NESİR

(النثر)

Şiirin dışında kalan söz dizimi kurallarına uygun anlatım biçimi.

Sözlükte nesr (nisâr) “dağıtmak, saçmak, sözü çoğaltmak” anlamında masdar ve “nazım dışında düzenlenmiş söz” anlamında isimdir. Karşıtı nazımdır. Nazımda mücevher taneleri konumundaki kelimeler belirli kural ve ölçülere göre ipe dizilmiş bir gerdanlığı sembolize ederken nesirde kelimeler böyle bir dizim kuralına tâbi olmadan dağınık haldeki mücevher tanelerini temsil eder. Nesir ayrıca belli kurallara bağlı bulunan nazma göre daha çok olması sebebiyle muhtevasındaki “çoğaltmak” mânasıyla da ilişkilendirilmiştir. Bununla birlikte nesirde de edebî güzelliği sağlayan dizim kuralları geçerlidir. Bu sebeple günlük hayatta kullanılan özensiz söz ve yazılarla çeşitli bilim dallarında kullanılan dil edebî değer ifade eden nesir türünden sayılmaz. Aklın payı sınırlı olan şiir daha çok hayal ve duygusal etkilenme ürünüdür. Nesir ise öncelikle akla dayanır, onda diğerlerinin payı düşüktür. Şiir abartı, tasvir, hüsn-i ta‘lîl, hayaller ve simgelerle gerçek dışı edebî bir atmosferi tasvir ederken nesirde nesne ve olayların gerçek yönleriyle anlatılması esastır. Bazı şarkıyatçılarla Tâhâ Hüseyin gibi yazarlar edebî nesri akıl ve düşünce ürünü gördükleri, İslâm öncesi Araplar’ında ise içe doğuş şeklinde (bedîhe, irticâl) söz söyleme geleneği hâkim olduğundan bu dönemde edebî nesrin bulunmadığı, o devreye nisbet edilen ürünlerin erken İslâm ve Emevîler zamanında bazı millî ve siyasî âmillerle uydurulmuş olduğu, dil ve üslûp özelliklerinin de bunu kanıtladığı, gerçek anlamda edebî nesrin İbnü’l-Mukaffa‘ ile başladığı şeklinde kanaat belirtmişlerdir. Tâhâ Hüseyin’in, Kur’an’ın üslûbunun şiire de nesre de benzemeyip kendine özgü bir konuma sahip olduğunu söylemesine rağmen gerçekte Kur’an Arap edebiyatında yazıya geçirilmiş ilk edebî nesir ürünü olup İslâm öncesi dönemin dil ve üslûp özelliklerini yansıtmasıyla bu devrede edebî nesrin bulunduğunun kanıtı sayılmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber’e elçi olarak gelen heyet başkanlarının hitabeleri de bunun kanıtlarından birini teşkil eder (Sâdık İbrâhim Urcûn, VIII/8 [1937], s. 557-560).

Modern şiir tecrübeleri şiirde vezin ve kafiyeyi ayırt edici ve estetik unsur olmaktan çıkarmış, iç âhengi ve şiir dilini ölçü kabul etmiş, bu sebeple bunları esas alan mensur şiirle serbest şiir gibi türler ortaya çıkmıştır. Aslında bir şiir parçasını vezin ve kafiye kayıtlarından kurtararak nesirle ifade etme ve bir nesir parçasını nazımla dile getirme meselesi IV. (X.) yüzyıldan itibaren tartışılagelmiştir. Nesrin mi yoksa şiirin mi üstün olduğu meselesi öteden beri gündeme getirilmiş, edebî olmaktan çok sosyolojik düşüncelerle işlenen konunun önemi, nâsir ile nâzımın görevi, eserin dinî ve ahlâkî değerlere uygunluğu gibi ölçülere göre hükümler verilmiştir. İnsanlık tarihinde zaruri, kayıtsız ve kullanımı kolay olduğu için âdi nesir şiirden önce mevcut olmuştur (bk. ŞİİR).

Şevkī Dayf, Arap edebiyatı nesir ürünlerinde birbirini izleyen sanat, tasnî‘ ve tasannu şeklinde üç temel üslûbun görüldüğünü belirtir (el-Fen, s. 7-11, 393-395). Bunlardan birincisi, söz sanatlarının mânaya bağlı olarak tabii şekilde ve gereği kadar kullanıldığı üslûp olup Câhiliye devrinden itibaren III. (IX.) yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Emevîler döneminde kâtip Ebü’l-Alâ Sâlim b. Abdullah ile öğrencisi Abdülhamîd el-Kâtib, Abbâsîler zamanında İbnü’l-Mukaffa‘, Sehl b. Hârûn, Câhiz ve İbn Kuteybe bu üslûbun başlıca temsilcileridir. Secînin ve söz süslerinin yoğun şekilde kullanıldığı tasnî‘ üslûbu, özellikle IV. (X.) yüzyıl divan kâtiplerinin genellikle kısa olan resmî mektup ve yazışmalarında görülür. Bu üslûp Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh zamanından (908-932) sonra yaygınlık kazanmasıyla diğer edebî nesir ürünlerine de yansımış ve IV. (X.) yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Başlıca temsilcileri Büveyhî vezir ve kâtipleri olan Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd, Sâhib b. Abbâd, Ebû İshak es-Sâbî, Ebû Bekir el-Hârizmî ve Bedîüzzaman el-Hemedânî’dir. Mânanın secî ve diğer söz süslerine feda edildiği, söz süslerinin temel gaye haline getirildiği, “sanat için sanat” anlayışı çerçevesinde nesir ürünlerinin verildiği tasannu üslûbu ise Bedîüzzaman el-Hemedânî’nin Maķāmât ve risâleleri, ayrıca Hârizmî’nin mektupları ile başlamış, ardından Kābûs b. Veşmgîr, Ebü’l-Alâ el-Maarrî, Harîrî ve Yahyâ b. Selâme el-Haskefî’nin edebî nesir ürünleriyle devam etmiş, modern zamanlara kadar hâkimiyetini sürdürmüştür. Mısır ve Endülüs’te de Doğu’ya ait bu üç nesir üslûbu çerçevesinde ürünler verilmiştir.

Modern Mısır nesrinde XIX. yüzyılda Batı ülkelerine gönderilen öğrenci gruplarının Avrupa edebiyatından etkilenmeleri yoluyla büyük değişiklikler olmuş, asrın


sonunda dört farklı akımı temsil eden dört nesir grubu oluşmuştur. Bunlar muhafazakârlar, mutedil yenilikçiler, aşırı yenilikçiler ve Suriye’den gelen göçmenlerdir. Dârü’l-ulûm ile Ezher mezunları “mescû‘ nesir” ekolü diye isimlendirilen eski süslü üslûbu muhafaza etmişlerdir. Muhammed Abduh, Hıfnî Nâsıf ve Hâfız İbrâhim’in özel mektuplarında (ihvâniyât), Ahmed Şevkī, Muhammed Müveylihî, Abdülaziz Çâvîş, Mustafa Sâdık er-Râfiî makale ve kitaplarında bu üslûbun başlıca temsilcileridir (Abdülhakîm Belba‘, s. 39; Ahmed Hasan ez-Zeyyât, s. 431). Mutedil yenilikçiler ağdalı seci ve söz süslerinden uzak sade nesir üslûbunu benimsemişlerdir. Aşırı yenilikçiler ise fasih dili bırakıp halk dilini kullanma çağrısında bulunmuş ve eserlerinde bunu uygulamaya çalışmışlardır. Siyasî sebeplerle Suriye’den göç edenler ise daha çok Batı edebiyatının tesirinde kalmış, bir süre sonra gittikleri Amerika’da mehcer edebiyatını hazırlamışlardır. Halk dili uygulamaları kısa zamanda mizah konusu olarak ilgisini yitirmiş, gelişen sade basın üslûbunun süslü üslûbu gölgede bırakmasıyla mutedil yenilikçi üslûp hâkimiyetini kurmuştur. Yabancı edebiyatların etkisindeki günümüz yenilikçi üslûbunda hitap kitlesinin halk olması özensizliğe götürmüştür (Şevkī Dayf, el-Fen, s. 395). Mehcer edebiyatının nesir üslûbunda fikir zenginliği ve derinliği bulunmakla birlikte rekâket hâkimdir. Bunlardan başka Mustafa Lutfî el-Menfelûtî, Tâhâ Hüseyin ve Akkād gibi yazarlar Doğu ve Batı nesrinin güzelliklerini birleştiren eklektik bir üslûbu yansıtmaya çalışmışlardır.

İslâm öncesi döneminden intikal eden nesir türlerinin başında hutbe ve hitabeler gelir. Bunlar övünme, cesaretlendirme, savaşa teşvik, barış, evlilik gibi sosyal münasebetler, doğruya irşad, vasiyet vb. vesilelerle söylenmiş hitabeler ile elçi hitabelerinden oluşur. Üslûp özelliği olarak irticâlen söylenmiş, kısa fıkralı seciler, seçilmiş kelimeler, kısa ve irtibatsız cümleler topluluğu biçimindedir. Eksem b. Sayfî, Âmir b. Zarib ve Kus b. Sâide gibi bilgelerin dilinden bazı özdeyişlerle meseller ve kâhinlerin secilerle örülü hitabeleri Câhiliye devri nesir türlerindendir. Bu dönemde edebî olmaktan çok ticarî ve siyasî amaçlarla yazılmış veya güvenilir kişilerin ezberleyip şifahî olarak aktardığı az miktarda mektup örnekleri de mevcuttur. Erken İslâm dönemiyle Emevîler devrinde siyasî çalkantılar ve dinî sebeplerle hutbe / hitabe türü şiirin mevkiini sarsan bir önem kazanarak büyük gelişme göstermiştir. Hitabeler önceki üslûp güzelliklerini koruduğu gibi irtibatsız cümleler topluluğu olmaktan kurtularak mantıkî bir örgü kazanmış, yeni din ve toplumun sorun ve konularıyla alanı genişleyip zenginleşmiştir.

Arap edebiyatının ilk müdevven edebî metni kabul edilen Kur’an’ın Mekke dönemi sûrelerinde his ve heyecanlara hitap eden şiir üslûbu hâkimdir. Çünkü bu sûrelerde insanın Allah’tan başkasına kulluk etmeme ilkesini amaçlayan tevhid inancı ile O’nun huzurunda hesap verme bilincini gönüllere yerleştirme amacı bulunmakta ve bunun duyguyu etkilemesi gerekmekteydi. Medine dönemi sûrelerinde ise genellikle akla hitap eden sâkin bir üslûp hâkimdir. Çünkü konuları ibadet, ahlâk ve insanlar arası ilişkilere yöneliktir. Arap şiir ve nesrinin en güzel niteliklerini kendinde toplayan, ancak bilinmekte olan şiir ve nesir kurallarını aşan Kur’an, Arap nesrini üslûp ve muhteva yönlerinden etkilemiş, edebî mektuplarla edebî eserler ve hutbeler ondan ustaca yapılan iktibaslarla zenginleştirilip süslenmiştir. İbrâhim b. Muhammed eş-Şeybânî (ö. 298/911) Kur’an’dan iktibas yapma usulüne dair er-Risâletü’l-Ǿaźrâ’sını (nşr. Zekî Mübârek, Kahire 1931), Ebû Mansûr es-Seâlibî el-İķtibâs mine’l-Ķurǿân’ını yazmış, Ziyâeddin İbnü’l-Esîr el-Meŝelü’s-sâǿir fî edebi’l-kâtib ve’ş-şâǾir’inde, Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî Ĥüsnü’t-tevessül ilâ śınâǾati’t-teressül adlı eserinde edebî nesrin ustaları olan kâtiplerin Kur’an’dan iktibas yapma usullerini öğrenmelerini meslekî eğitimlerinin bir parçası olarak görmüştür. K. Zakharia, “Les références coraniques dans les Maqamat d’al-Hariri” başlıklı makalesinde (Arabica, XXXIV [1987], s. 275-286), Harîrî’nin el-Maķāmât’ında Kur’an’dan yaptığı iktibasları incelemiştir.

Hz. Peygamber’in kısa nesir parçaları halindeki hadisleri ve özellikle duaları ile onun ve halifelerinin mektupları erken dönem İslâm nesrinin önemli ürünlerindendir. Resûl-i Ekrem’in üslûbu sahâbenin hutbe ve mektuplarında etkisini göstermiştir. Bu etki, özellikle kendisiyle yakın alâkası bulunan Hz. Ali ile Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerde daha belirgin biçimde göze çarpmaktadır.

Emevîler’in çalkantılı dönemi hitabetin gelişmesini hızlandırmış, Câhiz el-Beyân ve’t-tebyîn’inde şiir meseleleri yanında hitabet meselelerini, çeşitlerini, onun ayırt edici özelliği olarak secie ilişkin konuları, hutbelerdeki paralel ifade ve klişeleri ele almıştır. Bu devirde Hişâm b. Abdülmelik’in kâtibi Ebü’l-Alâ Sâlim b. Abdullah ile resmî mektupların telif esasları belirginleşmeye başlamıştır. Yunanca bilen Sâlim’in mektup yazım usulü konusunda halifeye gelen Grekçe mektuplardan esinlendiği iddia edilmiştir. Öğrencisi Abdülhamîd el-Kâtib de resmî mektup yazma esaslarında Sâlim vasıtasıyla Grek resmî mektup geleneğinden, Fars kökenli olmasıyla da Sâsânî yazım geleneğinden yararlandığı ileri sürülür. Abdülhamîd el-Kâtib ve İbnü’l-Mukaffa‘ın mektuplarıyla edebî mektup türü klasik şeklini almış, Câhiz’in risâlelerinde doruk noktasına ulaşmış, Abbâsî yönetimine nüfuz eden Fars asıllı Bermekîler ve Türk kökenli olup Sûlîler diye anılan kâtipler vasıtasıyla edebî mektubun gelişmesi devam etmiştir. Bu mektuplarla başlayan süslü nesir üslûbu başta makāmât türü olmak üzere edebî teliflere de yansımıştır. Hatta Abdülcebbâr el-Utbî’nin Kitâbü’l-Yemînî’si ve Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kâtibi İmâdüddin el-İsfahânî’nin eserleri gibi bazı tarihî telifler de bu üslûpla kaleme alınmıştır. Câhiz’in el-Beyân ve’t-tebyîn’i, İbn Kuteybe’nin Edebü’l-kâtib’i, Müberred’in el-Kâmil’i, İbn Vehb el-Kâtib’in el-Burhân fî vücûhi’l-beyân’ı (Naķdü’n-neŝr), Ebû Hilâl el-Askerî’nin Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn’i, İbrâhim el-Husrî’nin Zehrü’l-âdâb’ı, Ziyâeddîn İbnü’l-Esîr’in el-Meŝelü’s-sâǿir’i ve Nevâcî’nin Muķaddime fî śınâǾati’n-nažm ve’n-neŝr’i gibi eserlerde Arap edebiyatı nesri, nesir türleri ve nesirle ilgili teorik bilgilere yer verilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 52-53, 117, 289-290, 308, 351; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, Beyrut 1983, III, 94-95; XI, 53-54; XVI, 383 vd.; XXIII, 545; Seâlibî, Yetîmetü’d-dehr, I, 274 vd., 280; III, 260; IV, 215; VI, 111-117; VII, 89-90; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 286-291; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), I, 35-45, 58-61, 89-92, ayrıca bk. tür.yer.; Tâhâ Hüseyin, Fi’l-Edebi’l-Câhilî, Kahire, ts. (Dârü’l-maârif bi-Mısr), s. 362-371; Zekî Mübârek, en-Neŝrü’l-fennî fi’l-ķarni’r-râbiǾ, Beyrut 1352/ 1934, s. 17-23, 38-51, ayrıca bk. tür.yer.; Abdülhakîm Belba‘, en-Neŝrü’l-fennî ve eŝerü’l-Câĥiž fîh, Kahire 1969, s. 14-180, ayrıca bk. tür.yer.; Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâǿili’l-ǾArab fî Ǿuśûri’l-ǾArabiyyeti’z-zâhire, Kahire 1391/1971, I, 9-30; Şevkī Dayf, Târîħu’l-edeb, I, 398-423; II, 405-480; III, 441-565; IV, 513-640; a.mlf., el-Fen ve meźâhibüh fi’n-neŝri’l-ǾArabî, Kahire 1977, s. 7-11, 389-395; Enîs el-Makdisî, Teŧavvürü’l-esâlîbi’n-neŝriyye fi’l-edebi’l-ǾArabî, Beyrut 1982, s. 6, 42-43, 85-93, 112-160, ayrıca bk. tür.yer.; J. D. Latham, The Beginnings of Arabic Prose Literature, Cambridge 1983, s. 154-164; Blachère, Târîħu’l-edeb, s. 22-23, 858-866; Hilmî Muhammed el-Kāûd, Medresetü’l-beyân fi’n-neŝri’l-ĥadîŝ, Riyad, ts. (Dârü’l-kāfile), tür.yer.; Mustafa ez-Zebbâh,


Fünûnü’n-neŝri’l-edebî bi’l-Endelüs fî žılli’l-Murâbıŧîn, Beyrut-Dârülbeyzâ 1987, s. 252-262; Ali Şelak, Merâĥilü teŧavvüri’n-neŝri’l-ǾArabî, Beyrut 1991-94, I-III, tür.yer.; Hâşim Sâlih Mennâ‘, en-Neŝr fi’l-Ǿaśri’l-Câhilî, Beyrut 1993, s. 39-41, ayrıca bk. tür.yer.; M. Yûnus Abdülâl, Fi’n-Neŝri’l-ǾArabî: Ķażâyâ ve fünûn ve nuśûś, Kahire 1996, s. 4-14, 21-23, 31, 37-38, tür.yer.; Ahmed Hasan ez-Zeyyât, Târîħu’l-edebi’l-ǾArabî, Beyrut 1423/2002, s. 18-27, 86-98, 176, 203, 215-220, 293-294, 398-399, 431-432; W. Marçais, “Les origines de la prose littéraire arabe”, RAfr., LXVIII (1927), s. 15-28; Sâdık İbrâhim Urcûn, “en-Neşrü’l-fennî”, el-Ezher, VIII/8, Kahire 1937, s. 557-560; a.mlf., “en-Neşrü’l-fennî baǾde’l-İslâm”, a.e., VIII/9 (1937), s. 622-625; Ch. Pellat, “La prose arabe à Bagdad”, Arabica, IX, Leiden 1962, s. 407-418; Sâbî, “Risâle fi’l-farķ beyne’l-müteressil ve’ş-şâǾir (nşr. Ziyâd ez-Zu‘bî)”, Ebĥâŝü Yermük, XI (1993), s. 129-165; S. Leder, “Prose”, Encyclopedia of Arabic Literature (ed. J. S. Meisami - P. Starken), London 1998, V, 615-618.

İsmail Durmuş




FARS EDEBİYATI. Fars edebiyatında nesir genel olarak sade nesir ve sanatlı nesir olmak üzere iki bölümde ele alınır. Sade nesir de konuşma nesri, hitabet nesri, mürsel nesir gibi kollara ayrılır. Konuşma nesrinde verilecek mesajın muhataba doğrudan doğruya iletilmesi amaçlanır; seci ve müzikal âhenkten yararlanılmadığı gibi yabancı ve karmaşık kelimelere de yer verilmez, dil bilgisi kurallarına özen gösterilmez. Hitabet nesrinde muhatabın kavrayış gücü göz önünde bulundurularak ele alınan konu en fasih ve âhenkli şekilde dile getirilir. İran edebiyatında en çok kullanılan nesir türü olan mürsel nesirde bu tür kavramlar ve mânalar kelime oyunlarından, çapraşık ifadelerden uzak bir dil ve mantıklı bir âhenk içinde ele alınır. Dil bilgisi kurallarına tam anlamıyla uyulur, okuyucu dilden çok metnin içeriğine yönlendirilir. Lafız mâna ile tam bir uyum halindedir. Îcâz veya ıtnâb denilen söz sanatlarına ihtiyaç duyulmaz. Mürsel nesir sanatlı nesirle konuşma nesri arasında bir yerde olup içeriğe göre sanatlı nesre veya konuşma nesrine yönelir. Sanatlı nesre yöneldiğinde yüksek mürsel nesir, konuşma nesrine yöneldiğinde sade mürsel nesir adını alır. Sanatlı nesirde söze ve ifadenin süslenmesine önem verilir. Itnâb ve seciden yararlanılarak ifade mümkün olduğu kadar uzun tutulur, eş anlamlı kelimeler sıkça kullanılır. Bu da cümlenin anlaşılmasını güçleştirir.

Genel bir görüşe göre İran edebiyatında İslâm öncesi nesir tarihî ve idarî yazılar olarak iki grup altında toplanmıştır. Tarihî yazıların büyük bir çoğunluğunu oluşturan kitâbelerde sade ve açık bir dil kullanılmış, idarî yazılar olarak nitelenen dinî ve ilmî yazılarda ise daha çok kutsal kitaplarda görülen üslûba başvurulmuştur. Bu tarz nesirde belirli bir seviyede uyum ve âhenk sağlamak için cümlelerin sonu birbirine benzetilir; kelime ve cümleler tekrarlanır. Cümle tekrarları Aryâî ve Sâmî nesirlerinin ortak özelliğidir. Sâsânî Pehlevîsi nesrinin özellikleri az çok Avesta’nın nesriyle aynıdır. Cümlelerin kısalığı, kelimelerin anlamlarını tam olarak ifade etmesi, fiillerin cümle sonunda yer alması, seci bulunmaması ve sözde uzatmaya gidilmemesi bu özelliklerin belli başlılarıdır. İslâmiyet’in İran’da yayıldığı yıllardan itibaren Pehlevîce yerini yeni Farsça’ya bırakırken Pehlevî diliyle yazılmış Vîs ü Râmîn, Zerdüşt dininin önemli öğretilerini ihtiva eden Dinkert ve Avesta’nın bazı bölümlerinin tefsirleri Derî Farsçası’na ve Arapça’ya çevrilmiştir.

İki yüzyıldan fazla bir süre Arap hâkimiyeti altında kalan İran’da nâsirler Tâhirîler, Saffârîler ve Sâmânîler döneminde hükümdarlar tarafından himaye görmüştür. Arap hâkimiyetine, Arap gelenek ve göreneklerine karşı İran geleneklerine ve tarihine bağlı kalındığı Sâmânîler devrinde yeni İran edebiyatının temel eserleri sayılabilecek kitaplar yazılmaya başlanmış, özellikle eski İran tarihi canlandırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde nazımda görülen ilerleme nesirde de kendini göstermiştir. Ebü’l-Müeyyed-i Belhî’nin İran bölgeleri hakkında değerli bilgiler içeren ǾAcâǿibü’l-ber ve’l-baĥr’ı (ǾAcâǿibü’l-büldân), Sâmânî Hükümdarı Mansûr b. Nûh’un emriyle veziri Ebû Ali Bel‘amî tarafından Farsça’ya tercümesi yapılan Muhammed b. Cerîr et-Taberî’nin Târîħ-i Ŧaberî’si, yine aynı müellifin Horasan ve Mâverâünnehir âlimleri tarafından tercüme edilen Tefsîr-i Muĥammed b. Cerîr ber Ķurǿân’ı bu döneme ait Farsça mensur eserler arasında zikredilebilir. Ayrıca asıl kaynağını Pehlevîce’nin veya bu dilden Arapça’ya nakledilmiş eserlerin oluşturduğu kitaplar da vardır. Bunların en önemlileri İslâm öncesinden Arap hâkimiyetine kadar süren dönemi içine alan Şâhnâme-i Ebû Belħî ile X. yüzyılın en iyi mensur şehnâmesi sayılan Şâhnâme-i Ebû Manśûrî’dir. Dakīkī ve Firdevsî’nin yazdığı manzum şehnâmelerin ilk kaynağı olan bu ikinci esere Sâmânî Veziri Ebû Mansûr el-Muammerî tarafından devrin Farsça nesrinin özelliklerini hemen hemen tamamıyla aksettiren bir mukaddime yazılmış, bütün bu eserlerde edebî sanatlardan oldukça uzak sade bir nesir üslûbu kullanılmıştır. Bu devirde ve bundan sonra gelen devirde yazılan eserlerde Arapça zor kelimelere, darbımesellere, ifadeyi süslemek için Arapça şiirlere yer verilmemiş, halkın anlayacağı açık ve kısa cümleler tercih edilmiştir.

X. yüzyıla kadar Arapça’nın etkisinden nisbeten uzak kalan Farsça’ya XI. yüzyıldan itibaren Arapça kelimeler girmeye başlamış, XII. yüzyılda Farsça’daki Arapça kelimelerin sayısı büyük artış göstermiştir. İslâmiyet’i daha iyi tanıyabilmek ve Kur’an’ı, hadisleri anlayabilmek için Arapça öğrenimine ihtiyaç duyulması, İslâmî ilimlerin okutulması, Arap dilinde oluşan terimler, Yunanca, Pehlevîce, Süryânîce ve Hintçe’den yapılan çeviriler sonucu Arap edebiyatının zenginleşmesi zorunlu olarak İran dili ve edebiyatını etkilemiştir. Bu arada başlangıçta Sîstan, Horasan ve Mâverâünnehir’i içine alan bölgede meydana gelen Derî edebiyatı (saray edebiyatı) ve dili yavaş yavaş İran’ın diğer bölgelerine, daha sonra Gazneliler yoluyla Hindistan’a, Selçuklular yoluyla Anadolu’ya yayılmıştır. Hindistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan geniş bir sahada yayılma imkânı bulan Farsça ile XI-XII. yüzyıllarda yazılmış mensur eserlerde iki tür nesrin hâkim olduğu görülür. Bunların ilki X. yüzyıldan beri devam eden sade nesir, ikincisi secili nesirdir. Bîrûnî’nin et-Tefhîm’i, İbn Sînâ’nın Dânişnâme-i ǾAlâǿî’si, Ebü’l-Fazl-ı Beyhakī’nin Târîħ-i Beyhaķī’si, Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’si ve Nâsır-ı Hüsrev’in Sefernâme’si ilk türün belli başlı örnekleridir.

XI. yüzyılın başlarında ortaya çıkıp XII. yüzyılda gelişen ve uzun bir süre varlığını koruyan süslü ve secili nesir şiirde rastlanan bütün edebî sanatlarla örülmüştür. Arap nesrinin etkisiyle doğan bu nesrin ilk ve en büyük temsilcisi Hâce Abdullah-ı Herevî’dir. Ebü’l-Meâlî Nasrullah-ı Şîrâzî tarafından Farsça’ya çevrilen Kelîle ve Dimne’de eş anlamlı cümlelere, Arapça kelime, darbımesel ve şiirlere çokça yer verilmiş, buna karşılık seci sanatı daha az kullanılmıştır. XII. yüzyılda Nizâmî-i Arûzî Çehâr Maķāle’sinde secili nesirle sade nesri bir arada kullanmıştır. Nizâmî’nin her makalenin giriş kısmında mümkün olduğu kadar bol seci yaptığı halde hikâyelere geçtiğinde sade nesre döndüğü görülmektedir.

XIII-XIV. yüzyıllarda her iki nesir türüyle eser yazılmıştır. Dinî, siyasî, edebî ve ilmî bir merkez olan Bağdat, Cengiz ve Timur istilâlarının devam ettiği bu yüzyıllarda önemini yavaş yavaş yitirmeye, Arapça da yavaş yavaş terkedilerek Farsça edebiyat ve bilim dili olarak birinci sırayı almaya


başlamıştır. Bu dönemde secili nesir yanında sade nesir de varlığını korumuştur. Hatta Şems-i Kays el-MuǾcem’inde olduğu gibi her iki üslûbu da kullanmaktan çekinmemiştir. Bu devirde secili nesirle yazılmış eserler arasında Atâ Melik Cüveynî’nin Târîħ-i Cihângüşâ’sı, Vassâf’ın Târîħ-i Vaśśâf’ı, sade nesirle yazılan eserler arasında Avfî’nin CevâmiǾu’l-ĥikâyât’ı, Reşîdüddin Fazlullah’ın CâmiǾu’t-tevârîħ’i, Hamdullah el-Müstevfî’nin Târîħ-i Güzîde’si, Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Gülistân’ı ve Ahmed Eflâkî’nin Menâķıbü’l-Ǿârifîn’i zikredilebilir.

İran nesri, Timur’un 1380-1381’de Horasan ve Sîstan’da ayaklanışı ile başlayıp Şah İsmâil’e kadar geçen dönemde aynı özelliklerini sürdürmüştür. Hükümdarların Türk olması, idarî ve askerî teşkilâtta Türkler’in bulunması sebebiyle Farsça’ya Türkçe kelimelerin girdiği, hatta Türkçe eserlerin kaleme alındığı bu dönemde yazılan eserlerin dilinin genellikle sade ve akıcı olduğu görülmektedir.

Safevîler devrinde Farsça nesir Timurlular dönemindeki çizgisini sürdürememiş, Azerbaycan’ın merkez bölgelerinde Türkçe en çok konuşulan dil özelliğini kazanmaya başlamıştır. Safevîler devri nesrinin bir başka özelliği de Timurlular dönemine nazaran daha çok mensur halk hikâyesi yazılmış olmasıdır. Dâstân-i İskender, Ŧûŧînâme, Rezmnâme, Hint destanı Ramayana ve Mahabaharat tercümeleri, Ķıśśa-i Hezâr Gîsû, Ķıśśa-i Ŧâlib-i Pâdişahzâde ve Maŧlûb, Ķıśśa-i Erşed ü Râşid, Ķıśśa-i Eşref ü Fîrûz-i Vezîrzâde, Şîrînnâme, Ķıśśa-i Çehâr Dervîş, Nûşâferînnâme gibi mensur hikâyelerin dili sade ve akıcıdır.

Afşarlar, Zendler ve Kaçarlar döneminde Farsça nesir kısmen XII, XIII ve XIV. yüzyılların nesrine dönmeye başlamıştır. XIX. yüzyılda tarihçi İbrâhim Vekāyi‘nigâr XII. yüzyıl nesir üslûbunu kullanmış, “Bende” mahlasıyla Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazan Mirza Razî, tarihçi Vassâf ile Sa‘dî-i Şîrâzî’nin üslûbu arasında bir üslûp benimsemiş, Abdürrezzak Bîg-i Dünbülî aynı üslûbu devam ettirmiştir. İyi bir devlet adamı olduğu kadar iyi bir nâsir ve şair olan Mirza Ebü’l-Kāsım Kāimmakām-ı Ferâhânî ise makale, mektup ve fermanlarında Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Gülistân’ındaki üslûbu izlemiştir. Kāimmakām’ın nesirlerinde eski nesirdeki uzun ve tumturaklı cümlelerin yerini kısa, tam ve nisbeten sade cümlelerin aldığı, mektuplarında eski nesir tarzına uyarak Farsça ve Arapça şiirlere yer verdiği, idarî yazılarında ise halk dilini kullandığı görülür. Bedâyi‘nigâr adıyla tanınan Mirza Muhammed Nevvâb-ı Tahrânî, Mecdülmülk lakabıyla meşhur Hac Mirza Muhammed-i Sînekî gibi XIX. yüzyıl tarihçi ve münşîleri klasik nesir üslûbuna ve tarih yazıcılığı geleneğine bağlı kalmışlardır. Buna karşılık gerek meşrutiyet düşüncesinin ortaya çıkması ve bu konuda halkı aydınlatma ihtiyacının belirmesi gerekse Batı’dan yapılan tercümelerin de etkisiyle Şeyh Ahmed-i Rûhî, Mirza Âgā Hân-ı Kirmânî, Mirza Melkum Han ve Tâlibof gibi yazarlarla İran nesrinde sadeleşme yolunda önemli adımlar atılmıştır. XX. yüzyılda Cemalzâde, Sâdık Hidâyet, Büzürg-i Alevî, Muhammed-i Hicâzî, Sâdık-ı Çûbek, Ali Muhammed-i Efgānî, Saîd-i Nefîsî, Seyyid Celâl Âl-i Ahmed, Gulâmhüseyn-i Saîdî gibi hikâye, roman ve tiyatro yazarlarının eserleriyle sağlam zemin üzerine oturan Farsça nesir aynı çizgide gelişimini sürdürmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Gr.IPh., I-II; Browne, LHP, IV; Ethè, Târîħ-i Edebiyyât; Rypka, ILG; Bozorg Alavi, Geschichte und Entwicklung der Modernen Persischen Literatur, Berlin 1964; Nefîsî, Târîħ-i Nažm u Neŝr, I-II; Bahâr, Sebkşinâsî, Tahran 1349 hş., I-III; Yahyâ Âryanpûr, Ez Śabâ tâ Nîmâ, Tahran 1350 hş./1971, I-II; a.mlf., Ez Nîmâ tâ Rûzgâr-i Mâ, Tahran 1374 hş.; Rızâzâde-i Şafak, Târîħ-i Edebiyyât-ı Îrân, Şîraz 1352/1973; Zebîhullah Safâ, Muħtaśarî der Târîħ-i Taĥavvül-i Nažm u Neŝr-i Pârsî, Tahran 1353/1974; Muhammed İsti‘lâmî, Berresî-yi Edebiyyât-ı İmrûz-i Îrân, Tahran 2535 şş.; Mahmûd Keyânûş, Berresî-yi ŞiǾr u Neŝr-i Fârsî-i MuǾâśır, Tahran 2535 şş.; Hüseyin Rezmcû, EnvâǾ-ı Edebî ve Âŝâr-ı Ân der Zebân-ı Fârsî, Meşhed 1372 hş., s. 153-267; Abbaspûr, “Neşr”, Ferhengnâme-i Edebî-i Fârsî (nşr. Hasan Enûşe), Tahran 1376 hş., II, 1337-1338; Mehmet Kanar, Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi, İstanbul 1999; a.mlf., “İran”, DİA, XXII, 424-427; E. Berthels - [Ahmed Ateş], “İran”, İA, V/2, s. 1041-1053; A. Naci Tokmak, “İran”, DİA, XXII, 416-424; Dihhudâ, Luġatnâme (Muîn), XIII, 19746.

Mehmet Kanar




TÜRK EDEBİYATI. Türk nesrinin tarihi Türk edebiyat tarihi gibi üç dönemde ele alınmaktadır. Türkler’in İslâmiyet’i kabulünden önceki döneme ait en eski Türkçe metin olan Orhun âbideleri aynı zamanda Türk nesir sanatının da ilk örnekleridir. Özentisiz, açık ve anlaşılır bir dille yazılmış olan yazıtlar atasözleri ve halk tabirleriyle zenginleştirilmiş, yer yer lirik ve romantik ifadeler taşıyan metinlerdir. Orhun âbideleri, daha önceki yüzyıllarda işlenerek geliştirilmiş bir nesir dilinin varlığını düşündürmektedir. Maniheizm’i ve Budizm’i benimseyen Uygur Türkleri’nden kalma nesir yazılarının çoğu bu dinlerin kutsal metinlerinin tercümesidir. Bunların Mani ve Budist düşüncesine bağlı dil özellikleri yanında simetrik cümleler, ses unsurları ve tekrarlarla Orhon yazıtlarından farklı bir anlatım özelliği taşıdığı görülmekte, ayrıca pek çok Budist kavramının Türkçe’de karşılıklarının arandığı dikkati çekmektedir. Örnekleri oldukça bol olan bu eserlerin en ünlüleri arasında Maytrısimit, Kalyanamkara Papamkara, Sekiz Yükmek ve Altun Yaruk bulunmaktadır.

Elde en çok metin bulunan dönem ise Türkler’in İslâmiyet’i kabulünden XIX. yüzyıl ortalarına kadar devam eden İslâmî devirdir. Bu dönemin ilk nesir metinleri Orta Asya coğrafyasında kaleme alınmıştır. Bunların başında Dîvânü lugāti’t-Türk’teki örneklerle Kutadgu Bilig’in sonradan ilâve edildiği anlaşılan mukaddimesi sayılabilir. Bu eserleri Rabgūzî’nin, iç içe geçmiş kıssalar halinde ve yer yer tasvirlerin de bulunduğu Kısasü’l-enbiyâ’sı (1311), Mahmûd b. Ali Kerderî’nin sade bir dille yazılmış olan Nehcü’l-ferâdîs’i ile (1358) yine XIV. yüzyıla ait, yazarları bilinmeyen Bahtiyarnâme ve Tezkiretü’l-evliyâ gibi eserler takip eder. Bu arada Kur’an tercümeleriyle tefsirler ve Farsça’dan yapılan çevirilerle Türkçe’de Arapça ve Farsça’nın etkilerinin arttığı görülmektedir.

İslâmî dönem Türk nesir edebiyatının en zengin örneklerini Anadolu’da gelişen Batı Türkçesi’yle yazılmış eserler oluşturur. Türkler’in Anadolu’ya gelişinden sonra Anadolu’da yeni bir yazı dili teşekkül etmiştir. Anadolu’nun fethinden XIV. yüzyıla kadar özellikle nesir alanında kayda değer eserler bulunmamaktadır. Hikâyelerle desteklenmiş dinî ve ahlâkî öğütler içeren Behcetü’l-hadâik fî mev‘izati’l-halâik XIII. yüzyılın tek önemli nesir eseridir. Bir kısmını Arapça ve Farsça’dan çevirilerin oluşturduğu XIV. yüzyıl nesir edebiyatının başlıca eserleri Kul Mesud’un Kelîle ve Dimne’si, Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa’nın Merzübannâme’si, Darîr’in sade bir üslûpla yazılmış Sîretü’n-nebî’si, Hamzavî’nin yine sade ve sürükleyici üslûbuyla yüzyıllar boyu halk arasında okunan Hamzanâme’si sayılabilir. XV. yüzyılda Dede Korkut Kitabı, Battalnâme, Dânişmendnâme gibi halk tarafından okunan eserlerin yanında resmî yazışmaları ve mektupları içine alan klasik Osmanlı inşâsının da teşekkül ettiği görülür.

XV. yüzyıldan itibaren inşâ tarzının gelişmesi dikkate alınarak Tanzimat’a kadar Osmanlı dönemi nesri üç kategoride incelenmiştir (İz, s. V-XVII):


a) Sade nesir. Halk diline dayanan, yer yer inşâdan bazı kelime, deyim ve klişeleşmiş ibarelerin girdiği bu nesirle tefsir, hadis, fıkıh, akaid, ilmihal ve tasavvuf kitapları yanında bazı İslâm tarihleriyle fütüvvetnâme, menâkıbnâme gibi dinî karakterli eserler, halk hikâye ve masalları, cenknâmeler, gazavatnâmeler, ahlâk kitapları gibi eserler yazılmıştır. Bu nesirde devrik cümleler de kullanılmış, Farsça tamlamalara ise nisbeten az yer verilmiştir. b) Süslü nesir. Söz varlığı ağırlıklı biçimde Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerden oluşan, ayrıca bu dillerin kurallarının uygulandığı süslü nesirde cümleler sıfat-fiil ve zarf-fiillerle bazan sayfalarca uzatılıyor, simetrik terkipler ve cümleler tekrar ediliyordu. Çok defa eş anlamlı ve secili kelimelerin kullanılmasına da özen gösteriliyordu. Şiirdeki belâgat kuralları bu nesir için de geçerliydi. Sade nesre göre daha dar bir çevrede itibar gören süslü nesir kelime kadrosu ve gramer kurallarıyla gittikçe halktan uzaklaşarak yüksek zümrenin rağbet ettiği tarz haline gelmiştir. Dursun Bey’in tarihinden başlayarak Kemalpaşazâde, Hoca Sâdeddin, Karaçelebizâde Abdülaziz, Râşid Mehmed Efendi gibi tarihçilerle Sehî Bey, Latîfî, Âşık Çelebi gibi tezkire ve münşeat mecmuaları kaleme alanların çoğu bu nesri kullanmıştır. Süslü nesrin ilk örneği sayılan Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’si secileri ve simetrik cümleleriyle bu kategoriye girse de kısa ve açık cümleleriyle bu nesirden ayrı düşünülmelidir. c) Orta nesir. Osmanlı yazı tarzı içinde en çok rağbet gören bu nesir de halkın dilinden oldukça uzaklaşmış, hüner gösterme özentisiyle lafız sanatlarına başvurularak secili ibareler kullanılmıştır. Arapça ve Farsça kelime ve terkiplere yer verilmekle birlikte asıl maksat bilgilerin ve düşüncelerin aktarılması olduğundan süslü nesre oranla anlaşılması daha kolay olan bir üslûba yer verilmiştir. Âlim ve sanatkârların çoğu bu nesir tarzını tercih etmiştir. Vak‘anüvis tarihlerinin çoğu, Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’si, Kâtib Çelebi’nin Mîzânü’l-hak ve Düstûrü’l-amel gibi eserleri başta olmak üzere siyasetnâmeler, nasihat ve ahlâk kitapları, sefaretnâmeler daha çok bu nesirle kaleme alınmıştır.

Resmî yazışma ve mektupları içine alan inşâ kavramı (bk. İNŞÂ) aynı zamanda genel nesir türleri için de kullanılmaktadır. Belâgat kitaplarında lafız sanatlarını ve seciyi ön planda değerlendiren yazı tarzına “nesr-i müsecca‘”, bunlara önem vermeyen yazı tarzına da “nesr-i mürsel” denildiği kaydedilmektedir. Tezkirelerde müelliflerden bahsedilirken kullanılan, “İnşâ ile ziyade âşinalığı var idi”; “Nazım ve inşâda mevâlî-i asrın hünerveri idi” gibi değer yargılarında geçen inşâ kavramı daha çok nesir sanatına işaret etmektedir. Osmanlılar’da nesre oranla şiir sanatının büyük gelişme göstermesi ve daha çok rağbet görmesi bir gerçek olmakla beraber tezkirelerdeki değer yargılarında her iki sanatta başarılı olanların takdir edildiği dikkati çekmektedir. Eski nesri ve özellikle süslü nesri oluşturan unsurlar arasında elfaz (uygun kelime ve kelime gruplarının seçimi), selâset (akıcılık), mebâdî (usulüne uygun bir giriş) ve mebânî (sağlam bir kuruluş) gibi kavramların arandığı bilinmektedir.

Tanzimat’tan sonra Batı ile temas neticesinde nesir sanatının değişime uğradığı görülür. Roman, hikâye, tiyatro gibi yeni türlerin girmesiyle bu türlerin özelliği gereği nesirde de farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. Bilhassa gazetelerde halkın anlayabileceği bir dil kullanılmaya çalışılır. Bu arada resmî kitâbette eski inşâ kırılmalara uğrar, seciler azalır, cümleler kısalır, belâgat ihmal edilir. Bu yeni inşânın öncüleri Mustafa Reşid Paşa, Fuad Paşa, Edhem Pertev Paşa, Âkif Paşa, Cevdet Paşa ve Ahmed Vefik Paşa gibi bürokratların kalemiyle gerçekleşmiştir. Bunların dışında edebiyatçılar da eserlerinde giderek bir sadeliğe yönelmişlerdir. Bu konuda ilk önemli hamleyi Şinâsi başlatmış, onu “ifâde-i merâm ve rabt-ı kelâm şîvelerinin tabîat-ı lisâna tatbîkan tâdil ve tecdîdi” fikrini ileri süren Nâmık Kemal ile eski inşâ tarzını ağır biçimde eleştiren “Şiir ve İnşâ” makalesiyle Ziyâ Paşa takip etmiştir. Cevdet Paşa belli ölçüde Osmanlı nesrine bağlı kalmakla beraber tarih dilini geliştirip sadeleştirmiş, Mecelle’de kısa ve sağlam cümlelerle hukuk dilinde önemli bir çığır açmış, Kısas-ı Enbiyâ’da ise sade, akıcı ve kolay anlaşılır bir üslûp kullanmıştır. Nesir dilinin sadeleşmesinde ve yeni edebî türlerin halk tarafından benimsenmesinde Ahmed Midhat Efendi’nin önemli rolü olmuştur. Onun meddah geleneğinden gelen sohbet tarzındaki nesir üslûbu ileriki yıllarda biraz daha edebî değer kazanarak Ahmed Râsim’in eserlerinde devam etmiştir. Bu dönemde öğretim kurumlarına konan “usûl-i kitâbet ve inşâ” dersleri de bu gelişmenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Buna paralel olarak nesir sanatını öğretmek üzere birtakım eserlerin yazılmaya başlandığı görülmektedir. İnşâ-yı Cedîd (İstanbul 1269), Usûl-i İnşâ ve Kitâbet (Mehmed Tevfik, İstanbul 1307-1308), İlâveli Hazîne-i Mekâtîb yâhud Mükemmel Münşeât (Ahmed Râsim, İstanbul 1318) bunlardan birkaçıdır.

XIX. yüzyılın sonlarına doğru Edebiyât-ı Cedîde mensupları, şiirde olduğu gibi nesirde de gelişmeyi farklı bir yöne sürükleyen bir hareket oluşturmuştur. Kısa süren fakat oldukça etkili olan bu harekette Türk nesri Fransızca’nın cümle yapısından etkilenmiş, Arapça ve Farsça’dan yeni kelime ve terkipler alınmış, hatta icat edilmiştir. Bu hareketin öncüleri Halit Ziya Uşaklıgil, Cenab Şahabeddin ve Mehmed Rauf’tur. Yine bu dönemde başlayan ve uzun süre etkisini devam ettiren farklı bir nesir tipine “mensur şiir” (mensûre) adı verilmiştir. Fransız kaynaklı bir tür olan mensur şiir, şiirle ifade edilebilecek temaların şiir diliyle ve şiir sanatıyla fakat nesir cümleleriyle ifadesidir. Servet-i Fünûn devrinde naif temaların işlendiği bu tarz felsefî fikir ve tahlillerle gelişerek II. Meşrutiyet’ten sonra devam etmiştir.

II. Meşrutiyet yıllarında bir fikir hareketi olarak ortaya çıkan ve daha sonra Millî Edebiyat hareketinin doğmasında rolü olan Türkçülüğün nesir sanatının gelişmesinde önemli yeri vardır. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının başlattığı bu çığır Ömer Seyfeddin, Ahmed Hikmet Müftüoğlu, Refik Halit Karay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin gibi şahsiyetlerle devam etmiştir. Bu akımın, Cumhuriyet’ten sonra yeni Türk nesrinde özellikle ilmî ve fikrî metinlerin ve deneme tarzı yazıların estetik bir üslûp kazanmasında yazarlar üzerinde farklı seviyelerde etkisi olmuştur. Yahya Kemal, Fuad Köprülü, Falih Rıfkı Atay, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu ve Cemil Meriç şahsî üslûpları ile yeni Türk nesrinin önemli yazarlarındandır.

BİBLİYOGRAFYA:

Yahya b. Mehmed el-Kâtib, Menâhicü’l-inşâ (nşr. Şinasi Tekin), Roxbury 1971, s. 5-17; Muhammed b. Hamza, XV. Yüzyıl Başlarında Yapılmış “Satır-Arası” Kur’an Tercümesi (haz. Ahmet Topaloğlu), İstanbul 1976, hazırlayanın girişi, I, 1-5, 21; Ragıp Hulusi Özdem, “Tanzimattan Beri Yazı Dilimiz Fikrî Nesir Dilimizin Gelişmesi”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 859-931; Fahir İz, Eski Türk Edebiyatında Nesir, İstanbul 1964, s. V-XVII; Abdülkadir Karahan, Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul 1980, s. 258, 260-262, 265; Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara 1980, tür.yer.; Harun Tolasa, Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, İzmir 1983, s. 350-351; Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1984, I, 113-116; Ahmed Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1985, s. 110-127, 181, 191, 433-444; Orhan Şaik Gökyay, Güçlük Nerede? Seçme Makaleler,


İstanbul 1995, I, 219-230; a.mlf., “Tanzimat Dönemine Değin Mektup”, TDl., XXX/274 (1974), s. 17-19; Mustafa Özkan, “Erken Dönem Osmanlı Türkçesi”, Osmanlı, Ankara 1999, IX, 399-411; Namık Açıkgöz, “Nesir (Orta Klasik Dönem)”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, Ankara 2004, V, 415-442; Mustafa İsen, “İlk Dönem Nesir”, a.e., V, 200-221; a.mlf., “Nesir (Klasik Dönem)”, a.e., V, 331-354; a.mlf., “Nesir”, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 2006, I, 536-550; a.mlf., “Estetik Nesir”, a.e., II, 81-90; Menderes Coşkun, “Estetik Nesir”, a.e., II, 565-575; a.mlf., “Son Klasik Dönem: Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, V, 552-590; a.mlf., “Geç Dönem Nesir”, a.e., VI, 354-404; C. Woodhead, “Estetik Nesir”, Türk Edebiyatı Tarihi, II, 317-326; a.mlf., “Ottoman İnşâ and Art of Letter-Writing: Influences Upon the Career of the Nişancı and Prose Stylist Okçuzade (d. 1630)”, Osm.Ar., sy. 7-8 (1988), s. 143-159; Fevziye Abdullah Tansel, “Türk Edebiyatında Mektup”, Tercüme, XVI/77-80, Ankara 1964, s. 387; Şerife Yağcı, “Klasik Edebiyatımızda Nesir Geleneği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, II/3, İzmir 1993, s. 101-109; Ali Rıza Özuygun, “XVI. ve XVII. Yüzyıl Divan Edebiyatında Nesir”, Yedi İklim, VII/52, İstanbul 1994, s. 11-16; Müzahir Kılıç, “XVIII. ve XIX. Asırlarda Divan Nesri”, a.e., VII/53 (1994), s. 56-58; Lidia Bettini, “Nesir”, EI² Suppl. (İng.), s. 662-667; Mustafa Uzun, “İnşâ”, DİA, XXII, 338-339; a.mlf., “Münşeat”, a.e., XXXII, 18-20; Mustafa Kutlu, “Nesir”, TDEA, VII, 26-33.

Mustafa Uzun