MEKKE

(مكّة)

Kâbe’nin bulunduğu ve hac ile umre ibadetinin ifa edildiği kutsal şehir.

I. TARİH

II. MEKKE EMİRLİĞİ

Arap yarımadasının kuzeyinde Batnımekke (Bekke) adı verilen bir vadi üzerinde kurulmuştur. Merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bu vadinin ortasındaki çukur alana “Bathâü Mekke” (sel yatağındaki kumluk) denir. Bu alanın doğusunda eteğinde Safâ ile bunun hizasında Merve tepelerinin bulunduğu Ebûkubeys, batısında Kuaykıân, güneybatısında Sevr, kuzeydoğusunda Nur (Hira) ve Sebîr dağları yer alır. Hac ibadetinin yerine getirildiği mekânlardan Arafat, Müzdelife ve Mina Mekke’nin doğusundadır. Şehrin Kızıldeniz ile bağlantısı Câhiliye döneminde Şuaybe Limanı, İslâm’dan sonra Cidde Limanı vasıtasıyla sağlanmıştır. Kur’an’da “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrâhîm 14/37) Mekke çevresi, çöl karakterli bir araziye ve bunun üzerinde görülen, dikenli bodur ağaç ve çalılıklardan meydana gelen cılız ve seyrek doğal bitki örtüsüne sahiptir. Kurak ve sıcak bir iklime sahip olan Mekke, düzensiz yağışlar ve konumu dolayısıyla tarih boyunca birçok defa sel baskınlarına uğramıştır.

Kâbe’nin müslümanların kıblesi olması sebebiyle İslâm coğrafyacıları III. (IX.) yüzyıldan itibaren dünyayı Mekke’nin merkezinde yer alan Kâbe’ye göre bölümlere ayıran tasarımlar geliştirmişlerdir (EI² [İng.], VI, 181). Buna göre dünya, merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bir daire şeklindedir; yeryüzündeki ülkelerin her biri Kâbe’nin bir cephesine bakar. Bundan dola-yı Kâbe’nin etrafında gerçekleşen tavaf dünyanın kendi etrafında dönüşünü sembolize etmektedir (Makrîzî, I, 257-258). Eserlerinde ülkeleri anlatmaya Kur’an’da “ümmülkurâ” (şehirlerin anası) olarak nitelendirilen (el-En‘âm 6/92; eş-Şûrâ 42/7) Mekke’nin bulunduğu Arap yarımadasıyla, bu bölgeye de Mekke ile başlayan müellifler arasında Belh coğrafya okuluna mensup İstahrî (Mesâlik, s. 3) ve İbn Havkal (Śûretü’l-arż, s. 18) ile Ebû Ubeyd el-Bekrî (MuǾcem, I, 5) gibi coğrafyacılar anılabilir.

Adı. Mekke adının geçtiği bilinen en eski belge Batlamyus’un II. yüzyıla ait Coğrafya adlı eseridir. Burada Mekke, Asya’nın altıncı haritasında Macoraba şeklinde anılır. Fakat bu tarihten çok daha önce Mekke’nin diğer bir ismi olan Bekke’nin Ahd-i Atîk’te yer aldığı (Mezmurlar, 84/6) ve bunun çeviriler sırasında tahrif edildiği ileri sürülmektedir (Şiblî Nu‘mânî, I, 113-115). Ahd-i Atîk’te Hz. İbrâhim’in hayatı anlatılırken yapılan tasvirlerle Kur’ân-ı Kerîm’de verilen Hz. İbrâhim’in ailesiyle birlikte Mekke’ye geldiğine dair bilgiler (İbrâhîm 14/37) arasında benzerlik vardır. Yine Ahd-i Atîk’te Hz. İbrâhim’in eşi Hâcer’den bahsedilirken anılan su kaynağı da (Tekvîn, 16/14, 21/19) Mekke’deki Zemzem Kuyusu olmalıdır (Hamîdullah,


İslâm Peygamberi, I, 28). Sebe ve Habeş dilinde “mukaddes ibadet mahalli, tapınak” gibi anlamlara gelen Macoraba, aynı mânada olmak üzere seslilerin belirtilmediği Güney Arabistan yazısıyla “mkrb” şeklinde yazılan mekverab kelimesinden türemiştir ve Arapça kurb kökünden makreb (kurban yeri, mihrap, mukaddes yer) kelimesine dayanmaktadır (Küçükaşcı, s. 16). Diğer bir görüşe göre ise Arapça “mkk” (ev) ile “rbb” (ilâh) masdarlarının bir araya gelmesiyle makreb şeklini almıştır. Her iki durumda da Mekke adı Kâbe ve şehrin dinî merkez olmasıyla ilgilidir.

Mekke’ye Kâbe’yi barındırması ve kutsal bir belde sayılması sebebiyle pek çok ad verilmiştir. Mekke’nin yanında (el-Feth 48/24) Bekke (Âl-i İmrân 3/96) ve yeryüzündeki bütün yerleşim birimlerinin merkezi ve müslümanların kıblesi kabul edilmesinden dolayı “ümmülkurâ” (el-En‘âm 6/92; eş-Şûrâ 42/7) adları da Kur’an’da şehrin diğer isimleri olarak yer alır. Yine bazı âyetlerde Mekke için “karye” (en-Nahl 16/112), “meâd” (el-Kasas 28/85), “el-beledü’l-emîn” (et-Tîn 95/3) ve “el-beled” (el-Beled 90/1) gibi adlar da kullanılmıştır. Kur’an’da hem Mekke hem Bekke adlarının yer almasından dolayı ismin ilk harfinin hangisi olduğu ve kapsadığı alanlar tartışılmış, Bekke’nin Kâbe’ye veya çevresine ya da şehrin bir bölümüne, Mekke’nin ise Mekke Haremi’nin tamamına karşılık geldiği ileri sürülmüştür; ancak Araplar’ın telaffuz yakınlığı sebebiyle mim harfini “be”ye dönüştürerek kullanmalarından dolayı Bekke’nin şehrin diğer adı olduğuna hükmedilmiştir (Küçükaşcı, s. 17-18). Mekke’ye bunların dışında “salâh, bâsse, bessâse, el-besâse, nâsse, el-beledü’l-harâm, el-mescidü’l-harâm, arş (arîş), kadîs, kādise, makdese, kûsî, harem, berrâ, mu‘tışe, ratec, ümmü rahm, ümmü’r-rahmân, ümmü zahm, ümmü subh, büsâk, re’s, nâbiye, beniyye, Bathâ, fârân, tâc, sebbûha” gibi şehrin kutsallığı ve Kâbe’ye bağlı olarak düzenlenen merasimlerle ilgili adlar da verilmiştir (Fâkihî, II, 280-282; İbn Zahîre, s. 144-150). Bazı adlar Mekke, Kâbe ve Medine için ortak olarak kullanılmıştır. Mekke ile Kâbe’nin isimleri arasında otuz tanesinin bu özelliği taşıdığı kaydedilmektedir (Zerkeşî, s. 53-56).

Mekke’nin asıl önemi, Allah’a kulluk maksadıyla yapılmış ilk mâbed olan Kâbe’nin (Âl-i İmrân 3/96) burada bulunmasından kaynaklanmaktadır. Kur’an’da, Allah’ın evi kabul edilen Kâbe’nin yer aldığı Mekke ve çevresinin her türlü tecavüzden korunmuş güvenli bir yer (harem) ve insanların mânen temizlenip arındığı bir mahal olduğuna işaret edilmiş, bu alanla ilgili birtakım özel hükümler konularak çevresi “alem”lerle sınırlanmıştır. Mekke bizzat Allah tarafından harem kılınmış ve bu durum, şehrin emin bir yer yapılması için dua eden (el-Bakara 2/126; İbrâhîm 14/35) Hz. İbrâhim tarafından ilân edilmiştir. Kâbe’yi kuşatan Mescid-i Harâm ile çeşitli dönemlerde yenilenen alemler arasındaki uzaklık 6-18 km. arasında değişmektedir (bk. HAREM).

I. TARİH

Mekke’nin yerleşim birimi olarak ortaya çıkmasında belirleyici en önemli unsur merkezinde yer alan Kâbe’dir. Bu bakımdan Mekke’de şehir hayatı Kâbe’nin yapımıyla başlamıştır. Mekke’nin Hz. İbrâhim ve ailesinin buraya gelmesinden önceki tarihi hakkında fazla bilgi yoktur. Hz. İbrâhim’den önce Mekke’de veya civarında Amâlika ile Benî Cürhüm’e mensup bazı insanlardan bahsedilmesinin burada yerleşik hayatın varlığına delâlet ettiği ileri sürülmektedir (İbn Sa‘d, I, 41; Ezrakī, I, 80-82). Kur’ân-ı Kerîm’de İsmâil’in Hz. İbrâhim tarafından Mekke’ye getirildiği ve Kâbe’nin inşasında birlikte çalıştıkları kaydedilir (el-Bakara 2/125, 127; İbrâhîm 14/37). Mekke’ye üç defa gelen ve üçüncüsünde Kâbe’nin yapımının ardından insanları hac için davet edip görevini tamamlayan Hz. İbrâhim’in İsmâil’i burada bırakarak Filistin’e döndüğü rivayet edilmektedir (İbn Sa‘d, I, 41; Ezrakī, I, 58-59). Rivayetlerin çoğuna göre anayurtları Yemen olan Cürhümlüler, Mekke civarına Zemzem suyunun bulunmasından sonra gelip yerleşmişlerdir; Hz. İbrâhim’in neslinden Arapça konuşan ilk şahıs olan İsmâil de bu dili Cürhümlüler’den öğrenmiştir (DİA, XX, 59). Mekke’de kısa sürede çoğalan ve önceleri Hz. İsmâil’in tebliğ ettiği dini benimseyen Cürhümlüler zamanla tevhid inancından saptılar ve hâkim oldukları Mekke’ye gelenlere işkence yapıp zarar vermeye başladılar. Arim selinden sonra Mekke ve çevresine gelen Huzâa ve Kinâneoğulları şehre saldırarak Amâlika’nın kolları İyâd, Katûrâ ve Cürhümlüler’i yenilgiye uğratıp Mekke üzerinde hükümranlık kurdular. Huzâa kabilesinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini tamamen bozup şehirde putperestliği yaygınlaştırdı. V. yüzyılın ilk yarısında Kusay b. Kilâb Kinâne ile Kudâa kabilesinin yardımıyla Mekke’ye hâkim oldu. Böylece kuruluşundan itibaren iç içe olan Mekke ve Kâbe’nin yönetimi Kureyş’e geçti. Kusay Mekke ve Kâbe’nin idaresiyle ilgili nedve, kıyâde, livâ, hicâbe (sidâne), sikāye, rifâde gibi hizmetlerin tamamını üstlendi. Kusay’dan sonra Mekke ve Kâbe’nin yönetimini oğlu Abdüddâr devraldı. Ancak bu durum Kureyş’in diğer kolları arasında ihtilâfa sebep oldu ve Mekkeliler görevlerin taksimi konusunda üç gruba ayrıldı. Varılan anlaşma sonucunda hicâbe, livâ ve nedve görevleri Abdüddâroğulları’na; sikāye, rifâde ve kıyâde Abdümenâfoğulları’na verildi, bu durum Mekke’nin fethine kadar devam etti. Dârünnedve Mekke ile ilgili kararların alındığı bir asiller meclisiydi. Kusayoğulları’ndan başka Mekke’deki Kureyş boylarının kırk yaşının üstündeki başkanlarının katılabildiği bu meclisin toplantıları Kusayy’ın Dârünnedve’yi yaptırmasından önce onun evinde gerçekleştiriliyordu (İbn Hişâm, I, 143).

Kusay Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke’ye yerleştirdi, böylece kabile yarı göçebelikten yerleşik hayata geçti. Şehrin etrafı tarıma elverişli olmadığından halk geçimini Mekke’nin yakın çevresini aşmayan ticarî faaliyetlerle sağlamaya çalışıyordu. Mekkeliler şehirlerine gelen yabancı tâcirlerden mal satın alır, kendi aralarında ve civardaki Araplar’la alışveriş yaparlardı. Abdümenâf b. Kusayy’ın Mekke ekonomisini geliştirmek için başlattığı girişimler oğlu ve Hz. Muhammed’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf tarafından sürdürüldü. Hâşim, kabilesi adına Sâsânîler, Himyerîler, Habeşîler, Gassânîler ve Bizanslılar başta olmak üzere bazı devlet ve kabilelerle diplomatik ve ticarî ilişkiler kurarak Kureyş’in Mekke ve çevresiyle sınırlı olan ticaretini daha geniş alanlara yaydı. Böylece Mekke milletlerarası ticaret merkezlerinden biri haline geldi. Saldırı korkusu bulunmaksızın gelinebilecek ve sığınılabilecek kutsal bir yer (harem) oluşu Mekke’nin hızla gelişmesine imkân verdi. Çevrede yaşayan ve bedevî bir hayat tarzını benimseyen Ehâbîş kabileleriyle yapılan anlaşmalar da ekonomik gelişmeyi sağlayan diğer bir etken oldu. Böylece Arap yarımadasının ekonomisi Mekke’nin öncülüğünde merkezîleşti. Her yıl kışın Yemen ve Habeşistan’a, yazın Suriye ve Anadolu’ya kadar uzanan ticarî amaçlı yolculuklar yapmaya başlayan Mekkeliler, bir yandan Bizans-Sâsânî rekabetinden faydalanmaya çalışırken bir yandan da Kâbe’ye bağlı olarak düzenlenen hac


merasimlerinden daha çok gelir elde etmeye gayret gösteriyorlardı.

Mekke İslâm öncesinde coğrafî konumu, ayrıca dinî ve ticarî bir merkez olmasından dolayı Roma, Bizans, İran ve Habeş hükümdarlarının zaman zaman dikkatini çekmiş, bunlar şehri hâkimiyetleri altına almak için teşebbüslerde bulunmuşlardır. Çünkü Arap yarımadasını gerek siyasî gerekse ekonomik açıdan kontrol etmenin yolu büyük ölçüde Mekke’ye hâkim olmaktan geçiyordu. Mekke’ye melik olmak için Bizans imparatorundan gerekli belgeyi alan Osman b. Huveyris yanına uğradığı Gassânî emîri tarafından kıskançlık yüzünden öldürülmüştü. Habeş Krallığı’nın müstakil Yemen valisi Ebrehe el-Eşrem, Araplar’ın Kâbe’yi ziyaretlerini önlemek üzere San‘a’da bir kilise yaptırmış, ancak amacına ulaşamayınca Kâbe’yi yıkmaya karar vermiş, şehri zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkeliler’in ticarî faaliyetlerine son vermeyi planlamıştı. Ebrehe böylece San‘a’yı Arabistan’ın merkezi haline getirecek, ayrıca Mekke’yi saf dışı bırakmak suretiyle Suriye’ye uzanıp Sâsânîler’le savaşan Bizans’a yardım edecekti (Cevâd Ali, III, 517-519). Ordusuyla Mekke yakınındaki Mugammes’te konaklayan Ebrehe bütün çabalarına rağmen şehre girmeye muvaffak olamamıştı (bk. EBREHE; FİL VAK‘ASI). Ebrehe’nin başarısız teşebbüsünden sonra Mekke’nin Arabistan yarımadasındaki itibarı daha da arttı. Kureyşliler, Mekke’de oturdukları ve Kâbe’nin hizmetinde bulundukları için kendilerine birtakım dinî-iktisadî imtiyazlar tanıyıp kurallar koydular ve şehir ekonomisinin gelişmesine imkân verecek faaliyetlere giriştiler (bk. HUMS). Bu dönemde Mekke ve çevresinde yaklaşık 10.000 kişi yaşıyordu (Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 27). Putperestliğin hâkim olduğu şehirde tevhid inancına sahip Hanîfler ile az sayıda hıristiyan bulunuyordu. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a ulaşan putların dışında evlerin çoğunda put vardı.

Hz. Muhammed’in doğduğu yıllarda Benî Abdümenâf’ın kolları olan Hâşim, Muttalib, Abdüşems ve Nevfel oğulları şehirde hâkimiyetlerini hissettirmeye başlamışlardı. Hâşimoğulları’nın lideri Abdülmuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden halkın hizmetine sunması ve Ebrehe ile yapılan görüşmelere Mekkeliler adına katılması gibi faaliyetlerinden dolayı Mekke’de seçkin bir konuma sahipti. Abdülmuttalib’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Zübeyr’in öncülüğünde bazı Kureyş kabileleri Mekke’de haksızlığa uğrayanlara yardım etmek amacıyla Hilfü’l-fudûl antlaşmasını gerçekleştirdiler. Bi‘setten önce ticaretle meşgul olan Hz. Muhammed, şehirde haksızlığa uğrayan tâcirlerin haklarını bizzat takip ederek Hilfü’l-fudûl’ün işleyişine katkıda bulundu. Otuz beş yaşlarında iken gerçekleşen Kâbe’nin yeniden inşası sırasında Hacerülesved’in yerine konulmasında hakem seçildi ve Mekkeliler için büyük önem taşıyan bu şerefe herkesi ortak ederek şehirde muhtemel bir çatışmayı önledi.

Hz. Muhammed peygamber olunca İslâmiyet’in tebliğine yönelik faaliyetlerde bulundu, Mekke’de geçmişten gelen tevhid inancına aykırı bütün geleneklere karşı çıktı. Resûl-i Ekrem, İslâmiyet’i önceleri gizlice tebliğ etti. Nübüvvetin dördüncü yılından itibaren müslümanların belli bir sayıya ve güven duygusuna erişmesiyle davet şehrin tamamını kapsadı. Bunun üzerine kurulu düzenin zarar göreceğinden endişe duyan Ümeyyeoğulları ve Mahzûmoğulları gibi şehir aristokrasisini temsil eden kabilelerin önemli bir kısmı İslâm’a ve Hz. Peygamber’e karşı cephe aldı. Mekkeli müşriklerin şiddetli hücumlarına ve işkencelerine mâruz kalan bazı müslümanlar Habeşistan’a hicret etti. Mekke’de kalan müslümanlar, müşriklerin baskı ve işkencelerinin yanı sıra yaklaşık üç yıl Ebû Tâlib mahallesinde toplumdan tecrit edilmiş bir şekilde yaşadılar. İslâm’ın Mekke’de tebliğine imkân kalmadığını gören Resûl-i Ekrem, Akabe biatlarından sonra ashabına Medine’ye hicret için izin verdi. Mâzeret sahibi bazı kişiler dışındaki herkesin ardından kendisi de Medine’ye hicret etti.

Bi‘setten sonra Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında başlayan mücadele Medine’ye hicretten sonra iki şehrin çekişmesine dönüştü. Mekke-Medine mücadelesi Mekke kervanlarının ekonomik baskı altına alınmasıyla başladı. İki şehrin ilk büyük çatışması olan Bedir Gazvesi’nde uğradıkları mağlûbiyet Mekke müşriklerinin yarımada içerisindeki otoritelerinin sarsılmasına yol açtı. Ardından Uhud’da sağladıkları üstünlük Hz. Peygamber’in Medine’deki nüfuzunu kırmalarına yetmeyince bir sonuç vermedi. Sürekli güç kaybeden Mekkeliler, Medine’ye karşı son hamlelerini Hendek Gazvesi’nde ortaya koydular. Ancak bundan da bir netice elde edemediklerinden daha sonra kendilerinde Medine’ye yönelik herhangi bir harekete geçecek gücü bulamadılar. Umre için Mekke’ye gelen Hz. Peygamber ve ashabını şehirlerine sokmadılarsa da Hudeybiye Antlaşması (6/628) ile Medine devletini tanımak zorunda kaldılar.

Mekke’nin Fethi. Hudeybiye Antlaşması ile, Benî Bekir b. Abdümenât ve Huzâa arasında Câhiliye döneminden beri süregelen kan davasının ortadan kaldırılmasına rağmen Kureyş’in desteğini alan Benî Bekir, Huzâa’ya gece baskını düzenleyerek kabilenin reisi Kâ‘b b. Amr ile bazı Huzâalılar’ı öldürdü. Bunun üzerine Huzâa kabilesi Medine’ye bir heyet gönderdi. Resûl-i Ekrem, Kureyşliler’e bir mektup yollayarak Benî Bekir’le ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar’ın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde Hudeybiye Antlaşması ihlâl edilmiş olacağından kendileriyle savaşacağını bildirdi. Kureyşliler, diyet ödemeyi ve Benî Bekir ile dostluktan vazgeçmeyi reddetmekle birlikte Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere reisleri Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadı.

Mekke’ye yürümeye karar veren Hz. Peygamber, kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için gideceği yeri gizli tutarak sefer hazırlıklarına başladı; müslüman kabilelere haber gönderip Medine’de toplanmalarını istedi. Ordusunun gerçek gücünü saklamak amacıyla bazı kabilelerin yol boyunca orduya katılmasını emretti (Ya‘kūbî, II, 58). Medine’den çıkış yasaklandı ve Medine-Mekke arasındaki önemli geçitlere nöbetçiler yerleştirilerek Mekke’ye gidişe izin verilmedi. Yapılan hazırlıkları Kureyşliler’e bildirmek isteyen Hâtıb b. Ebû Beltea’nın gönderdiği haberci, bu durumdan vahiy yoluyla haberdar olan Resûl-i Ekrem’in görevlendirdiği sahâbîler tarafından yakalandı. Ayrıca Mekkeliler’i şaşırtmak için Mekke-Medine yolu üzerinde bulunan Batn-ı İdam’a Ebû Katâde el-Ensârî kumandasında bir keşif birliği gönderildi. Medine’de idarî işler için Ebû Rühm’ü, imâmet için İbn Ümmü Mektûm’u vekil bırakan Hz. Peygamber, ordusuyla 13 Ramazan 8’de (4 Ocak 630) şehirden çıktı. Mîkāt yeri olan Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek seferin yönü konusundaki gizliliği devam ettirdi. Yol boyunca katılanlarla birlikte 10.000 kişiyi bulan İslâm ordusu Merrüzzahrân’da konaklayıncaya kadar Kureyşliler seferden haberdar olmadı.

İslâm ordusunun büyüklüğü karşısında paniğe kapılan Kureyşliler Ebû Süfyân’ı


Resûl-i Ekrem’e gönderdiler. Ebû Süfyân başkanlığında Hz. Peygamber’in karargâhına giden heyet üyeleri İslâm’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Bu durum karşısında Mekke halkı İslâm ordusuna karşı konulamayacağını anladı. Ebû Süfyân’ın Kâbe’nin avlusunda Mekkeliler’e kendisinin İslâmiyet’i kabul ettiğini ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını söyleyerek Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etmesi bir bakıma Mekke’nin teslimi anlamına geliyordu. Resûl-i Ekrem başta Ebû Süfyân olmak üzere Ümmü Hânî, Hakîm b. Hizâm, Ebû Ruveyhâ ve Büdeyl b. Verkā gibi Mekkeliler’in evine sığınanlara himaye hakkı verip bu kişileri onurlandırdı ve gönüllerini İslâm’a ısındırmak istedi. Ebû Süfyân’dan sonra Mekke’ye gelen Hz. Peygamber’in amcası Abbas da Mekkeliler’e aynı şeyleri söyledi; onlar da Mescid-i Harâm’ın içerisine ve evlerine dağıldılar.

Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini planlayan Resûl-i Ekrem kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları izlememelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra ilk önce sağ kol birliğinin kumandanlığını yapan Hâlid b. Velîd’in harekete geçmesini emretti. Mekke müşriklerinin Safvân b. Ümeyye kumandasında İkrime b. Ebû Cehil ve Süheyl b. Amr gibi Mekke eşrafı ile çoğunluğu müttefik kabilelerin kuvvetlerinden oluşan birliğinin yerleştirildiği güneydeki Lît adı verilen yerden şehre giren Hâlid b. Velîd, Handeme dağının eteklerinde bunları kısa sürede bozguna uğratıp şehrin fethi sırasındaki tek mukavemeti kırdı. Hâlid b. Velîd’in Hazvere çarşısına kadar kovaladığı bu kuvvetlerden canlarını kurtaranlar evlerine kapanarak ya da silâhlarını bırakarak eman aldılar. Çatışmalarda Mekkeliler’den on iki veya yirmi sekiz kişi ölmüş, müslümanlardan ise iki veya üç kişi (Hubeyş b. Hâlid, Kürz b. Câbir ve Seleme b. Mîlâ’ el-Cühenî) şehid olmuştu (Vâkıdî, II, 825-828; İbn Hişâm, IV, 49-50; Taberî, Târîħ, III, 58). Kumandanlığını Sa‘d b. Ubâde’nin yaptığı ensar birliği Mekke’nin batı tarafından, Zübeyr b. Avvâm’ın kumanda ettiği muhacirlerden oluşan sol kol birliği de kuzeyden şehre girdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber ise Mekke’nin yukarı kısmından kuzeybatıdaki Ezâhir yolunu takip ederek Mekke’ye girip Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu. Resûl-i Ekrem’in Mekke’ye hangi tarihte girdiği konusunda farklı rivayetler bulunmakla birlikte fethin 20 Ramazan 8’de (11 Ocak 630) gerçekleştiği genel olarak kabul edilmektedir (Vâkıdî, II, 829; İbn Sa‘d, II, 105; Halîfe b. Hayyât, s. 53).

Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini vurguladı; Mekkeliler’e verilen eman neticesinde umumi af ilân edildiğini belirtti. Mescid-i Harâm’a, daha önce belirtilen kişilerin evlerine ve kendi evine sığınanlarla silâhlarını bırakanların emniyette olduğunu, esir alınanların öldürülmeyeceğini ve hiç kimsenin takibata uğramayacağını bildirdi. “Demi heder edilenler” diye anılan ve Hz. Peygamber ile müslümanlara karşı düşmanlıklarıyla tanınan on kadar kişi umumi affın dışında bırakıldı. Bunlardan yakalanan üçü öldürülmüş, İkrime b. Ebû Cehil gibi bir kısmı Mekke’den kaçmış, bir kısmı da sonradan affedilmiştir.

Kâbe ve çevresi şirk alâmetlerinden temizlendikten sonra Kâbe’nin içinde iki rek‘at namaz kılan Resûl-i Ekrem, Bilâl-i Habeşî’ye Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumasını emretti (Buhârî, “Śalât”, 30). Mekkeliler Hz. Peygamber’e biat edip müslüman oldular. Kendilerine esir muamelesi yapılmayarak serbest bırakılan bu kişilere “tulekā” denilmiştir (Lisânü’l-ǾArab, “tlķ” md.; Taberî, Târîħ, III, 61; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿân, II, 338).

Resûl-i Ekrem, fetih konuşmasında ayrıca hac ve Mekke idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikāye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini bildirdi. Bir süre Hz. Peygamber’in uhdesinde kalan iki görev, esasları yeniden belirlendikten sonra Câhiliye döneminde aynı görevleri yürütmüş olan Osman b. Talha’ya ve Hz. Abbas’a devredildi. Attâb b. Esîd Mekke valiliğine, Saîd b. Saîd çarşıyı kontrol görevine getirilirken Muâz b. Cebel yeni müslüman olan Mekkeliler’e Kur’an’ı ve dinî esasları öğretmekle vazifelendirildi.

Hicretten sonra Mekke ile Medine arasında başlayan düşmanlık sona ermiş, Hicaz’da İslâm’ın üstünlüğü tesis edilmişti. Nasr sûresine ad olan “nasr” (yardım) kelimesinin bütün Araplar’a üstün gelmeye, aynı sûredeki “feth” kelimesinin de Mekke’nin fethine işaret ettiği ileri sürülmüştür. Feth kelimesinin “açmak” şeklindeki anlamından hareketle İbn Abbas Mekke’nin fethine “fethu’l-fütûh” adını vermiştir. Çünkü buradaki fetih sadece düşman elindeki bir şehrin alınmasından ibaret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin fethi anlamına da gelmekte, aynı zamanda kalplerin Allah’ın dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışını ifade etmektedir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi İslâm fetihlerinin başlangıcı kabul edilmiştir (Elmalılı, IX, 6236-6237). Hadîd sûresinin 10. âyetinde geçen “feth” kelimesi de Mekke’nin fethine delâlet etmekte, ayrıca İbrâhim sûresinin 13-14. âyetlerinde Mekke’nin fethedileceği ve müslümanların oraya döneceği müjdesi verilmektedir. Feth sûresi de Hudeybiye Antlaşması’na, dolayısıyla Mekke’nin fethine işaret etmektedir.

Mekke’nin savaşla mı yoksa barış yoluyla mı fethedildiği ve topraklarının ganimet gibi dağıtılıp dağıtılmayacağı konusunda farklı görüşler vardır. Bunlardan birincisine göre fetih barış yoluyla gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber tarafından Mekkeliler’e verilen eman ve ilân edilen genel af aynı zamanda barış antlaşmasıdır. Kâbe’nin tâzim göreceği ve yüceltileceği gün olarak açıklanan fetih gününde bu antlaşmaya dayanılarak Mekke evleri ve arazisi savaşan gaziler arasında dağıtılmayıp sahiplerinde bırakılmış, hatta muhacirlerin evleri bile onları yurtlarından çıkaranların elinde kalmıştır (Nevevî, IX, 126; İbn Kayyim el-Cevziyye, III, 1368-1369; Azîmâbâdî, VIII, 181). Erken dönem kaynaklarında yer almayan diğer görüşte Hâlid b. Velîd’in savaşmak zorunda kaldığı şehrin aşağı tarafının savaşla, yukarı tarafının barış yoluyla fethedildiği ileri sürülmektedir (Makrîzî, İmtâǾu’l-esmâǾ, s. 400). Mekke’nin fethi konusunda genel kabul gören görüş ise şehrin savaşla fethedildiği, fakat Resûl-i Ekrem’in tasarrufuyla arazisinin taksim edilmediği ve halkının eman verilerek serbest bırakılmış olduğu şeklindedir (Müsned, I, 253; Ebû Yûsuf, s. 68-69; İbn Sa‘d, II, 103-104; Taberî, Târîħ, III, 61).

Resûl-i Ekrem Mekke’de kaldığı sürede Hacûn’da kurulan çadırda ikamet etti. Kendisine evinde kalması teklif edilince Medine’ye hicretinden sonra, henüz müslüman olmayan amcasının oğlu Akīl b. Ebû Tâlib’in evini satmış olduğuna işaret ederek, “Akīl bize ev mi bıraktı?” diye serzenişte bulundu ve şehrin fâtihi olmasına rağmen evini geri almayı düşünmedi. Hz. Peygamber, “Fetihten sonra hicret yoktur” sözüyle (Tirmizî, “Siyer”, 33) Mekke’nin fethiyle birlikte Medine’ye hicretin sona erdiğini ve bir zorunluluk


olmaktan çıktığını belirterek muhacirlerle beraber Medine’ye döndü.

Fetihten Sonra Mekke. Fetihten sonra Mekke’de köklü bir dinî hayat başladı. Sikāye ve hicâbe dışında Câhiliye devri müesseselerini lağveden Hz. Peygamber Attâb b. Esîd’i Mekke valiliğine getirdi, Saîd b. Saîd’i çarşıyı kontrolle görevlendirdi. Muâz b. Cebel’e de yeni müslüman olanlara İslâm dininin esaslarını öğretme ve imâmet işini verdi. Temîm b. Esîd’i Mekke Haremi’nin sınır taşlarının onarılıp yenilenmesiyle vazifelendirdi (Ezrakī, II, 129). 9. yılda (631) müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaklarının âyetle bildirilmesinin ardından (et-Tevbe 9/28) 10. yılda (632) Resûl-i Ekrem’in öncülüğünde düzenlenen hac için Mekke’ye sadece müslümanlar geldi. Daha sonra Mekke’ye hâkim olan halife ve hükümdarlar, bizzat kendileri hacca giderek yahut hac emîri tayin ederek her yıl Mekke’de hac merasimlerinin düzenlenmesini sağladılar.

Mekke, Hz. Peygamber dönemiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in sonuna kadar Medine’den gönderilen valiler tarafından yönetildi. Hz. Osman’ın şehid edilmesinin ardından yeni halife Hz. Ali’ye karşı Cemel Vak‘ası’yla sonuçlanan ilk muhalefet hareketinin hazırlıkları Mekke’de yapıldı. Hz. Ali’yi halife olarak tanımayan ve Hakem Vak‘ası’ndan sonra muhalefetini açığa vuran Muâviye b. Ebû Süfyân’ın bütün çabalarına rağmen (Belâzürî, Ensâb, III, 211-212) Mekke halkı hilâfeti süresince Hz. Ali’ye bağlı kaldı. Mekke, Emevîler devrinde genellikle Medine’ye tâbi olarak Ümeyyeoğulları’na mensup valiler tarafından yönetildi.

Muâviye’nin ölümünün ardından Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr, Muâviye’nin oğlu Yezîd’e biat etmeyerek Medine’den Mekke’ye gittiler. Yezîd’in, Medine valisinden İbnü’z-Zübeyr’in faaliyetlerini engellemesini istemesi üzerine Mekke’ye İbnü’z-Zübeyr’in aralarında anlaşmazlık bulunan kardeşi Amr’ın kumandasında bir ordu gönderildi. İki taraf arasında Zûtüvâ’da cereyan eden savaşı Abdullah b. Zübeyr kazandı ve Amr Mekke’de hapsedildi. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesinden (61/680) sonra Emevîler’e karşı açıktan muhalefet etmeye başladı. Yezîd tarafından gönderilen Suriye ordusu Medine’deki Harre Savaşı’nın ardından Mekke’ye yönelerek şehri kuşattı (26 Muharrem 64 / 24 Eylül 683). Yaklaşık iki ay süren, Mekke halkının çok sıkıntılı günler geçirdiği ve Kâbe’nin mancınıklarla taşlandığı kuşatma Yezîd’in ölüm haberi ulaşıncaya kadar (1 Rebîülâhir 64 / 27 Kasım 683) devam etti. Şam ordusunun kumandanı Husayn b. Nümeyr’in muhasarayı kaldırdıktan sonra birlikte Suriye’ye gidip orada biat alma teklifini geri çeviren İbnü’z-Zübeyr hilâfetini Mekke merkez olmak üzere Hicaz’da ilân etti. Abdülmelik halife olunca Mekke’ye Haccâc b. Yûsuf kumandasında bir ordu gönderdi. Tâif’e ulaşıp karargâh kuran Haccâc Mekke’ye giden yolları keserek gıda sevkiyatını engelledi ve küçük müfrezelerle şehri yıpratmaya yönelik faaliyetlerde bulundu. Üç ay sonra beklediği 5000 kişilik yardımcı kuvvet gelince Mekke’yi kuşattı (Zilkade 72 / Nisan 692). Yedi aya yakın bir süre devam eden kuşatmada mancınıklarla taşa tutulan şehirde yaşanan gıda sıkıntısı İbnü’z-Zübeyr’in taraftarları arasında çözülmelere sebep oldu. İbnü’z-Zübeyr’in bir huruç harekâtı sırasında öldürülmesinin ardından Mekke Emevî hâkimiyetine girdi (14 Cemâziyelevvel 73 / 1 Ekim 692). İbnü’z-Zübeyr’in dokuz yıl yirmi iki gün süren iktidarına son veren Haccâc Mekkeliler’den Abdülmelik adına biat aldı. Emevîler’in sonlarına doğru ortaya çıkan Hâricîler’in İbâzıyye koluna mensup Ebû Hamza eş-Şârî’nin isyanı Mekke ve Medine’ye sıçradı. 7 Zilhicce 129’da (19 Ağustos 747) 1000 kişilik bir kuvvetle Mekke’ye girip şehri kontrol altına alan Ebû Hamza burada okuduğu meşhur hutbesinde Hâricîler’in fikirlerini anlattı. 15 Cemâziyelevvel 130’da (21 Ocak 748) Vâdilkurâ’da Emevî kuvvetlerine yenilen Ebû Hamza otuz kadar yakınıyla birlikte Mekke’ye kaçtı. Medine’yi Emevî hâkimiyetine sokan Abdülmelik b. Atıyye Mekke’ye yöneldi ve Ebû Hamza ile taraftarlarını öldürerek şehri yeniden Emevî idaresine bağladı.

Abbâsîler’in ilk Haremeyn valisi olan Dâvûd b. Ali, görevine Mekke’de yaşayan Emevî ailesi ve taraftarlarını cezalandırmakla başladı. 226’da (841) hac için Mekke’ye gelen hâcib ve başkumandan Eşnâs et-Türkî’nin Halife Mu‘tasım-Billâh tarafından şehrin emirliğine atanması ve ikisi adına birlikte hutbe okunmasının ardından hutbelerde halifenin yanında ikinci bir isim zikredilmeye başlandı. Abbâsîler, Emevîler’in aksine Mekke’ye tayin ettikleri emîrlerde Dâvûd b. Ali gibi bazı istisnalar dışında akrabalık şartı aramadılar ve Abbâsî bürokrasisinde görev yapan bazı Türkler de Mekke emirliğini üstlendiler.

Mekke, Abbâsîler devrinde özellikle Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin öncülüğünü yaptığı muhalif hareketlerin merkezi oldu. Hz. Peygamber’in torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelen şerif ve seyyidler, hilâfetin Abbâsîler’e geçmesinden itibaren Hicaz’da hâkimiyet kurmak için girişimlerde bulundular. Medine’de 266’da (879-80) Hasenîler ile Hüseynîler arasında mal anlaşmazlığı yüzünden çıkan ihtilâf silâhlı çatışmalara sebep olunca Hasenîler Mekke’ye gitmek zorunda kaldı. Mekke, İhşîdîler zamanına kadar bazı kısa dönemler dışında Abbâsîler’e bağlılığını sürdürdü. Karmatîler, 317 (930) yılında hac mevsiminde Mekke’ye baskın düzenlediler ve çok sayıda hacıyı katlederek Hacerülesved’i beraberlerinde götürdüler. Mekke’de sürekli olarak güçlenen Hasenîler, Karmatîler’in çekilmesinden (339/950-51) ve 331-358 (943-969) yılları arasında Abbâsî halifeleriyle


birlikte adlarına hutbe okunan İhşîdîler’in sukutundan sonra şehrin idaresini ele geçirmek için çaba göstermeye başladılar. Hz. Hasan’ın dokuzuncu kuşaktan torunu Ca‘fer b. Muhammed’in Mekke’yi hâkimiyeti altına alıp hutbeyi Fâtımîler adına okutmasıyla (358/969) şehir Abbâsîler’in kontrolünden çıktı (Fâsî, Şifâǿü’l-ġarâm, II, 306; Sincârî, II, 211). Ca‘fer’in Mekke’ye hâkim olmasından itibaren halifenin yanında Mekke’nin yerel yöneticileri olan şeriflerin adının hutbelerde anılması âdet haline geldi.

Abbâsîler’in ikinci devrinden itibaren İslâm dünyası artık tek bir devletin idaresi altında değildi. Yeni kurulan devletler de Mekke’ye hâkim olarak İslâm dünyasının liderliğini üstlenmek istiyorlardı. Hicaz hâkimiyeti için yapılan rekabetten en iyi şekilde yararlanan Hasenîler, iktidarlarının devamına imkân veren devletlerle birlikte hareket edip Mekke’deki hükümranlıklarını pekiştirdiler. Bu dönemde ekonomik yönden bağlı bulunduğu Mısır’a siyasî olarak da bağlanan Mekke, Mısır’a hâkim olan devletlerle İslâm dünyasında kurulan diğer devletler arasında rekabet konusu haline geldi. Fâtımîler, Abbâsîler’le doğrudan çatışmaya girmek yerine -fiilî hâkimiyet Haremeyn’de adına hutbe okunan kimseye ait olduğundan- Hicaz’a hâkim olmanın yollarını arıyorlardı. 368-462 (978-1070) yılları arasında Mekke’de hutbeler Fâtımîler adına okundu (İbn Fehd, II, 473). Bazı Yemen hükümdarları da Mekke üzerinde hükümranlık talebinde bulundular. 6 Zilhicce 455’te (30 Kasım 1063) Mekke’yi ele geçiren Yemen Suleyhî Hükümdarı Ali b. Muhammed şehre çok miktarda erzak sevkederek halka ihsanlarda bulundu ve hutbeleri Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh ile kendi adına okuttu (a.g.e., II, 468). Suleyhî’nin öldürülmesinden sonra (459/1067) Mekke yeniden Abbâsîler’e bağlandı (İbn Kesîr, XII, 102). Fâtımîler’in Mekke hâkimiyetiyle birlikte ezan başta olmak üzere şehirde Şîa mezhebinin alâmetleri yaygınlaştı ve ilk defa bu dönemde Mekke’ye gelen hacılardan vergi alınmaya başlandı (Ahmed Sibâî, s. 197). Zaman zaman kaldırılan bu vergiler Mekke’yi yöneten şeriflerin en önemli gelir kaynaklarındandı.

Abbâsîler’in zayıflaması ve Fâtımîler’in Haremeyn’e hâkim olması üzerine Selçuklular, Mekke emîrlerini kendilerine bağlamak ve şehri yeniden Sünnî hâkimiyetine sokmak için mücadele ettiler. Bu çabalar sonucunda Mekke Emîri Ebû Hâşim Muhammed b. Ca‘fer, 462 (1069-70) yılında oğlunu ve elçisini Sultan Alparslan’a yollayarak hutbenin Fâtımîler adına okunmasına son verip Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh ile kendisi adına okuttuğunu bildirdi. Bunun üzerine Alparslan Mekke emîrine kıymetli hil‘atler ile 30.000 dinar gönderdi, ayrıca yıllık 10.000 dinar tahsisat bağladı. Sultan Melikşah zamanında da Mekke’deki Sünnî hâkimiyeti kesintilerle devam etti (bk. Mekke Emirliği).

Mekke, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Turan Şah’ın gayretleriyle Fâtımî hâkimiyetinden çıktı ve hutbe 569 (1174) yılından itibaren Abbâsî halifelerinin yanı sıra Nûreddin Mahmud Zengî adına okunmaya başladı (Fâsî, Şifâǿü’l-ġarâm, II, 366-367). Eyyûbîler devrinde Şâfiîlik Mekke’de hâkim mezhep haline geldi ve ilk defa “hâdimü’l-Haremeyn” sıfatını kullanan Selâhaddin adına kardeşi Tuğtegin b. Eyyûb tarafından sikke bastırıldı (581/1185; İbn Fehd, II, 553). Ayrıca Selâhaddin hac için Mekke’ye gelenlerden kişi başına alınan 7,5 Mısır dinarı vergiyi kaldırdı. Mekke emîrine her yıl daha fazla yardım göndererek Mısır ve Yemen’de iktâlar oluşturdu. Mekke’de Eyyûbî hâkimiyeti, bazan Yemen hükümdarları adına hutbe okunması veya Mekke şeriflerinin bağımsız hareket etme arzuları yüzünden kesintiye uğramakla birlikte 650 (1252) yılına kadar sürdü.

I. Baybars’ın, Moğol istilâsıyla ortadan kaldırılan Bağdat Abbâsî hilâfetini Mısır’da yeniden kurmasıyla Mekke Emirliği Memlükler’e bağlandı. Mekke emîrleriyle iyi ilişkiler kuran Memlük sultanları, Mekke’de hâkimiyetlerini pekiştirince hutbelerde bazan aralarında dostluğun geliştiği Altın Orda hanlarının isimlerinin kendilerinden sonra zikredilmesine izin veriyorlardı. Babası Olcaytu’nun ardından İlhanlı tahtına çıkan Ebû Said Bahadır Han’ın Memlükler ile yaptığı antlaşmanın şartları arasında İlhanlı hacılarının Mekke’ye girmesine izin verilmesi, hac mevsimlerinde şehirde her iki hükümdarın sancağının dikilmesi ve hutbede İlhanlı sultanının adının Memlük sultanından sonra zikredilmesi bulunuyordu (İbn Haldûn, V, 927).

Memlükler devrinde her yıl Mekke’ye gönderilen yardımlar artarak devam etti. Kıtlık veya güvenlik sebebiyle yardımın ulaşmaması fiyat artışlarına sebep oluyordu. Memlük sultanları Mısır, Suriye ve Anadolu’da bulunan birçok arazi ve köyü Haremeyn halkına vakfederek buralardan elde edilen mahsulü “zahîre” adıyla Mekke ve Medine’ye gönderdiler. Vakıflara bakan Dîvânü’l-ahbâs’ın üç bölümünden biri olan el-evkāfü’l-hükmiyye Mekke ve Medine emlâkini idare etmekle görevliydi. Ayrıca Memlük sultanları, beytülmâle Mekke için özel tahsisat ayırarak Mekke emîrlerinin hacılardan aldıkları vergilerin kaldırılmasını sağlamaya çalıştılar (İbn Fehd, III, 302-303). Kâbe’ye 664 (1266) yılında ilk defa mahmil ve örtü gönderen I. Baybars’tan sonra Muhammed b. Kalavun ve Sultan Kayıtbay hac için Mekke’ye gidip buradaki halka çeşitli ihsanlarda bulundular.

İmar Faaliyetleri. Câhiliye devrinde Kusay, dağınık halde yaşayan Kureyş’in kollarını Mekke’de iskân ederek şehirde yerleşik hayatı başlattı. Ma‘lât ve Mesfele olmak üzere iki bölümden oluşan Mekke’nin içine yerleştirilenlere “Kureyşü’l-bitâh”, şehrin dışında iskân edilenlere de “Kureyşü’z-zevâhir” adı verildi. İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de Kâbe merkezli olarak kurulmuş on iki kadar mahalle vardı. Kâbe’yi kuşatan ve Hz. Ömer zamanında etrafı duvarla çevrilen Mescid-i Harâm Mekke’deki hayatın bütün fonksiyonlarının yerine getirildiği bir merkez haline geldi, zaman içinde yapılan bakım ve onarımlarla da genişletilip güzelleştirildi.

Hulefâ-yi Râşidîn döneminin sonlarında ve Emevîler devrinde Mekke’de daha önce yerleşimin olmadığı yerlere evler inşa edilmeye başlandı. Muâviye b. Ebû Süfyân’ın, Hz. Peygamber’in Mekke evlerinin alınıp satılmasını ve kiraya verilmesini onaylamamasına rağmen (Fâkihî, III, 243-252) şehirde çok sayıda mülk satın alması ve önemli bir yapılaşma hamlesi başlatması tartışmalara yol açtı. Ona karşı çıkanlar, Resûl-i Ekrem’in uygulamasını delil gösterip Mekke’nin sadece hac ibadetinin yapılabileceği bir şehir olarak kalması gerektiğini söylüyorlardı. Mekke’nin yerlileriyle hac için dışarıdan gelen müslümanların Kâbe’yi ziyaret konusunda eşit haklara sahip olmaları da (el-Hac 22/25) bu görüşü destekliyordu. Ancak Muâviye mülk edinmekle kalmadı, ayrıca şehirde yeşil alanlar oluşturdu, kuyu ve kanallar açtırdı (Ezrakī, I, 113; Fâkihî, III, 226). Abdülmelik b. Mervân ile oğlu Velîd ve Abdullah b. Zübeyr tarafından Mekke’de bazı düzenlemeler yapıldıysa da Emevî devrinin ikinci yarısında hizmetler önemli ölçüde azaldı. Mekke Abbâsîler zamanında Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Muhammed el-Mehdî, Hârûnürreşîd, Mu‘tasım-Billâh, Mu‘tazıd-Billâh gibi halifeler


döneminde Suriye ve Mısır’dan getirilen usta ve malzemelerle Mescid-i Harâm merkez olmak üzere yeniden düzenlendi. Memlük sultanları da Mekke’deki birçok yapıyı yeniledikleri gibi IX. (XV.) yüzyıl boyunca çok sayıda inşaat projesi geliştirdiler (Faroqhi, s. 31; Mortel, XXXII/2 [1989], s. 279 vd.).

Mekke’nin coğrafî konumu itibariyle sık sık mâruz kaldığı ve özellikle Kâbe’yi tehdit eden su baskınlarının yol açtığı zararın en aza indirilmesine yönelik tedbirler şehirleşmeye paralel olarak arttı. Câhiliye devrinde yapılan bentlerle sellerin önüne geçilmeye çalışılırken Hz. Ömer zamanından itibaren de çeşitli düzenlemeler gerçekleştirildi (Ezrakī, I, 158-160; II, 166-171; Fâkihî, III, 103-111; Belâzürî, Fütûh, s. 76-78).

Abbâsîler döneminden itibaren hac mevsimlerinde Mekke’ye gelenlerle burada mücâvir olanların ikamet etmeleri için ribâtlar inşa edilmeye başlandı. Mekke’de ilmî ve fikrî hayatın gelişmesine büyük katkısı olan bu yapılar Eyyûbîler ve Memlükler devrinde yaygınlaştı. Eyyûbî ve Memlük devlet adamları ile şerifler ve özellikle hükümdar eşleri Mekke’de bazı evleri satın alarak ribât haline getirdiler (Fâsî, Şifâǿü’l-ġarâm, I, 527-537; İbn Fehd, II, 544; III, 31). Mescid-i Harâm’ın kuzeyinde Abbâsî Halifesi Müstansır-Billâh tarafından yaptırılan, 759 (1358) ve 816’da (1413) tamir ettirilen bîmâristanın vakfiyesi 628 (1231) tarihlidir (Fâsî, Şifâǿü’l-ġarâm, I, 538; İbn Fehd, III, 507-508). Fâsî Memlükler devrinde Mekke’de biri hanımlara ait sekiz adet umumi hamamın bulunduğunu, bunlardan birinin kullanılmadığını kaydeder (Şifâǿü’l-ġarâm, I, 559-561).

Mekke, Arap yarımadasında su kaynakları bakımından fakir olan yerleşim birimlerinin başında gelir. Kâbe’nin yapımıyla birlikte su ihtiyacını karşılamak için kuyular açılmıştır. Hz. İbrâhim’in, eşi Hâcer ve oğlu İsmâil’i Mekke’ye getirmesinden sonra bulunan Zemzem Kuyusu şehirdeki en önemli su kaynağı olma özelliğini günümüzde de sürdürmektedir. Cürhümlüler’in Mekke’yi terkederken kapattıkları Zemzem Kuyusu, Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib tarafından yeniden açılmıştır. Mekkeliler, su ihtiyaçlarını bu kuyudan başka dağların eteklerinde oluşan pınar ve havuzlardan karşılıyorlardı. İslâm’dan sonra yeni kuyular açılıp eskileri ıslah edilirken Mekke dışından kanallarla şehre su getirildi. Şehrin su sisteminde yapılan düzenlemeler sadece Harem bölgesiyle sınırlı kalmadı, başta Arafat olmak üzere diğer yerlerde de yeni su kaynakları bulundu. Hârûnürreşîd’in hanımı Zübeyde tarafından 213’te (828) 1,7 milyon miskal altın harcanarak Tâif yolu üzerindeki Tâd dağının eteğinden çıkan su Arafat’a getirilmiş, burada yapılan havuz vasıtasıyla çevreye taksim edilmiş, kalan su kanallarla Mekke’ye ulaştırılmıştır. Çeşitli dönemlerde harap olan bu tesis birçok defa onarılarak yenilenmiştir (bk. AYNİZÜBEYDE). Mekke’de imar faaliyetlerinde bulunan Zengîler’in ünlü veziri Cemâleddin el-İsfahânî Arafat’a bir su hattı döşetti, Mescid-i Hayf’ı tamir ettirdi. İlhanlılar’dan Ebû Said Bahadır Han’ın veziri Emîr Çoban, 726’da (1326) Huneyn tarafında Aynibâzân denilen suyu büyük kuraklığın yaşandığı bir zamanda Mekke’ye getirtti (İbn Kesîr, XIV, 128). Mısır sultanları bundan hoşlanmamakla beraber döşenen boru hattının yanına yeni bir hat ilâve ettirdiler (Faroqhi, s. 30).

İlk dönem Abbâsî halifeleri, Mekke-Kûfe güzergâhında dinlenme yerleri ve haberleşme kuleleri inşası başta olmak üzere ulaşım ve haberleşmeyi kolaylaştıracak çeşitli faaliyetlerde bulundular. Bağdat başşehir olunca (149/766) yeni hilâfet merkeziyle Mekke arasında bir bağlantı kurularak Mekke-Kûfe yolu kuzeye doğru uzatılıp 3 milyon dinar harcanarak Bağdat’a bağlandı, bu yol daha sonra Nizâmülmülk ve Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle tarafından tamir ettirildi. 834’te (1430-31) Emîr Şâhin Mekke-Kahire yolu üzerinde bazı düzenlemeler yaptı ve dinlenme yerleriyle su sistemini onarttı (İbn Fehd, IV, 55).

İlim ve Kültür Hayatı. Mekkeliler’in İslâm’dan önceki dönemde kendi kabilelerine ait bilgileri yazdırarak muhafaza ettikleri bilinmektedir. Mekkeliler’e okuma yazma öğreten Kureyşli Harb b. Ümeyye, kardeşi Süfyân, Ebû Kays b. Abdümenâf, Abdullah b. Cüd‘ân ve Bişr b. Abdülmelik gibi şahıslar yazıyı Hîre’de öğrenmişlerdi. Kûfî yazının aslı olan ve Mekke’de “hattü’l-Hîrî” adıyla bilinen bu yazı Hicaz’da Mekkeliler vasıtasıyla yaygınlaşmıştı. Hz. Peygamber’in bi‘setin ilk yıllarında İslâmiyet’i tebliğ etmek ve Kur’an öğretmek için kullandığı Dârülerkam’ın Mekke’nin ilk eğitim merkezi olduğu söylenebilir. Bi‘setten sonra inen Kur’an âyetlerinin yazılması, Resûl-i Ekrem’in örnek uygulamaları, Vedâ haccından sonra yaptığı meşhur konuşma Mekke’de köklü bir ilim geleneğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Mekke’de Hz. Peygamber tarafından başlatılan ilmî faaliyetler sahâbî ve tâbiîn dönemlerinde devam ettirilmiş; tefsir, hadis, fıkıh, dil ve tarih (siyer ve megāzî) gibi ilimlerin tedvinine en büyük katkı Mekke’de yetişen âlimler tarafından sağlanmıştır. Bunlar arasında Abdullah b. Abbas’ın ayrı bir yeri vardır. Tefsir, hadis, fıkıh, siyer ve megāzî, Arap dili ve edebiyatı alanlarında dönemindeki ulemânın başında gelen İbn Abbas bu ilimlerin Mekke’de ekolleşmesini sağlamıştır. Mekke tefsir ekolünün önemli temsilcileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân, Amr b. Dînâr ve Atâ b. Ebû Rebâh sayılabilir. Mekke kıraat imamı olarak tanınan Ebû Ma‘bed İbn Kesîr’in kıraat silsilesi Mücâhid b. Cebr, İbn Abbas ve Übey b. Kâ‘b ile Zeyd b. Sâbit yoluyla Resûlullah’a ulaşır. Onun talebelerinin talebelerinden olan Bezzî ve Kunbül’ün rivayetleriyle bu kıraat yaygın hale gelmiştir. Mekke’de tefsir ilmiyle uğraşan âlimler yine İbn Abbas tarafından oluşturulan geleneğin bir devamı olarak hadis, fıkıh, siyer ve megāzî, Arap dili ve edebiyatı alanlarında da çalışmışlardır. İbn Cüreyc, İbn Uyeyne, Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî, Hasan b. Ali el-Hulvânî, Ali b. Abdülazîz el-Begavî bu âlimlerin arasında sayılabilir. Humeydî’nin Mekke’de kaleme aldığı eser hadis alanındaki ilk müsnedlerdendir. Mekke’de Hz. Âişe tarafından başlatılan hanımların ilimle meşgul olması faaliyeti sonraki dönemlerde de devam ettirilmiştir. Hadis alanında çalışmalarıyla tanınan kadınlardan Kerîme bint Ahmed Mekke’ye mücâvir olarak yerleşmiş ve Śaĥîĥ-i Buħârî rivayetiyle ün kazanmıştı (İbnü’l-Esîr, X, 69; Fâsî, el-Ǿİķdü’ŝ-ŝemîn, VI, 438). Mekke’de Memlükler devrinde çeşitli âlimler yetiştiren Taberî, Kastallânî, Fâsî, İbn Fehd, İbn Zahîre, Nüveyrî, Mürşidî ve Zirvî gibi aileler temayüz etmiştir.

Hz. Peygamber’in öncülüğünde başlatılan ve daha sonra sürdürülen ilmî faaliyetlerle Mekke, İslâm dünyasının en önemli eğitim ve kültür merkezlerinden biri haline gelmiştir. Hac merasimleri İslâm dünyasından gelen âlimler için bir görüşme vesilesi oluyordu, şehrin ilmî hayatı hac mevsiminde büyük canlılık gösteriyordu. Mekke, Hicaz’ın siyasî olaylara yön vermedeki önceliğini kaybetmekle birlikte İslâm’ın ilk yıllarına ait hâtıraları yaşatmasından dolayı kültürel alanda üstünlüğünü her zaman korumuştur. Mekke’de İslâm’ın erken döneminden itibaren oluşan bu kültürel canlılığın sonucu


olarak dinî ilimlerde yetkin âlimlerin yetişmesi, şehri İslâm dünyasının diğer bölgelerinde yaşayan âlimler için bir merkez haline getirmiştir. Ortaçağ’da birçok âlim ve edip meslek hayatlarının başlarında hac için Mekke’ye geliyordu. Bu âlimlerden bazılarının Mekke’de ders okutmaları İslâm dünyasında tanınmalarına vesile olmuştur.

Mekke’de ilim hayatının canlı kalmasında Mescid-i Harâm’da kurulan ilim halkaları, küttâblar, şehre yerleşen âlimler, ribâtlar, sayıları arttırılan kütüphane ve medreseler, bunların etrafında canlanan tasavvufî düşünce önemli rol oynamıştır. Abbâsîler devrinin ikinci yarısından itibaren inşa edilmeye başlanan medreselerin sayısı Zengîler, Eyyûbîler ve Memlükler zamanında süratle çoğalmıştır. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Aden valisi Osman b. Ali ez-Zencîlî, Mekke’de 579’da (1183) Hanefî mezhebine göre eğitim yapan Zencîliyye, İkbâl b. Abdullah eş-Şerâbî de 641’de (1243-44) çok sayıda kitap vakfederek Şerâbiyye medreselerini kurmuşlardır. Yemen Sultanı Ali b. Dâvûd’un 739’da (1338-39) yaptırdığı, Şâfiî mezhebine göre eğitim veren Mücâhidiyye, Bengal Sultanı Ebü’l-Muzaffer Gıyâseddin A‘zamşah’ın inşa ettirdiği Gıyâsiyye, Kadı Abdülbâsıt’ın 836’da (1432-33) tamamlattığı, dört mezhebe göre eğitim yapan Mescid-i Harâm’ın kuzeyindeki Bâsıtıyye, Memlükler döneminde açılan meşhur medreseler arasında sayılabilir. Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından yaptırılan, sultanın 884 (1480) yılındaki haccından sonra törenle açtığı, dört mezhebe göre eğitim veren, ribâtı, kütüphanesi ve küttâbı bulunan Kayıtbay Külliyesi şehrin en önemli öğretim merkezi olma özelliğini uzun süre korumuştur.

Şehirde yer alan kütüphanelerin en eskisi, daha çok Kur’an ve Mekke üzerine yazılan kitaplardan oluşan Mescid-i Harâm Kütüphanesi’dir. Bunun dışında medrese ve ribâtların içinde kurulan bazı özel kütüphaneler de mevcuttu. Ali b. Yûsuf b. Eyyûb 594 (1198) yılında yaptırdığı Rebi‘ Ribâtı’nda bir de kütüphane tesis etmişti. İbn Cübeyr, Harem-i şerif’in Mâlikî imamının evinde bu mezhebe ait kitapların bulunduğunu kaydeder (er-Riĥle, s. 72).

Emevîler döneminde İslâm dünyasındaki kültürel değişimin bir sonucu olarak Medine ve Mekke’de de şiir ve mûsiki alanında gelişmeler olmuş, bedevî hayatın kaba ve sert duygularının yerini ince ve sade ifadeler almaya başlamıştır. Arap mûsiki tarihinde önemli yeri olan Mekke halkının gelenekleri fetihlerden sonra karşılaşılan kültürlerle yeni bir sentez ortaya çıkarmıştır. Emevîler devrinde yaşayan İbn Miscah, İbn Süreyc, İbn Muhriz ve Garîz Arap mûsikisinin dört temel taşı olarak nitelendirilir (DİA, XX, 366).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “mkk”, “bkk”, “tlķ”, “elf” md.leri; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, V, 83-85, 374-378; Müsned, I, 253, 259, 277, 356; II, 103, 538; III, 165, 410; IV, 32, 305, 363; Buhârî, “Ĥac”, 39-41, “Müsâķāt”, 10, “Enbiyâǿ”, 9, “Menâķıb”, 11-12, “Menâķıbü’l-enśâr”, 28-30, “Meġāzî”, 35, 43, 46-52, 54, “Ǿİlim”, 39, “Śalât”, 4, 30; Müslim, “Ĥac”, 37-38, 69, 398-404; Ebû Dâvûd, “Ħarâc ve’l-imâre ve’l-feyǿ”, 25, “Diyât”, 18, “Cihâd”, 117; Tirmizî, “Tefsîr”, 34, “Siyer”, 33, “Ĥac”, 47; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Kahire 1396, s. 63-65, 68-69, 223; Vâkıdî, el-Meġāzî, II, 780-871; III, 873-909; İbn Hişâm, es-Sîre (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Kahire 1987, I, 131-133, 143-144; II, 5-18; III, 286; IV, 6-7, 29-81; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl (nşr. M. Halîl Herrâs), Beyrut 1986, s. 69-73, 119-120, 185, 236-248; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1410/1990, I, 41, 58, 103; II, 102-110, 112, 116-117; V, 110-112, 141; Halîfe b. Hayyât, et-Târîħ (Zekkâr), s. 3, 52-55, 60, 198, 308, 314; ayrıca bk. İndeks; Ezrakī, Aħbâru Mekke (Melhas), I, 32-34, 43, 57, 58-59, 80-82, 85-86, 89, 103-117, 120-132, 136, 158-160, 196-198, 201-204, 265-267, 274-275, 281-282; II, 121-126, 129, 160-171; ayrıca bk. tür.yer.; Fâkihî, Aħbaru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah b. Dehîş), Mekke 1407/1986-87; I, 367-368; II, 280 vd.; III, 103-114, 207-209, 226, 243-252, 259-262; IV, 50-56; V, 213-214, 234; ayrıca bk. İndeks; Ya‘kūbî, Târîħ, II, 58-62; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 50-79, 682-684, 691-694; a.mlf., Ensâb (Zekkâr), I, 449-461; II, 27, 279-280; III, 211-212; V, 14, 361-362; VI, 13; IX, 289-291, 401, 403-404, 412; X, 79, 184; XI, 53, 108, 122; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), II, 283; III, 24, 42-66, 69, 73; V, 344; VI, 440; VII, 374-375; ayrıca bk. İndeks; a.mlf., CâmiǾu’l-beyân, V, 201-202; XXX, 432; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Abdülhamîd), II, 58-59; IV, 137; İstahrî, Mesâlik (de Goeje), s. 3; İbn Havkal, Śûretü’l-arż, s. 18-19; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), III, 8, 312, 315, 489; İbn Abdülber, el-İstîǾâb (Bicâvî), I, 150; II, 621; III, 1082; IV, 1703; Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (trc. Yahyâ el-Haşşâb), Beyrut 1983, s. 113-114, 134-136; Bekrî, MuǾcem, I, 5; İbn Cübeyr, er-Riĥle, Beyrut, ts. (Dârü’ş-şarki’l-Arabî), s. 46-49, 63-64, 72, 106-109; İbn Kudâme, el-Muġnî, IV, 177; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 23, 41; X, 61, 69, 97-98; Kurtubî, el-CâmiǾ, VIII, 3-4, 58; XVI, 261; Nevevî, Şerĥu Müslim, IX, 126; Muhibbüddin et-Taberî, el-Ķırâ li-ķāśıdi Ümmi’l-ķurâ (nşr. Mustafa es-Sekkā), Kahire 1390/1970, tür.yer.; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meâd (trc. Muzaffer Can), İstanbul 1990, III, 1367-1370; İbn Battûta, er-Riĥle (nşr. Ali el-Muntasır el-Kettânî), Beyrut 1405/1985, I, 162, 180-186, 240, 265-269; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 270; IV, 277-321; VIII, 242, 253 vd., 334 vd.; XI, 171 vd., 237, 295, 357, 361, 364, 365; XII, 96, 102, 105, 108, 267, 320, 326; XIII, 107; XIV, 128; a.mlf., Tefsîrü’l-Ķurǿân, İstanbul 1986, II, 338; Zerkeşî, İǾlâmü’s-sâcid bi-aĥkâmi’l-mesâcid (nşr. Eymen Sâlih Şa‘bân), Beyrut 1995, s. 53-56; İbn Haldûn, el-Ǿİber, IV, 103; V, 927; Fâsî, el-Ǿİķdü’ŝ-ŝemîn, tür.yer.; a.mlf., Şifâǿü’l-ġarâm (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Beyrut 1405/1985, I, 23-105, 415-429, 505, 523-561; II, 306, 366-367, 418-420, 523-537; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, I, 257-258; a.mlf., İmtâǾu’l-esmâǾ (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire, ts., s. 357-401; İbnü’z-Ziyâ el-Mekkî, Târîħu Mekkete’l-müşerrefe ve’l-Mescidi’l-Ĥarâm ve’l-Medîneti’ş-şerîfe ve’l-ķabri’ş-şerîf (nşr. Alâ İbrâhim el-Ezherî - Eymen Nasr el-Ezherî), Beyrut 1418/1997, tür.yer.; Necmeddin İbn Fehd, İtĥâfü’l-verâ bi-aħbâri Ümmi’l-ķurâ (nşr. Fehîm M. Şeltût), Kahire 1404/1983, II, 497, 535, 538-539; İbn Fehd, Ġāyetü’l-merâm, tür.yer.; Şâmî, Sübülü’l-hüdâ, V, 304-458; Ebü’l-Hasan es-Sıddîkī el-Bekrî, ed-Dürretü’l-mükellele fî fetĥi Mekkete’l-müşerrefeti’l-mübeccele (nşr. Muhammed Hicâzî), Kahire 1407/1987; İbn Zahîre, el-CâmiǾu’l-laŧîf fî fażli Mekke ve ehlihâ ve bi-nâǿi’l-Beyti’ş-şerîf (nşr. Ali Ömer), Port Said 1423/2003, s. 144-152, 245-284; Sincârî, Menâǿiĥu’l-kerem fî aħbâri Mekke ve’l-Beyt ve vülâti’l-Ĥarem (nşr. Cemîl Abdullah M. el-Mısrî - Mâcide Faysal Zekeriyyâ), Mekke 1419/1998, I-V, tür.yer.; Dahlân, Ħulâśatü’l-kelâm fî beyâni ümerâǿi’l-Beledi’l-ĥarâm, Kahire 1305; Mir’âtü’l-Haremeyn, I, tür.yer.; Elmalılı, Hak Dini, I, 494; III, 1980; VI, 4384; VII, 4559, 4894, 5076; VIII, 5824, 5927, 5933-5935; IX, 6150, 6236-6237; Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd, VIII, 181; G. de Gaury, Rulers of Mecca, London 1951, tür.yer.; Tâhir el-Kürdî, et-Târîħu’l-ķavîm li-Mekke ve Beytillâhi’l-kerîm, Mekke 1965, I, 29; II, 194-196; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, IV, 5-127; ayrıca bk. İndeks; Emel Esin, Mecca the Blessed Madinah the Radiant, London 1974,


tür.yer.; Şiblî Nu‘mânî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet (trc. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul 1977, I, 113-115; Ahmed Ömer ez-Zeylaî, Mekke ve Ǿalâķātühe’l-ħâriciyye: 301-487 h., Riyad 1401/1981, s. 25 vd.; Ahmed İbrâhim eş-Şerîf, Mekke ve’l-Medîne fi’l-Câhiliyye ve Ǿahdi’r-Resûl, Kahire 1985, tür.yer.; Subhî Abdülmün‘im Muhammed, el-ǾAlâķāt beyne Mıśr ve’l-Ĥicâz zemene’l-Fâŧımiyyîn ve’l-Eyyûbiyyîn, Kahire, ts. (el-Arabî), bk. İndeks; M. J. Kister, “Mecca and the Tribes of Arabia: Some Notes on Their Relations”, Studies in Islamic History and Civilization (ed. M. Sharon), Jerusalem 1986, s. 33 vd.; a.mlf., “Some Reports Concerning Mecca from Jāhiliyya to Islam”, JESHO, XV/1-2 (1972), s. 61-93; a.mlf., “On Strangers and Allies in Mecca”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, XIII, Jerusalem 1990, s. 113-154; W. Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke’de (trc. Rami Ayas - Azmi Yüksel), Ankara 1986, tür.yer.; a.mlf., Mohammad’s Mecca: History in the Quran, Edinburgh 1988; a.mlf., Muhammed at Medina, Oxford 1988, s. 348-353; a.mlf., “Makka”, EI² (İng.), VI, 144-147; İbrâhim Beydûn, el-Ĥicâz ve’d-devletü’l-İslâmiyye, Beyrut 1987, tür.yer.; P. Crone, Meccan Trade and the Rise of Islam, Oxford 1987, tür.yer.; a.mlf., “Serjeant and Meccan Trade”, Arabica, XXXIX/2, Leiden 1992, s. 216-240; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), I, 19-30; II, 888, 889; a.mlf., Hz. Peygamberin Savaşları ve Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1991, s. 135-153, 248; a.mlf., “el-Îlâf veya İslâm’dan Önce Mekke’nin İktisâdi-Diplomatik Münasebetleri” (trc. İsmail Cerrahoğlu), AÜİFD, IX (1961), s. 213-222; Şevkī Dayf, eş-ŞiǾr ve’l-ġınâ fi’l-Medîne ve Mekke li-Ǿaśri Benî Ümeyye, Kahire 1990, s. 145-316; Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler, İstanbul 1989, s. 25; a.mlf., Allah’ın Kılıcı Hâlid Bin Velîd, İstanbul 1992, s. 168-184; Ârif Abdülganî, Târîħu ümerâǿi Mekkete’l-mükerreme, Dımaşk 1413/1992, tür.yer.; Ahmed Sibâî, Târîħu Mekke, Mekke 1994, tür.yer.; Suraiya Faroqhi, Hacılar ve Sultanlar, Osmanlı Döneminde Hac: 1517-1638 (trc. Gül Çağalı Güven), İstanbul 1995, s. 30, 31, 32; Tarafe Abdülazîz el-Ubeykân, el-Ĥayâtü’l-Ǿilmiyye ve’l-ictimâǾiyye fî Mekke fi’l-ķarneyni’s-sâbiǾ ve’ŝ-ŝâmin li’l-hicre, Riyad 1416/1996; C. S. Hurgronje, Śafaĥât min târîħi Mekkete’l-mükerreme (trc. Ali Avde eş-Şüyûh, nşr. M. Mahmûd es-Seryânî - M. Nevvâb Mirzâ), Mekke 1419/1999, I-II; D. A. King, Worldmaps for Finding the Direction and Distance to Mecca: Innovation and Tradition in Islamic Science, London-Leiden 1999; a.mlf., “Makka”, EI² (İng.), VI, 180-187; Fazlurrahman, “Prefoundations of the Muslim Community in Mecca”, The Arabs and Arabia on the Eve of Islam (ed. F. E. Peters), Aldershot 1999, s. 185-204; G. R. Hawting, “The Sacred Offices of Mecca from Jahiliyya to Islam”, a.e., s. 244-266; a.mlf., “Al-Hudaybiya and the Conquest of Mecca”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, VIII/2, Jerusalem 1986, s. 1-23; Sâlih Yûsuf Ma‘tûk, Ǿİlmü’l-ĥadîŝ fî Mekkete’l-mükerreme ħilâle’l-Ǿaśri’l-Memlûkî: 648-923, Beyrut 1421/2000; Râzî Nevâsıra, Eŝeru fetĥi Mekke fî edebi śadri’l-İslâm, İrbid 2002; Casim Avcı, İslâm-Bizans İlişkileri, İstanbul 2003, s. 32-35; Mustafa Sabri Küçükaşcı, Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul 2003, s. 16-18, 147-164, 209-212, 305; ayrıca bk. İndeks; E. R. Wolf, “The Social Organization of Mecca and the Origins of Islam”, South Western Journal of Anthropology, VII, New Mexico 1951, s. 329-356; F. M. Donner, “Muhammad’s Politicial Consolidation in Arabia up to the Conquest of Mecca”, MW, LXIX/4 (1979), s. 229-247; Mahmood Ibrahim, “Social and Economic Conditions in pre-Islamic Mecca”, IJMES, XIV (1982), s. 343-358; A. Arazi, “Matériaux pour l’étude du conflit de préséance entre la Mekke et Médine”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, V (1984), s. 177-235; R. T. Mortel, “Prices in Mecca During the Mamlūk Period”, JESHO, XXXII/2 (1989), s. 279 vd.; U. Rubin, “Meccan Trade and Qur’anic Exegesis (Quran 2: 198)”, BSOAS, LIII/3 (1990), s. 421-428; R. Firestone, “Abraham’s Association with the Meccan Sanctuary and the Pilgrimage in the pre-Islamic and Early Islamic Periods”, Le Muséon, CIV/3-4, Louvain 1991, s. 359-387; S. Bashear, “The Images of Mecca: A Casestudy in Early Muslim Iconography”, a.e., CV/3-4 (1992), s. 361-377; W. Dostal, “Mecca before the Time of the Prophet-Attempt of an Anthropological Interpretation”, Isl., LXVIII/2 (1991), s. 193-231; H. Lammens, “Mekke”, İA, VII, 630-636; A. J. Wensinck, “Mekke”, a.e., VII, 636-643; a.mlf. - [C. E. Bosworth], “Makka”, EI² (İng.), VI, 147-152; D. S. Margoliouth, “Mecca”, ERE, VIII, 511-514; İsmail Durmuş, “İbn Hazm”, DİA, XX, 59; Fuat Günel, “İbn Süreyc, Ubeydullah”, a.e., XX, 366.

Nebi Bozkurt - Mustafa Sabri Küçükaşcı





Osmanlı Dönemi.

Türk valilerin görevlendirildiği Abbâsîler devrinden itibaren zaman zaman bağımsız olarak idare edilen, bir süre Selçuklular ve Eyyûbîler adına hutbe okunan Mekke, Osmanlılar’ın ilgisini Yavuz Sultan Selim döneminden daha önce çekmişti. Memlükler devrinde Osmanlı padişahlarının Mekke’ye olan ilgilerinin gönderilen yardımlarla sürdüğü Mekkeli şair İbnü’l-Uleyf’in mısralarından anlaşılmaktadır (Sincârî, III, 229-230). Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden (Zilhicce 922 / Ocak 1517) sonra Mekke Osmanlılar’a intikal etti. Yavuz Sultan Selim Kahire’de iken Mekke ve çevresinin zaptı için asker sevketmeyi düşünmüş, ancak Mekke Emîri Şerîf Berekât’ın, oğlu Ebû Nümey başkanlığında bir heyeti Kahire’ye göndererek itaatini bildirmesi üzerine bundan vazgeçmişti. 16 ve 22 Cemâziyelâhir 923’te (6 ve 12 Temmuz 1517) iki defa huzura kabul edilen Mekke heyeti saygıyla karşılandı. Yavuz Sultan Selim, Şerîf Berekât’ın Mekke emirliğini onayladı (a.g.e., III, 226-227). Heyet Mekke’ye dönünce Şerîf Berekât, “hâdimü’l-Haremeyn” sıfatıyla andığı Yavuz Sultan Selim’in gönderdiği hil‘ati giyerek onun adına hutbe okuttu, böylece Mekke’de Osmanlı hâkimiyeti fiilen başlamış oldu (Nehrevâlî, el-Berķu’l-Yemânî fî fetĥi’l-ǾOŝmânî, s. 24-27).

Osmanlılar, Mekke’nin Memlükler zamanındaki statüsünü değiştirmediler. Mekke emîrlerine sık sık hil‘at gönderip ihsanlarda bulunarak mukaddes topraklardaki asayişi sağlamaya ve bölgedeki hâkimiyeti onlar vasıtasıyla yerleştirmeye çalıştılar. Ayrıca önce Aden’i, ardından Yemen’i ele geçirmek suretiyle Kızıldeniz’i kontrol altına alıp Mekke’yi dış tehditlerden emin hale getirdiler. Hac mevsimleri başta olmak üzere Mekke’ye ulaşımın güvenlik içinde gerçekleşebilmesi için bedevî saldırılarını önlemeye yönelik çeşitli tedbirler aldılar. Haremeyn’de yaşayan halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını öncelikli politika olarak belirlediler. Osmanlı toprakları dışındaki müslümanların Mekke’ye güven içerisinde ulaşabilmelerini sağlamak için de çaba gösterdiler. Bu amaçla Hint Okyanusu’na donanma gönderebilmek için Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan bir kanal açmayı düşündüler (7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 351-352). Osmanlı-Safevî mücadelesinde, şahların Mekke’de çıkan bazı olayları açık veya gizli şekilde desteklemeleri sebebiyle özellikle savaş durumlarında İranlı hacıların Osmanlı topraklarına girmeleri yasaklanırdı. 962’de (1555) imzalanan Amasya Antlaşması ile İranlı hacıların Mekke’yi ziyaretine izin verildi. Ancak İran ile olan ihtilâf XVIII. yüzyılda farklı bir boyut kazandı. 1148’de (1736) İran’da iktidara gelen Nâdir Şah, beşinci mezhep olarak Ca‘ferîliğin tanınması ve Mekke’de bir makam tahsis edilmesini istediyse de Osmanlılar bunu reddetti.

Mekke, Osmanlı hâkimiyeti sırasında 923’te (1517) Kâbe’nin anahtarlarıyla mallarının çalınması ve Yemen’de bulunarak geri getirilmesi, hac mevsimlerinde meydana gelen olaylar, şerifler arasında nüfuz mücadelesi, 958’de (1551) Ebû Nümey’in emîr-i hac Mahmud Paşa ile olan anlaşmazlığına benzer şekilde şeriflerle Osmanlı idarecileri arasında yetki problemlerine dayanan hadiseler, Mısır’da isyan eden Bulutkapan Ali Bey’in bir süre Mekke’yi ele geçirmesi (Safer 1184 / Haziran 1770) ve bedevî baskınları gibi bazı ufak çaplı olaylar dışında -Muhammed b. Suûd ve taraftarlarının ortaya çıkışına kadar- genellikle sakin bir dönem geçirdi. Vehhâbîler’i başlangıçta tehdit unsuru olarak düşünmeyen Mekke şerifleri, zamanla bu hareketin aleyhlerine geliştiğini ve Hicaz’daki otoritelerini sarstığını gördüler.


Mekke Emîri Şerîf Mes‘ûd b. Saîd, dört mezhebe aykırı ve yıkıcı fikirlerinden vazgeçmediği takdirde Muhammed b. Abdülvehhâb’ın katlinin vâcip olduğuna dair Mekke ulemâsından aldığı fetvayı İstanbul’a bildirdi (İzzî, vr. 208a). İbn Abdülvehhâb ve taraftarlarının ikna edilerek halka zarar vermelerinin önlenmesini isteyen ve olayı önemsemeyen Osmanlı idaresi, Mekke şeyhülharemi Osman Paşa’dan şeriflere yardım edip bu işi çözmesini istedi. Vehhâbîler, Mekke’de düzenlenen hac törenlerini propaganda amacı için kullanmayı düşündüklerinden ulemânın fetvasına istinaden 1184’e (1770) kadar buraya sokulmadılar. Muhammed b. Suûd’dan (ö. 1179/1765) sonra Vehhâbîler’in başına geçen oğlu Abdülazîz b. Muhammed Hicaz’ı ve özellikle Mekke’yi tehdit etmeye başladı. Hac yollarının güvenliğini sarsan bu hareket, Mekke’ye gelen hacı sayısının azalmasına ve Mekke emîrlerinin önemli bir gelirden mahrum olmalarına yol açtı. Mekke Emîri Şerîf Sürûr b. Müsâid, Vehhâbîler’in tıpkı Şiîler gibi hac vergisi ödemeleri halinde Mekke’ye girebileceklerini bildirdi (1187/1773). 1189’dan (1775) itibaren de herhangi bir şart koşmadan Mekke’ye girip çıkmalarına izin vermek zorunda kaldı. 1213’te (1798) Mekke Emîri Şerîf Gālib b. Müsâid’in yaptığı antlaşma ile Mekke Emirliği Vehhâbîler’i resmen tanıdı (Cevdet, VII, 197). 1803 Şubatında ele geçirdiği Tâif’in ardından Mekke’ye yönelen Abdülazîz’in oğlu veliahd Suûd ve taraftarları, Cidde’ye kaçan Şerîf Gālib’in kardeşi Abdülmuîn’in ve şehrin eşrafından bazı kimselerin gayretleriyle Mekke’yi işgal etti (30 Nisan 1803). Mescid-i Harâm’da mezhebine ait risâleyi okuduktan sonra şeriflerden Abdülmuîn b. Müsâid’i Mekke emirliğinde bıraktı (Çelebizâde Âsım, s. 306-307). Ardından Kâbe ve makām-ı İbrâhim dışında Mekke’deki önemli ziyaretgâhlar tahrip edildi ve mezarların kubbeleri yıktırıldı (BA, HH, nr. 3812). Mekke’nin işgali Osmanlı Devleti’n-ce meşruiyetlerini sarsan bir olay olarak görüldü. Suûd’un on gün kadar kaldığı Mekke’de 200 kişilik bir kuvvet bırakarak ayrılmasını fırsat bilen Şerîf Gālib, Cidde Valisi Şerif Paşa’nın yardımıyla Mekke’yi kuşattı (12 Temmuz 1803) ve yirmi beş gün süren kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi (Cevdet, VII, 212-214). Bunun üzerine Suûd, Şerîf Gālib’in Medine’yi kendisine bırakması ve Cidde gümrüğünde taraftarlarından vergi alınmaması şartıyla Mekke’yi ona terketti. Ancak 1803 Kasımında ölen babasının yerine emirlik makamına geçen Suûd’un şehre yönelik tehdidi devam etti. 1805 yılının sonlarında Mekke’yi yeniden kuşattı. Üç ay kadar süren kuşatmanın ardından Osmanlı yardımından ümidini kesen Mekke Emîri Şerîf Gālib emirlikte kalmak şartıyla şehri Vehhâbîler’e teslim etti (Ocak 1806). Mekke’de fiilen hâkimiyeti sona eren Osmanlı Devleti, Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle ilgili meselelerle uğraştığı için şehri kurtarmaya yönelik ciddi tedbirler alamadı. Hicaz’daki Vehhâbî tecavüzlerini ortadan kaldırmakla görevlendirilen Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’yı Mekke’ye gönderdi. Medine ve çevresindeki kabileleri itaat altına alan Tosun Paşa, Mekke’ye yönelerek gizlice anlaştığı Mekke Emîri Şerîf Gālib’in yardımıyla şehre girdi (23 Ocak 1813). Mekke’nin kurtuluşu İstanbul ve Mısır’da törenlerle kutlandı ve Kâbe’nin anahtarının hazineye teslim edilmesinin ardından (30 Ağustos 1813) yedi gün top şenliği yapıldı (Câbî Ömer Efendi, II, 951, 977). Tosun Paşa, Medine ve Mekke’den uzaklaşmasına karşılık babasının yerine emîr olan Abdullah b. Suûd ile antlaşma yaptı. Ancak Mehmed Ali Paşa, antlaşmayı onaylamayarak oğlu İbrâhim Paşa kumandasında ikinci bir orduyu Hicaz’a gönderdi. Mehmed Ali Paşa işgalde sorumlu gördüğü, ayrıca Vehhâbîler’e karşı hatalı siyaset izlediğini düşündüğü Mekke Emîri Şerîf Gālib’in azledilerek yerine Şerîf Yahyâ b. Sürûr’un tayin edilmesini sağladı (Şubat 1814; bk. Şânîzâde, II, 214). İbrâhim Paşa’nın Hicaz’daki faaliyetlerine başladığı sıralarda (Eylül 1816) Vehhâbîler’in Mekke’de yaptıkları tahribatın tamiri için İstanbul’dan gönderilen usta ve işçiler çalışmalarına başlamışlardı (Burckhardt, s. 170). Vehhâbîler’in Hicaz hâkimiyetine son veren İbrâhim Paşa (1818), II. Mahmud tarafından Cidde sancağı ile birlikte Habeş eyaleti valiliğine ve Mekke şeyhülharemliğine getirildi (BA, Cevdet-Dahiliye, nr. 61, 10782).

Osmanlı Devleti’nin zayıflaması, Mekke emîri olan şeriflerin bağımsız hareket etme istekleri, Arap milliyetçiliği hareketinin hız kazanması ve Avrupa devletlerinin Ortadoğu’ya yönelik artan ilgileri bölgedeki denetimi gittikçe güçleştiriyordu. Osmanlı idaresi, Tanzimat’tan itibaren merkezî hükümetin etkinliğini arttıran tedbirleri süratle uygulamaya koydu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Medine’ye ulaştırılan Hicaz demiryolunun Mekke’ye kadar uzatılmasının tasarlanması, telgraf ve telefon hatlarının döşenmesi, Süveyş Kanalı’nın açılmasından (1869) sonra merkezden düzenli asker sevkine başlanması, Mekke-Medine arasında ulaşım güvenliğinin sağlanması için 1500 kişilik bir seyyar kuvvet oluşturulması, zaptiye ve jandarma alaylarının kurulması gibi pratik sonuçları da görülen merkezîleşme eğiliminden amaç Mekke’de Osmanlı nüfuzunun devamını sağlamaktı. Bütün bu faaliyetler, başlangıçta ayrılıkçı ve milliyetçi hareketler yerine merkezî idareye entegrasyonu hızlandırdıysa da sonraki dönemde bazı ayrıcalıklarını ve özerkliklerini yitiren Mekke eşrafını rahatsız etti; şeriflerin siyasî etkinliklerini fırsat buldukça Osmanlı Devleti aleyhinde kullanmalarından dolayı Mekke’deki Osmanlı


nüfuzunun gittikçe azalmasına sebep oldu. Öte yandan Mekke halkının zorunlu askerlikten ve vergiden muaf tutulması kararlaştırıldı (Kayalı, s. 162). Hicaz demiryolunun Medine’ye ulaştırılmasının ardından Osmanlı idaresi Hicaz’daki olaylara Medine üzerinden müdahalede bulunmayı tercih etti. Mekke’de törenlerle kutlanan II. Meşrutiyet’in ilânından sonra merkeziyetçi politikalara hız verilerek şehir kontrol edilmeye çalışıldıysa da Osmanlı idaresi aleyhine faaliyetler arttı. Mekke’de kurulan yerel komite mahkûmları serbest bıraktı ve şehre girişteki ayakbastı parasını kaldırıp Osmanlı Valisi Râtib Paşa’nın koyduğu deve başına vergiyi en aza indirdi (a.g.e., s. 69). Hicaz’da çok düzensiz olarak gerçekleşen 1908 seçimlerinde Mekke’den Hindistan asıllı Hanefî müftüsü Abdullah Saraç mebus seçildi. Ancak Abdullah Saraç yolda iken istifa ederek geri döndü. 1909’da seçimi yenileyen Şerîf Hüseyin, oğlu Abdullah ile Hasan b. Abdülkādir eş-Şeybî’yi Mekke mebusu olarak İstanbul’a gönderdi (BA, Dahiliye-Muhâberât-ı Umûmiyye İdaresi, nr. 69/3). Yeni hükümetin Mekke’ye yönelik ilk icraatı Râtib Paşa’nın yerine Kâzım Paşa’yı vali tayin etmesi oldu. Büyük bir Arap devleti kurmak amacıyla çeşitli faaliyetlerde bulunan ve İngilizler’in desteğiyle hareket eden Şerîf Hüseyin, Osmanlı hükümetinin Mekke’yi kontrole yönelik politikalarından rahatsızlığını açıklamaktan çekinmeyerek isyan için fırsat bekliyordu. Bu arada I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere aralarında gizli antlaşmalar yapan İtilâf devletleri, Mekke’nin Osmanlılar’dan alınıp bağımsız Arap yönetimine verilmesi konusunda da anlaştı. Şerîf Hüseyin ayaklanarak (27 Haziran 1916) Cidde valisi ve diğer Osmanlı idarecilerinin faaliyetlerini engelleyip Mekke’de üstünlük sağladı ve 3 Kasım 1916’da başşehri Mekke olan Hicaz Hâşimî Krallığı’nı kurdu (Ahmed Sibâî, s. 614). Osmanlı idaresi, isyanın ardından Temmuz başında Mekke emirliğine Şerîf Ali Haydar’ı tayin ettiyse de yeni emîr Mekke’ye giremediğinden görevini Medine’den sürdürmeye çalıştı. Ali Haydar Mekke’ye gitmeden emirlik unvanını iki yıl daha taşıyıp tahsisatını aldı. Şehir, Abdülazîz b. Suûd’un (Abdülazîz b. Abdurrahman b. Faysal) burayı ele geçirdiği 16 Ekim 1924 tarihine kadar Hicaz Hâşimî Krallığı’nın idaresinde kaldı. Hâşimîler’den alınan Mekke 1932’de Suudi Arabistan adı verilen devletin önemli şehirlerinden biri haline geldi.

Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra merkezî denetimle mahallî iktidar arasındaki dengelerin değiştiği farklı bir hükümet sistemi geliştirilerek mevcut yapı aynen sürdürülmüştü. Osmanlılar şerifleri görevlerinde bırakıp Mekke içindeki yetkilerini sürdürmelerine izin verdiler, yerleşmiş kuralları mümkün olduğunca az değiştirerek devamını sağladılar. Hatta kutsal beldelere ve Ehl-i beyt’e mensup olan emîr ailesine duyulan saygı dolayısıyla Mekke’deki kale ve burçlara, Osmanlı hâkimiyet alâmeti sayılan bayrağın teşhir edilmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı Sultan Abdülaziz zamanına kadar Osmanlı bayrağı asılmadı (Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 685). Mekke’de Osmanlı otoritesi, merkezî hükümetin tayin ettiği şeyhülharemle her yıl Mısır’dan gönderilen askerî birlik tarafından, mahallî otorite ise Osmanlı sultanının muvafakatı ile göreve gelen Mekke emîri şerifler vasıtasıyla temsil ediliyordu. Osmanlı idaresinin yerleşmesine paralel olarak bu iki görevlinin yanında Mekke’nin idarî yapısında kadı, nâzır-ı emvâl ve şurta vazifelendiriliyordu. Başlangıçtan itibaren Mekke’de Osmanlı nüfuzu, şehri korumanın yanında buradaki asayiş ve emniyeti tesise yönelik olarak tasarlanan askerî alanda görülüyordu. Fetihten sonra her yıl münâvebe ile gönderilen ve altı bölükten teşekkül eden, bazan Mekke emîrleri veya şehir halkı ile ihtilâflar yaşayan birliğin sayısı hac dönemlerinde 2000’e kadar ulaşıyordu. Mekke emîrinin emrinde çevredeki kabilelerle şehre mücâvir olarak yerleşenlerden meydana gelen bir birlik bulunur ve Osmanlı Devleti bazan bu birlikten yarımada içerisinde çeşitli askerî faaliyetlerde faydalanırdı (7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 387-388).

Şehir Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra bütün malî ve idarî işleri Mısır beylerbeyilerine havale edildi. Mekke’nin idaresi Mısır üzerinden yürütülmekle birlikte görevliler merkezden atanırdı; idarecilerin masrafları Mısır hazinesinden ve Mekke emîrlerine de pay verilen Cidde gümrük gelirinden karşılanırdı. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Mısır’dan ayrılan Mekke bazan Mısır valisine bırakılan, Mekke şeyhülharemliği görevinin eklendiği Cidde sancak beyinin idaresi altına giriyordu. XVII. yüzyıldan başlayarak daha çok Habeş eyaletine bağlı olarak yönetildi. XVIII. yüzyılda Cidde eyaleti valisi, Habeş beylerbeyi ve Mekke şeyhülharemi unvanlarıyla anılan, Mekke’nin yanında Cidde, Tâif ve Medine’de oturabilen vali tarafından idare edildi. Mısır eyaletinin veraset yoluyla Mehmed Ali Paşa’ya bırakılmasından sonra (1840) Mekke yeniden düzenlenen Hicaz eyaletine bağlandı. Merkezî hükümetin Mekke emîrleriyle valilerin görev ve yetkilerini açık bir şekilde belirlememiş olması sık sık yetki anlaşmazlığına yol açıyordu. Vehhâbîler’in Hicaz’dan çıkarılmasının ardından Mısır beylerbeyinin nâibi olarak Mekke muhafızlığı tesis edildi (Hurgronje, I, 281). 1864 tarihli Vilâyet Kanunu’na göre yeniden teşkilâtlandırılan Hicaz eyaletinde Mekke vilâyet merkezi yapılarak şehirde belediye teşkilâtı kuruldu. 1869’da üyelerinin bir kısmı seçimle gelen, bir kısmı şehirdeki görevlilerden oluşan belediye meclisi teşkil edildi (a.g.e., I, 291-292). Daha önce Mekke’de muhtesibin işlerini kadılar, şeyhülharemler ve bina eminleri üstleniyordu. Tanzimat sonrası yapılan düzenlemede Mekke’nin sağlık ve temizlik işlerini denetleyen özel birimler ortaya çıktı. 27 Mayıs 1840 tarihli karantina


nizamnâmesiyle Mekke’de sıhhiye müfettişliği oluşturuldu.

Mekke’de mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın yanında din, hukuk ve eğitim konularında da çeşitli düzenlemeler yapıldı. Şehir Osmanlı idaresine girince buraya yeni bir kadı tayin edildi. Mekke halkının önemli bir kısmı Hanefî mezhebi dışındaki mezheplere mensup olduğu için diğer mezheplerden de kadılar görevlendirildi ve Hanefî kadısı Memlükler dönemindeki gibi şer‘î mahkemenin başkanlığını yürütmeye devam etti. 1910’da Adliye Nezâreti’nin şehirlerdeki mahkemeleri yeniden düzenleme isteğine Hicaz mebusları, halkının tamamı müslüman olan mukaddes şehirler için uygun düşmeyeceği gerekçesiyle karşı çıktılar. Bunun üzerine Mekke ve Medine mahkemeleri Adliye Nezâreti’nin yetki ve sorumluluğundan çıkarılarak şeyhülislâmlık makamına bağlandı (Kayalı, s. 173). Mekke’de dinî işler Mekke emîriyle iş birliği halinde bulunan şeyhülharemler, genellikle Bâbıâli tarafından Mekke âlimleri arasından seçilen dört mezhep müftüsü ve geç dönemde ortaya çıkan Harem-i şerif müdürleri vasıtasıyla yürütülüyordu.

Osmanlı devrinde Mekke’nin fizikî yapısını daha önceki dönemlerde olduğu gibi şehrin ortasında yer alan Mescid-i Harâm belirliyordu ve buranın bakım ve onarımı özel bir önem kazanıyordu. Hac törenlerine uygun özel bir çevre meydana getirme girişimi yalnız Mescid-i Harâm’la sınırlı kalmıyor ve şehrin tamamını kapsıyordu. Su şebekesi ve kamu sağlığı ile şehir içi ulaşımının sağlanması için sürekli yatırım yapılıyordu. Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Harem-i şerif merkezli olarak gerçekleştirilen sosyal ve kültürel bina kompleksleriyle yeni bir çehre kazandı. Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh’tan Osmanlı hâkimiyetine kadar bazı tamir ve düzenlemeler yapılmışsa da Mekke mimari açıdan kesin şeklini, Mescid-i Harâm’a bağlı olarak yapılan düzenlemelerle II. Selim ve III. Murad dönemlerine rastlayan 1572-1581 yılları arasında aldı. Mekke’de Harem-i şerif’in çevresi dışında şehri kuşatan dağ eteklerinde yoğun bir iskân vardı. Şehrin Osmanlı öncesi dönemde yapılan surlarında zaruret olmadıkça açılmayan kuzeyde Ma‘lât, güneyde Mesfele ve güneybatıda Şübeyke kapıları bulunuyordu. Osmanlı döneminde Mekke’yi korumak için sura ilâve olarak 2001’de yıktırılan Ecyâd (1781-1783), çevresinde bedevîlerin yoğun biçimde yerleştiği Fülfül (1800-1801) ve Hind (1806) kaleleri inşa edildi. Mekke her bakımdan canlı, nüfus ve fizikî açıdan Osmanlı medeniyetinin unsurlarını yansıtmaya başlayan bir merkez haline getirilmeye çalışıldı. Şehirde padişahlar, hânedan mensupları ve diğer ileri gelenlerle zengin vakıflar sayesinde idarî binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zâviyeler, ribâtlar, misafirhaneler, imaretler, karantinalar, sıhhiye idareleri ve sebiller yapıldı. Evliya Çelebi’ye göre 1083’te (1672) Mekke’de iki umumi hamam bulunuyordu. Bunlardan biri Sokullu Mehmed Paşa’nın planını Mimar Sinan’a çizdirdiği hamam, diğeri ise Sinan Paşa tarafından yaptırılan hamamdı (Seyahatnâme, IX, 778). Mekke’de IV. Mehmed’in zevcesi Gülnûş Sultan tarafından inşa ettirilen dârüşşifânın yanında XIX. yüzyılda iki hastahane mevcuttu. Bu devirde başta Hz. Peygamber’in doğduğu ev olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden kalan bazı mekânlar korundu. 1860’ta yapımına başlanan Mecidiye Hükümet Konağı II. Abdülhamid zamanında bitirildi. Daha sonra Safâ tepesi civarında polis noktası, kışla, gasilhane, revir, karakol, misafirhane ve postahane gibi binalarla Mekke’nin sosyal ve kültürel yapılaşması tamamlandı.

Osmanlı devrinde sel yataklarının yolları değiştirilerek Kâbe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararların en aza indirilmesine çaba gösterildi. Gerek yerli halkın gerekse hac mevsimlerinde gelenlerin su sıkıntısı çekmemesi için çeşitli tedbirler alındı. Kutsal kabul edilen ve hacılar tarafından götürülen zemzemle ilgili çalışmalar yapıldı. Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Aynizübeyde’ye 1524-1530 yılları arasında eklenen Aynihanîn kanallarıyla Mekke ve Arafat bol suya kavuşturuldu. Mekke’nin su işleriyle ilgili son çalışma, Aynizübeyde ve ona ilâve edilen Ayniza‘ferân kanallarının tamiratı da dahil olmak üzere 5 Haziran 1883’te 82.168 altın harcanarak gerçekleştirildi.

Mekke’nin Osmanlı dönemindeki nüfus durumu hakkında XIX. yüzyıla kadar doğrudan resmî bir tesbite dayalı bilgi bulunmamaktadır. XVI. yüzyılın sonlarında verilen tahsisatlardan şehrin nüfusu 15.000 olarak tahmin edilmektedir (Faroqhi, s. 93). Hac mevsimlerinde nüfusu ikiye, üçe katlanan Mekke’nin 1816’da 100.000’den fazla bir nüfus için uygun olduğu, ancak şehrin harap ve evlerin büyük bir kısmının boş kaldığı kaydedilir (Travels of Ali Bey, II, 103). XIX. yüzyılın başında 40.000 olan Mekke’nin nüfusu, Vehhâbî işgalinden sonra artan göçler, İstanbul ve Mısır’dan gelen görevlilerle 1890’da 100.000’e ulaştı (Courtellemont, s. 148). 1309 (1891-92) tarihli Hicaz Vilâyeti Salnâmesi’nde ise (s. 184) 110.000 rakamı verilir. 1909’da Mekke’yi ziyaret eden Betenûnî tarafından verilen 50.000 Arap, 25.000 bedevî, ayrıca Buharalı, Hintli, Mağribli, Cavalı, Afgan ve çeşitli ırklara mensup olmak üzere 150.000 rakamı abartılıdır (er-Riĥletü’l-Ĥicâziyye, s. 118). I. Dünya Savaşı esnasında 125.000 olarak tahmin edilen Mekke nüfusu, Şerîf Hüseyin’in isyanı ve Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle 1923’te 60.000’e kadar inmişti (EI² [İng.], VI, 159). 1865’ten itibaren görülmeye başlanan kolera salgınları, alınan bütün tedbirlere rağmen Mekke’nin ciddi ölçüde nüfus kaybına sebep olmuştur. Mekke, Osmanlı hâkimiyetindeki toprakların çeşitli bölgelerinde yaşayan insanların gitmek istedikleri bir mekân özelliği de taşır. Müslümanların burayı tercihlerinde, mukaddes yer olmasının yanında Osmanlı Devleti’nin kutsal mekânlara yönelik siyasetiyle buraya gösterdiği ihtimam rol oynamıştır. Farklı kültürlere mensup olan ve bazan şehrin yerli halkıyla ihtilâflar yaşayan bu insanlar Mekke’ye gelirken beraberlerinde mahallî âdetlerini de taşıyarak kültürel sentez oluşumuna katkıda bulundular. Mücâvirlerle şehrin yerlilerinin kültürünün


RESİM : XVIII. yüzyılın sonlarında hac zamanında Mekke ve Kâbe'yi tasvir eden gravür.


birleşiminden mûsiki, mimari, giyim kuşam ve mutfak alanında yeni bir Mekke geleneği doğdu. Mekke’de Osmanlı öncesinde olduğu gibi bu devirde de gayri müslimlerin ikametine izin verilmedi. Bununla birlikte bazı şarkiyatçıların farklı kimlikle şehre girdikleri bilinmektedir.

Ticarî yönden fazla gelir kaynağına sahip olmayan Mekke tarıma elverişli arazi bakımından da bölgenin en fakir yeriydi; tek geliri, şehre uğrayan ticaret kervanlarıyla hac mevsimlerinde yoğunlaşan ticarî faaliyetlere dayanıyordu. Hac mevsimleri dışında ticarî canlılık görülmeyen Mekke’de bu dönemde fiyatlar artar, bazan temel ihtiyaç maddelerinin eksikliği hissedilirdi. Hac mevsimlerinde Mekke’de ticaret, Arafat dönüşü birkaç gün kalınan Mina ile şehrin içerisinde bulunan iki kapalı çarşı ve çevresindeki dükkânlarda gerçekleşiyordu. En canlı pazar, Safâ ile Merve tepeleri arasında yer alan ve Burckhardt tarafından İstanbul çarşılarına benzetilen (Travels in Arabia, s. 117) Mes‘â caddesinde kurulurdu. Mekkeliler büyük ölçüde, vakıflar başta olmak üzere merkezî idare ile Mısır üzerinden gönderilen kaynaklardan bir tür bağışa dayanan gelirle geçimlerini sağlıyordu. Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra şehrin giderlerinin önemli bir bölümü Mısır hazinesi ve Cidde gümrük gelirlerinden karşılanmaya başlanmıştı. Mekke’ye bazan Yemen’den erzak gönderilmiş olsa da Ortaçağ’larda ve Osmanlı devrinde burada tüketilen tahılın tek kaynağı Mısır’dı. Süveyş Kanalı’nı açma teşebbüsleri de donanmanın Hint Okyanusu’na inebilmesi yanında Suriye ve Anadolu’dan mal sevkinin kolaylaştırılması ve Mısır’a bağımlılığın önlenmesine yönelikti. Bazan hac mevsimlerinde Mekke’nin yiyecek ihtiyacı Cidde Limanı’ndan karşılanamaz hale gelince Sevâkin ve Masavva‘ limanları devreye girerdi. Mekke Anadolu’nun ekonomik hayatı bakımından da önemlidir. Hac kervanlarının gidiş ve dönüşü karşılıklı mal değişimine imkân verdiğinden Mekke imalât merkezi olmadığı halde bilhassa Hindistan’dan gelen mallar başta olmak üzere kumaş, baharat, esans, kahve gibi emtianın Anadolu’ya ulaşmasında ara merkez rolünü oynuyordu. XX. yüzyılın başlarında özellikle hediyelik eşya üretiminde gelişme sağlandı ve Mekke’de üretilerek satılan mallar yaygınlaştı. İstanbul ile Mekke arasında en önemli bağlantı noktalarından biri de Kâbe örtüleriydi. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında sadece iç örtüler İstanbul’da hazırlanmaya başlanmış, III. Ahmed devrinden itibaren bütün örtüler İstanbul’da dokunarak Mekke’ye gönderilmiştir. Mekkeliler’in önemli gelir kaynakları arasında hac dönemlerinde üstlendikleri rehberlik hizmetleri de bulunuyordu. “Delil” adı verilen rehberler Mekke’ye dışarıdan gelenlere kılavuzluk yaparak ihtiyaçlarıyla ilgilenirlerdi.

İstanbul ve Mısır’dan şehirdeki yerli halka her yıl düzenli olarak gönderilen surre, cevâlî, cerâye, Cidde gümrük gelirlerinin bir kısmı ve doğrudan merkezî idare ile vakıflardan yollanan tahsisatlar gibi çeşitli şekillerde para ve mal aktarılırdı. Mekke’nin sürekli sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için Mısır’da Eyyûbî ve Memlük dönemlerinden kalan vakıflar aynen muhafaza edildi. Anadolu, Suriye, Kıbrıs ve Balkanlar’da bunlara yenileri eklendi. Kanûnî Sultan Süleyman’dan itibaren Haremeyn evkafı avârız-ı dîvâniyye, tekâlîf-i örfiyye ve öşür gibi vergilerden muaf tutuldu (Akgündüz, VII, 54). Mısır’ın fethedildiği yıl Mekke’de divana kaydolan 12.000 kişiye 5000 irdeb buğdayın dağıtılmasıyla başlayan ve her yıl düzenli biçimde gönderilen zahirenin miktarı zamanla 17.000 irdebe ulaştı. Ayrıca Yavuz Sultan Selim, Mekke’de mücâvir olanları defterlere kaydettirerek her birine Mısır hazinesinden 100’er dinar tahsis etti (Sincârî, III, 230). Yıllık tahsisatlarını bir defada peşin alan Mekkeliler’in yılın bir kısmında sıkıntıya düşmeleri üzerine II. Mahmud, bu usulü kaldırarak şehirde teşkil edilen müdüriyet hazinesi vasıtasıyla aylık ödeme sistemini uygulamaya koydu. Başta Hürrem ve Gülnûş sultanlarla Makbul İbrâhim Paşa tarafından yaptırılanlar olmak üzere Mekke’deki imaretlerde pişirilen ve “deşîşe” denilen çorbanın halka dağıtılması işi de sürdürülüp ilâve sadakalarla desteklendi. Bunların dışında zaman zaman Suriye ve Mısır’da toplanan verginin bir kısmı Haremeyn’e ek gelir olarak tahsis edilirdi (3 Numaralı Mühimme Defteri, s. 133-134; 7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 173-174).

Mekke, Osmanlı döneminde de İslâm dünyasının özellikle hac mevsimlerinde dinî ilimlerle uğraşan ulemâ için bir merkez olma özelliğini sürdürdü. Şehirde kültürel canlılığın korunmasında Mescid-i Harâm’da kurulan ilim halkaları, buraya yerleşen âlimler, Taberî, İbnü’z-Zahîre, Fâkihî, Mürşidî, Sincârî, Dahlân, Sünbül ve Abdüşşekûr gibi birkaç nesil ilimle uğraşan ve evleri birer ilim merkezi olan aileler, küttâblar, kütüphaneler, sayıları arttırılan medreseler ve bunların etrafında canlanan tasavvufî düşüncenin önemli rolü oldu. Osmanlı devrinde Mekke’de kültürel hayatın canlı kalmasında şehre mücâvir olarak yerleşen ve Anadolu, Şam, Mısır, Mağrib, Orta Asya’ya kadar geniş bir yelpazeye mensup olan âlimlerin büyük katkıları vardı. Osmanlılar miras aldıkları medreselerin ayakta kalmasını sağlamışlar ve onlara yenilerini ilâve etmişlerdir. Mekke’de bilinen en eski medrese planını Mimar Sinan’ın hazırladığı, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından dört mezhep için ayrı ayrı 50.000 altın harcanarak 972’de (1464-65) inşa edilendir (7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 432-433). Bunlardan Hanefî Medresesi’nde tefsir ve usul gibi dinî ilimlerin yanında tıp da okutuluyordu (Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 760). III. Murad’ın yaptırdığı medresenin dışında meşhur Mekke medreseleri arasında Şehid Mehmed Paşa, Dâvud Paşa, Hasekiye, Sinan Paşa, Sokullu Mehmed Paşa ve Mahmûdiye sayılabilir. Şehirde hac mevsimlerinde dışarıdan gelenlerin barındığı tekke, zâviye ve ribâtlarda da ilmî hareketlilik görülmekte; Kādiriyye, Senûsiyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Rifâiyye, Celvetiyye ve Şâzeliyye gibi tarikatlar şehrin dinî ve kültürel hayatına önemli katkılar sağlamaktaydı. 969’da (1562) mahmil kadısı olarak Mekke’ye giden Abdurrahman Gubârî adına Kanûnî Sultan Süleyman tarafından bir Nakşibendî zâviyesi inşa ettirilmişti. Evliya Çelebi, sayılarını yetmiş sekiz olarak verdiği tekkeler arasında Kaptanıderyâ Mûsâ Paşa’nın yaptırdığı mevlevîhâne ile Kādirî Dergâhı’nı şehrin en önemli tasavvuf merkezleri olarak sayar (Seyahatnâme, IX, 772-773). Sayıları altmışa ulaşan müderrislerin Harem-i şerif’te halka açık ders verdikleri Mekke’de Tanzimat’tan sonra modern eğitim kurumları ortaya çıktı. 1885-1886’da rüşdiye ve 1909’da idâdî, ayrıca el-Medresetü’s-Savletiyye gibi özel okullar açıldı.

Mekke’nin eğitim ve kültürel hayatının önemli kurumlarından biri de kütüphanelerdir. Bunların en eskisi, Sultan Abdülmecid tarafından 3653 cilt kitap temin edilerek yeniden düzenlenen Mescid-i Harâm’daki kitaplıktır. 1278 (1861-62) seli bu kütüphaneye büyük zarar vermiştir. Mekke’de medreselere, ribâtlara, tekkelere ve özel şahıslara ait kütüphaneler de mevcuttu.

1887’de Hicaz Valisi Osman Nûri Paşa tarafından Mekke’de Vilâyet adlı devlet


matbaası kurularak Hicaz salnâmeleri yayımlanmaya başlandı (M. Abdurrahman eş-Şâmih, s. 12-13). II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Ĥicâz adlı Arapça-Türkçe yayın yapan haftalık ilk resmî gazete Vilâyet Matbaası’nda basıldı (3 Kasım 1908). İttihatçı bir çizgiyi benimseyen ve Mekke emîrinin şehre hükmetmesini önlemeye yönelik bir anlayışı temsil eden Şemsü’l-ĥaķīķa isimli haftalık bir gazete çıkarıldı (16 Şubat 1909). Arapça-Türkçe yayın yapan Şemsü’l-ĥaķīķa’nın dağıtımı Şerîf Hüseyin tarafından engelleniyordu (a.g.e., s. 57; Sibâî, s. 566). Şerîf Hüseyin, 15 Ağustos 1916’da Hâşimî Krallığı’nın resmî yayın organı olan el-Ķıble adlı bir gazete çıkardı (M. Abdurrahman eş-Şâmih, s. 104).

Bugünkü Mekke. Suûdî hâkimiyetine girdiği 1924 yılından itibaren bu hânedan mensupları arasından tayin edilen ve şehrin en yüksek görevlisi olan emîr belediye başkanı ve şehir meclisiyle birlikte yönetimi üstlenmektedir. 2 Temmuz 1978’de birinci dereceye yükseltilen Mekke belediyesi “Emânetü Mekke” adını almıştır. Mekke ile ilgili faaliyetler Hac ve Evkaf Bakanlığı’nın görev alanı içerisinde ilk sırada gelmektedir.

Mekke’nin çekirdeğini Harem-i şerif’in çevresinde yoğunlaşan, bazılarının kuruluşu İslâm öncesine kadar giden semtler oluşturur. 1930’lu yıllarda yaklaşık 60.000 nüfusu barındıran şehrin Cervel’den başlayarak Ma‘lât’a kadar uzanan tek bir ana caddesi vardı; mahallelerin bir kısmı ancak yüklü bir hayvanın geçebileceği kadar dar tutulmuş sokaklarında evler bitişik nizamda sıralanmıştı. Gölge yoğunluğunun çok fazla olduğu bu sokaklarda Mekke’nin özellikle yaz aylarında artan çöl sıcağının etkisinin azaltılması hedeflenmişti. Mekke’de sokaklara açılan evlerin inşa tarzında iklim ve coğrafya şartları gözetilmiş, bilhassa sam yelinin meydana getirdiği sıcakların az hissedilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Bu dönemde Harem-i şerif’in etrafında evler düz damlı ve güneş ışığını kıran hasır perdeli kâgir binalar iken şehrin çevresine yayılmış olanlar hasır ve ottan yapılmış basit yapılardı. Günümüzde bu özellikler, sadece Mescid-i Harâm’ın çevresine açılan bazı sokaklar üzerinde yer alan, genellikle hazır mal alıp satan esnafın oluşturduğu çeşitli meslek gruplarına göre adlandırılan açık ve kapalı çarşılarda görülmektedir. Bunlardan Safâ ile Merve arasındaki caddede bulunan çarşı Mescid-i Harâm’ın 1955’te genişletilmesi esnasında buraya dahil edilmiştir.

Tarih boyunca Mescid-i Harâm’ın çevresine sıkışıp kalan Mekke’nin asıl gelişimi, XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan petrol gelirleri sayesinde gerçekleştirildi. Bu dönemde şehir farklı mimari tarz ve malzeme ile yeni bir çehre kazandı. Daha önce Mekke, merkezinde Mescid-i Harâm’ın yer aldığı Ma‘lât ve Mesfele’nin ötesine taşmayan yaklaşık 80.000 kişinin yaşadığı bir şehir durumundaydı. Mekke’nin planında ilk önemli değişiklikler, 1955’ten itibaren başlayan Mescid-i Harâm’ı genişletme faaliyetleri esnasında ortaya çıktı. Bu faaliyetler sırasında şehir Vâdiibrâhim bölgesinin dışına taşmaya başladı ve tepelerle dağların eteklerinde yeni yerleşim sahaları oluştu. Şehir, daha önce yaygın bir yapılaşmanın bulunmadığı veya ilk defa kurulan güneybatıda Rusayfe, güneydoğuda Azîziye, doğuda Faysaliye, kuzeyde Uteybiye, kuzeybatıda Nüzhe, batıda Zehrâ ve Hindâviye gibi semtlere doğru genişledi. 1980’li yıllardan itibaren oluşmaya başlayan bu semtlerle birlikte şehrin fizikî yapısı tamamen değişti. 1955, 1959 ve 1989 yıllarında Mescid-i Harâm çevresinde yapılan düzenlemelerin ardından Harem-i şerif’in etrafında yoğunlaşmış çok sayıda meskenin yıkılarak arsalarının mescide dahil edilmesi şehrin dışa doğru genişlemesinde etkili oldu. Eski merkeze göre daha yüksek yerlerde kurulan bu semtlerde çöl sıcağının daha az hissedilmesi buralara talebi arttıran diğer bir faktördü. XX. yüzyılın başlarında seyrek yerleşmenin bulunduğu semt sayısı on beş iken bu gelişmeden sonra yerleşim yoğunlaşarak semt sayısı otuza çıktı. Şehir merkezinden başlamak üzere Kâbe’den daha yüksek bina yapılmaması şeklindeki anlayış terkedilip Mescid-i Harâm’ı kuşatan çok katlı binalar inşa edilmeye başlandı. Işınsal cadde sistemi uygulamaya konulup Mescid-i Harâm’dan şehrin muhtelif istikametlerine caddeler açıldı. Üç adet çevre yoluyla kuşatılan, ara cadde ve sokaklarla irtibatlı olan bu caddeleri birbirine bağlayan tüneller açıldı. Şehrin özellikle yeni semtlerine büyük alışveriş merkezleri kurularak Mescid-i Harâm çevresindeki ticarî yoğunluk azaltılmaya çalışıldı. Bu düzenlemelerin önemli bir kısmı hac ibadetinin gerçekleştiği Mescid-i Harâm, Arafat, Müzdelife ve Mina arasındaki ulaşımı daha kolay hale getirmeyi amaçlıyordu.

Ulaşım bakımından bugün de tarihteki merkezî rolünü sürdüren Mekke’nin Batn-ı Mekke’de birleşen üç girişi vardır. Bunlardan Kuaykıân ve Ömer dağları arasında bulunan batı girişi en önemlisi olup Mekke’ye 70 kilometrelik uzaklıktaki Cidde ile bağlantıyı sağlamaktadır. Kuzeyde Ma‘lât tarafındaki girişten Mina, Arafat ve Tâif, güneydeki Mesfele girişinden Yemen ile irtibat kurulmaktadır. Bu üç giriş önce Harem’i, daha sonra Mekke’yi kuşatan yollarla birbirine bağlanır. Mekke-Medine arasındaki ulaşım, 1984’te tamamlanan ve halk arasında “Hicret yolu” olarak bilinen 418 kilometrelik otoyol vasıtasıyla sağlanmaktadır.

Mekke’nin mekânsal büyümesinin yanında nüfusu da süratle arttı. 1974’te 367.000 olan nüfus 1992 yılında 966.000’e ulaştı. Hac mevsimlerinde nüfusu iki üç misli artan Mekke günümüzde 1.691.000 nüfusuyla (2004 yılı başlarına ait tahmin)


İslâm dünyasının her yanından gelen ziyaretçilerin etkinliklerine sahne olan, kentsel faaliyetlerin sürekli arttığı modern bir şehirdir. Mescid-i Harâm merkezli fizikî planını korumakla birlikte Mekke’nin geleneksel yapısı neredeyse tamamen değişmiş, Kâbe’nin çevresindeki tepeler üzerinde kurulan yüksek binaları, geniş yolları, Harem-i şerif etrafında yoğunlaşan otel ve parklarıyla modern bir görünüm kazanmıştır.

Mekke’nin ekonomik hayatı günümüzde de ticaret, sanayi ve hac ile doğrudan bağlantılıdır. Petrol gelirlerinin artması ve Suudi Arabistan Devleti’nin şehre verdiği ekonomik destek bu alanda hızlı bir gelişimi beraberinde getirmiştir. Mekke’ye eskiden olduğu gibi Tâif’ten meyve, Vâdîfâtıma ve Hüseyniye’den sebze getiriliyorsa da gıda ihtiyacının önemli bir kısmı ülke dışından ithal edilmektedir. XX. yüzyıl başlarında görülmeye başlayan hediyelik eşya sektörü bugün çok gelişmiş, buna bağlı olarak kimya sanayii ile (boya, kozmetik) tekstil sanayi alanlarında önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir. 1927’den itibaren Kâbe örtüsü Mekke’de açılan bir tesiste hazırlanmaya başlanmıştır. Daha sonra bir süre Mısır’da dokunan örtünün 1962 yılından itibaren tekrar Mekke’de üretimine geçilmiş ve 26 Mart 1977’de bu amaçla modern bir tesis kurulmuştur. Şehirde otelcilik, finans ve sağlık sektörü özellikle hac mevsiminden dolayı çok gelişmiştir. Mekke’de hizmet sektörü başta olmak üzere bütün kesimlerde çalışanların büyük çoğunluğunu Suudi Arabistan dışından gelenler oluşturmaktadır.

Hac ve umre yapmak amacıyla Mekke’ye gelenlerin barınmasını sağlayacak yerlere yenilerinin eklenmesi için çalışmalar devam etmektedir. Şehirde alt yapı ve hizmet sektörüyle ilgili faaliyetlerin önemli bir kısmı ziyaretçilere yönelik olarak planlanmıştır. Mekke’de bulunan ve her biri İslâm’ın ilk dönemini hatırlatan önemli ziyaret yerleri arasında Mescid-i Harâm, Mescid-i Cin, Mescid-i Ebû Bekir, Mescid-i Bey‘a, Mescid-i Hayf, Mescid-i Şecere, Mescid-i İcâbe, Mescid-i İnşikāku’l-kamer, Mescid-i Râye, Mescid-i Nemire, Mescid-i Hamza, Mescidü’l-Meş‘ari’l-harâm, Mescid-i Feth, Mescid-i Hâlid b. Velîd, Cennetü’l-muallâ, Şi‘bü Ebû Tâlib, Hira ve Sevr mağaraları ile Ebûkubeys dağı sayılabilir. Şehrin yenilenmesi, Harem-i şerif ve çevresinin düzenlenmesi sırasında Hz. Hatice’nin evi, Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin doğdukları evler, Hz. Hatice ve Hz. Âmine’nin türbeleriyle Dârülerkam gibi bazı önemli mekânlar ortadan kaldırılmıştır.

Suudi Arabistan Devleti kurulduğunda Mekke, Medine ile birlikte geleneksel kültürün yaşadığı ve kırsal kesime yayılabildiği iki şehirden biriydi. Bundan dolayı bu şehirlerde geleneksel eğitim yapan kurumlar fazla değişime uğramadan uzun süre faaliyetlerini sürdürdüler. 1949’da açılan tek fakülteyle başlayan yüksek öğretim faaliyetleri 1981’de Câmiatü Ümmi’l-kurâ bünyesinde birleştirildi. Bugün Câmiatü Ümmi’l-kurâ’nın içinde dokuz fakülte ve beş enstitü vardır. Mekke günümüzde dinî, sosyal ve teknik konularda eğitim yapan yüksek öğretim kurumlarıyla Suudi Arabistan’ın önemli ilim merkezlerinden biridir. Eğitim ve kültür hayatını canlandıran diğer bir unsur da kütüphanelerdir. Mekke’deki en önemli kütüphane, Sultan Abdülmecid’den sonra XX. yüzyılın başında çeşitli devlet adamları ve özel şahısların katkıda bulunarak oluşturdukları Mektebetü’l-Harem’dir. Ayrıca özel şahıslar tarafından kurulan kütüphaneler mevcuttur. Günümüzde on üç idarî birimden (mıntıka) oluşan Suudi Arabistan’ın idarî birimlerinden birinin merkezi Mekke şehridir. İslâm Başşehirleri Birliği de Mekke’dedir.

Literatür. Mekke tarihine dair ilk bilgilere, Hz. Muhammed’in gençliğinde katıldığı Kâbe’nin yeniden inşası sırasında temellerden çıkarılan ve Mekke ile Kâbe’nin kutsallığına işaret eden kitâbelerde rastlanır. Mekke tarihiyle ilgili bugün mevcut en eski metin, Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) tarafından kaleme alınan Feżâǿilü Mekke ve’s-sekeni bihâ (fîhâ) adlı eserdir (Küveyt 1980). Daha sonra Mekke’nin yerleşim planı, topografik yapısı ve özellikle Kâbe hakkında geniş bilgi veren, Mekke tarihiyle ilgili kendisinden önceki bütün rivayetleri toplamaya çalışan Ezrakī’nin Aħbâru Mekke ve mâ câǿe fîhâ mine’l-âŝâr’ı (Mekke 1994) bu konuda diğer eserlerin birinci derecede kaynağıdır. III. (IX.) yüzyıldan günümüze intikal eden bir başka eser de Fâkihî’nin Aħbâru Mekke fî ķadîmi’d-dehr ve ĥadîŝih adlı kitabıdır (Mekke 1407/1986-87). Mekke tarihini ayrıntılı biçimde ele alan Fâkihî, Ezrakī’nin aksine eserini bölümlere ayırmamış ve muhaddislerin metodunu takip ederek ilgili konu başlığı altında bütün hadis ve haberleri nakletmiştir. Takıyyüddin el-Fâsî de Şifâǿü’l-ġarâm bi-aħbâri’l-Beledi’l-ĥarâm (Beyrut 1405/1985), el-Ǿİķdü’ŝ-ŝemîn fî târîħi’l-Beledi’l-emîn (Beyrut 1998) ve el-MuķniǾ min aħbâri’l-mülûk ve’l-ħulefâǿ ve vülâti Mekkete’ş-şürefâǿ (Dımaşk 1406/1986) adlı eserleri kaleme almıştır. Fâsî’nin bunların dışında Mekke tarihi ve ricâline ait ihtisar ve zeyilleri vardır. Necmeddin İbn Fehd’in İtĥâfü’l-verâ bi-aħbâri Ümmi’l-ķurâ ile (I-III, Kahire 1403-1404/1983-1984) İzzeddin İbn Fehd’in


Ġāyetü’l-merâm bi-aħbâri salŧanati’l-Beledi’l-ĥarâm’ı (Cidde-Kahire 1406-1409/1986-1989), IX-X. (XV-XVI.) yüzyıllar Mekke’sinin ilim ve fikir hayatında önemli bir mevkiye sahip olan İbn Fehd ailesi mensupları tarafından Mekke tarihi ve ricâline dair yazılan çok sayıdaki eserden en kapsamlısıdır. Mekke’ye Osmanlı devrinde yapılan hizmetler başta olmak üzere bu dönemde şehrin siyasî, kültürel ve sosyal tarihi hakkında ayrıntılı bilgi veren ve şair Bâkî tarafından Fezâil-i Mekke adıyla Türkçe’ye çevrilen (Köprülü Ktp., nr. 206) Kutbüddin en-Nehrevâlî’nin el-İǾlâm bi-aǾlâmi beytillâhi’l-ĥarâm (Kahire 1305), Baldırzâde Mehmed Efendi’nin Târîh-i Mekke (TSMK, Revan Köşkü, nr. 20/II), Ahmed b. Muhammed el-Esedî’nin İħbârü’l-kirâm bi-aħbâri’l-Mescidi’l-ĥarâm (Kahire 1985), Ali et-Taberî’nin el-Ercü’l-miskî ve’t-târîħu’l-Mekkî fî aħbâri’l-Ĥarem ve’l-KaǾbe ve terâcimi’l-mülûk ve’l-ħulefâǿ (Mekke 1996), Sincârî’nin Menâǿiĥu’l-kerem fî aħbâri Mekke ve’l-beyt ve vülâti’l-Ĥarem (Mekke 1998), Muhammed Cârullah İbn Zahîre’nin el-CâmiǾu’l-laŧîf fî fażli Mekke ve ehlihâ ve binâǿi’l-beyti’ş-şerîf (Port Said 2003), İbnü’z-Ziyâ’nın Târîħu Mekkete’l-müşerrefe ve’l-Mescidi’l-ĥarâm ve’l-Medîneti’ş-şerîfe ve’l-ķabri’ş-şerîf ve Hasan el-Uceymî’nin Târîħu Mekke ve’l-Medîne ve Beyti’l-Maķdis, Mekke’nin tarihi yanında başta hac olmak üzere burada yapılan ibadetlerin fıkhî hükümlerinden de bahseden İbnü’l-Cevzî’nin Müŝîrü’s-sâkin ilâ eşrefi’l-emâkin (Riyad 1995) ve Muhibbüddin et-Taberî’nin, el-Ķırâ li-ķāśıdi Ümmi’l-ķurâ (Kahire 1970) adlı kitapları diğer önemli eserler arasında yer alır.

Mekke’de bir mühtedi gibi altı ay kadar oturan Snouck-Hurgronje’nin Mekka (I-II, La Haye 1886-1889) adlı eseri, Mekke tarihine ait ilk şarkiyat çalışması ve Batı dünyasında İslâm’ın dinî merkezi hakkında en kapsamlı kitap olması bakımından dikkati çeker. Eyüp Sabri Paşa’nın Mir’âtü’l-Haremeyn adlı eseri de şehir hakkında ayrıntılı bilgi veren önemli kitaplardan biridir. XIX. yüzyıl Mekke tarihine dair diğer bir önemli eser de Ahmed b. Zeynî Dahlân’ın Ħulâśatü’l-kelâm fî beyâni ümerâǿi’l-Beledi’l-ĥarâm’ıdır.

Mekke’nin fazileti hakkında müstakil veya Medine ve Kudüs ile birlikte çok sayıda risâle ve kitap yazılmıştır. Bunlar arasında Mufaddal el-Cenedî’nin bir kısmı kaybolmuş olan Feżâǿilü Mekke adlı eseri önemli bir yere sahiptir. Mekke başta olmak üzere üç şehrin faziletini bir arada ele alan eserlerden Muhammed el-Yemenî’nin Türkçe kaleme aldığı Fezâil-i Mekke Medîne ve Kudüs adlı kitabı sayılabilir (İÜ Ktp., TY, nr. 6802).

Mekke hac rehberi niteliğindeki pek çok risâle ve kitaba da konu olmuştur. Eski Türk edebiyatında genellikle “menâsik-i hac” ve “menâzil-i hac” adlarıyla anılan bu eserlerde yer yer manzum bölümlerle Mekke’nin tarihi, coğrafyası ve fazileti hakkında şiir ve kasideler de bulunur. Anadolu sahasında hazırlanmış ilk eserlerden olan Ahmed Fakih’in Kitâbü Evsâfı mesâcidi’ş-şerîfe’sinde Mekke’ye genişçe yer verilmiştir. İslâm dünyasının önemli şehirlerini görmek ve hac görevini ifa etmek isteyen seyyahların yazdığı seyahatnâmelerde de Mekke geniş bir şekilde anlatılır. İspanyol asıllı seyyah Ali Bey’in (Domingo Badiay Lebiich) Travels of Ali Bey adlı seyahatnâmesi (I-II, London 1816, 1907) Batı’da Mekke’ye dair kaleme alınan ilk sistematik rapor özelliği taşır (ayrıca bk. HAC [Literatür]).

BİBLİYOGRAFYA:

BA, HH, nr. 3812, 3838/A, 16439, 26492-26492/A, 27423; BA, Cevdet-Dahiliye, nr. 61, 10782; BA, Dahiliye-Muhâberât-ı Umûmiyye İdaresi, nr. 69/3; 3 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Nezihi Aykut v.dğr.), Ankara 1993, s. 133-134, 408-409, 482-483; 5 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 1994, s. 92; 6 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 1995, I, 51, 53-55, 231, 236, 238-239, 243-245; II, 199, 247, 285; 7 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 1998-99, I, 6-7, 173-174, 190-191, 220, 288-289, 337, 351-352, 387-388, 428-429, 431-433, 439, 470-473, 476-477; II, 65, 107, 434-435; III, 253, 374-375, 406, 410; 12 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 1996, I, 343-344, 487; II, 68-69, 80, 119-120, 206, 343-344; 82 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 2000, s. 60-61, 63-64; 85 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Hacı Osman Yıldırım v.dğr.), Ankara 2002, s. 35, 113-114, 163, 192-193, 217, 309; Nehrevâlî, el-Berķu’l-Yemânî fî fetĥi’l-ǾOŝmânî (nşr. Hamed el-Câsir), Riyad 1387/1967, s. 24-27; ayrıca bk. İndeks; a.mlf., el-İǾlâm bi-aǾlâmi Beytillâhi’l-ĥarâm, Kahire 1305, s. 173, 177; Ali et-Taberî, el-Ercü’l-miskî fi’t-târîħi’l-Mekkî ve terâcimü’l-mülûk ve’l-ħulefâǿ (nşr. Eşref Ahmed el-Cemmâl), Mekke 1416/1996, tür.yer.; Ayyâşî, er-Riĥletü’l-ǾAyyâşiyye, Rabat 1397/1977, I-II, tür.yer.; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 679-798; Sincârî, Menâǿiĥu’l-kerem fî aħbâri Mekke ve’l-Beyt ve vülâti’l-Ĥarem (nşr. Cemîl Abdullah el-Mısrî - Mâcide Faysal Zekeriyyâ), Mekke 1419/1998, I-V; İzzî, Târih, İstanbul 1199, vr. 42b-43a, 208a-b; Çelebizâde Âsım, Târih, İstanbul 1282, s. 306-310; Çeşmîzâde, Târih (nşr. Bekir Kütükoğlu), İstanbul 1993, s. 54-55, 69; Câbî Ömer Efendi, Târih (haz. Mehmet Ali Beyhan), Ankara 2003, I, 232-235, 507, 578, 664, 715; II, 821, 951, 957-958, 971-972, 977, 1034-1035; Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), I, 146, 172; II/A, s. 13-14, 107; Şânîzâde, Târih, II, 192-193, 214, 352; Travels of Ali Bey, London 1816, II, 47-127; J. L. Burckhardt, Travels in Arabia, London 1829, s. 93-291; Dahlân,


Ħulâśatü’l-kelâm fî beyâni ümerâǿi’l-Beledi’l-ĥarâm, Kahire 1305; Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 685, 760; Hicaz Vilâyeti Salnâmesi (1309), s. 183-227; Cevdet, Târih, VII, 191-216; XI, 388-389; X, 101-102, 150-152; İbrâhim Rifat Paşa, Mirǿâtü’l-Ĥaremeyn, Kahire, ts., I, 177-369; G. Courtellemont, Mekke’ye Seyahatim (trc. Ahmed Nermi), İÜ Ktp., TY, nr. 5135, s. 148; R. F. Burton, Pilgrimage to al-Medina and Meccah, New York 1893, II, 159 vd.; S. J. Shaw, The Financial and Administrative Organization and Development of Ottoman Egypt: 1517-1798, Princeton-New Jersey 1962, tür.yer.; Tâhir el-Kürdî, et-Târîħu’l-ķavîm li-Mekke ve Beytillâhi’l-kerîm, Mekke 1965, I-IV; Ahmed Abdülgafûr Attâr, el-KaǾbe ve’l-kisve, Mekke 1977, s. 170-198; W. Ochsenwald, The Hijaz Railroad, Charlottesville 1980, s. 17-18, 130-131; M. Ömer Râfiî, Mekke fi’l-ķarni’r-râbiǾ Ǿaşer el-hicrî, Mekke 1981; M. Lebîb Betenûnî, er-Riĥletü’l-Ĥicâziyye, Kahire, ts. (Mektebetü’s-sekāfeti’d-dîniyye), s. 113-267; M. Abdurrahman eş-Şâmih, Neşǿetü’ś-śıĥâfe fi’l-memleketi’l-ǾArabiyyeti’s-SuǾûdiyye, Riyad 1402/1982, tür.yer.; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1984; Ârif Abdülganî, Târîħu ümerâǿi Mekkete’l-mükerreme, Dımaşk 1413/1992, s. 699-854; Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1994, VII, 54; Ahmed Sibâî, Târîħu Mekke, Mekke 1994; F. E. Peters, Mecca, Princeton 1994; Suraiya Faroqhi, Hacılar ve Sultanlar, Osmanlı Döneminde Hac: 1517-1638 (trc. Gül Çağalı Güven), İstanbul 1995, tür.yer.; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunun Güney Siyaseti: Habeş Eyâleti, Ankara 1996, s. 9-11, 96, 132-133; Zekeriya Kurşun, Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hâkimiyeti, Ankara 1998, s. 37-44, 51-52, 61; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, İstanbul 1998, s. 69, 75-76, 162, 170-173, 221-224; C. S. Hurgronje, Śafaĥât min târîħi Mekkete’l-mükerreme (trc. Ali Avde eş-Şüyûh, nşr. M. Mahmûd es-Seryânî - Mi‘râc Nevvâb Mirzâ), Mekke 1419/1999, I-II; M. Ali Fehim Beyyûmî, Muħaśśaśâtü’l-Ĥaremeyni’ş-şerîfeyn fî Mıśr ibbâne’l-Ǿaśri’l-ǾOŝmânî: 923-1220/1517-1805, Kahire 1421/2001, tür.yer.; Mustafa Güler, Osmanlı Devletinde Haremeyn Vakıfları, İstanbul 2002, tür.yer.; Feridun M. Emecen, “Hicaz’da Osmanlı Hâkimiyetinin Tesisi ve Ebu Nümey”, TED, sy. 14 (1994), s. 87-120; Gülden Sarıyıldız, “II. Abdülhamid’in Fakir Hacılar İçin Mekke’de İnşa Ettirdiği Misafirhâne”, a.e., sy. 14 (1994), s. 121-145; A. J. Wensinck, “Mekke”, İA, VII, 638-643; a.mlf. - [C. E. Bosworth], “Makka”, EI² (İng.), VI, 147-152; R. B. Winder, “Makka”, a.e., VI, 152-180.

Mustafa Sabri Küçükaşcı





II. MEKKE EMİRLİĞİ

Mekke emîri tabiri genel olarak Mekke’nin fethinden başlayarak Mekke valilerini, özel olarak da IV. (X.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren Mekke’yi yöneten şerifleri (Benî Hasen, Hasenîler) ifade eder. İbn Haldûn, müşrik Araplar’ın Resûl-i Ekrem’i Mekke veya Hicaz emîri olarak nitelendirdiklerini kaydetmektedir (Muķaddime, II, 638). İlk Mekke emîri şehrin fethinden sonra Resûlullah’ın tayin ettiği Attâb b. Esîd’dir. Mekke emirliği, Hulefâ-yi Râşidîn devrinde de Medine’den gönderilen valiler tarafından yürütülmüştür. Hilâfet merkezinin önce Kûfe’ye, ardından Dımaşk’a nakledilmesiyle Mekke Emirliği’nin yapısında bazı değişiklikler oldu. Emevîler döneminde bazan Hicaz’a veya Haremeyn’e bağlı olan, bazan da bir vali tarafından yönetilen Mekke’ye tayin edilen emîrler genellikle Benî Ümeyye’den seçilir ve haccı idare etme vazifesi de bunlara verilirdi. Muâviye b. Ebû Süfyân, Haremeyn’e vali yapacağı kimseyi önce Mekke ve Tâif emirliğine getirir, daha sonra buna Medine’yi eklerdi (Taberî, V, 296). Abbâsîler, Emevîler’den aldıkları idarî yapıyı aynen korudular. Bu devirde Mekke, Haremeyn valisi adı verilen tek bir emîr tarafından yönetilmekte ve bu vali daha ziyade Mısır’a hâkim olan sülâlelerden seçilmekteydi (İbn Hallikân, V, 58). Abbâsîler zamanında 226’da (841) hac için Mekke’ye gelen Eşnâs et-Türkî’nin, Halife Mu‘tasım-Billâh’la birlikte adına hutbe okunarak Mekke emirliğini üstlenmesi gibi (Taberî, IX, 114-115) hutbelerde halifenin yanında ikinci bir isim zikredilmeye başlandı.

Hz. Ali döneminde hilâfet merkezinin Medine’den Kûfe’ye nakledilmesinin ardından ortaya çıkan iç karışıklıklar ve ihtilâflar sebebiyle bazı devirlerde Mekke müstakil olarak yönetildi ve merkezî idarelerin gönderdiği emîrler Mekke’ye giremedi. Yezîd b. Muâviye zamanında hilâfetini ilân ederek Hicaz’a hâkim olan Abdullah b. Zübeyr, Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar (73/692) hükümet merkezi edindiği Mekke’yi yönetti. Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân, Haccâc’ı Mekke’yi de içine alan Hicaz, Yemen ve Yemâme valiliğiyle mükâfatlandırdı. Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelen şerif ve seyyidlerin faaliyetleri sebebiyle zaman zaman Mekke Abbâsî hâkimiyetinden çıktıysa da bu durum kısa sürdü. Ardından Mekke’ye hâkim olan Karmatîler’in çekilmesi ve İhşîdîler’in sukutu üzerine Hz. Hasan’ın dokuzuncu kuşaktan torunu Ca‘fer b. Muhammed, Mekke’nin idaresini ele geçirerek bir süredir Mekke ile ilgilenen Fâtımîler adına hutbe okuttu (358/969). Fâtımî Halifesi Muiz-Lidînillâh da Ca‘fer b. Muhammed’e Mekke ve çevresinin emirliğini ifade eden bir nişan gönderdi (Makrîzî, I, 101). Ca‘fer’in Mekke’ye hâkim olmasından itibaren Mekke’nin yerel yöneticilerinin adlarının da hutbelerde anılması âdet haline geldi. Mekke idaresinin şeriflerin kontrolüne girmesi üzerine Medine’nin siyasî üstünlüğü sona erdi. Benî Hüseyin bazan bağımsız olarak Medine’ye hükmetmişse de genellikle Mekke emîrine bağlı veya onun nâibi sıfatıyla görev yapıyordu. Ancak zaman zaman müstakil hareket etme isteği iki şehir arasında hükümranlık mücadelelerine yol açıyordu.

Abbâsîler’in ikinci döneminde Hicaz’a hâkim olmak için sürdürülen mücadele ve rekabetten en iyi şekilde yararlanan şerifler Mekke’deki hâkimiyetlerini pekiştirdiler. Ca‘fer b. Muhammed’den sonra oğlu Îsâ b. Ca‘fer emîr oldu. Onun ardından Mekke emîri olan (384/994) kardeşi Ebü’l-Fütûh el-Mûsevî, Hicaz’daki Abbâsî-Fâtımî rekabetinden faydalanıp bağımsızlığını ilân ederek adına para bastırıp hutbe okuttu (402/1011; İbnü’l-Esîr, IX, 123). Fâtımî Halifesi Hâkim-Biemrillâh, 403’te (1012) Remle’yi kendisine başşehir seçen ve Râşid-Billâh lakabıyla halifeliğini ilân eden Ebü’l-Fütûh’un Mekke’den ayrılmasını fırsat bilerek amcazadesi Ebü’t-Tayyib’i Haremeyn valiliğine tayin etti. Ancak Ebü’t-Tayyib’in emirliği uzun sürmedi ve Ebü’l-Fütûh, yönetimi ondan geri aldı. Ebü’l-Fütûh’tan sonra emîr olan, yirmi üç yıl bu görevi sürdüren ve çocuk bırakmadan ölen (453/1061) oğlu Şükür’ün yerine kölesi Abûle geçmek istedi. Fakat Abûle’nin emirliği yazılı bir belgeye veya şerifler arasında bir ittifaka dayanmadığı için kabul görmedi; şeriflerin ikinci tabakasından Hamza b. Vehhâs es-Süleymânî emirliği ele geçirdi. Emirlik, 969-1062 yılları arasında Mekke’yi yöneten ve Ca‘fer b. Muhammed’in soyundan geldiği için Benî Ca‘fer adı verilen tabakadan Benî Süleyman’a geçti. Mekke’ye 455’te (1063) hâkim olan Suleyhîler’den Ali b. Muhammed şehrin idaresini şeriflerden Ebû Hâşim Muhammed b. Ca‘fer’e verdikten sonra Yemen’e döndü (İbn Haldûn, el-Ǿİber, IV, 126). Böylece Mekke Emirliği bunun künyesine nisbetle Hevâşim adı da verilen Benî Hâşim (Benî Füleyte) koluna geçti. Benî Hâşim’in Mekke hâkimiyeti, Yenbu‘ ve çevresini kontrol altında tutan Katâde b. İdrîs’in kendisini destekleyen kabilelerle birlikte şehri ele geçirmesine kadar sürdü (27 Receb 596 / 13 Mayıs 1200). Mekke, Suûdîler’in idaresine girinceye kadar (16 Ekim 1924) Benî Katâde ahfadından gelen emîrler tarafından yönetildi. İçlerinden özellikle Osmanlı döneminden itibaren üç aile öne çıktı. Bunlardan biri Zevî Zeyd (Şürefâ-i Zeydiyye), diğeri


1672’den sonra emirliği onlarla paylaşan Zevî Berekât (Âl-i Berekât), üçüncüsü de Abâdile diye bilinen Zevî Abdullah (Zevî Avn) ailesidir. 1830’lardan itibaren emîrlerin daha güçlü olan Zevî Zeyd ve Zevî Avn ailelerinden seçilmesi âdet halini almıştı. 1851-1856 ve 1880-1882 yılları dışında son dönem emîrlerinin tamamı Zevî Avn ailesine mensuptu.

Tarih boyunca İslâm dünyasında ortaya çıkan devletlerin Mekke ve çevresiyle ilgilenmesi Mekke Emirliği’nin hareket alanını oldukça etkilemiştir. Abbâsîler’in zayıflaması ve Şiî olan Fâtımîler’in Haremeyn üzerinde hâkimiyet kurması, Sünnîliği benimseyen Selçuklular’ın Mekke emîrlerini kendilerine bağlamak ve şehri yeniden Sünnî nüfuzu altına sokmak için mücadeleye girmelerine yol açtı. Mısır’da hüküm süren kıtlık yüzünden Mekke’ye yeteri kadar yiyecek gönderilememesi üzerine (İbn Haldûn, a.g.e., IV, 103) Mekke Emîri Ebû Hâşim Muhammed b. Ca‘fer hutbeyi Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh ile Selçuklu Sultanı Alparslan adına okuttu (462/1069-70) (İbnü’l-Esîr, X, 61). Ardından Mekke’de hâkimiyet Abbâsîler ile Fâtımîler arasında sık sık el değiştirdi. 465’te (1073) Selçuklu Sultanı Melikşah, Mekke’ye Kâbe örtüsünü göndererek (İbn Tağrîberdî, V, 95), daha sonra da kız kardeşinin emîrle evlenmesini sağlayarak şehirde yeniden Sünnî hâkimiyetini oluşturmaya çalıştı. 468 (1076) yılında Mekke Emîri Ebû Hâşim Muhammed b. Ca‘fer’in hutbeyi tekrar Fâtımîler adına okutmaya başlamasıyla Hicaz’daki mücadelenin bu safhası Şiîler lehine sonuçlandı (İbnü’l-Esîr, X, 97-98). Fakat 472’den (1079-80) itibaren Mekke emîri Abbâsî Halifesi Muktedî-Biemrillâh ve Sultan Melikşah’a bağlılığını bildirdi. Fâtımîler 482-483 (1089-1090) yıllarında Suriye’de kazandıkları başarılar sebebiyle Hicaz’da etkili olmaya çalıştılarsa da 479-485 (1086-1092) tarihleri arasında Mekke Abbâsî halifesi ve Selçuklu sultanına tâbi olmaya devam etti (Kafesoğlu, s. 126-127). Mekke emîri Melikşah’ın ölümü üzerine (485/1092) hutbeleri yeniden Fâtımîler adına okutmaya başladı.

Turan Şah’ın Yemen’i ele geçirmesinden sonra 569’da (1174) Mekke Emîri Îsâ b. Füleyte hutbeyi Nûreddin Mahmûd Zengî adına okutmaya başladı (Fâsî, Şifâǿü’l-ġarâm, II, 366-367; İbn Fehd, II, 534). Mekke emîrlerinin tâbi oldukları Eyyûbîler’in Mekke hâkimiyetleri bazı kesintilerle 650 (1252) yılına kadar sürdü.

Sultan I. Baybars’ın, Moğol istilâsıyla ortadan kaldırılan Bağdat Abbâsî hilâfetini Mısır’da yeniden kurmasıyla Mekke Emirliği Memlükler’e bağlandı. 1254-1301 yılları arasında Mekke emîri olan Ebû Nümey Muhammed b. Hasan, Memlük sultanlarına bağlılığını sürdürerek şerif ailesi içerisinde kendisine karşı oluşan muhalefet hareketlerini bastırdı ve Benî Katâde’nin Mekke’deki hükümranlığını sağlamlaştırdı. Ebû Nümeyy’in vefatından sonra sağlığında kısa süreli olarak gerçekleşen çift emirlik uygulaması yaygınlaştı ve Memlük Devleti’nin Mekke’ye müdahaleleri arttı. Mekke Emîri Aclân b. Rümeyse veliaht olan oğlu Ahmed’i müşterek nâib tayin edip (762/1361) aile içindeki kavgaları önlemek istediyse de bunu başaramadı. 1396-1426 yıllarında Mekke emîri olan ve bunun yaklaşık on iki yılında ortağı bulunmayan Hasan b. Aclân hem Memlük sultanlarıyla iyi ilişkiler kurdu, hem de onların buradaki nüfuzunu kırarak hâkimiyetini Hicaz bölgesinin tamamına yaydı. Daha önce belli bir periyoda bağlı olmayan Mekke emîrlerine hil‘at ve mersûm gönderme işi, Hasan b. Aclân döneminden itibaren her yıl Mısır sultanları tarafından tekrarlanan bir âdet haline geldi. Hasan b. Aclân’ın oğullarından Berekât’ın emirliği zamanında (1406-1455) Mekke’de Mısır’dan gönderilen dâimî bir birliğin bulundurulmasıyla şehir yönetiminde Memlük Devleti’nin tesir ve nüfuzu arttı.

Osmanlı padişahları Memlük hâkimiyeti altındaki kutsal topraklarda nüfuz arayışlarına, başta İstanbul’un fethi olmak üzere çeşitli cephelerde kazandıkları zaferleri fetihnâmelerle Mekke emîrlerine bildirerek, ayrıca hediyeler göndererek onları hem başarılarından haberdar etmek hem de gönüllerini kazanmakla başladılar. Mısır’ın fethinden sonra o sırada Mekke emîri olan Şerîf Berekât b. Muhammed, oğlu Ebû Nümeyy’i bir elçilik heyetiyle Mısır’a yollayıp Mekke’nin anahtarlarını Osmanlı padişahına takdim etti. Böylece Mekke de Osmanlı hâkimiyetine girdi. Ebû Nümey babasının ölümü üzerine (1525) tek başına emîr oldu ve kendisine Kanûnî Sultan Süleyman tarafından emîrin görev alanını gösteren bir berat ve hil‘at gönderildi. Ebû Nümeyy’in bilfiil emirliği alışı ile Osmanlı hâkimiyeti boyunca sürecek olan emâret ailesi teşekkül etti. Ebû Nümey, Osmanlı idaresinin Haremeyn’de yerleşme dönemini oluşturan uzun emirliği zamanında 1540’ta hac için Mekke’ye gelen Süleyman Paşa’dan oğlu Ahmed’i İstanbul’a götürmesini istedi. İstanbul’da büyük ilgi gören Şerîf Ahmed, bizzat padişah tarafından kabul edilerek kendisine babasıyla birlikte müşterek emirlik beratı verildi. Osmanlı resmî anlayışına göre muhatap kabul edildiği için bundan sonra Mekke emîri olarak Şerîf Ahmed tanındıysa da Ebû Nümeyy’in yetki ve otoritesi sürdü. Osmanlı hâkimiyeti süresince istisna kabilinden üçlü emirlik örneği varsa da (Uzunçarşılı, s. 78) ikili emirlik devam eden bir uygulama olmuştur.

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Mısır’a hâkim olan Bulutkapan Ali Bey, Hicaz’ı zaptetmeye gönderdiği Ebü’z-Zeheb Muhammed Bey vasıtasıyla Mekke’yi ele geçirip sahte bir fermanla Mekke emîri tayin ettiği Abdullah b. Hüseyin’den sultan unvanını aldı (18 Rebîülevvel 1184 / 12 Temmuz 1770). Mekke’de iyi intiba bırakmayan Mısırlı askerlerin ayrılmasından sonra Şerîf Ahmed bedevî birlikleriyle emirliği tekrar ele geçirdi. Mekke emîrlerinin zaman zaman hâkim oldukları Necid’de dinî bir hareket olarak ortaya çıkan ve Suûd ailesinin benimsemesiyle siyasî hüviyet kazanan Vehhâbîlik sürekli güçlenerek bir tehdit unsuru haline geldi. Tâif’i alan Abdülazîz’in oğlu veliaht Suûd 30 Nisan 1803’te Mekke’yi işgal etti ve Cidde’ye kaçan Şerîf Gālib b. Müsâid’in kardeşi Abdülmuîn’i Mekke emirliğinde bıraktı. Şerîf Gālib, Cidde Valisi Şerif Paşa’nın da yardımıyla yirmi beş günlük kuşatmanın ardından Mekke’yi geri alıp yeniden emîr oldu (Ağustos 1803). Ancak Mekke’yi sürekli tehdit altında tutan Vehhâbîler’in baskısı sonucunda Şerîf Gālib emirlikte kalmak şartıyla şehri onlara teslim etti (Ocak 1806) ve hutbelerde Osmanlı sultanının adının okunması bid‘at olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Hicaz’daki Vehhâbî hâkimiyeti, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın gönderdiği ordunun Mekke’yi ele geçirmesiyle sona erdi. Şerîf Gālib azledilerek yerine Şerîf Yahyâ b. Sürûr getirildi (1814). 1850’lere kadar emîr ve muhafızların onun isteğine uygun biçimde tayin edilmesinin bir sonucu olarak Mekke’de İstanbul’un etkinliği azalırken Mısır’ın tesiri arttı. Baş kaldıran Mehmed Ali Paşa’nın koruduğu Mekke Emîri Şerîf Muhammed b. Avn uzaklaştırılıp yerine Abdülmuttalib b. Gālib tayin edildi (Haziran 1832; BA, Cevdet-Dahiliye, nr. 7943). Şerîf Abdülmuttalib, ancak Mehmed Ali Paşa’nın ölümünden iki yıl sonra (1851) Mekke’ye giderek emirlik görevine başlayabildi.


XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Mekke emîrleri Osmanlılar’la bağlarını koparmaya yöneldiler. Merkezî hükümetin etkinliğini arttıran faaliyetlerine, meselâ Hicaz demiryolunun Mekke’ye kadar uzatılması gibi tedbirlere karşı Mekke emîrleri bedevîlerle iş birliğine giriştiler ve fırsat buldukça siyasî güçlerini Osmanlı Devleti’nin aleyhinde kullandılar. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra şeriflerin öncülüğünde Osmanlı idaresi karşıtı faaliyetler arttı. Osmanlı Devleti de Mekke emîrlerinin mahallî güçlerini zayıflatmış ve onların bölge üzerindeki otoritelerinin ciddi biçimde sarsılmasına sebep olmuştu. Bir yandan İstanbul’dan daha fazla destek almaya çalışan, öbür yandan yerel inisiyatifini merkezî hükümetten bağımsız olarak kullanmaya gayret eden Şerîf Hüseyin, 1908 seçimlerinin sonuçlarına müdahalede bulunarak 1909’da yenilediği seçimlere göre oğlu Abdullah ile Hasan b. Abdülkādir eş-Şeybî’yi Mekke mebusu olarak İstanbul’a gönderdi (Ahmed Sibâî, s. 560, 566). I. Dünya Savaşı’nda da İngilizler’in desteğiyle bir Arap devleti kurmak için ayaklanarak (27 Haziran 1916) Mekke’ye hâkim oldu. Bunun üzerine Osmanlı idaresi, temmuz başında Mekke emirliğine Zevî Zeyd ailesine mensup Abdülmuttalib b. Gālib’in torunu Şerîf Ali Haydar’ı tayin etti. Ali Haydar Mekke’ye giremediğinden görevini önce Medine’de, ardından Şam’da sürdürmeye çalıştı. 8 Mayıs 1919’da çıkarılan Meclis-i Vükelâ kararı ve irâde-i seniyye ile emirlik unvanı kaldırılıp Osmanlı tarihinin Mekke Emirliği safhası kapandı. Abdülazîz b. Suûd’un (Abdülazîz b. Abdurrahman b. Faysal) Mekke’yi ele geçirerek Hicaz Hâşimî Krallığı’na son vermesiyle (16 Ekim 1924) şeriflerin Mekke hâkimiyetleri de sona erdi.

Haremeyn’in kara ve deniz yoluyla dünyaya açıldığı bir kapısı durumunda olan Mısır, Mekke ve Medine’nin yönetiminde önemli bir yere sahipti. Bu bakımdan Mısır’da kurulan devletler Hicaz’da nüfuzlarını sürdürmeye çalıştılar. Merkezî yönetimlerle Mekke emîrleri arasındaki mücadeleler hac törenlerinin aksaması veya yapılmaması şeklinde sonuçlanıyordu. Emîrlerin özellikle hac merasimlerinin düzenlenmesi konusunda büyük rolleri vardı. Dîvân-ı Hümâyun’da hazırlanarak Mekke emîrlerine gönderilen mektuplarda onlardan hacla ilgili her türlü tedbiri almaları istenir (BA, MD, nr. 3, s. 408-409), emîrler de haccın selâmetle bittiğini her yıl İstanbul’a bildirirlerdi (Şem‘dânîzâde, II/A, s. 90).

Eyyûbîler ve Memlükler döneminde Mekke emîrlerinin Mısır Abbâsî halifelerine tâbiliği şeklî iken Osmanlı devrinde etkinlikleri azalarak bütün idarî ve malî işler Mısır beylerbeyine havale edilmiş, buradaki işleyişi yakından takip etmek için kadı, nâzır-ı emvâl ve şeyhülharem gibi memurlar görevlendirilmiştir. Mekke’de Osmanlı hâkimiyetinin ardından merkezî denetimle mahallî iktidar arasındaki dengeler değişti. Osmanlılar “eyâlet-i mümtâze” adını verdikleri Mekke’deki emîrleri miras aldıkları teamüle uygun olarak görevlerinde bıraktılar ve Mekke içindeki yetkilerini sürdürmelerine izin verdiler. Emîrlerin kendi başlarına hareket etmeleri, Mekke dışında nüfuzlarını yayma girişimleri, başta hac emîrleri olmak üzere buradaki görevlilerle çatışmaları, kendi aralarındaki iktidar mücadeleleri ve Cidde gümrük gelirlerine el koyma teşebbüsleri gibi merkezin doğrudan müdahalesini gerektiren faaliyetlerine rağmen onların statüsünü bozmaya yönelik bir düzenlemeye girişilmedi (Emecen, sy. 14 [1994], s. 90). Osmanlı Devleti’nin müdahalede bulunmaması, kutsal yerlere ve Ehl-i beyt’e mensup olan emîr ailesine duyulan saygıdan kaynaklanıyordu.

Mekke emîrleri Haremeyn ile ilgili bütün işleri doğrudan İstanbul’a yazarlardı (Uzunçarşılı, s. 27). Ancak genellikle Mısır beylerbeyine arzedildikten sonra onun inceleme ve tasvibiyle konu İstanbul’a bildirilirdi. Osmanlı idaresi Haremeyn işlerini daha iyi izleyebilmek, şerifleri kontrol altında tutabilmek ve merkezî otoriteyi burada hissettirmek için Mısır’a bağlı olarak Cidde sancağını kurdu. Daha sonra Cidde eyaleti ve Habeş beylerbeyiliğiyle Harem-i şerif’in işlerini doğrudan üstlenen Mekke şeyhülharemliği tesis edildi. Merkezden gönderilen idarecilerle Mekke emîrleri arasında yetki paylaşımından doğan ihtilâf ve çekişmeler, şeriflerin bağımsız davranma isteklerinin arttığı XIX. yüzyıla kadar ciddi sıkıntılara yol açmadı.

Emîrlerin eşraftan bir danışma kurulu ve kendilerine ait askerî birlikleri vardı. Osmanlı döneminde doğrudan Mekke emîrlerinin görev alanını ve sorumluluklarını belirleyen bir yazılı metin yoktur. Ancak İstanbul’dan gönderilen menşur ve mektuplardan, onların bedevîleri idare ederek özellikle çapulculuk ve yol kesicilik faaliyetlerini önlemek, hac törenlerinin aksamaması için çabalamak, surrelerin adaletli bir şekilde dağıtımını sağlamak, surre harici gönderilen yardımları yerine ulaştırmak, Cidde’de ve diğer limanlarda ticaretin aksamasına meydan vermemek, Mekke ve Kâbe’ye dair işlere nezaret etmek gibi görevleri üstlendikleri anlaşılır (Feridun Bey, II, 101-102).

Mekke emîrlerinin en önemli gelirleri hac için Mekke’ye gelenlerden alınan meks parasıydı. Bazan bu gelir hükümdarlar tarafından üstlenildiğinde Mekke emîrinin hazinesine toplu bir meblağ girerdi. V. (XI.) yüzyılda Mekke Emîrliği’nin aylık gideri 3000 dinardı ve Mekke emîrleri şehirlerine yapılan yatırımlardan da pay alırlardı (Nâsır-ı Hüsrev, s. 112, 136). Yavuz Sultan Selim, Şerîf Berekât’ı Mekke emirliğine tayin ettikten sonra Mısır gelirlerinden kendi şahsî kullanımına (ceyb-i hümâyun) ayrılan paranın 25.000 kuruşunu Mekke emîrlerine maaş olarak bağladı. Kanûnî Sultan Süleyman, 1541’de Portekizliler’i püskürten Mekke Emîri Ebû Nümeyy’e Cidde gümrük gelirlerinin yarısını bağışladı ve Koca Sinan Paşa’nın Yemen’i fethinden sonra bu uygulama sürekli hale geldi. Mekke emîrlerinin surreden de payları vardı. Ayrıca devlet kademesindeki üst düzey görevliler, hânedan mensupları, diğer sultan ve hükümdarlar Abbâsîler’den itibaren Mekke emîrlerine çeşitli ihsanlarda bulunurlardı; Osmanlı döneminde de bu uygulama sürmüştür.

Osmanlı devrinde emîrin tayin beratı merkezdeki bürokratlar tarafından hazırlanır, yeşil atlas keseye konulur, üzerine altın kozak takılır, yaşmak adlı örtü ile örtülerek kürk ve kılıçla birlikte gönderilirdi. Tayin beratı ve hil‘at yeni görevlendirilen şerif tarafından karşılanır, hil‘at Mekke yakınında saygı ile giydirilerek tören tamamlanırdı. Mekke eşrafının ittifakıyla yeni bir emîr seçilse de tayin daima İstanbul’dan yapılırdı. Emîrin tayini dellâllar vasıtasıyla ilân edilir, on dokuz pâre top atılır, menşur ulemâ ve devletin ileri gelenleri önünde okunur ve biat alınırdı. Genellikle Mekke emîrleri görevlerini hayatları boyunca sürdürmüşlerse de Memlük ve Osmanlı döneminde azledildikleri, bazılarının bir müddet sonra yeniden tayin edildiği de olurdu. Mekke emîrleri Memlükler’de ümerânın üzerinde yer alırken Osmanlılar’da vezirlerden bir üst derecede idi ve adları hutbelerde sultanınkinin ardından ikinci sırada zikredilirdi. Emîrlerin kapılarında her gün Osmanlı öncesinde akşam (İbn Battûta, I, 168), Osmanlı devrinde ikindi vakitlerinde nevbet vurulurdu. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Mekke Emirliği’ne bağlı bir kavasbaşı ile maiyetinde kavaslar bulunurdu.


BİBLİYOGRAFYA:

BA, Cevdet-Dahiliye, nr. 7943; BA, MD, nr. 3, s. 408-409; 3 Numaralı Mühimme Defteri (nşr. Nezihi Aykut v.dğr.), Ankara 1993, s. 408-409, 620, 649; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), III, 73; V, 289, 296; IX, 114-115; Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (trc. Yahyâ el-Haşşâb), Beyrut 1983, s. 112-114, 134-136; İbn Cübeyr, er-Riĥle, Beyrut, ts. (Dârü’ş-şarki’l-Arabî), s. 46-49, 63-64, 106-109; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX, 123; X, 19, 61, 97-98, 225, 617; XI, 103, 106, 148-149, 279, 307; XII, 104; İbn Hallikân, Vefeyât, V, 58; İbn Battûta, er-Riĥle (nşr. Ali el-Muntasır el-Kettânî), Beyrut 1405/1985, I, 162, 168, 180-186, 240, 265-269; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 330; XII, 105-106, 320, 368; İbn Haldûn, Muķaddime, II, 638; a.mlf., el-Ǿİber, IV, 103, 126; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, IV, 265-281; VI, 135; Fâsî, el-Ǿİķdü’ŝ-ŝemîn, II, 306; III, 347-395; IV, 263; V, 189-198; a.mlf., Şifâǿü’l-ġarâm (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Beyrut 1405/1985, II, 366-367; ayrıca bk. İndeks; Makrîzî, İttiǾâžü’l-ĥunefâ (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl), Kahire 1416/1996, I, 101, 225, 230, 252, 282; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, V, 34, 89, 95, 140; XI, 139, 144; XII, 144-145; XIV, 300; XV, 189, 349, 536, 542; XVI, 179; Necmeddin İbn Fehd, İtĥâfü’l-verâ bi-aħbâri Ümmi’l-ķurâ (nşr. Fehîm M. Şeltût), Kahire 1404/1983, II, 534-540, 553-554, 566-567; III, 3-4, 303-304, 388-402, 493-500, 592-596; ayrıca bk. İndeks; Nehrevâlî, el-Berķu’l-Yemânî fî fetĥi’l-ǾOŝmânî (nşr. Hamed el-Câsir), Riyad 1387/1967, s. 24-27; Feridun Bey, Münşeât, I, 455, 500-501, 613-614; II, 6, 101-102; Ayyâşî, er-Riĥletü’l-ǾAyyâşiyye, Rabat 1397/1977, I, 310; Sincârî, Menâǿiĥu’l-kerem fî aħbâri Mekke ve’l-Beyt ve vülâti’l-Ĥarem (nşr. Cemîl Abdullah el-Mısrî - Mâcide Faysal Zekeriyyâ), Mekke 1419/1998, I-V, tür.yer.; İzzî, Târih, İstanbul 1199, vr. 208a; Çelebizâde Âsım, Târih, İstanbul 1282, s. 306-310; Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), I, 161-162, 179; II/A, s. 23, 90; II/B, s. 103-105; Dahlân, Ħulâśatü’l-kelâm fî beyâni ümerâǿi’l-Beledi’l-ĥarâm, Kahire 1305; Cevdet, Târih, VII, 197, 212-214; VIII, 29; G. de Gaury, Rulers of Mecca, London 1951; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 126-127; Ahmed er-Reşîdî, Ĥüsnü’ś-śafâ ve’l-ibtihâc bi-źikri men vülliye imârete’l-ĥâc (nşr. Leylâ Abdüllatîf Ahmed), Kahire 1980, tür.yer.; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1984; Subhî Abdülmün‘im Muhammed, el-ǾAlâķāt beyne Mıśr ve’l-Ĥicâz zemene’l-Fâŧımiyyîn ve’l-Eyyûbiyyîn, Kahire, ts. (el-Arabî), s. 31-38, 68-76, 81-110, 114-140, 149-173, 177-195; Süleyman Beyoğlu, Fahreddin Paşa ve Medîne Müdafaası (doktora tezi, 1990), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 1-23; Ârif Abdülganî, Târîħu ümerâǿi Mekkete’l-mükerreme, Dımaşk 1413/1992; Ahmed Sibâî, Târîħu Mekke, Mekke 1994, s. 560, 566, ayrıca bk. tür.yer.; F. E. Peters, Mecca, Princeton 1994, tür.yer.; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, İstanbul 1998, s. 164-172; C. S. Hurgronje, Śafaĥât min târîħi Mekkete’l-mükerreme (trc. Ali Avde eş-Şüyûh, nşr. M. Mahmûd es-Seryânî - Mi‘râc Nevvâb Mirzâ), Mekke 1419/1999, I, 215-307; Feridun M. Emecen, “Hicaz’da Osmanlı Hâkimiyetinin Tesisi ve Ebu Nümey”, TED, sy. 14 (1994), s. 87-120.

Mustafa Sabri Küçükaşcı