MÜTEKADDİMÎN ve MÜTEAHHİRÎN

(المتقدّمون والمتأخّرون)

Sözlükte “öncekiler” anlamına gelen mütekaddimîn (mütekaddimûn) ve “sonrakiler” mânasındaki müteahhirîn (müteahhirûn) kelimeleri, İslâm düşünce ve ilimler tarihinde bazı dönüşümlerin öncesini ve sonrasını belirten bir kavram çifti oluşturmakla beraber bunlarla kastedilen devirler ilim dallarına ve kullananlarına göre değişiklik arzeder. Ayrıca mütekaddimîn ve müteahhirîn terimleriyle iki dönemi ayıran muayyen bir zaman diliminden çok uzun bir geçiş sürecinin kastedildiği görülür. Bazan selef kelimesiyle eş anlamlı kullanılsa da mütekaddimîn terimi Selef dönemini de içine alan daha geniş bir kapsama sahiptir.

İlim dallarındaki farklılıklar yanında bazan bir ilim dalının tarihinde bile mütekaddimîn ve müteahhirîn dönemlerini ayırmak güç olmaktadır. Konunun tabiatından gelen farklı kullanımlara rağmen İslâm ilimleri tarihine toplu bakış yapan eserlerin mütekaddimîn ve müteahhirîn devirlerini ayırma noktasında ortak bazı yaklaşımlara sahip olduğunu söylemek mümkündür. Meselâ tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, tasavvuf gibi temel İslâm ilimleri bakımından mütekaddimîn-müteahhirîn ayırımında ağırlıklı olarak bu ilimlerin teşekküllerini tamamladıkları dönemin esas alındığı görülür. Buna göre İslâm’ın başlangıcından IV. (X.) yüzyılın başlarına kadar devam eden zaman dilimi İslâm ilimleri tarihinde genellikle mütekaddimîn devri olarak adlandırılmaktadır (M. Amîm İhsan Müceddidî el-Bereketî, I, 463). Ancak iki dönemi ayıran geçiş süresi bazan bir asrı bile aşabilmektedir. Alt disiplinler yahut bir ilim çerçevesinde zamanla ortaya çıkan farklı düşünce ekolleri açısından mütekaddimîn ve müteahhirîn ayırımında daha fazla değişkenlikler söz konusu olmaktadır.

Mütekaddimîn ve müteahhirîn ayırımının, gerçekte dönemlere ayırma ihtiyacının ötesinde bir ilmin mütekaddimîn devri içinde yer alan âlimlerin ve eserlerinin müteahhirîn dönemindekiler üzerinde kurduğu otoriteye vurgu yapma gibi bir anlam taşıdığı söylenebilir. Zira “selef-i sâlihîn” denilen ilk üç nesli içine alan IV. (X.) yüzyılın başlarına kadarki devirde oluşan bir ilme ait terimler, ana kavram ve tasnifler o ilmin ana çatısı bakımından hayatî bir role sahip olmuş, bu ana çatı sonraki dönemlerde herhangi bir sapma veya bozulmaya karşı o ilmin referans alanını oluşturmuş ve sonrakilerin bu çatıyı bozmasına izin verilmemiştir. İlimlerin teşekkülünü tamamladığı bu süreç aynı zamanda ilimlerin ana yapıları üzerinde rahatça konuşulabilen, mutlak ictihad yapılabilen bir dönemdir. En belirgin ifadesini fıkıh ilminde bulan, ancak bütün ilimlerde bir şekilde tezahür eden bu gelişmeye göre mutlak ictihad devri III. (IX.) yüzyılın sonunda tamamlanmış ve bundan sonra ana çatı üzerinde ictihad imkânı fiilen kalmamıştır. Dolayısıyla bir ilmin mütekaddimîn dönemine dahil olmak o ilmin ana çatısı Hakkında söz söyleme yetkisine sahip olmakla eş anlamlı sayılmaktadır. Nitekim İslâm ilimleri tarihinin geç devirlerinde ana çatıyı zorlayan gelişmeler ortaya çıktığında İbn Kayyim el-Cevziyye ve Şâtıbî gibi ıslah ve tecdid yanlısı düşünürler mütekaddimînin görüşlerine uymanın daha ihtiyatlı bir yol olduğunu belirtmişlerdir (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, IV, 118; el-Muvâfaķāt, I, 99). İbn Haldûn’un tesbitlerinden hareketle, mütekaddimîn ve müteahhirîn dönemleri arasındaki en bariz farkların terimlerdeki değişiklikler ve müteahhirîn devrinde mantığın akıl yürütmede ölçü alınması olduğu söylenebilir (Muķaddime, s. 402, 436).

Tefsir ilminde mütekaddimîn terimi daha çok, sonrakilere nisbetle üstün olduğu kabul edilen sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn nesilleri için kullanılmaktadır (Ferrâ el-Begavî, II, 418; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 379; İbnü’l-Bârizî, I, 59; Süyûtî, I, 189; Muhammed Emîn b. Muhammed el-Cekenî eş-Şinkītî, II, 306). İbnü’l-Cevzî’nin Taberî (ö. 310/923) ve İbnü’l-Enbârî’yi (ö. 328/940) müteahhirîn arasında sayması (Zâdü’l-mesîr, IV, 204) bu anlayışa uygun düşmektedir. Fakat diğer İslâm ilimlerindekine benzer kullanımlara tefsirde de rastlanmaktadır. Meselâ Bedreddin ez-Zerkeşî Dâvûd ez-Zâhirî’yi (ö. 270/884), Şinkītî İbn Kuteybe’yi (ö. 276/889), Kurtubî Taberî ve Bâkıllânî’yi (ö. 403/1013) mütekaddimînden saymaktadır (Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, I, 47; Zerkeşî, II, 178; Muhammed Emîn b. Muhammed el-Cekenî eş-Şinkītî, IV, 160). Bu bilgiler rivayet tefsiri için geçerli olup dirâyet tefsirinin teşekkülü Zemahşerî’nin Keşşâf’ı ile tamamlanmıştır; dolayısıyla dirâyet tefsiri açısından mütekaddimîn devri Zemahşerî ile sona ermiştir. Sıddîk Hasan Han’ın mütekaddimîn tefsirinin beyân ilmine önem vermediğini söylerken Zemahşerî’den önceki tefsir geleneğine atıfta bulunması da onu mütekaddimîn arasında kabul ettiğini gösterir (Ebcedü’l-Ǿulûm, II, 133). Öte yandan tefsir usulü kapsamındaki bazı alt disiplinlerin teşekkülünü tamamlaması dolayısıyla onlara nisbetle mütekaddimîn devri daha geç bir döneme denk gelmektedir. Nitekim Sıddîk Hasan Han, ma‘rifetü havâssi’l-Kur’ân ilminin mütekaddimîn döneminde eser verenler arasında Muhammed b. Ahmed et-Temîmî’yi (IV./X. yüzyılın sonları) ve Gazzâlî’yi de (V./XI. yüzyıl) saymaktadır. Hatta Süyûtî’nin, ulûmü’l-hadîs disiplinlerinden farklı olarak ulûmü’l-Kur’ân kapsamındaki disiplinlerin kendi zamanına kadar yeterince gelişmediğinden şikâyet etmesi ve el-İtķān’ı bu boşluğu doldurmak için yazdığını belirtmesi (I, 4) dikkate alındığında usûl-i tefsir ilmine nisbetle mütekaddimîn döneminin oldukça geç devirlere denk geldiği söylenebilir.

Hadis ilminin teşekkülü, sahih hadislerin derlendiği çağ olan III. (IX.) yüzyılın sonu ve IV. (X.) yüzyılın başlarında tamamlanmıştır. Mübârekpûrî bir yerde mütekaddimîn muhaddislerine örnek verirken Şâfiî (ö. 204/820), İbn Maîn, Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Ebû Dâvûd, Ebû Hâtim er-Râzî,


Ebû Ali en-Nîsâbûrî, Dârekutnî ve Hâkim’i (ö. 405/1014) saymaktadır (Tuĥfetü’l-aĥveźî, II, 95). Bu liste hadiste müteahhirîn döneminin IV. (X.) yüzyıl boyunca süren, hatta V. (XI.) yüzyılın ortalarına kadar varan uzun bir geçiş devrinden sonra başladığını göstermektedir. Nitekim Ebû Dâvûd şârihi Azîmâbâdî de el-Müstedrek yazarı Hâkim en-Nîsâbûrî’yi (ö. 405/1014), hatta el-Medħal yazarı Beyhakī’yi (ö. 458/1066) mütekaddimînden saymaktadır (ǾAvnü’l-maǾbûd, XI, 396). Hadis ilminde mütekaddimîn ve müteahhirîn devirlerini birbirinden ayıran temel özellikler, genel olarak müteahhirîn âlimlerinin mütekaddimîn dönemi üstatlarınca belirlenen çerçevenin kendi üzerlerinde bir otorite meydana getirdiğini hissetmeleri, terimlerde farklılaşma, teşekkül devrinde ana faaliyet alanı olan isnada ilginin azalması ve hadisler yazıya geçirildiğinden ilmî seyahatlerin hadis mecmualarını icâzet yoluyla alma gayesiyle yapılır hale gelmesi şeklinde özetlenebilir (İbn Hacer el-Askalânî, I, 145; II, 563; VIII, 207; XIII, 177, 226). Hadis ilminin teşekkülü belirtilen dönemde tamamlanmış olsa bile usûl-i hadîs (ulûmü’l-hadîs) ve bu kapsamdaki alt disiplinlerin daha geç bir devirde teşekkülünü tamamladığı görülmektedir. Nitekim usûl-i hadîs ilminde mütekaddimîn dönemi Râmhürmüzî’nin (ö. 360/971) el-Muĥaddiŝü’l-fâśıl’ı ile başlamış ve İbnü’s-Salâh’ın (ö. 643/1245) Muķaddime’si ile sona ermiştir.

Kelâm ilminde mütekaddimîn ve müteahhirîn dönemleri belirlenirken konunun Mu‘tezile ile Sünnî ekolleri bakımından ayrı ayrı ele alınması gerekmektedir. Zira Selef devrini takiben Mu‘tezile kelâmı Sünnî kelâm ekolleri olan Eş‘ariyye ve Mâtürîdiiyye’den önce gelişmiştir. Mu‘tezile açısından mütekaddimîn kelâmı Eş‘arî’nin hocası Ebû Ali el-Cübbâî ile (ö. 303/916) nihayete ermekte ve Cübbâî sonrasına müteahhirîn dönemi denmektedir. Burada iki devri ayıran temel özellik mütekadimîn döneminde Mu‘tezilî olarak adlandırılan kişilerin birbirinden oldukça farklı fikirlere sahip olması ve tek bir Mu‘tezile’den söz edilememesidir. Buna karşılık müteahhirîn devri Mu‘tezile’si daha tutarlı bir ekol görünümüne sahiptir (EI² [İng.], VII, 784). Sünnî kelâmı açısından mütekaddimîn dönemi dendiğinde bazan Selef’in tavrı (İbn Teymiyye, XVII, 101-102), bazan da anılan iki Sünnî ekolün gelişimini tamamladığı V. (XI.) yüzyılın sonu anlaşılmaktadır. Çağdaş yazarların bir kısmı -İbn Haldûn’u izleyerek- Gazzâlî’nin hocası Cüveynî’yi mütekaddimîn kelâmcılarının son halkası sayarken (Topaloğlu, s. 27) bazıları onu Fahreddin er-Râzî’de mükemmel şeklini bulan felsefeyle karışmış müteahhirîn kelâmının ilk temsilcisi olarak görmektedir (EI² [İng.], III, 1146). Mâtürîdî kelâmında ise İmam Mâtürîdî ile başlayan ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî ile sona eren süre mütekaddimîn devri olarak görülmektedir (Fahreddin er-Râzî, tercüme edenin önsözü, s. 2).

Sıddîk Hasan Han, kelâm ilminin iki dönemini kesin hatlarıyla ayırt ederken bu ilmin konularındaki değişimi esas alır; mütekaddimîn devrinde ilmin konusu Allah’ın zâtı ve sıfatları iken müteahhirîn için konunun mevcut veya mâlûm olarak tanımlandığını belirtir. İbn Haldûn’un şu açıklamaları da bu değişime ışık tutmaktadır: Kelâm, başlangıçta -en yetkin örneği Cüveynî’nin İrşâd’ında görüldüğü üzere- selef-i sâlihîn yolundan ayrılan bid‘atçılara karşı doğru inancı savunmayı amaçlarken mantığın felsefeden ayrıştırılarak delillerin ölçüsü olarak kullanılmaya başlamasıyla birlikte müteahhirîn, mütekaddimîn tarafından kullanılan kelâmî öncüllerin birçoğunu hatalı bularak reddetmiş, bunun yerine felsefenin tabîiyyât, ilâhiyyât bölümlerinden alınan ilkeleri kelâma sokmuştur. “Tarîkatü’l-müteahhirîn” denen bu yolda ilk adımı Gazzâlî atmış, Râzî de bu süreci tamamlamıştır. Onları takip edenler felsefeyle kelâmı birbirinden ayrılamaz hale gelecek şekilde karıştırmışlar, hatta kelâmın meseleleriyle felsefenin meselelerini aynı zannetmeye başlamışlardır. Beyzâvî’nin MeŧâliǾu’l-envâr’ı ile çağdaşı Acem âlimlerinin eserlerini bu tarza örnek veren İbn Haldûn bunu olumsuz bir gelişme diye görmektedir (Muķaddime, s. 437). Yakın zamanlarda yapılan bir çalışmada bu dönüşümün Gazzâlî’ye nisbet edilmesinin yanlış olduğu ve bunun İbn Sînâ ile başladığı ileri sürülmüştür (Wisnowsky, XIV [2004], s. 65).

Kelâmdaki bu gelişmenin dil bilimlerinde ve fıkıh usulünde etkili olduğu, dolayısıyla memzûc (karma metodun izlendiği) fıkıh usulü edebiyatında ve özellikle fıkıh usulünün kelâmî temellerini ilgilendiren konularda bir dönüşüm yaşandığı söylenebilir. Mütekellimîn yöntemini kullanan fıkıh usulü eserlerinin yazarlarının aynı zamanda kelâmcı olması bu dönüşümün gerçekleşmesine katkıda bulunmuş olmalıdır. Fıkıh usulü konularının yeniden düzenlenmesi, mantık ve kelâm öncüllerine ayrı bir bölüm açılması vb. değişiklikler kelâm ilmindeki dönüşümün fıkıh usulüne yansıyan bazı sonuçlarıdır. Sıddîk Hasan Han da bu değişimin mantıkla ilişkisine vurgu yapmaktadır (Ebcedü’l-Ǿulûm, II, 547-548). Daha somut olarak Şevkânî, hüsün ve kubuh konusunda mütekaddimînin müteahhirînden farklı bir yaklaşıma sahip olduğuna dikkat çekmiştir (İrşâdü’l-fuĥûl, I, 7).

Tasavvufta da benzer bir sürecin yaşandığı görülmektedir. Her ne kadar mantıkla yakından ilişkili olmasa da felsefenin ilâhiyyât bölümünün, özellikle İbn Sînâ’nın yazılarının tasavvufa teorik bir çerçeve çizmek için fırsat sunduğu mutasavvıflarca farkedildiği zaman felsefî tasavvufun geliştiği ve mütekaddimîn tasavvufuyla müteahhirîn tasavvufunun ayrışmaya başladığı bilinmektedir. Bu sebeple Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) sonrası müteahhirîn tasavvufu olarak adlandırılmaktadır (İbn Haldûn, s. 452-453; Sıddîk Hasan Han, II, 161).

İslâm felsefesi açısından mütekaddimîn ve müteahhirîn dönemleri şeklinde bir ayırımdan söz edilmese de Kindî-Fârâbî-İbn Sînâ’nın elinde oluşan İslâm felsefesinin ilk devri Gazzâlî sonrası döneminden ayrı bir karakter taşımaktadır. İlk devirde felsefe büyük ölçüde diğer İslâm ilimlerinden bağımsız, kendi başına bir faaliyet alanı iken felsefenin müteahhirîn dönemi olarak görülebilecek Gazzâlî sonrası süreçte İslâm felsefesi İslâm entelektüel kültürüne çok daha fazla eklemlenmiştir (EI² [İng.], II, 771-773).

BİBLİYOGRAFYA:

Ferrâ el-Begavî, MeǾâlimü’t-tenzîl (nşr. Hâlid Abdurrahman el-Ak - Mervân Süvâr), Beyrut 1407/1987, II, 418; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, Beyrut 1974, I, 379; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, IV, 204; Fahreddin er-Râzî, Kelâm’a Giriş [el-Muhassal] (trc. Hüseyin Atay), Ankara 1978, tercüme edenin önsözü, s. 2; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-CâmiǾ (nşr. Hişâm Semîr el-Buhârî), Riyad 1423/2003, I, 47; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, XVII, 101-102; İbnü’l-Bârizî, Nâsiħu’l-Ķurǿâni’l-Ǿazîz ve mensûħüh, Beyrut 1405/1985, I, 59; İbn Kayyim el-Cevziyye, İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, IV, 118; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, I, 99; Zerkeşî, el-Burhân, II, 178; İbn Haldûn, Muķaddime (nşr. Dervîş el-Cüveydî), Beyrut 1425/2005, s. 402, 436-437, 452-453; İbn Hacer el-Askalânî, Fetĥu’l-bârî (nşr. Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz v.dğr.), Beyrut 1379, I, 145; II, 563; VIII, 207; XIII, 177, 226; Süyûtî, el-İtķān (Beyrut), I, 4, 189; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, I, 7; Sıddîk Hasan Han, Ebcedü’l-Ǿulûm (nşr. Abdülcebbâr Zekkâr), Dımaşk 1978, II, 133, 161, 547-548; Mübârekfûrî, Tuĥfetü’l-aĥveźî (nşr. M. Abdülmuhsin el-Ketebî), Kahire 1384/1964, II, 95; Azîmâbâdî, ǾAvnü’l-maǾbûd, XI, 396; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1981, s. 27; M. Amîm İhsan Müceddidî el-Bereketî, ĶavâǾidü’l-fıķh, Karaçi 1407/1986,


I, 463; Muhammed Emîn b. Muhammed el-Cekenî eş-Şinkītî, Ađvâǿü’l-beyân fî îżâĥi’l-Ķurǿân bi’l-Ķurǿân, Beyrut 1415, II, 306; IV, 160; R. Wisnowsky, “One Aspect of the Avicennian Turn in Sunni Theology”, Arabic Sciences and Philosophy, XIV, Cambridge 2004, s. 65-100; R. Arnaldez, “Falsafa”, EI² (İng.), II, 771-773; L. Gardet, “ǾIlm al-Kalām”, a.e., III, 1146; D. Gimaret, “MuǾtazila”, a.e., VII, 784.

Murteza Bedir




FIKIH. Çeşitli dönemlerde kaleme alınmış birçok fıkıh eserinde belirli bir neslin veya çevrenin erken dönemi yahut yaşça büyük simaları için mütekaddimîn, geç dönemi yahut nisbeten genç simaları için müteahhirîn kelimeleri sözlük anlamına uygun biçimde kullanılsa da bunların birer terim olarak kullanımına fıkıh mezheplerinin geç dönem literatürlerinde ve bu mezheplerin tarihleri Hakkındaki açıklamalarda rastlanır. Mâlikî mezhebinde mütekaddimîn devri, Mâlik b. Enes’ten (ö. 179/795) İbn Ebû Zeyd el-Kayrevânî’nin (ö. 386/996) faaliyet gösterdiği zamana kadar süren dönemde yaşamış fakihleri ifade etmek için kullanılmakta, Kayrevânî müteahhirînin ilk siması kabul edilmektedir. Her ne kadar Râfiî ve Nevevî’den önce yaşamış mezhep fakihlerini mütekaddimîn olarak niteleyen bazı Şâfiî metinleri bulunsa da genel olarak Şâfiî literatüründe mütekaddimîn devrinin Şâfiî’den (ö. 204/820) IV. (X.) yüzyıla kadar süren zaman dilimine işaret ettiği söylenebilir. Nitekim gerek Râfiî gerekse Nevevî IV. (X.) yüzyıldan sonra gelen fakihleri müteahhirînden saymaktadır. Hanbelî mezhebi tarihi mütekaddimîn, mutavassıtîn ve müteahhirîn diye üç döneme ayrılmakla beraber mütekaddimîn ile mutavassıtîn devirlerini ayıran dönüm noktası olarak yine IV. (X.) yüzyılın sonu belirlenmiştir. Buna göre mütekaddimîn devri, Ahmed b. Hanbel’den (ö. 241/855) Bağdat Hanbelîleri’nin reisi ve Kadı Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın (ö. 458/1066) hocası olan Hasan b. Hâmid’e (ö. 403/1012) kadar geçen zaman dilimidir. Hasan b. Hâmid’in talebeleri ve özellikle Kadı Ebû Ya‘lâ’nın faaliyetleriyle başlayan mutavassıtîn devrinin Burhâneddin İbn Müflih’in (ö. 884/1479) vefatıyla sona erdiği ve müteahhirîn devrinin Alâeddin Ali b. Süleyman el-Merdâvî ile başladığı kabul edilmektedir. Bazı müelliflerce Hanefî mezhebinde de mütekaddimîn ve müteahhirîn devirlerini ayıran dönüm noktasının IV. (X.) yüzyıl olduğu belirtilmekle birlikte geç dönem Hanefî literatüründe mütekaddimîn devrinin V. (XI.) yüzyılın ortasına kadar sürdüğü belirtilmektedir. Buna göre Halvânî’nin vefatı (452/1060), Ebû Hanîfe’nin halkasıyla başlayan mütekaddimîn devrinin sona erdiği noktadır. Geç dönem Hanefî literatüründe müteahhirîn devrinin diğer mezheplere nisbetle yaklaşık yarım asır sonra başlatılmasının sebebi, muhtemelen Mâverâünnehir meşâyihinin V. (XI.) yüzyılın ilk yarısında teşekkülünü tamamlayıp Hanefî tarihinin ana gövdesini temsil etmeye başladığı noktanın mütekaddimîn devrinin sonu olarak kabul edilmesidir. Irak ve Horasan meşâyihinden kelâm, fıkıh usulü, hadis ve mezhep içi istidlâl gibi birçok sahada farklı anlayışlara sahip olan Mâverâünnehir meşâyihinin Hanefî mezhebine hâkim olması, bu çevrenin en önemli halkasını teşkil eden Halvânî ve talebelerinin görüş ve eserleri sayesinde gerçekleşmiştir.

Mütekaddimîn devrini müteahhirîn devrinden ayıran temel farklılıklar, mezheplerin ve buna bağlı fıkhî faaliyetlerin IV. (X.) yüzyıldan itibaren geçirdiği dönüşümle ilgili olmakla beraber İslâm toplumunun yaşadığı tecrübeye paralel olarak geliştirilen görüş ve fetvalar da bu ayırımın sebepleri arasında yer almaktadır. Müteahhirîn döneminde toplumsal şartların ve örfün belirlediği meselelerin birçoğu Hakkında mütekaddimîn devrinde vazedilenlerden farklı hükümlere varıldığı söylenebilir. Söz konusu meselelerde geçmiş dönemde vazedilen hükümlere hâkim olan şartların değiştiği belirtilmektedir. “Tegayyürü’l-ezmân” ve “fesâdü’z-zamân” gibi kavramlarla ifade edilen bu değişim, müteahhirîn ulemâsı tarafından mezhep imamlarından yapılan tercihlerde de göz önüne alınmıştır.

Mütekaddimîn devrinin sonu olarak IV. (X.) yüzyılın belirlenmesi, bu asrın fıkhın ve diğer ilimlerin tarihinde önemli dönüşümlere sahne olmasından, özellikle bu asrın ilk yarısında fıkıh mezheplerinin ve İslâm toplumu ile ilişkilerinin yeni bir döneme girmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim ilk fıkıh muhtasarları ve mezhep imamlarının eserleri üzerine ilk kapsamlı şerhler, ilk küllî kaide çalışmaları ve ilk kapsamlı usul metinleri bu yüzyılda kaleme alınmıştır. IV. (X.) yüzyıl aynı zamanda, mezhep imamları ve talebelerinin fıkhî mesailerinin değerlendirilip yeni meselelere tatbik edilmesini sağlayan mezhep içi fıkhî istidlâlin teşekkül ettiği, bir mezhebe bağlı fakihlerin reisi olarak nitelenen simaların ortaya çıktığı ve mezhebe intisap kavramının sınırlarının belirlenerek İslâm toplumundaki mevcudiyetinin çeşitli kurumlarla temellendirildiği asır olarak kabul edilmektedir.

IV. (X.) yüzyılın ardından fıkıh ilmi ve İslâm toplumu ile ilişkisi konusunda en dikkat çekici dönüşümün VII ve VIII. (XIII ve XIV.) yüzyıllarda gerçekleştiğini göz önüne alan bazı müellifler, müteahhirîn kavramını belirtilen asırlarda ve sonrasında yaşayan fakihler için kullanmakta ve bu dönemde yaşamış İbnü’l-Hâcib (ö. 646/1248) ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî (ö. 710/1310) gibi fakihleri mensup oldukları mezheplerin tarihleri Hakkında birer dönüm noktası olarak kabul etmektedir.

Fıkıh usulünün mütekaddimîn ve müteahhirîn dönemleri genel olarak fıkıhtaki gibi olmakla birlikte fıkıh usulünün klasik yapısı IV (X) ve V. (XI.) yüzyıllarda teşekkülünü tamamladığından, meselâ Hanefî fıkıh usulünün mütekaddimîn döneminin Pezdevî (ö. 482/1089) ve Şemsüleimme es-Serahsî ile (ö. 483/1090), Şâfiî-Eş‘arî usulünün mütekaddimîn döneminin İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478/1085) ve Gazzâlî ile (ö. 505/1111), Hanbelî usulünün mütekaddimîn döneminin Ebû Ya‘lâ ve İbn Akīl ile (ö. 513/1119) sona erdiği söylenebilir.

Literatürde mütekaddimîn fakihleri ictihad etmek ve yüksek himmete sahip olmak gibi müsbet sıfatlarla zikredilirken müteahhirîn fakihleri çoğunlukla yeterince çalışmamak ve himmeti az olmak gibi menfi sıfatlarla anılmaktadır. Mütekaddimîn fakihlerinin ittifak ettiği görüşler mezhep içinde delil değeri taşırken bir meselede mütekaddimîn devrinden bir rivayet gelmemesi de başlı başına bir bilgi olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık müteahhirîn fakihlerinin tamamının yahut büyük çoğunluğunun ortak görüşü umumiyetle fetva sahasında esas alınması gereken görüş diye kabul edilir. Ancak fakihlerin mezhep birikimi içinden usul, kaynak ve fetva anlayışlarına en uygun kavli seçebildikleri ve zaman zaman müteahhirîn görüşü yerine mütekaddimîn görüşünü tercih ettikleri de görülmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Taberî, CâmiǾu’l-beyân, VII, 305; İbn Hazm, el-Muĥallâ, I, 214; V, 258; VII, 540; Serahsî, el-Mebsûŧ, Beyrut 1406, XX, 112; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, XII, 10; İbnü’l-Hümâm, Şerĥu Fetĥi’l-ķadîr, Beyrut, ts., III, 415; İbn Haldûn, Muķaddime (nşr. Dervîş el-Cüveydî), Beyrut 1425/2005, s. 426-427; İbn Emîru Hâc, et-Taķrîr ve’t-taĥbîr, Beyrut 1996, III, 225; Kâfiyecî, er-Remzü’l-vecîz, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 1743, vr. 22-53; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, VI, 249; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, I, 35; Ali b. Ahmed el-Adevî, Ĥâşiye (Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl içinde), Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), I, 46-47; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī,


Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi’l-kebîr, Kahire 1328, I, 25-26; Leknevî, el-Fevâǿidü’l-behiyye, s. 241; a.mlf., en-NâfiǾu’l-kebîr, Karaçi 1990, s. 15; Alevî b. Ahmed es-Sekkāf, el-Fevâǿidü’l-Mekkiyye (MecmûǾatü sebǾati kütibin müfîde içinde), Kahire 1358/1940, s. 46; M. İbrâhim Ahmed Ali, “el-Meźheb Ǿinde’l-Ĥanefiyye”, Dirâsât fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Mekke, ts., s. 83; Abdülkādir Bedrân, el-Medħal ilâ meźhebi’l-İmâm Aĥmed b. Ĥanbel (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1405/1985, s. 381, 405, 408-409, 424; M. Revvâs Kal‘acî - Hâmid Sâdık Kuneybî, MuǾcemü luġati’l-fuķahâǿ, Beyrut 1985, s. 401; Mehmet Erdoğan, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İstanbul 1990, s. 165-170; a.mlf., Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1998, s. 350; Abdurrahman b. Hüseyin Âlü İsmâil, el-Leǿâli’l-behiyye fî keyfiyyeti’l-istifâde mine’l-kütübi’l-Ĥanbeliyye, Riyad, ts., s. 78-79; Eyyüp Said Kaya, Mezheblerin Teşekkülünden Sonra Fıkhî İstidlâl (doktora tezi, 2001), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 175-183.

Eyyüp Said Kaya