MENZİLE BEYNE’l-MENZİLETEYN

(المنزلة بين المنزلتين)

Mu‘tezile’nin beş inanç esasından biri.

Sözlükte “iki konum (mekân, derece) arasında üçüncü bir konum” anlamına gelen el-menzile beyne’l-menzileteyn tabiri, Mu‘tezile anlayışında imanla küfür arasında yer alan fısk konumunu ifade eder. Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen kişi, imandan çıkmakla birlikte inanç esaslarını inkâr etmediğinden küfre girmeyip fısk statüsünde bulunur. Bu kişi, işlediği büyük günahtan tövbe etmeden öldüğü takdirde küfür konumuna geçip ebediyen cehennemde kalır, ancak azabı kâfirlerinkinden hafif olur. Mu‘tezile kelâmcılarının bu görüşü, mürtekib-i kebîreyi kâfir sayan Hâricîler’le onu mümin kabul eden Mürcie arasında farklı bir anlayışı temsil eder.

Ebü’l-Kāsım el-Belhî el-Kâ‘bî, kendilerine Mu‘tezile adının verilişini el-menzile beyne’l-menzileteyn esasıyla irtibatlandırır ve büyük günah işleyen kimsenin Hâricîler’ce fâsık-kâfir, Mürcie tarafından fâsık-mümin sayılması karşısında her ikisinden de ayrıldıklarını, ihtilâf edilen nitelemeleri terkederek ittifak edilen fâsık teriminde karar kıldıklarını ve bundan dolayı Mu‘tezile diye anıldıklarını kaydeder (Źikrü’l-MuǾtezile, s. 115). Kādî Abdülcebbâr da Mu‘tezile’nin övgü ve ikram olsun diye değil kâfirlerden ayırmak amacıyla fâsıklara dünyada müslüman muamelesi yaptığını, tövbe ettikleri takdirde âhirette mümin muamelesi göreceklerini söyler (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 137-138). Yine Kādî Abdülcebbâr, peygamberlerin teori ve pratikle ilgili olmak üzere getirdikleri hükümlerin her ikisinde de usul ve fürûa ilişkin kuralların bulunduğunu belirtir ve usule dair hükümlerin “el-esmâ ve’l-ahkâm” çerçevesine girdiğini kaydeder. Mükellefler bu esaslar çerçevesinde kâfir, fâsık ve mümin gruplarına ayırılır. Mümin övülmeye lâyık görülürken fâsık dinî bakımdan yerilmeyi hak eder, dolayısıyla ikisi aynı kavramla ifade edilemez (el-Muħtaśar, s. 243-247). Âhirette kâfirlerle fâsıklar arasındaki ceza derecelendirmesi peygamberlerle diğer müminler arasındaki mükâfat farkına benzer. Müminlerin mükâfatı peygamberlere nisbetle daha küçük olduğu gibi fâsıkların cezası da kâfirlere nisbetle daha hafif olacaktır (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 139, 701).

Kelâm tarihinde el-menzile beyne’l-menzileteyn görüşünü ilk defa ortaya atan kişinin Vâsıl b. Atâ olduğu kabul edilir. Vâsıl b. Atâ, büyük günah işleyenin münafık olduğunu söyleyen Hasan-ı Basrî’ye karşı çıkmış ve onun meclisini terketmiştir. Bu telakki Vâsıl’ın dinî düşüncesinde merkezî bir konuma sahiptir. Bu yaklaşımı ile mezhepler arasında ortak bir noktayı yakalamayı hedefleyen Vâsıl b. Atâ, söz konusu görüşünü siyasî alana da uygulayarak Ali b. Ebû Tâlib ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında çıkan savaşta taraflardan birinin hatalı olduğunu, fakat bunun bilinemeyeceğini, haklarında hüküm vermeden konuyu Allah’a havale etmenin gerektiğini söylemiş, bu suretle hem Ali’yi hem muhaliflerini tekfir eden Hâricîler’den ayrılmış, her iki grubu da mümin sayan Mürcie ile Ali karşıtlarının fâsık olduklarını iddia eden Şîa arasında orta bir yol tutmuştur. Mu‘tezile âlimleri genelde onun bu görüşünü benimsemiş, ancak Amr b. Ubeyd kendisine muhalefet etmiştir (Ali Sâmî en-Neşşâr, I, 388-391; ayrıca bk. İbnü’l-Murtazâ, el-Münye ve’l-emel, s. 38-41). Vâsıl b. Atâ’nın öğrencisi olan Zeyd b. Ali de görüşlerinin çoğunu kendisinden almış olmasına rağmen el-menzile konusunda hocasından ayrılmıştır (Kādî Abdülcebbâr, Ŧabaķātü’l-MuǾtezile, s. 239; İbnü’l-Murtazâ, Ŧabaķātü’l-MuǾtezile, s. 33).

Mu‘tezile âlimleri, el-menzile beyne’l-menzileteyn esasını dinî bir mesele kabul ettikleri için onu daha çok naklî yönden temellendirmeye çalışmışlardır. Meselâ Câhiz konuyu orta yolu emreden âyetlerle ve aynı meâldeki hadislerle temellendirir (el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 173). Kādî Abdülcebbâr, Allah’a ve Resulü’ne isyan eden ve Allah’ın koyduğu sınırları aşanların ebediyen cehennemde kalacağını (en-Nisâ 4/14), bir mümini kasten öldürenin cezasının da aynı olduğunu (en-Nisâ 4/93), ilâhî lânetin yalancılar üzerine olduğunu (en-Nûr 24/6-7) bildiren âyetlerin yanı sıra Hz. Ali’nin kendisine isyan eden Hâricîler ile Muâviye taraftarlarını kâfir değil “bâgī” sayan tutumuna, ayrıca sahâbe ve tâbiînin bu yöndeki görüş ve uygulamalarına dayandırır (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 140, 712-714). İbnü’r-Râvendî, icmâ iddialarının aksini savunarak Vâsıl b. Atâ ve onu takip edenlerin el-menzile görüşü ile bu konudaki icmâın dışına çıktıklarını söyler ve onları eleştirir (Hayyât, s. 237). Kādî Abdülcebbâr da bazı sevaplarla bazı günahlara benzerlerinden daha çok mükâfat veya ceza takdir edilmesi gibi el-menzile ilkesine ilişkin hususları akılla kavramanın mümkün olmadığını belirtir ve şöyle bir örnek verir: Eğer bize kalsaydı fakire 1 dirhem vermenin sevabının kelime-i şehâdetten, içki içme cezasının da onu helâl görmekten daha fazla olması gerektiğine hükmederdik (Şerĥu’l-Uśûlü’l-ħamse, s. 138; el-Muħtaśar, s. 243).

Kâ‘bî, mümin ve kâfir kavramlarının mutlak ve mukayyet gibi ayırımlara tâbi tutularak farklı sonuçlar çıkarılabileceğini söyler. Bu anlayışa bağlı olarak fâsık kelimesine mukayyet mümin anlamını yükler ve bunun cennetin Allah’a ve Resulü’ne inananlar için hazırlandığını bildiren âyetin (el-Hadîd 57/21) kapsamına girdiğini belirtir. Buna karşı Kādî Abdülcebbâr mümin teriminin dinde tek anlamının bulunduğunu ifade eder ve Kâ‘bî’nin görüşünü dayanaksız bulur (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 702).

el-Menzile beyne’l-menzileteyn ilkesi Mu‘tezile’nin ortaya çıkışında ve sisteminin belirlenmesinde etkili olmuş, hatta mezhebin “el-Menâziliyye” diye adlandırılmasına sebep teşkil etmiştir. Mu‘tezile kelâmcıları bu ilkeyi benimsemekle aşırılıklardan uzak kalmayı ve orta bir yol tutmayı hedeflemişlerdir. Mezhebin kurucusu Vâsıl b. Atâ’ya Kitâbü’l-Menzile beyne’l-menzileteyn adında bir risâle nisbet edildiği gibi Zeydî imamı Hâdî-İlelhak da el-Menzile beyne’l-menzileteyn adıyla bir kitap telif etmiştir (ayrıca bk. KEBÎRE).

BİBLİYOGRAFYA:

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 173; Hayyât, el-İntiśâr, s. 237; Ka‘bî, Źikrü’l-MuǾtezile (nşr. Fuâd Seyyid, Fażlü’l-iǾtizâl ve Ŧabaķātü’l-MuǾtezile içinde), Tunus 1393/1974, s. 115; Kādî Abdülcebbâr, Ŧabaķātü’l-MuǾtezile (a.e. içinde),


s. 239; a.mlf., el-Muġnî, neşredenin girişi, s. c; a.mlf., Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 137-140, 697, 701-702, 712-714; a.mlf., el-Muħtaśar fî uśûli’d-dîn (nşr. Muhammed Amâre, Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevĥîd içinde), Kahire 1971, s. 243-247; İbnü’l-Murtazâ, Ŧabaķātü’l-MuǾtezile, s. 33; a.mlf., el-Münye ve’l-emel, İskenderiye 1985, s. 38-41; Kāsım b. Muhammed ez-Zeydî, Kitâbü’l-Esâs li-Ǿaķāǿidi’l-ekyâs (nşr. Albert Nasrî Nâdir), Beyrut 1980, s. 182-191; Ahmed Emîn, Đuĥa’l-İslâm, Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), III, 61-64; Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşǿetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), I, 388-391.

İlyas Çelebi