş yahut boşanmış kadınlara bekleme süreleri (iddet) içinde, “Çok güzelsin; Allah sana sâlih bir koca nasip etsin” gibi sadece ta‘riz ifadeleriyle evlenme teklifinin yapılabileceği belirtilmektedir. Münafıkların sözlerinde yaptıkları lahn ile tanınabileceğini belirten âyetteki (Muhammed 47/30) lahn için “istenilen kimsenin anlayıp başkalarının anlayamayacağı söz, ima, ta‘riz veya kinaye” gibi yorumlar yapılmıştır. İbn Vehb’in ta‘riz için lahn terimini kullanması buradan ileri gelmiş olmalıdır.

Kur’an çeşitli nükte ve amaçlara yönelik ta‘riz ve kinaye örnekleriyle doludur. Gazzâlî, “Gökten bir su indirdi de vadiler kendi miktarlarınca dolup aktı, sel ise üste çıkan bir köpük taşıdı” (er-Ra‘d 13/17) âyetindeki suyun ilme, vadilerin kalplere, köpüğün dalâlete işaret olduğunu belirterek birçok örnek nakleder.

Ebû Ubeyde zamir için kinaye terimini kullanmıştır. Câhiz, genel anlamda sarih ifadenin karşıtı olarak gördüğü kinaye kapsamına teşbih, mecaz, istiare gibi nevileri dahil etmiş ve onu belâgat üslûplarından kabul ederek kinaye yerinde sarih söz kullanmanın belâgatı ihlâl edeceğini belirtmiştir. Müberred kinayenin açılmak istenmeyenin örtülü ifadesi, edep dışı şeylerin nezihce anlatımı, saygı ve tâzim ifadesi gibi yararlarına temas etmiştir. Sa‘leb kinayeye “örtülü anlam” (bitânetü’l-ma‘nâ) adını vermiş, İbnü’l-Mu‘tez ise kinaye ile ta‘rizi edebî sanatlardan saymış, Kudâme b. Ca‘fer kinayeye “irdâf” diyerek onu “tâbi unsuru (redif) anıp metbûu (merduf) kastetmek” şeklinde tanımlamıştır. Aynı tarifi Abdülkāhir el-Cürcânî de tekrarlar.

Kinaye ve ta‘riz hakkında birçok eser yazılmıştır. Seâlibî’nin el-Kinâyât ve’t-taǾrîż fî medĥi’ş-şeyǿ ve źemmih (Kahire 1326), Ahmed el-Cürcânî’nin Kinâyâtü’l-üdebâǿ ve işârâtü’l-büleġāǿ, el-Münteħab min Kinâyâti’l-üdebâǿ (Kahire 1326, 1328), en-Nihâye fi’l-Kinâye (İstanbul 1301), Ahmed Teymur Paşa’nın el-Kinâyâtü’l-Ǿâmmiyye (Kahire 1970), Abbûd eş-Şâlcî’nin el-Kinâyâtü’l-Ǿâmmiyyetü’l-Baġdâdiyye (Beyrut 1979) ve MevsûǾatü’l-kinâyât (I-III, Beyrut 1402/1982) adlı kitapları bunlardandır.

Türk belâgatında da hemen hemen aynı özellikleri gösteren kinaye hakkındaki


bilgiler, M. Kaya Bilgegil tarafından mânaya ve kasta göre olmak üzere iki başlık altında ele alınarak incelenmiştir. Bunlardan ilki mânanın ilgisi, çıkışı, kullanılışı yönünden altıya ayrılır: 1. Övücü (yüzü ak); 2. Kabalığı hafifletici, çirkini güzel ifade edici (ayak yolu, kademhane); 3. Ayıplayıcı (eli yumuk); 4. Çok vasıtalı (telvih yoluyla ifade: Evin kapısını akşama kadar açık tuttu); 5. Az vasıtalı (remiz yoluyla ifade: Pâkdâmen = iffetli, burnu büyük = kibirli); 6. Az vasıtalı gizlilikten uzak (ima veya işaret yoluyla ifade: Mertlik Bayburt’ta kaldı = Bayburtlular son derece merttir). İkinci gruptaki kinayeler kastedilen mânaya göre dörde ayrılır: 1. Müfred: Tek mevsufun kastedildiği kinaye (haset yeri: Kalp); 2. Mürekkep: Bir mevsufun tasavvurunda birçok sıfat kullanılır (çölde yürür, hörgüçlü, hamur yer: Deve); 3. Açık: Vâzıh kinaye de denilen bu çeşitte meknî anh kolay anlaşılır (gömleğinin yaka ölçüsü büyük: Kalın enseli); 4. Gizli: Hafî / baîd kinaye de denilen bu türde meknî anha güç intikal edilir (Ailenin kapısı açıktır: Ziyaretçisi çok ve ikram seven bir aile). Bâkî’nin, “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî / Durup el bağlayalar karşına yâran saf saf” beytinde şair kendine hitap eder gibi görünerek kıymetinin öldükten sonra anlaşılacağından bahisle kendini takdir etmeyenlere ta‘rizde bulunmaktadır. Beyitteki musallâ taşı ölümden, el bağlama ise saygı göstermekten kinayedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, III, 1282-1288; İbn Kuteybe, Teǿvîlü müşkili’l-Ķurǿân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1393/1973, s. 256-274; Müberred, el-Kâmil, Beyrut, ts. (Müessesetü’l-maârif), II, 5-6; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 407-410; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. M. Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 513-532; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 229-234; Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâǿilü’l-iǾcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1375, s. 70-74, 262-263, 306-314, 393; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz (nşr. Bekrî Şeyh Emîn), Beyrut 1985, s. 270-274; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 402-415; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), III, 49-75; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 143-147, 207-213; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ (nşr. M. Abdülmün’im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 456-469; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa, Beyrut 1402/1982, I, 364-435; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1309, s. 407-416; Zerkeşî, el-Burhân, II, 300-314; Abdünnâfî İffet, en-NefǾu’l-muǾavvel, İstanbul 1289, II, 140-151; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 152; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara 1980, s. 134, 175-178; Abbûd eş-Şâlcî, MevsûǾatü’l-kinâyât, Beyrut 1402/1982, I, 19; ayrıca bk. I-III, tür.yer.; Abdülazîz Atîk, Ǿİlmü’l-beyân, Beyrut 1405/1985, s. 203-227; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-beyân, Kahire 1408/1987, s. 241-271; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2000, s. 131-137.

İsmail Durmuş




FIKIH. Fıkıhta kinaye, kendisiyle kastedilen mâna herhangi bir karîne bulunmadan anlaşılamayacak kadar kapalı olan lafzı ifade eden bir terim olarak kullanılır. Lafzın anlam çerçevesini belirlemeyi konu alan dil kuralları, lafız ve beyan ekseninde gelişen fıkıh usulünde ve kuralcı yönü ağır basan klasik fıkıh doktrininde ayrı bir önem taşır. Bu sebeple fakih ve usulcüler lafız-mâna ilişkisini ortaya koymaya yönelik dil tartışmalarıyla yakından ilgilenmişlerdir. Lafzın hükme delâleti, söyleyenin niyetinin veya sözün söylenmiş olmasının tek başına hüküm doğurmasıyla bağlantılı olarak fürû-i fıkıhta daima önemli bir bakış açısı olmuş, lafız tartışmaları fıkıh usulünün ana bölümlerinden birini teşkil etmiştir. Kinaye de bunlardan biridir.

Fukaha mesleğine mensup (Hanefî) usulcüler, İslâm hukukunun kaynaklarından hüküm çıkarma (istinbat) metotlarını incelerken lafız-mâna ilişkisini lafzın vazolunduğu mâna, lafzın vazolunduğu mânada kullanılması, kullanıldığı mânaya delâletinin açıklık ve kapalılığı ile kullanıldığı mânaya delâlet yolları, yani mânanın doğrudan veya dolaylı bir yolla ifade edilip edilmemesi şeklinde dört ana başlık altında incelemişlerdir. Lafzın vazedildiği mânada kullanılıp kullanılmadığını gösteren birinci ayırım hakikat-mecaz ayırım ve adlandırmasıdır (bk. MECAZ). Sarih ve kinaye de yine bu açıdan yapılmış bir başka ayırım olup fıkıh usulünde kinaye, “kendisiyle kastedilen mâna kapalı olan ve ancak söyleyenin niyetinin bilinmesiyle veya başka bir karîne ile anlaşılabilen lafız”, bunun zıddı olan sarih ise “ister hakikat ister mecaz anlamında kullanılsın kendisiyle kastedilen mâna açıkça anlaşılan lafız” şeklinde tanımlanır. Böyle olunca sarih-kinaye ayırımı, bir bakıma lafzın söyleyenin kastı ve halin delâleti yönüyle vaz‘î mânasında kullanılıp kullanılmadığını, kapalılık taşıyıp taşımadığını belirlemeye yarayan ve birincisini tamamlayan bir rol üstlenir. Bunun için de hakikat ve mecazdan her birinin bu ikinci açıdan kendi içinde sarih ve kinayeye ayrılması mümkündür (Sadrüşşerîa, I, 72).

Kinaye yoluyla söylenen lafzın mânaya delâletinde de belli bir kapalılık bulunmakla birlikte bu, lafzın kendisinden değil söyleyenin lafzın vaz‘î mânayı mı yoksa onun dışında bir mânayı mı kastettiğinin belli olmamasından kaynaklanır. Bunun için kinaye, lafzın kullanıldığı mânaya delâletinin açıklık ve kapalılık derecesiyle ilgili bir terim olan ve “mânası kapalı olan lafız” şeklinde tanımlanan hafîden farklıdır. Hafîde kapalılık çok defa, normal olarak lafzın kapsamında bulunması gereken fertlerden birinin özel veya ayrı bir adlandırmaya ya da hükme konu olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla hafîde, eksik veya fazla bazı özellikleri sebebiyle başka adlar alan bu fertlerin lafzın kapsamına girip girmediği, buna bağlı olarak da lafzın diğer fertleriyle aynı hükme tâbi olup olmadığı açık değildir. Ancak bu yönde yapılacak bir araştırma ile bu kapalılık giderilebilir. Meselâ hırsızlık suçunun cezasından söz eden âyette geçen (el-Mâide 5/38) “sârik” (hırsız) kelimesinin, çalma eyleminde bulunan ve kendilerine “hırsız” adı verilen herkese delâlet ettiği açıksa da çalma eyleminde bulunmakla birlikte onun “yankesici” (tarrâr) veya “kefen soyucu” (nebbâş) gibi özel bir isimle anılan kişilere delâletinde, dolayısıyla onlara da aynı cezanın verilip verilmeyeceğinde kapalılık vardır. Halbuki kinayeye konu olan kelimenin mânası açık olup onu söyleyenin bundan ne kastettiği hususunda kapalılık bulunmaktadır. Bunun için doktrinde kinaye söyleyenin niyetinin de önemli olduğu talâk, yemin gibi konularda ayrı bir önem kazanmıştır. Meselâ klasik fıkıh literatüründe sıkça geçtiği üzere bir kimse karısına, “Sen bâinsin” dediği zaman bu cümle, “Sen ayrısın, aramızda ayrılık meydana geldi” anlamında açık olmakla beraber eğer onunla nikâh akdinin sona ermesi kastedilmek istenmişse bu takdirde söz konusu kelime kinâî bir lafız haline dönüşür ve onunla neyin kastedildiği ancak karîne ile anlaşılabilir. Kinayenin birden fazla mânaya muhtemel lafız olarak tanıtılması da bu sebepledir (Zerkeşî, III, 101). Ancak bu ihtimal, bir kelimenin aynı anda ve tek bir hal içerisinde hem sarih hem kinaye olarak kullanılabileceği anlamına gelmez (Cessâs, I, 46-48, 370).

Hakikat konulduğu mânada kullanılan lafız, mecaz da lafzın hakiki mânasının kastedilmediğini gösteren bir karîne veya


zihnî alâkadan hareketle konulduğu mânanın dışındaki bir mânada kullanıldığına hükmedilen lafız olduğundan kinayenin hem hakikat hem mecazla yakın ilgisi vardır. Bunun için kinayenin hakikate mi mecaza mı dahil olduğu usulcüleri fazlasıyla meşgul eden bir konu olup iki görüşün de savunucuları çıkmıştır. Ancak kinayeye hem hakiki anlamında kullanılan kelimeler hem de mecazi anlamda kullanılan kelimeler girebilir. Terkedilmiş hakiki mânalarla herkes tarafından bilinmeyen ve meşhur olmayan mecazlar da kinayeden sayılır. Meselâ bir erkek karısına, “Ailene dön” dediği zaman bununla sadece onun ana babasının evine dönmesini kastetmesi hakiki, “dön” sözünü “boşamak” anlamında söylemesi ise mecazi bir kullanımdır. Bu safhada adı geçen kocanın söz konusu kelime ile boşamayı kastedip etmediği veya kastetmiş ise kaç talâkı kastettiği hususunda kapalılık bulunmaktadır; dolayısıyla bu mecaz kinayeye dönüşür ve ondaki kapalılık ancak kocanın kendi kastını açıklaması veya başka bir karînenin bulunmasıyla giderilir. Bu sebeple hafî, müşkil, mücmel gibi kapalı lafızlar, yaygın (meşhur) olmayan mecazlar, hakiki anlamından uzak bir şekilde çokça kullanılan mecazlar ve mânalarından biriyle meşhur olan müşterek-sarih kelimeler de kinayenin kapsamı içerisine girer (İbnü’l-Hümâm, II, 38). Bu durumda kinayenin mecazdan daha kapsamlı bir kavram olduğu, ayrıca fakihlerin de kinayenin kapsamını dilcilere göre daha geniş tuttukları görülür.

Kelâmda aslolan hakiki mâna olduğu gibi (Mecelle, md. 12) lafzın sarih olması da asıldır. Sarahatin bulunduğu yerde dolaylı anlatımın ölçü alınmaması kuralı da bunu ifade eder (a.g.e., md. 13). Bu sebeple sarih lafız söyleyenin açık iradesini temsil ederken ve söyleyenin niyetinin araştırılmasına ihtiyaç hissettirmezken kinâî lafzın mâna ve hükmü ancak niyet veya halin delâleti gibi herhangi bir delille sabit olur. Bu karîneler bulunmadıkça ve kinayeli lafzın içerdiği ihtimal ve tereddüt hali ortadan kaldırılmadıkça herhangi bir hüküm ifade etmez. Bundan dolayı İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre kinayeli lafızlarla akid kurulabilirse de şüpheyle sâkıt olan hükümler kinayeli lafızlarla sabit olmaz. Meselâ kinayeli lafızlarla had cezaları verilemez; çünkü bu lafızların hangi anlamda kullanıldığı hususunda şüphe bulunmaktadır. Suçların isnadının açık ve net ifadelerle olması, ispatın kesin delillere dayanması gerektiğinden şüphe had cezasının uygulanmasına engeldir. Bunun için fakihler, özellikle zina ve zina iftirası (kazf) suçlarının kinayeli lafızla sabit olmayacağı üzerinde özenle dururlar (Pezdevî, II, 209; Şemsüleimme es-Serahsî, I, 189).

Arapça’nın dil mantığı ve zengin kullanım özelliklerinin de etkisiyle Araplar’ın günlük hayatında kinayeli lafızlar geniş bir kullanım alanı bulmuş, bunun tabii sonucu olarak da nikâh, talâk, alım satım, köle âzadı, vakıf, ikrar, yemin ve şahitlik gibi pek çok hukuki işlemde kinayeli söz ve ifadeler kullanılmış, söz konusu lafızların mâna ve medlûllerinin tesbitine ve ne ölçüde niyete itibar edileceğine ilişkin tartışmalar klasik usul ve fürû kitaplarında geniş bir şekilde yer almıştır. Ancak bu zengin birikim kelimelerin örfteki kullanımlarını esas alarak geliştirildiği ve hukukta objektifliği ve istikrarı sağlamaya mâtuf birtakım kurallara bağlanmaya çalışıldığı için konu esasen dil biliminin alanına girmekte, bu konuda öncelikle dil bilimi kurallarına başvurulması gerekmektedir. Bu sebeple her dilin yapısı ve kinayelerle ilgili kurallar da birbirinden farklı olacağından kinayeli lafızların mânaya delâleti konusunun her bir dilde o dilin kuralları içinde ele alınması, fıkhî çözümlerin de bu veriler üzerine oturtulması gerekir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, III, 1283; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1414/1994, I, 46-48, 370; Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl, II, 203-209; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, I, 187-190; Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uśûl (nşr. M. Zeki Abdülber), Katar 1404/1984, s. 393-395; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1307, II, 523-530; Sadrüşşerîa, et-Tavżîĥ fî ĥalli ġavâmiżi’t-Tenķīĥ (Teftâzânî, et-Telvîĥ içinde), Kahire 1377/1957, I, 72-73; Tâceddin es-Sübkî, CemǾu’l-cevâmiǾ, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), I, 432-436; Zerkeşî, el-Menŝûr fi’l-kavâǾid, Küveyt 1406/1986, II, 306-313; III, 101-102; İbnü’l-Hümâm, et-Taĥrîr (İbn Emîru Hâc, et-Taķrîr ve’t-taĥbîr içinde), Bulak 1316, II, 38-39; Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-neżâǿir fi’n-naĥv (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım - Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1407/1987, s. 488-507; Bihârî, Müsellemü’ŝ-ŝübût (Fevâtiĥu’r-raĥamût ile Gazzâlî el-Müstaśfâ içinde), Kahire 1322, I, 226-229; Mecelle, md. 12-13; Ali Haydar, Usûl-i Fıkıh Dersleri, İstanbul, ts. (Üçdal Neşriyat), s. 225-228; Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebdeǿü’r-rıżâ fi’l-Ǿuķūd, Beyrut 1406/1985, II, 866-888; İdrîs Hammâdî, el-Ħiŧâbü’ş-şerǾî ve ŧuruķu istiŝmârih, Beyrut 1994, s. 114-116; Refîk el-Acem, MevsûǾatü muśŧalaĥâti uśûli’l-fıķh Ǿinde’l-müslimîn, Beyrut 1998, II, 1246-1247.

Ferhat Koca