MELKÂİYYE

(الملكائيّة)

Hıristiyanlık’ta bir mezhep.

Melkâiyye kelimesi, Sâmî dillerde “kral” anlamındaki mlk kökünden (İbr. melekh, Ar. melik) gelmektedir. Süryânîce’de “kral taraftarları” mânasında malkâye / melkôye (tekili malkây) şeklinde kullanılır. İslâmî kaynaklarda Melekiyye, Melkiyye, Melkâniyye olarak da geçer. Batı dillerinde ise Melchites (Melkites) biçimini almış olup bu kelimenin okunuşu olan Melkit Türkçe’de de kullanılmaktadır.

Îsâ’daki insanlık ve ilâhlık unsurlarının birbirine denk olduğu şeklindeki Ortodoks diyofizit anlayışın teyit edildiği Kadıköy Konsili’nde (451) alınan kararları reddederek Îsâ’daki ilâhî tabiatı ön plana çıkaran ve bu sebeple de monofizitler olarak adlandırılan hıristiyanlar kendilerinin çoğunlukta olduğu İskenderiye, Kudüs ve Antakya patriklik bölgelerinde yaşayıp da söz konusu konsilin kararlarını benimseyenlere, “Kadıköy Konsili’ni destekleyen Bizans imparatorunun taraftarları” anlamında bu adı vermişlerdir. Anılan konsilde Hz. Îsâ’da iki tabiatın bulunduğu, bu tabiatların kendi aralarında birleşme, bölünme, ayrılma olmadığı ve değişikliğe uğramadığı kabul edilmişti. Konsilin bu kararlarını benimseyen Melkâîler böylece hem Hz. Îsâ’nın insanî tabiatını öne çıkaran ve ulûhiyyetin daha sonra Îsâ’nın bedenine hulûl ettiğini ileri süren Nestûrîler’den, hem de ilâhî tabiatı öne çıkarıp onun insanî yönünü ihmal eden monofizitlerden ayrılmış oluyorlardı.

Melkâiyye ismi önce V. yüzyılda Mısır’da, ardından Arap ve Ya‘kūbî yazarların tesiriyle Yakındoğu’da kullanılmış; başlangıçta Kadıköy Konsili taraftarı olan bütün hıristiyanları kapsarken daha sonra sadece İskenderiye, Kudüs ve Antakya patrikliklerinde Bizans âyin usulüne tâbi olan Ortodoks hıristiyanları ifade etmeye başlamıştır. Suriye, Filistin ve Mısır’ın hıristiyan halkı ya Melkâî veya monofizitti. Monofizitlere Suriye ve Filistin’de Ya‘kūbî, Mısır’da Kıptî deniliyordu. Mısır’daki Melkâîler’i yerel unsurlarla birlikte genelde Grek koloniciler, Suriye ve Filistin’de ise yerli halktan gruplar oluşturmaktaydı. Monofizitler, yaşadıkları ülkenin millî dilini (Mısır’da Kıptîce, Suriye ve Filistin’de Süryânîce) konuşurken çoğunlukla İstanbul’dan gönderilen yabancıların oluşturduğu Melkâîler, Yunanca konuşuyorlardı. Başlangıçta İskenderiye, Kudüs ve Antakya Melkâîleri kendi patrikliklerine ait âyin usulünü (rit), muhtemelen XIII. yüzyıldan itibaren de Bizans âyin usulünü uyguladılar (New Catholic Encyclopedia, IX, 627).

Melkâî adı, 1054 yılında kilisenin Katolik ve Ortodoks olarak ikiye ayrılmasına kadar bu iki ana kiliseye bağlı olanların tamamını ifade ederken, bölünmeden sonra Roma ile bağını sürdürenlere Katolik Melkâîler, İstanbul’un yanında yer alanlara Ortodoks Melkâîler denildi. Günümüzde ise Melkâî denilince sadece Bizans ritine bağlı Doğu Katolikleri anlaşılmakta, Grek Ortodoks kilisesine mensup olan diğerleri için Ortodoks tabiri yeterli olmaktadır. İstanbul patriğinin 1054’te Katolik kilisesiyle ilişkisini kesmesi üzerine Melkâîler de Roma ile bağlarını kopardılar. Bazı kaynaklar, bu dönemden itibaren bölgede İstanbul’a bağlı Ortodoks Melkâîler yanında Roma ile ilişkilerini sürdüren Katolik Melkâîler’in varlığından da bahsetmektedir. Ancak Melkâîler’den bir kısmının Katolikliği benimsemesi ve Grek Katolik Melkâî Patrikliği’nin kurulması XVIII. yüzyılda gerçekleşmiştir.

1724’te Katolik yanlısı VI. Cyril’in Antakya patrikliğine seçilmesi ve Papa XIII. Benedict’in 1729 yılında onun patrikliğini tanıması neticesinde Melkâîler’le Vatikan arasındaki ilişkiler yeniden başladı. Bu yakınlaşmaya karşı çıkan Ortodoks Melkâîler ise Sylvester’i patrik olarak seçtiler. Sylvester’in patrikliği İstanbul patriği ve dolayısıyla Osmanlı Devleti tarafından da tanındı. Böylece Antakya kilisesi, biri Roma’ya bağlı Grek Katolik Melkâî, diğeri Grek Ortodoks Melkâî patrikliği olmak üzere ikiye ayrıldı. XVIII. yüzyılda Suriye ve Lübnan’da yoğun olarak bulunan Katolik Melkâîler’in sayısı zamanla Filistin ve Mısır’da da arttı. 1838’de Katolik Melkâî patriği Kudüs ve İskenderiye patriği unvanını da aldı. Patrik III. Maximos Mazlum’un gayretleri neticesinde 1848’de Osmanlı Devleti tarafından tanınan patriklik Lübnan’dan Şam’a nakledildi.

Katolik Melkâîler’in ilk patriği 1724-1760 yılları arasında görev yapan VI. Cyril, günümüzdeki patrik ise 2000 yılında seçilmiş olan III. Gregoire (Gregory) Laham’dır. Şam’da ikamet eden Katolik Melkâîler’in ruhanî lideri Antakya, Bütün Doğu, İskenderiye ve Kudüs’ün patriği unvanını taşımaktadır. 1997 rakamlarına göre Melkâîler’in sayısı Ortadoğu ülkelerinde 650.000, Amerika başta olmak üzere diğer ülkelerde ise 1.350.000 civarındadır.

İslâm Literatüründe Melkâiyye. Hıristiyanlığı konu edinen klasik kelâm ve “el-milel ve’n-nihal” kitapları ile reddiye türü eserlerde hıristiyanların Ya‘kūbîler, Nestûrîler ve Melkâiyye olmak üzere üç ana mezhebinden bahsedilmekte; bu mezheplerin yaratıcı Tanrı’nın bir cevher ile baba, oğul ve Rûhulkudüs olarak adlandırılan üç asıldan (ekānîm-i selâse) ibaret olduğunda görüş birliğine varmış olmalarına rağmen teslîs anlayışını oluşturan cevher ve asıllar arasındaki ilişki ile oğul Îsâ Mesîh’in mahiyeti hakkında fikir ayrılığına düştükleri belirtilmektedir.

İslâmiyet-Hıristiyanlık polemiğine önemli katkılarda bulunan Ebû Îsâ el-Verrâk, söz konusu hıristiyan mezheplerinin teslîsi oluşturan asılların Baba, oğul (kelâm) ve ruhtan (hayat) meydana geldiğine, bu asılların cevheriyette bir ve asıllıkta (uknûmiyye) farklı olduğuna, her birinin özel bir cevheri olmakla beraber onları bir umumi cevherin bir araya


getirdiğine inandıklarını ifade etmiştir. Asılların mahiyeti hakkında bu mezheplerin farklı görüşlere sahip bulunduğunu belirten Ebû Îsâ el-Verrâk, Melkâiyye mezhebinin Tanrı’nın üç asıllı bir cevherden ibaret olduğuna, bu asılların cevherle aynı, fakat cevherin asıllardan farklı bulunduğuna inandığını aktardıktan sonra cevher ve asıllar arasında görülen mahiyet farklılığının Tanrı’nın iradesi ve fiilleri açısından çelişkilere yol açacağına dikkat çekerek Melkâiyye’nin bu anlayışını tutarlı bulmaz (er-Red Ǿale’t-teŝlîŝ, s. 66-68, 80-82, 88-90, 110-112).

Bâkıllânî de teslîs anlayışında asılları bir araya getiren cevherin (el-cevherü’l-âmmü’l-câmi‘) mahiyetine ilişkin olarak Ya‘kūbiyye ve Nestûriyye’nin, “Cevher, asıllardan farklı bir şey değildir” iddiaları ve Melkâiyye’nin, “Cevher, asıllardan farklıdır” şeklindeki inançları arasındaki çelişkiye dikkat çeker (et-Temhîd, s. 82-83). Bâkıllânî, Melkâiyye’nin Îsâ’nın mahiyetiyle ilgili görüşünü “kelime” ile cesedin birleşmesi, iki şeyin bir olması, çokluğun azlığa dönüşmesi, yani “kelime” ve onunla birleşen şeyin bir olması şeklinde aktarıp bu konudaki diğer izahları da nakletmiş ve Melkâiyye’nin, Îsâ’da gerçekleştiğini iddia ettiği birleşme veya bir tür karışımın ancak dokunma (bitişik olma) ve yapışık olmakla mümkün olacağından hareketle bu hususların ancak cisimler için söz konusu olabileceğini, fakat kadîm olan “kelime” hakkında düşünülemeyeceğini belirtmiştir. Dolayısıyla ona göre “kelime” açısından bir birleşme gerçekleşmeyecek ve asla bu iki şey bir olmayacaktır (a.g.e., s. 86-89).

Kādî Abdülcebbâr, teslîsi oluşturan cevher ve asılların mahiyet ve ilişkilerine benzer eleştiriler getirdikten sonra üç mezhebin de oğulun Mesîh olarak isimlendirilen bir şahısla birleştiği, onun insanların günahı için çarmıha gerildiği ve öldürüldüğü hususlarında görüş birliğinde olduğunu belirtmiş (el-Muġnî, V, 80-81), Melkâiyye’nin Mesîh’in kadîm ve yaratılmış olmak üzere iki cevhere sahip bulunduğuna, Ya‘kūbiyye’nin ise Mesîh’in kadîm olan Tanrı’nın ve yaratılmış olan insanın cevherlerinden meydana gelmiş tek bir cevher olduğuna inandığını aktarmıştır. Öte yandan Kādî Abdülcebbâr, Mesîh’in haça gerilerek öldürüldüğü konusunda mezheplerin aynı kanaatte olmalarına rağmen Melkâiyye’nin çoğunluğunun Mesîh’in lâhûtî ve nâsûtî yönlerinin her ikisinin birden haça gerildiğine, Ya‘kūbiyye’nin ise çarmıha gerilme ve öldürülmenin Tanrı ve insan cevherlerinin bir araya gelmesinden oluşan tek cevherde gerçekleştiğine inandıklarını belirtmiştir. Melkâiyye’nin Mesîh’in kadîm ve yaratılmış olmak üzere iki cevhere sahip bulunduğu anlayışını tutarlı görmeyen Kādî Abdülcebbâr oğulun kelâm olması meselesinin de mâkul bir izahının olmadığını ima eder (a.g.e., V, 82-85, 98).

İbn Hazm, Melkâiyye’nin teslîs anlayışını yukarıdaki tanımlara uygun bir şekilde aktardıktan sonra onların iddia ettiği gibi Tanrı, her biri ezelî ve neticede bir tek şey olan üç asıldan meydana geliyorsa neden bunlardan birincisinin baba, ikincisinin oğul olmasının gerektiği sorusunu sorar ve böyle bir anlayışın baba ile oğulu farklı kabul eden İncil metinleriyle de (Markos, 16/19; 13/32) çeliştiğini belirtir. Melkâiyye’nin, “Allah Teâlâ’nın, hayat ve ilim sahibi olması gerekir. O’nun hayatı ruh, ilmi de oğuldur” şeklindeki istidlâlini de kuvvetli bulmayan İbn Hazm, Tanrı’ya bu tür sıfatların istidlâl yoluyla değil ancak sem‘î olarak verilebileceğini, hıristiyanların kutsal metinlerinin ise böyle bir şeye imkân tanımadığını söyler (el-Faśl, I, 50). İbn Hazm’ın Melkâiyye’yi tenkit ettiği bir başka nokta ise Mesîh’in tabiatına dair inançlarıdır. Onlar Tanrı’nın insanla birleştiğini, tek bir şey olduğunu, bunun da hararetten kızarmış bir sacda görünen ateşe benzetilebileceğini ileri sürmüşlerdir. İbn Hazm böyle bir anlayışın ve benzetmenin doğru olmadığını, çünkü bunun cevher konumunda olan insanda Tanrı’nın bir araz gibi bulunmasını gerektirdiğini belirtir (a.g.e., I, 53).

Şehristânî ise Melkâiyye’nin Mesîh’te beşerî ve ilâhî iki tabiatın bulunduğuna, Meryem’in ezelî bir varlığı doğurduğuna, çarmıha gerilme ve öldürülmenin Mesîh’in beşerî ve ilâhî yönünün ikisi için de geçerli olduğuna inandıklarını belirterek yukarıdakilere benzer eleştiriler getirmektedir (el-Milel, I, 222).

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Îsâ el-Verrâk, er-Red Ǿale’t-teŝlîŝ (nşr. D. Thomas, Anti-Christian Polemic in Early Islam içinde), Cambridge 1992, s. 66-68, 80-82, 88-90, 110-112; Bâkıllânî, et-Temhîd (Ebû Rîde), s. 82-83, 86-89; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, V, 80-85, 98; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 222; İbn Hazm, el-Faśl, I, 50, 53; J. G. G. Norman, “Melchites (Melkites)”, The New International Dictionary of the Christian Church (ed. J. D. Douglas), Michigan 1974, s. 674; B. L. Faulkner, “Eastern Orthodox Church”, a.e., s. 322-325; G. Giacumakis, “Monophysitism”, a.e., s. 672-673; D. W. Johnson, “Melchites”, Dictionary of the Middle Ages (ed. J. R. Strayer), New York 1987, VIII, 268; A. S. Atiya, A History of Eastern Christianity, New York 1991, s. 69-71; Visâm Kebkeb, “Kenîsetü’r-Rûm el-Melikiyyîn el-Kâşûlîk”, Delîl ilâ ķırâǿeti târîħi’l-kenîse: el-Kenâǿisü’ş-şarķıyyeti’l-Kâŝûlîkiyye, Beyrut 1997, II, 45-121; el-Hûrî İ. Ermile es-Süryânî, “el-Melikiyyûn”, el-Meşriķ, XXXIV/1, Beyrut 1936, s. 37-66; XXXIV/2 (1936), s. 211-234; XXXIV/3 (1936), s. 361-394; XXXIV/4 (1936), s. 497-526; A. Hage, “Melchite Rite”, New Catholic Encyclopedia, Washington 1967, IX, 627-630; A. Ayalon, “Malik”, EI² (İng.), VI, 261-262.

Mustafa Sinanoğlu