MUKADDİME

(المقدّمة)

İslâm kitap telif geleneğinde eserlerin başındaki önsöz veya girişin adı.

Sözlükte “öne geçmek” anlamındaki kudûm masdarının “tef‘îl” kalıbından ism-i fâili olan mukaddime kelimesinin anlamından (öne geçen) hareketle ordunun öncü birliğine “mukaddimetü’l-ceyş” adı verilmiş, buradan istiare yoluyla kitapların ve ilmî bahislerin başında yer alan önsöz, sunuş ve giriş yazılarına da mukaddime denilmiştir. Arap dilinde mukaddime terimi ilk defa “kıyas ve istidlâlde bir çıkarımın veya sonuç önermesinin kendilerine dayandığı öncül önermeler kümesinden her biri” karşılığında mantık ilminde ortaya çıkmış, daha sonra kelâm ilminde ve fıkıh usulünde kullanılmaya başlanmıştır (bk. KIYAS). Kelimenin “önsöz” veya “giriş” anlamını kazanması bu süreçten sonradır.

Klasik kaynaklarda mukaddimenin “mukaddimetü’l-kitâb” (önsöz) ve “mukaddimetü’l-ilim” (giriş) şeklinde iki kısma ayrıldığı görülmektedir. Mukaddimetü’l-kitâb mahiyetindeki girişlerde eserin adı, yazılış sebebi, konusu, amacı, önemi, başlıca bölümleri ve muhtevası tanıtılır, kime ithaf edildiği belirtilir, telifinde izlenen yöntemden ve karşılaşılan güçlüklerden söz edilir. Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’in el-Meŝelü’s-sâǿir’i, Safedî’nin el-Vâfî bi’l-vefeyât’ı, Zemlekânî’nin et-Tibyân fî Ǿilmi’l-beyân’ında görüldüğü gibi bazı mukaddimelerde aynı konuda daha önce yazılmış eser ve kaynakların adları ile bunların eleştirileri de yer alır. Mukaddimetü’l-ilimde ise telifin ait olduğu ilim dalının tanımı, konusu, amacı, yararı gibi temel bilgiler verilir. Bu tür mukaddimeler bazan müstakil bir kitap olacak hacme ulaşabildiği gibi bazan bir kitabın ana bölümlerine (bab) ve alt başlıklarına (fasl) “mukaddimetü’l-bâb” ve “mukaddimetü’l-fasl” diye adlandırılan girişler de yazılmıştır.

Mukaddimenin yanı sıra “medhal, fâtiha(tü’l-kitâb), dîbâce, temhîd, tavtıe, hutbe, tasdîr, takdîm, takdime, sadrü’l-kitâb, risâletü’l-kitâb” gibi birçok terim kullanılmıştır. Mukaddime ve tavtıeyi Câhiz (Risâletü’l-mesâǿil, IV, 65), mukaddimetü’l-kitâbı Zemahşerî (el-Fâǿiķ, I, 46), medhali Hamza el-İsfahânî (Sevâǿirü’l-emŝâl, s. 46), takdimeyi Hattâbî (Ġarîbü’l-ĥadîŝ, I, 52) ilk defa terim olarak kullanmıştır. Hutbenin ise Ebû Hayyân et-Tevhîdî (el-Beśâǿir ve’ź-źeħâǿir,


III, 76) ve Seâlibî’de (Yetîmetü’d-dehr, IV, 7) görüldüğü üzere IV. (X.) yüzyıldan itibaren yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır (Abbas Erhîle, s. 57-67).

“Fâtihatü’l-kitâb”ın kısaltılmış şekli olan “fâtiha” kelimesi, Kur’an’ın bir bakıma mukaddimesi mahiyetindeki Fâtiha sûresi için ilk defa Hz. Peygamber tarafından kullanılmıştır (meselâ bk. Müsned, II, 241, 428, 478; III, 2; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 23, “Tıb”, 19; Tirmizî, “Mevâķīt”, 69, 116; Nesâî, “Cenâǿiz”, 22). Fâtiha sûresinin besmele ile başlaması, ardından hamd, tevhid, âhiret inancı, ibadet gibi temel dinî konuların besmele-hamd ve dua cümleleri arasına mükemmel bir uyumla yerleştirilmesi müslüman yazarlara bu konuda ilham kaynağı olmuştur. Mukaddimelerin baş tarafındaki besmele ve hamdele ifadeleri Fâtiha sûresinin, salvele, Hz. Peygamber’e salât ve selâm getirilmesini emreden âyet ve hadislerin etkisiyle şekillenmiştir. II. (VIII.) yüzyıl ile III. (IX.) yüzyılın ortalarına kadar yazılmış eserlerin çoğunda mukaddime olarak yalnız başlangıç duası olan besmele-hamdele-salvelenin bulunduğu, bazan sadece besmele ve kısa bir dua ile yetinildiği görülür.

Farsça’dan Arapça’ya geçen dîbâce küçültme ismi olarak “bir tür has ipek parçası” anlamına gelir. Yazma eserlerin genellikle tezhip ve yaldızlarla süslü ilk sayfaları için kullanılan kelime buradan hareketle “kitap mukaddimesi” anlamını kazanarak yaygınlaşmıştır. Çoğunlukla eseri tahkik eden veya yayımlayan tarafından yazılan temhîdde okuyucuyu eserde ele alınan konulara hazırlayıcı temel bilgilere yer verilir. Bu maksatla tavtıe (yürünecek yolu düzeltme) kelimesi de kullanılmıştır. Daha çok muhakkık veya nâşir tarafından kaleme alınan tasdîrde ise (sunuş) eser hakkındaki şahsî değerlendirmelerle bunun hazırlanmasında yahut yayımlanmasında yardımcı olan kişi veya kurumlara teşekkür edilir. Ayrıca her baskı için yeni bir tasdîr yazılması ve eserin bir önceki baskıdan farklarının belirtilmesi birçok eserde izlenen bir yoldur.

Mukaddime, Arap edebiyatında III. (IX.) yüzyılın ortalarına doğru Câhiz’in ve öğrencisi İbn Kuteybe’nin eserleriyle şekillenmiş, IV. (X.) yüzyılda olgunlaşarak bağımsız edebî bir tür haline gelmiştir. Mukaddime üslûbunun gelişmesinde İbnü’l-Mukaffa‘, Câhiz ve İbnü’l-Mu‘tez gibi ediplerle edebiyat ve belâgat âlimlerinin yazılı ve sözlü kompozisyonların başlangıç kısımlarının nasıl olması gerektiğine dair verdikleri teorik bilgilerin etkisi olmuştur. Geleneksel anlamıyla mukaddime “hutbetü’l-kitâb” adı verilen başlangıç kısmı ile asıl kısım ve bitiş (hâtime) olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Hutbetü’l-kitâb besmele, Allah’a hamdü senâ (hamdele), Hz. Peygamber ile onun soyuna ve ashabına salâtü selâm (salvele) kısmından oluşur. Hamdele veya salvele cümleleriyle ithaf ifadeleri arasına eserin konusuna ve gayesine işaret eden uygun ifadelerin yerleştirilmesi usta yazarların âdetidir (bk. BERÂAT-i İSTİHLÂL). Mukaddimenin asıl kısmına “emmâ ba‘d / ve ba‘d” şeklindeki bir ibareyle geçilir. Bu ibare çok eski zamanlardan beri konuşma, hutbe, hitabe ve mektupların hamdele ve salvele kısmından asıl konuya geçişte kullanılagelen bir klişedir. Mukaddimenin asıl kısmında yazar telif sebebini açıklar; zamanın devlet reisinin övülmesine, eserin adıyla muhtevasına ve bazan kaynaklarına ilişkin bilgilere yer verilir. Bitiş kısmında Allah’a hamdü senâ, Peygamber’e salâtü selâmdan sonra ilâhî yardım ve başarı talebinde bulunmak âdettir. Mukaddimelerin özellikle birinci ve üçüncü bölümleri olan dua kısımlarında secili kelimeler kullanılarak sanatlı nesrin en güzel örnekleri ortaya konmuştur.

III. (IX.) yüzyıldan önce kaleme alınan bazı eserlerdeki mukaddimelerin bu eserlerin müelliflerine ait olup olmadığı hususu tartışmalıdır. Nitekim II. (VIII.) asırda yazılan İbnü’l-Mukaffa‘, Mukātil b. Süleyman, Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, Sîbeveyhi, İmam Muhammed gibi müelliflerin kitaplarında mukaddime görülmez. Ancak Kitâbü Sîbeveyhi’nin baş tarafında yer alan kelime ve çeşitleri, kelâm nevileri, müsned-müsnedün ileyh, lafız-mâna ilişkisi, lafızların zikir ve hazfi, şiir zaruretleri gibi bablar mukaddimetü’l-ilim gibi kabul edilmiş ve önemi dolayısıyla müstakil olarak şerhedilmiştir. III. (IX.) yüzyılın başlarında vefat eden İmam Şâfiî, Kutrub, Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ, Asmaî, Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm gibi müelliflerin eserleri de mukaddimesizdir. Bunların bazılarında sadece besmele ile bir iki kelimelik dua, bazılarında kısa bir hamdele-salveleye rastlanır. Aynı dönemde yaşayan İbn Sellâm el-Cumahî’nin Ŧabaķātü fuĥûli’ş-şuǾarâǿ adlı kitabının baş tarafında şiir teorisine dair mukaddimetü’l-ilm niteliğinde uzun bir bölüm yer alır. Halef el-Ahmer’e nisbet edilen Muķaddime fi’n-naĥv’in mukaddimesi, eserin Halef adında veya Ahmer lakabında muahhar bir yazara ait olabileceğini düşündürmektedir (DİA, XV, 236). Aynı şekilde Arap dilinin ilk sözlüğü olan ve Halîl b. Ahmed’e (ö. 175/791) izâfe edilen Kitâbü’l-ǾAyn’ın mukaddimesindeki ayrıntılı bilgiler de mukaddimenin telifinde Halîl’den sonra gelen bir heyetin rolünün bulunduğu izlenimini uyandırmaktadır.

İslâmî literatürde müstakil uzun mukaddime yazma geleneğini başlatan Cessâs Aĥkâmü’l-Ķurǿân’ına mukaddime olarak iki eser yazdığını, birincisinin Muķaddime fî uśûli’t-tevĥîd, ikincisinin Tavŧıǿe fî uśûli’l-fıķh (Uśûlü’l-fıķh) adını taşıdığını söyler. Bu iki mukaddime asıl eserden daha hacimlidir. Uzun mukaddimeler arasında İbn Haldûn’un Muķaddime’sinin özel bir yeri vardır. Müellifin, genel tarihle ilgili Kitâbü’l-Ǿİber’inin birinci bölümü olarak kaleme aldığı eser Muķaddime adıyla bağımsız bir kitap gibi kabul edilmiştir. Öte yandan İbn Kuteybe’nin Edebü’l-kâtib’inin mukaddimesi kitabın hacmine göre uzun bulunarak eleştirilmiştir. Safedî’nin, el-Vâfî’sine yazdığı tarih metodolojisine dair elli beş sayfalık mukaddime de önemi sebebiyle asıl eserden çok önce neşredilmiştir. Bunun gibi önemli görülerek yalnız mukaddimeleri şerhedilen eserler de vardır: Mübârek b. Fâhır’ın Şerĥu Ħuŧbeti Edebi’l-kâtib (li’bn Ķuteybe), Fîrûzâbâdî’nin Nuġbetü (Buġyetü)’r-reşşâf min ħuŧbeti’l-Keşşâf adlı eserleri gibi. Günümüzde ilmî eserlerde eskilerin önsöz ve giriş geleneği fazla bir değişikliğe uğramadan devam etmektedir.

II. (VIII.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren “mukaddime” adıyla, bir ilmin ana konularını özet halinde ele alan eserlerin yazıldığı görülür. Halef el-Ahmer, Ebû Ömer el-Cermî ve İbn Fâris’in el-Muķaddime fi’n-naĥv adlı eserleri, İbn Bâbeşâz’ın el-Muķaddimetü’l-muĥsibe fî fenni’l-ǾArabiyye’si, İbn Âcurrûm’un el-Muķaddimetü’l-Âcurrûmiyye’si, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin el-Muķaddime fi’t-taśavvuf’u, Ahmed b. Muhammed el-Gaznevî’nin el-Muķaddimetü’l-Ġazneviyye fi’l-fürûǾi’l-Ĥanefiyye’si, İbnü’l-Cezerî’nin el-Muķaddimetü’l-Cezeriyye fi’t-tecvîd’i bunlar arasında zikredilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Zemahşerî, el-Fâǿiķ, I, 46; Tehânevî, Keşşâf, II, 1215-1218; Müsned, II, 241, 428, 478; III, 2; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 23, “Ŧıb”, 19; Tirmizî, “Mevâķīt”, 69, 116; Nesâî, “Cenâǿiz”, 22; İbnü’l-Mukaffa‘, el-Manŧıķ (İbn Bihrîz, Ĥudûdü’l-manŧıķ içinde, nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1398/1978, s. 1, 9, 63-64, 101, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. yek-heştâdûheşt; Câhiz, Risâletü’l-mesâǿil ve’l-cevâbât fi’l-maǾrife (Resâǿilü’l-Câĥiž içinde, nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1399/1979,


IV, 65; Hamza el-İsfahânî, Sevâǿirü’l-emŝâl Ǿalâ efǾal (nşr. Fehmî Saîd), Beyrut 1409/1988, s. 46; Hattâbî, Ġarîbü’l-ĥadîŝ (nşr. Abdülkerîm İbrâhim el-Azbâvî), Dımaşk 1402/1982, I, 52; Ebû Hayyân et-Tevhîdî, el-Beśâǿir ve’ź-źeħâǿir (nşr. Vedâd el-Kādî), Beyrut 1408/1988, III, 76; Seâlibî, Yetîmetü’d-dehr (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1377/1957, IV, 7; Kurtubî, el-CâmiǾ, XV, 162-164; P. Freimark, Das Vorwort als Literarische form in der Arabischen Literatur, Münster 1967, tür.yer.; a.mlf., “Muķaddima”, EI² (İng.), VII, 495-496; H. Horst, “Besondere Formen der Kunstprosa”, Grundriss der Arabischen Philologie, Literaturwissenschaft (nşr. H. Gätje), Wiesbaden 1987, II, 221-237; Abbas Erhîle, Muķaddimetü’l-kitâb fi’t-türâŝi’l-İslâmî ve hâcisü’l-ibdâǾ, Merakeş 2003, tür.yer.; G. Schoeler, “Die Frage der Schriftlichen oder Mündlichen Überlieferung im frühen Islam”, Isl., LXII (1985), s. 201-230; İbrahim Hilmi Karslı, “Tarihsel Gelişimleri İtibariyle Tefsîr Mukaddimelerine Dair Bir İnceleme”, EAÜİFD, XX (2003), s. 225-260; M. Talbi, “Ibn Қћaldūn”, EI² (İng.), III, 828-831; M. Plessner, “Muķaddam”, a.e., VII, 492; Dihhudâ, Luġatnâme, XXVI/A, s. 909-913; Tevfik Rüştü Topuzoğlu, “Faslü’l-hitâb”, DİA, XII, 216-217; İsmail Durmuş, “Halef el-Ahmer”, a.e., XV, 236; a.mlf., “İktidâb”, a.e., XXII, 56; A. al-Azmeh, “Muqaddima”, Encyclopedia of Arabic Literature (nşr. J. S. Meisami - P. Starkey), London 1998, II, 551-552.

İsmail Durmuş




TÜRK EDEBİYATI. Osmanlı kitap telif geleneğinde mukaddime kavramı ve bunu ifade için kullanılan terimler, bu konuda İslâm medeniyeti çerçevesinde gelişmiş şekil ve muhteva ile hemen hemen aynı özelliklere sahiptir. Türkçe eserlerde mukaddime ile eş anlamlı olarak “takdim, ifâde-i mahsûsa, meram, ifâde-i merâm, medhal, önsöz, sunu, sunuş, birkaç söz, başlangıç, giriş” gibi şekiller de kullanılmıştır.

Beyânü’l-unvân adlı risâlesinde mukaddimenin Osmanlı kültüründeki uygulamasına temas eden Ahmed Cevdet Paşa konuyu “hutbe-i kitâb” ve “dîbâce” başlığı altında iki kısma ayırarak incelemiştir. Osmanlı döneminde yazılan kitaplarda mukaddimenin hutbe-i kitâb adı verilen ilk kısmında besmele, hamdele ve salveleye yer verilerek klasik müelliflerin uygulamasının sürdürüldüğü görülmektedir. Kitabın besmele ve hamdele ile başlaması, besmelesiz ve hamdelesiz başlayan işlerin bereketsiz olduğunu bildiren hadislere (İbn Mâce, “Nikâĥ”, 19; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 126; Aclûnî, II, 174), salvele ile başlaması da Hz. Peygamber’e salâtü selâmı emreden âyete (el-Ahzâb 33/56) ve Resûl-i Ekrem’in bu konudaki tavsiyelerine dayanmaktadır.

Mensur eserlerde hamdele ve salveleyi kitabın konusuna uygun ibarelerle düzenlemeye büyük özen gösteren müellifler bunu sanat güçlerini ortaya koymak bakımından önemli bulmuşlardır. Bu anlayışın en güzel örnekleri hutbe mukaddimelerinde görülmektedir. Mensur eserlerde ve özellikle mesnevilerde XIV. yüzyıldan itibaren müstakil besmele manzumelerinin kaleme alınması rağbet bulmuştur. Meselâ Bursalı Ahmed Paşa divanına, “Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm / Oldu çün unvân-ı kelâm-ı kadîm” matla‘lı sekiz beyitlik bir besmele manzumesiyle başlamıştır. Manzum eserlerde bazan bir iki beyit halinde görülen hamdele yerine tevhid, salvele yerine na‘t yazılmasının bu uygulamanın gelişmesiyle ortaya çıktığı söylenebilir. Esasen her iki şiir türünün içinde hamd ve salâtü selâmın yanında ilgili âyet ve hadislerin de iktibas edildiği görülmektedir. Bu uygulamanın en eski örneğini yine Ahmed Paşa’nın divanında bulmak mümkündür. Ahmed Paşa, bazan başka şairlerde de görüldüğü üzere birkaç beyitlik Arapça hamdele kısmını takiben uzun bir şiir halinde tevhid, münâcât ve na‘t beyitleri kaleme almış, ardından Sultan Bayezid’i överek mukaddimesini ona dua ederek bitirmiştir.

Mukaddimenin dîbâce kısmı genellikle Farsça veya Arapça bir ibare ile başlar. Ayrıca hutbe-i kitâb ile dîbâceyi birbirinden ayıran “emmâ ba‘d / ve ba‘de / ba‘de zâ” gibi ibarelerin özellikle mensur eserlerde “bundan sonra / ... -den sonra // imdi” veya “mâlûm ola ki” şeklinde Türkçeleştirildiği görülmektedir. Bu ifadelerin ardından başta berâet-i istihlâl olmak üzere bedî‘ sanatlarına dayanarak kitabın, müellifin ve eserin takdim edildiği kişinin ismini, eserin hangi ilme ait olduğunu, telif sebebini secili ifadelerle, musanna ve külfetli cümlelerle bazan müstakil başlıklar açarak zikretmek yaygın bir uygulamadır. Bu anlayışın en aşırı örneği olarak Mustafa Sâkıb Dede’nin Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyyân’ı (Kahire 1283) gösterilebilir.

Ahmed Cevdet Paşa, kitapların dîbâce kısmında bulunması gereken hususları müellifin yeni bir ilim ortaya koyması halinde bu konuda okuyucularını bilgilendirmesi, bir ilim dalında daha önce yapılmış tasniflere dair bilgi verilmesi, ilim dalının meselelerinin iyice belirlenmesi veya ilgili oldukları başka ilim dalları karşısındaki durumunun tartışılarak sonuçlandırılması, önceki müelliflerin telif ve tasnifte yaptıkları hataların düzeltilmesi, bir ilmin karışık olan meselelerinin yeniden tertip edilmesine dair teklif ve tesbitler, eski hacimli eserlerin yeni değişiklikler göz önüne alınarak kısaltılıp düzenlenmesi (telhis) hakkında bilgiler, eski âlimlerin kitaplarının muğlak olan kısımlarını açıklayıp anlaşılır hale getirmek için yapılmış işler (şerh ve hâşiye konusunda verilecek bilgiler) şeklinde sıralamaktadır.

Türkçe divanlarda genellikle mukaddime bulunmamaktadır. İstanbul kütüphanelerinde tesbit edilen 492 şaire ait 2500’ün üzerindeki divan nüshasından sadece otuz sekizinin mukaddimesi olduğu ve bunların çoğunda mukaddime yerine “dîbâce”, bir ikisinde “iftitâh” ve “ifade” kelimelerinin kullanıldığı görülmektedir. Divan dîbâceleri üç beyitten kırk yaprağa kadar farklı hacimlerde olmakla birlikte çoğu ortalama birkaç sayfadır. Divanların ekseriyetinde dîbâce bulunmaması, şairler arasında bu eserlere mukaddime yazma geleneğinin yerleşmemesine ve müstensihlerin bunları istinsah etme konusundaki isteksizliklerine bağlanmaktadır. Aslında dîbâcesi bulunan divan nüshalarının ancak bir veya birkaçında dîbâceye rastlanması da bu görüşü doğrulamaktadır (ayrıca bk. DÎBÂCE).

Şuarâ tezkirelerinin mukaddimeleri manzum-mensur uzun metinler olarak dikkat çekmektedir. Anadolu sahasında ilk tezkire sayılan Sehî Bey’in eserinin mukaddimesi altı, Latîfî’nin otuz sayfa, Ahdî’nin Gülşen-i Şuarâ’sının mukaddimesi yedi varak, Kınalızâde Hasan Çelebi’ye ait Tezkiretü’ş-şuarâ’nın mukaddimesi yetmiş sayfaya yakındır. Bunlarda çok sanatlı ifadelerle şiir ve şairlik hakkında dinî ve estetik değerlendirmeler yapıldığı, eserin tertibi ve muhtevasına dair bilgi verildiği, övülen kişiler hakkında müstakil şiirler yazıldığı görülmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Latîfî, Tezkire, s. 3-32; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, II, 174; Ahmed Cevdet Paşa, Beyânü’l-unvân, İstanbul 1289, s. 4-8, 32-34; Tahir Üzgör, Türkçe Dîvân Dîbâceleri, Ankara 1990; Harun Tolasa, “Klasik Edebiyatımızda Dîvân Önsöz (Dîbâce)’leri; Lami‘î Dîvânı Önsözü ve (Buna Göre) Dîvân Şiiri Sanat Görüşü”, JTS, III (1979), s. 385-402; Mustafa Uzun, “Besmele”, DİA, V, 538-539; Tevfik Rüştü Topuzoğlu, “Faslü’l-hitâb”, a.e., XII, 216-217.

Mustafa Uzun




YENİ TÜRK EDEBİYATI. Tanzimat öncesinde basılan eserlerin mukaddimelerinde geleneksel uygulamanın devam ettiği, Tanzimat’tan sonra yayımlanan kitaplarda ise bunun daha belirli ve kategorik kalıplara girdiği dikkati çeker. Bu dönemde yazılan kitapların mukaddimeleri müellif, eser ve okuyucu arasında bir ara metin oluşturmuş ve edebî-ilmî eserlerin


vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Yine bu dönemde basılmış bazı kitapların iç kapağında ve eser adının hemen altında mukaddimeye benzer kısa bilgilerin yer aldığı görülmektedir. XIX. yüzyılda müellif kitabın mahiyetine, konusuna, bölümlerine, hangi ihtiyaçtan doğduğuna ve nasıl hazırlandığına dair bilgi verdikten sonra dönemin padişahına şükranlarını ifade eden cümlelerle mukaddimeyi sona erdirir. II. Meşrutiyet’ten ve Cumhuriyet’ten sonra “önsöz” adı da verilen mukaddimelerde teşekkür faslı eserin ortaya çıkmasında bizzat yardımı geçmiş kişilere yönelir.

Müellifin dışında nâdiren, eserin yayımlanmasını sağlayan editörün bir mukaddime yazdığı da görülür. Müellifin vefatından sonra bulunmuş veya derlenmiş eserlerde ise mukaddime yazma işi derleyiciye veya editöre kalmıştır. Tercümelerde de müellifin orijinal mukaddimesi dışında çevirenin müellifi ve eseri tanıtıcı bir mukaddimesi bulunabilir.

Şiir, roman, tiyatro gibi edebî çalışmalarda mukaddime yaygın olmamakla birlikte özellikle XIX. yüzyılda yeni bir türün veya herhangi bir yeniliğin ilkleri olma iddiasını taşıyan eserlerde bu yeniliği açıklayan bazan oldukça uzun mukaddimeler yazılmıştır. Nâmık Kemal’in Celâleddin Harzemşah adlı tiyatro eserinin ilk neşrinden sonra kaleme aldığı, ayrı bir kitap halinde de yayımlanan Mukaddime-i Celâl, mukaddime sınırlarını aşarak müellifin tiyatro ve edebiyat hakkındaki görüşlerini ifade eden bağımsız bir çalışma hüviyeti kazanmıştır. Bunun gibi Abdülhak Hâmid’in Makber mukaddimesi ile Ahmed Hâşim’in Piyale’nin baş tarafına koyduğu “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” da türünün önemli metinlerindendir. Garip mukaddimesi de Orhan Veli ve arkadaşlarının şiir görüşlerinin bir beyannâmesi özelliği taşır.

Bazı şiir kitaplarının ve antolojilerin manzum mukaddimeleri eseri okuyucuya hissettirmek maksadıyla kaleme alınmış, daha çok poetik değeri olabilecek metinlerdir. Mehmed Âkif’in ilk Safahat’ındaki başlıksız beyitler, Tevfik Fikret’in Rubâb-ı Şikeste’sinin başındaki kıta ile “Kārilerime” adlı manzumesi, Ahmed Hâşim’in Piyale ve Göl Saatleri’nin başındaki kıtalar gibi. Ziyâ Paşa’nın bir antoloji olan Harâbât’a yazdığı 795 beyitlik manzum mukaddime de muhtevası dolayısıyla mukaddime mahiyetini aşmakta, âdeta bütün bir divan şiirini belli başlı şahsiyetleriyle değerlendiren, giriş mahiyetinde bir edebiyat tarihi özelliği taşımaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

“Önsöz”, ML, IX, 767; “Önsöz”, TDEA, VII, 192-193.

M. Orhan Okay