LUKATA

(اللقطة)

Buluntu mal.

Sözlükte masdar olarak “bir malı yerden kaldırıp almak”, isim olarak “buluntu mal” anlamına gelen lukata İslâm hukukunda “mâliki bilinmeyen, fakat mubah mal grubunda da yer almayan buluntu mal” veya “üzerindeki hakkını terketme niyeti olmaksızın mâlikinin iradesi dışında kaybolmuş ve bir başkası tarafından bulunmuş sahibi bilinmeyen mal” mânasında kullanılır. Malı bulana mültekıt, bulup alma işine de iltikāt denilir. Buluntu çocuk anlamındaki lakīt ile kaybolan hayvan karşılığındaki dâlle terimleri eşya için kullanılmaz.

Kur’an’da temel hakların korunması, insanların mallarına haksız tecavüzün ve israfın önlenmesi yönünde genel ilkeler yer alsa da yitirilen bir malın bulunmasının tâbi olduğu ahkâma dair özel bir açıklama yer almaz. Hadislerde, gerek sahibi bilinmeyen başı boş hayvanlar gerekse buluntu mallarla ilgili olarak malı bulan şahsa sorumluluk yükleyerek hak sahibinin hakkını korumaya öncelik veren, malın sahibini bulmayı ve malı belli bir süre koruma altına almayı, bu mümkün olmadığı takdirde malın israfını önlemeyi hedefleyen bazı pratik tedbirler zikredilir (Buhârî, “Luķaŧa”, 1-4, 9, 11; Müslim, “Luķaŧa”, 1-12; Şevkânî, V, 378-388). Fıkıh kitaplarında, hem hadislerdeki hükümler hem de bu konuda bölgelerin örf ve âdeti göz önüne alınarak mâlikinin iradesi dışında kaybolmuş bir malın bulunması halinde bulanın hak ve sorumluluklarının ne olacağı ve bu malın nasıl bir işleme tâbi tutulacağı konusu “lukata” başlığı altında ele alınmış ve günlük hayatta sıkça karşılaşılan bu durumda çözüm üretmeye yönelik ayrıntılı bir dizi açıklamaya yer verilmiştir.

Mahiyeti ve Şartları. Fakihlerin lukataya ilişkin olarak yaptıkları “mâliki bilinmeyen yitirilmiş mal” (Kâsânî, VI, 200), “ziyaa açık mâsum mal” (İbn Nüceym, V, 161; Derdîr, II, 322), “bulanın hak sahibini bilmediği, muhrez de olmayan muhterem mal” (Şemseddin er-Remlî, V, 426) gibi tanımlar lukatanın bulan, buluntu mal ve bulma işlemi şeklinde üç unsurdan meydana geldiğine işaret etmekle birlikte daha çok üçüncü unsur üzerinde yoğunlaşarak malın yitirilmiş olması, sahibinin bilinmemesi, temellükü mubah olan mallardan olmaması ve zayi olma tehlikesi


taşıyor olması gibi ayırıcı özelliklerini belirtmeye ağırlık verir. Malı bulan kimsenin iktisaba ehil bulunması yeterli olduğundan müslüman veya zimmî, hür veya köle, reşîd veya sefih olması, hatta fakihlerin çoğunluğuna göre eksik ehliyetli olması önemli değildir. Ancak Hanefî ve Şâfiî fakihlerinin bir kısmı lukatanın doğurduğu şer‘î yükümlülükler sebebiyle eksik ehliyetlileri, ayrıca bazı Şâfiîler bulunan malın emanet hükmünde olmasının gereği olarak köle ve zimmîleri bu konuda ehliyetsiz sayarlar.

Bulunan malın hukuken koruma altında (muhterem, mâsum) olması şartı, lukatanın hukuken değerli (mütekavvim) ve ancak sahibinin izniyle tasarruf edilebilen mallar grubunda olduğu, mal olmayan veya hukukî değer taşımayan nesnelerle sahipsiz olan ve ihrazla mülk edinilen mubah malların, harbîye ait malın lukata hükmünde olmayacağı anlamına gelir. Klasik dönem fakihlerinden deniz dibinde incinin açıkta bulunması ile istiridye içinde bulunmasını ayırıp birinciyi lukata sayanlar, bunun önceden bir başkası tarafından ihraz edilip temellük edildiği noktasından hareket eder (İbn Kudâme, VI, 89 ; Şemseddin er-Remlî, V, 426). Aynı şekilde yolda elbise, ev ve el aletleri gibi gündelik kullanıma konu mallar bulunduğunda halin delâletinin bu malın terk mi edildiği yoksa yitirildiği mi konusunda yeterli fikir vereceği ve buna göre mubah mal veya lukata hükmünü alacağı belirtilir. Malın kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya bulunması şartı, bu tehlike ister malın kendiliğinden bozulup çürüyecek olması, ister kötü niyetli biri tarafından kolayca el konulabilir olması şeklinde olsun, esasen buluntu malın alınıp sahibi adına muhafaza edilmesinin de temel gerekçesini teşkil eder. Kaybolmuş develerin lukata hükmüne girip girmeyeceği tartışması da bu noktadaki değerlendirme farklılığından kaynaklanır.

Bulma ve buluntu malı yerden alma (iltikāt) işlemi ise bir yönüyle malın cins ve özelliğine ve zayi olma ihtimaline, bir yönüyle de bulanın niyetine göre farklı dinî hükümler alır (Karâfî, IV, 33). Klasik fıkıh kaynaklarında lukatanın hayvan ve eşya şeklinde iki ana gruba ayrılarak ele alınmasının en önemli sebebi alıkonmadıklarında zayi olma risklerindeki farklılıktır. Genel bir ilke olarak alınmadığında zayi olması kuvvetle muhtemel bir malın sahibi adına muhafaza edilmek üzere alınması mendup, müstehap veya vâcip derecesinde gerekli bulunurken böyle bir tehlike yoksa mubah veya müstehap sayılır. Meselâ Hanefî ve Mâlikî fakihleri, terkedildiğinde telef olmasından korkulan bir malın alınmasının ve sahibi adına korunmasının vâcip olduğu görüşündedir. Zâhirîler bu ayırımı da yapmaksızın vâcip görürler. Malın telef olması ihtimali yoksa onu almak Hanefîler’e göre mubah, Mâlikî ve Şâfiîler’e göre müstehaptır. Hanbelîler’e göre ise böyle bir mal kişiyi haram yemekle karşı karşıya getireceğinden almamak daha faziletlidir. Bu fakihler, “Kim lukatayı alıkorsa, onu ilân etmediği sürece yanlış yoldadır” (el-Muvaŧŧaǿ, “Aķżıye”, 50; Müslim, “Luķaŧa”, 12); “Müslümanın lukatası bir ateş alevidir” (İbn Mâce, “Luķaŧa”, 1; Tirmizî, “Eşribe”, 11) anlamındaki hadisleri esas alırken karşı görüşte olan çoğunluk, bu hadislerde buluntu malı sahiplenmek maksadıyla alanların kastedildiği görüşündedir. Hatta Mâlikî fakihi Karâfî, buluntu malın alınıp muhafaza edilmesinin bütün dinlerde mevcut olan zaruri maslahatlardan malı koruma prensibine dayandığını söylemektedir (el-Furûķ, IV, 33).

Lukatayı alan kimsenin o esnada taşıdığı niyet de önemlidir. Bulunan mal sahibine verilmek üzere alınmışsa yaptığı iş övgüye lâyıktır ve mal alanın yanında emanet hükmündedir. Bu da o kimsenin yed-i emîn olduğu, kastı ve kusuru bulunmadığı sürece lukatanın telef ve noksanından sorumlu olmayacağı anlamına gelir. Bulan kimse malı kendi mülkiyetine geçirmek için aldığında ise haram bir fiil işlemiş olur ve gāsıp sayılır. Alınan mal hakkında gasp hükümleri geçerli olup malın telefinden ve noksanlaşmasından kural olarak o kimse sorumlu tutulur. Lukatayı alanın niyeti hukukî sorumluluğunu bu şekilde yakından etkilediği ve niyet de dışarıdan bilinmesi mümkün olmayan sübjektif bir durum olduğu için fakihler, bulan kimsenin ancak iyi niyetini gösterir bazı davranışlarda bulunması halinde emin sayılacağını belirtmişlerdir. İyi niyet karînesi ve hukukî sonucun bağlanabileceği objektif kriterler mahiyetindeki bu yükümlülüklerin başında malı bulanın olaya iki âdil kimseyi şahit tutması gelir. Kādî Şüreyh, İbn Hazm, Takıyyüddin İbn Teymiyye, İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye gibi tek şahidi yeterli gören fakihler de vardır. Şahit tutma, bir bakıma bulanın kendi iyi niyetini ve emanet sıfatını tevsik etmesi ve malı hukukî güvence altına alması demek olup bu işlem Ebû Hanîfe’ye ve İbn Hazm’a göre vâcip, diğer müctehid imamlara göre müstehaptır. İkinci bir yükümlülük de malın sahibinin başvurmasını sağlayacak ölçüde tanıtımını içeren bir ilânın yapılmasıdır. İlân, Şâfiîler’de kuvvetli görüş de dahil bütün mezheplere göre vâcip olmakla birlikte değersiz ya da düşük değerli mallarda gerekli görülmez. Malın değerli-değersiz ayırımında genellikle hırsızlıkta had uygulanma nisabı ölçü alınır. Fakihler, ilgili hadislerin lafzından da hareketle ilânın süresinin bir yıl olmasını gerekli görmekle birlikte Hanefîler’den Şemsüleimme es-Serahsî, ilân süresinin mutlaka bir yıl olmasının şart olmayıp malın değerine ve duruma göre bir yıl sürebileceğini, gerektiğinde daha az sürenin de yeterli olabileceğini belirterek ilân süresinin mal sahibinin artık onu aramayacağına kanaat getirilinceye kadar olmasını önerir (el-Mebsûŧ, XI, 3). Kıymetli mallarda ilânın üç yıla kadar çıkarılabileceğini gösteren rivayetler de vardır. Klasik literatürde ilân yeri, usulü, nelerin ilânda belirtileceği gibi konularda getirilen ayrıntılı hükümler, dönemin iletişim ve duyuru imkânları âzami ölçüde kullanılarak malın sahibinin bulunması çabasının örnekleri olarak anlaşılmalıdır. Malı bulan, sahibi çıkmadığında onu mülkiyete geçirmek niyetinde ise ilân masraflarını kendisi karşılar. Değilse masraflar bulunan maldan veya hâkim kararıyla beytülmâlden karşılanır.

Hükmü. Yitik malı bulan kimsenin hak ve yükümlülükleri genelde bu malın cinsine göre belirlenir. Lukata tartışmasına konu olan malların başında hayvanlar gelir. Yaşlılık, zayıflık, verimsizlik, bakım masraflarını karşılayamama gibi sebeplerle sahibi tarafından terkedilen hayvanlar lukata hükmünde olmadığından bunlar bulana aittir. Böyle olmayıp da sahibi tarafından kaybedilen veya kaçmış hayvanlardan deve, at, inek gibi kendisini tehlikeden koruyabilecek olanlara Hanefîler’e göre sahibi adına korunmak üzere el konulabilir. Hayvanın el konmadığında zayi olma riski arttıkça el koymanın dinî gerekliliği de artar. Fakihlerin çoğunluğu ise bunlara dokunulmaması gerektiği görüşündedir. Ancak Şâfiîler, devlet başkanının gerekli gördüğü takdirde bunları sahibi adına korumak üzere toplatabileceğini belirtirler. Çoğunluk, ortalıkta başı boş dolaşan ve sahibini kaybetmiş develerle ilgili bir soru üzerine Hz. Peygamber’in “Ondan sana ne! Su tulumu ve tabanı yanında. Sahibine rastlayıncaya kadar suyu bulur ve kendi kendine ağaçlardan yer” (Buhârî, “Luķaŧa”, 2, 11; Müslim,


“Luķaŧa”, 1-2) meâlindeki sözlerinin zâhirî anlamını esas alırken Hanefîler, hayvanların kötü niyetli kimselerin sahiplenmesinden korunabilmesi için onların lukata hükmünce alıkonulmasını maksada daha uygun bir tedbir olarak görmüşlerdir. Nitekim bu tür develerin Hz. Osman döneminde aynı endişeler sebebiyle toplatılıp bir süre ilân edildiği, sahibi gelmediğinde satılıp parasının muhafaza edildiği, Hz. Ali devrinde de satılmayıp beytülmâlden bakımının yapıldığı ve sahibi geldiğinde bakım masraflarının alındığı bilinmektedir.

Koyun, tavuk gibi başı boş bırakıldığında zayi olması kuvvetle muhtemel hayvanların lukata hükmüne dahil olup belli bir süre alıkonulması ve usulüne uygun biçimde sahibinin aranması, sahibi çıktığında aynen, tüketilmişse bedelinin ödeneceği Şîa da dahil hemen bütün mezhepler tarafından benimsenir. Sahibi bulunamadığında bulanın onu yiyebileceği görüşü hâkimse de Hanefîler gibi bulan zengin ise yemeyip tasadduk etmelidir diyenler de, Mâlikîler ve Şâfiîler’in cumhuru gibi yerleşik alankır ayırımı yaparak kırda taşıma külfeti bulunduğu için yiyebilir, yerleşik alanda ise satıp parasını muhafaza etmelidir diyenler de vardır. Hanbelîler’de bir görüş, bu tür hayvanların da ancak devlet eliyle alıkonabileceği yönündedir. Çoğunluk, Hz. Peygamber’in lukata hakkında genel bir hüküm olarak, “Onun kabını ve bağını iyi tanı. Sonra onu bir yıl süreyle ilân et. Sahibi gelirse verirsin, aksi takdirde onu nasıl istersen öyle yap / ondan faydalan” hadisini, buluntu koyunlar hakkında da, “Onu al. O ya senin ya din kardeşinin ya da kurdundur” anlamındaki sözlerini (Buhârî, “Luķaŧa”, 1, 3-4, 9-10; Müslim, “Luķaŧa”, 1-3, 5-10) alır.

Sebze ve meyveler gibi uzun süre muhafazası mümkün olmayan mallar bulunduğunda azsa bulanın tüketebileceği, çoksa hâkim emriyle satılıp parasının saklanması görüşü hâkimdir. Şâfiî ve Hanbelîler, bulanın bu tür malları tüketebileceği gibi satıp parasını muhafaza edebileceği, tüketir de sahibi çıkarsa bedelini ödemesi gerektiği görüşündedir. Maddî değer bakımından önemsiz buluntu mallar ise sahibi geldiğinde geri verilmesi kaydıyla ilân gerekmeksizin kullanılabilir. Bir kimsenin malı, camilerde ayakkabı veya vestiyerde elbise değişiminde olduğu gibi bir benzeriyle değiştiğinde bunun yanlışlıkla olduğu kanaati hâkimse kalan mal lukata hükmündedir. Kasten yapılmışsa kalan üzerinde doğrudan yararlanma hakkı doğar. Arının çıkardığı oğulun mülkiyeti bulana ait olmayıp ana kovanın sahibi bilinebildiği sürece ona aittir. Hz. Peygamber’in Mekke hakkında, “Onun dikeni koparılmaz, ağacı kesilmez, bulunan eşyası alınmaz” anlamındaki sözlerini (Buhârî, “Luķaŧa”, 7; Müslim, “Ĥac”, 447-448; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 89) esas alan Şâfiî, Hanbelî ve Zâhiriyye fakihleri, Mekke’de hacılara ait buluntu malların ancak ilân ve sahibinin bulunup teslim edilmesi amacıyla alınabileceği görüşündedir. Hanefî ve Mâlikîler’le bazı Şâfiîler ise bu hadislerde Mekke lukatasına ayrı bir statü vermenin değil, sahibinin bulunamayacağı kanaatiyle ilândan vazgeçmeyi ve kolayca temellük etmeyi önlemeye yönelik bir uyarının yapıldığını ileri sürer, bu bölgedeki buluntu malların da genel kurallara tâbi olduğunu belirtirler.

Bir kimsenin buluntu malda sahiplik iddia etmesi halinde Mâlikî ve Hanbelîler’le bir kısım Şâfiîler, onun mal hakkında ayrıntılı bilgi verebilmesini ve muhatapta doğru söylediğine dair olumlu kanaat bırakabilmesini yeterli bulurken Hanefî ve Zeydiyye fakihleriyle Şâfiîler’in cumhuru ispatta daha sıkı şartlar ararlar. Birinci grup lukatanın iadesi hakkındaki hadisleri, ikinciler ise genel ispat ilkelerini esas alırlar. Mal sahibi belirlendiğinde mala yapılan ilân ve bakım masraflarını ödeyerek malını geri alır. Hanefîler, suistimali önlemek için sadece hâkim kararıyla yapılan masrafların ödeneceği, kendiliğinden yapılan harcamaların teberru sayılacağı görüşündedir. Şâfiîler’in görüşü de buna yakındır.

İlân süresi dolduktan sonra sahibi çıkmayan buluntu malın sahibi adına bulan nezdinde veya beytülmâlde muhafazası sürdürülebilir yahut hâkime teslim edilerek onun bilgisi altında ihtiyaç sahiplerinin âriyet ve borç olarak kullanmasına imkân verilebilir. Ayrıca buluntu malın satılıp parası bulan veya hâkim tarafından saklanması da bir fakire tasadduk edilmesi de mümkündür. Bulan kimsenin malı temellüküne gelince, çoğunluk gerekli işlemlere rağmen sahibi çıkmadığında bulanın zengin de olsa o mala sahip olabileceği görüşünde iken Hanefîler bunu ancak bulanın fakir olması halinde câiz görür, değilse bir ihtiyaç sahibine tasadduk etmesini önerirler. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel, usulüne uygun olarak sahibi aranan ve bulunamayan lukatanın 1/5’inin vergi olarak tahsil edileceği görüşündedir.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Aķżıye”, 50; Buhârî, “Luķaŧa”, 1-4, 7, 9-11; Müslim, “Ĥac”, 447-448, “Luķaŧa”, 1-12; İbn Mâce, “Luķaŧa”, 1-2; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 89; Tirmizî, “Eşribe”, 11; İbn Hazm, el-Muĥallâ, IX, 134-161; Serahsî, el-Mebsûŧ, XI, 3-16; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 200-203; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 255-259; İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1389/1969, VI, 73-111; Nevevî, Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1412/1992, IV, 452-482; Karâfî, el-Furûķ, Kahire 1347, IV, 33-34; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), V, 161-171; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Kahire 1386/1967, V, 426-442; Derdîr, eş-Şerĥu’ś-śaġīr, Beyrut 1398/1978, II, 321-329; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, V, 378-388; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), IV, 275-285; Mecelle, md. 769-770; Bilmen, Kamus2, VII, 242-266; Abdülkerîm Zeydân, “el-Luķaŧa ve aĥkâmühâ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye”, MecmûǾ Buĥûŝ fıķhiyye, Bağdad 1407/1986, s. 301-348; Saffet Köse, İslâm Hukukunda Bulunmuş Mal ve Çocuk (yüksek lisans tezi, 1988), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Hamdî Receb Abdülganî Hasan, el-Luķaŧa, Kahire 1412/1992; Muhammed Abdüşşâfî İsmâîl, el-Ĥimâyetü’l-cinâǿiyye li’l-eşyâǿi’ż-żâǿiǾa, Kahire 1413/1992; J. Schacht, “Luķaŧa”, EI² (İng.), V, 809-810; “Luķaŧa”, Mv.F, XXXV, 295-309.

Saffet Köse