ORDU

Sözlükte “hakanın oturduğu şehir, otağının kurulduğu yer” anlamına gelen (Dîvânü Lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 124) Türkçe ordu (orda) kelimesinin karşılığı Arapça’da ceyş, cünd, asker, hamîs ve Farsça’da leşkerdir. Bunlardan cünd ve ceyş “savaşmak için bir araya gelen insan topluluğu ve yardımcıları”, asker kelimesi de “bir araya gelmek, toplanmak” demektir; bundan türeyen muasker “ordugâh, askerî üs” anlamındadır. Beş kısma ayrılması dolayısıyla verilen hamîs ismi aynı zamanda ordunun seyrüsefer halindeki düzenini ifade eder. Araplar’da bu beşli düzende ordunun merkezinde başkumandanla onun muhafız kıtası bulunur ve bu kısma kalbü’l-ceyş, merkezin sağında yer alan birliklere meymene, solundaki birliklere meysere, önde bulunan zırhlı süvarilerden oluşan birliklere talîa, mukaddeme, nezîre, pîşdar; arkadaki birliklere sâkatü’l-ceyş ve muahhira adları verilirdi. Hz. Peygamber bu düzeni korumakla birlikte askerlerin savaş anında saflar halinde sıralanması usulünü getirmiş, asker sayısının arttığı Hulefâ-yi Râşidîn döneminde bunlara bölük, tabur (kürdûs) sistemi eklenmiştir.

İslâm Ordusunun Kuruluşu. İslâm öncesinde Arabistan’da ordu kavramına uygun düzenli ve sürekli bir askerî güç bulunmuyordu. Kabileler arasında savaş çıktığında silâh kullanabilen erkeklerin tamamı savaşa katılırdı. Yaya veya süvari olarak savaşan Araplar kılıç, kalkan, ok ve mızrak gibi klasik silâhları kullanırlardı. Kumandanlık (kıyâde) görevi kabile reisi tarafından yürütülürdü. Kabilenin sancak veya bayrağı da (livâ, râye) kabile reisi yahut nâibi tarafından taşınırdı.

İslâm ordusunun kuruluşu, Medine’ye hicretin ardından Mekke müşriklerine karşı cihada izin verilmesiyle başlar. Savaş durumuyla sınırlı olsa da orduyu belli bir düzene göre kurmak, silâhı bulunmayanlara silâh temin etmek, sahâbîleri savaş teknikleri hususunda yetiştirmek için


tedbirler alan Hz. Peygamber savaş durumu ortaya çıkınca orduya katılacak kimseleri bizzat kendisi tesbit eder (Abdülhay el-Kettânî, I, 384-385), isimlerini yazdırır (Buhârî, “Cihâd”, 181; Müslim, “Ĥac”, 74) ve hazırlıkların yapılıp toplanılmasını emrederdi. Sahâbîler silâhları, binekleri, sefer azıkları ve diğer levazımatıyla şehir dışında bir karargâhta toplanırdı. Seferberlik emri Medine dışında oturan kabilelere kabile reisleri aracılığıyla ulaştırılırdı. Normal şartlarda ihtiyaç duyulduğu kadar askerin gönüllü katılımı söz konusu olmakla birlikte Tebük Gazvesi gibi umumi seferberliği gerektiren durumlarda özürlüler, Resûlullah’tan izin alanlar veya onun tarafından geride bırakılanlar dışında savaşabilecek bütün sahâbîler hazır asker kabul edilirdi. Savaşa katılanlar elde edilen ganimetten pay alırlar, savaş bitince de ailelerinin yanına dönüp işlerine devam ederlerdi. Hz. Peygamber sefer öncesinde ve sefer esnasında askerlerini savaşa hazırlamaya çalışır, ok atma ve ata binmenin önemini vurgular, kumandanlarını uğurlarken onları askerlerine ve düşmana karşı nasıl hareket edecekleri konusunda bilgilendirirdi. Bazı sahâbîleri kale kuşatmalarında kullanılan savaş aletlerinin yapımını öğrenmekle görevlendiren ve Tâif kuşatmasında mancınık kullanan Resûl-i Ekrem, Hendek Savaşı’nda Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle hendek kazarak savunma savaşı yapma taktiğini uygulamıştır. Sefer ve savaş sırasında parola ve üniforma sayılabilecek belli renkte sarık ve elbiseler yahut belli işaretler kullanılmasını istemiş (a.g.e., I, 499-501), düşman hakkında bilgi edinmek veya yol güvenliğini sağlamak için keşif kolları çıkarmış, kılavuz ve casus kullanmış, bu konuda gerektiğinde henüz müslüman olmayan kimselerden de yararlanmıştır (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 45).

İhtiyaca göre asker toplama uygulaması Hz. Ebû Bekir döneminde devam ettirilmiştir. Hz. Ömer, muharip güçleri kaydetmek ve hazineyi düzene koymak için 20 (641) yılında Dîvânü’l-cünd (Dîvânü’l-atâ, Dîvânü’l-asâkir) olarak adlandırılan divan teşkilâtını oluşturdu. Fey adı altında toplanan gelirlerden pay alacak Medine halkını fetihlere katılan kuvvetler ve aileleriyle birlikte kabile esasına göre divan defterlerine yazdırdı. Şahıs isimlerinin karşısında yılda bir defa verilecek atıyye ile aylık olarak verilecek erzak da belirtilmişti. Ücretin belirlenmesinde İslâm’a giriş önceliğiyle birlikte dine ve devlete hizmet ölçü alındı. Şehirlerde de benzeri divan defterleri tutularak muhariplerin listesi ve alacakları ücretler tesbit edildi. Bu uygulamasıyla orduyu bir müessese haline getiren ve maaşlı askerlerden düzenli bir ordu kuran Hz. Ömer askerlerin ticaret veya ziraatla uğraşmasını yasakladı. Onun döneminde divana kayıtlı Arap kabilelerine mensup asker sayısı 150.000’e ulaşmıştır.

Hz. Ebû Bekir tarafından Irak ve Suriye cephelerinde başlatılan fetih hareketi kısa sürede genişledi. Hz. Ömer zamanında Irak ve İran’ın büyük bir kısmıyla Suriye, Ürdün, Filistin, el-Cezîre bölgesi ve Mısır fethedildi. Hz. Ömer, halifelik merkezinden uzak olan bu bölgelerde asayişi ve fetihlerin devamını sağlayabilmek için Basra, Kûfe ve Fustat gibi ordugâh şehirler kurdurdu. Bu şehirlere ve Suriye’de Dımaşk, Filistin’de Remle, Mısır’da İskenderiye gibi merkezlere çeşitli Arap kabilelerine mensup askerleri aileleriyle birlikte yerleştirip buraları dâimî ordugâh (garnizon) haline getirdi. Askerî kışlalarda geniş kapasiteli ahırlar inşa edildi. Garnizonlardaki askerlerle ilgili kayıtlar bu merkezlerde hazırlanan divanlarda tutuluyordu. Ordugâh şehirlere yerleştirilen Arap kabileleriyle bu kabileler vasıtasıyla İslâm’ı kabul eden ve mevâlî denilen gayri Arap müslüman halklar dâimî silâh altında kabul edilen muharip sınıfın ana kaynağını teşkil ediyordu. Bu uygulama Hz. Osman döneminde devam etti. Sahillerin düşman saldırısına karşı korunması amacıyla kara ordusu yanında bir donanma oluşturuldu. Suriye ve Mısır valileri, sahil şehirlerindeki Bizans’tan kalma tersanelerden ve oralarda çalışan kişilerden yararlanarak kuvvetli bir donanma oluşturdu. 28 (648-49) yılında Kıbrıs’ı vergiye bağlayan deniz kuvvetleri, 33’te (654) Kıbrıs idarecilerinin vergi ödememeleri sebebiyle 500 gemilik donanmayla düzenlediği ikinci Kıbrıs seferinde adayı fethedip 12.000 asker yerleştirdi. Yine bu yıllarda Bizans donanmasına karşı Zâtü’s-savârî adıyla bilinen büyük bir zafer kazanılarak Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyeti sona erdirildi (31/652 veya 34/655).

Ordunun Yönetimi. Ordunun idarî, malî ve hukukî işleri Dîvânü’l-cünd (Dîvânü’l-ceyş) tarafından yürütülüyordu. Askerlerin bu divana kabilelere göre kayıt sistemi Emevîler zamanında da devam ettirildi. Bu dönemde ayrıca askerî teşkilâtlanma yeni şartlara göre geliştirilerek mecburi askerlik uygulamasına geçildi. Bundan itibaren ordunun esasını divana kayıtlı, devletten maaş alan, “mürtezika” denilen nizamî ve dâimî statüdeki muvazzaf askerler teşkil etmiştir. Hastalananların maaşları düzenli biçimde ödenir, öldürülen veya ölenlerin hakları vârislerine intikal ederdi. Bu arada divana kayıtlı olmadıkları ve belirli bir ücret almadıkları halde cihadın fazileti dolayısıyla seferlere katılanlar da oluyordu. Paylarına düşen ganimet hisseleriyle yetinen ve çoğu sınır boylarında inşa edilen ribâtlarda yaşayan bu gönüllülere “mütetavvia” denilmiştir.

Dîvânü’l-ceyş, Abbâsîler’de Meclisü’t-takrîr ve Meclisü’l-mukābele adıyla iki kola ayrıldı. Bunların ilkinde askerlerin ücretleri ve ödeme zamanları tesbit ediliyor, ikincisinde askere alınanların kayıtları tutuluyordu. Kütüklere askerlerin isimlerinin yanına yaşları, tanınmalarını sağlayacak fizyonomik bilgiler, atlarının rengi ve nişanları da yazılırdı. Büveyhîler zamanında ordunun esasını teşkil eden iki etnik unsur olan Türkler’le Deylemliler için ikiye ayrılan divana Dîvânü’l-ceyşeyn denilmiştir. Fâtımîler’de bu görev askerlerin orduya alınması, teçhizatı ve denetimiyle ilgilenen Dîvânü’l-ceyş ile diğer devlet memurlarının yanı sıra askerlerin ödemeleriyle de ilgilenen Dîvânü’r-revâtib arasında paylaşılmıştır. Donanmaya büyük önem veren Fâtımîler’de deniz kuvvetlerine bakmak üzere Dîvânü’l-amâir kuruldu. Gazneliler’de vezirin kontrolü altında çalışan Dîvânü’l-ceyş’in adı Dîvân-ı Arz olarak değiştirildi, Hindistan’da kurulan diğer müslüman devletlerde ve Selçuklular’da da bu isim benimsendi. Selçuklular’da çeşitli rütbelerdeki askerlere iktâ tahsisi, askerlerin maaşlarının ödenmesi, teçhizatın kayıt ve kontrolü bu teşkilât tarafından yürütüldü. Anadolu Selçukluları’nda da aynı uygulama sürdürüldü. Zengîler’de Dîvânü’l-ceyş, Dîvânü’r-revâtib ve Dîvânü’l-idâre ve’t-techizât olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Askerî iktâların dağıtımı ve kontrolü, ayrıca askerlere ücretlerinin dağıtımı Dîvânü’l-mâl tarafından yapılırdı. Memlükler’de Dîvânü’l-cüyûşi’l-mansûre, Dîvânü’l-iktâât da denilen Dîvânü’l-ceyş, Mısır ve Suriye askerlerinin işlerini yürütmek üzere Dîvânü’l-ceyşi’l-Mısrî ve Dîvânü’l-ceyşi’ş-Şâmî adıyla iki şubeye ayrıldı.

Ordunun Asker Kaynakları. Hz. Peygamber döneminde müslüman Araplar’dan oluşan orduya Hulefâ-yi Râşidîn zamanında gerçekleştirilen ilk fetihlerden itibaren “mevâlî” adı verilen Fars ve Kıptî asıllı müslümanlar da alınmaya başlandı. Ubeydullah b. Ziyâd’ın 54 (674) yılında Buhara seferi dönüşünde beraberinde getirdiği


2000 kişilik Türk okçu birliğini Basra’ya yerleştirmesiyle Türkler de ordu saflarına katılmış oldu. Kuteybe b. Müslim’in Mâverâünnehir seferlerinde İranlılar ve Türkler, aynı yıllarda Kuzey Afrika ve Endülüs fetihlerini gerçekleştiren ordularda ise Berberîler önemli bir yekün teşkil ediyordu. Bununla birlikte Emevîler’in sonuna kadar ordunun ekseriyetini Arap asıllı askerler oluşturdu, kumandanların tamamına yakını onlardan seçildi. Ebû Müslim-i Horasânî'nin kumandasındaki Abbâsî ihtilâliyle birlikte bu harekete yoğun bir şekilde katılan İranlılar’ın Abbâsî ordusunun en önemli unsuru haline geldiği, askerî kadroların büyük bir bölümünün onlara teslim edildiği ve halifelerin muhafız birliklerinin teşkilinde daha ziyade onların tercih edildiği görülmektedir.

Abbâsîler’de Türkler’in askere alınmasına ikinci halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr’dan itibaren başlandı. Hârûnürreşîd’in muhafız birliklerine Türk asıllı askerlere yer verdiği ve onlara çok güvendiği kaydedilmektedir. Ancak Abbâsî ordusuna Türkler’in alınmasıyla ilgili asıl süreç Arap ve İranlı askerlere karşı güveni sarsılan Me’mûn döneminde başladı. Me’mûn Türk gençlerinden, kısa süre sonra yaygınlaşan memlük asker sisteminin bir prototipi sayılan özel birlikler kurdu. Onun zamanında Türk kumandanların emrindeki Türkler’in sayısı 8-10.000 civarındaydı. Annesi Türk olan Mu‘tasım-Billâh’ın ordunun büyük bölümünü Türk asıllı gençlerden oluşturması ve muhafız birliklerini onlardan kurmasıyla orduda Türk nüfuzu en yüksek seviyesine ulaştı. Türk kumandanların yönetim üzerinde kurduğu nüfuz Büveyhîler’in Bağdat’ı işgaline kadar devam etti. Bu süreçte halifelerin yanı sıra sultanlar ve valiler de memlük asker edinmeye başladılar. Memlüklerden oluşturulan askerî birlikler onların arasında yetişen kumandanlar tarafından yönetilirdi. Soydaşları olan memlüklerin desteğini alarak Mısır’da ilk müslüman-Türk devletini kuran Ahmed b. Tolun, ilk defa Sudanlı zencileri birliklerine aldı. İhşîdî ordusu da Türk, Mağribli ve Sudanlı askerlerden meydana geliyordu. Daha sonraki hânedanlar da orduda memlük asker istihdamını devam ettirdiler. Fâtımî ordusunun çoğunluğunu Mağribliler, İranlılar, Türkler ve Berberîler oluşturuyor; orduda Arap, Ermeni, Kürt, Deylemli, Rum, Frank ve Slav askerler de bulunuyordu. Selâhaddîn-i Eyyûbî Türk, Kürt ve Araplar’ı tercih etti.

Yaygın kanaate göre askerî iktâ sistemi Büveyhîler tarafından başlatılmıştır. Daha sonraki müslüman devletler tarafından da benimsenen ve müslüman devletlerin askerî tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden bu önemli uygulama kumandanlara askerî hizmetleri karşılığında iktâ arazilerinin verilmesi temeline dayanır. Selçuklular’ın daha düzenli ve daha yaygın hale getirdiği bu uygulama Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından Mısır’a taşındı. Uygulamanın devam ettiği Memlükler döneminde yirmi dört parçaya ayrılan Mısır iktâ arazisinin dört parçası sultana, on parçası emîrlere, on parçası da ecnâdü’l-halkaya verildi. İktâ sistemi İlhanlılar’da ve Hindistan’da hüküm süren Türk devletlerinde de uygulandı.

Gazneliler’de ordu gulâmlar, düzenli birlikler, eyalet askerleri, ücretli askerler ve gönüllülerden oluşuyor; Oğuzlar, Karluklar, Yağmalar, Halaçlar gibi gruplardan da yardımcı kuvvet olarak faydalanılıyordu. Sultan Mahmud’un Hârizm seferi için düzenlediği ordunun mevcudu gönüllüler ve eyalet askerleriyle birlikte 100.000 kişiye ulaşıyordu. Gazneliler’i örnek alan Selçuklular’da ordu sultanın emrinde bulunan hassa ordusu; meliklerin, valilerin, vezir ve diğer önemli devlet ricâlinin maiyetindeki birlikler; tâbi devletlerin kuvvetleri, ülkenin her tarafına dağılmış, kendilerine verilen iktâ arazilerden geçimini sağlayan ve her an sefere hazır durumda bekleyen kalabalık süvari kuvvetlerinden meydana geliyordu. Ayrıca gerekli durumlarda halktan ücretli asker toplanırdı. Selçuklu askerî iktâ sistemini benimseyen Hârizmşahlar’da ordu sultanın yanındaki gulâmlardan oluşan hassa ordusu, eyalet merkezlerinde şehzadelerin veya askerî valilerin emrindeki birlikler ve sınır boylarında kalelerdeki muhafız kıtalarından meydana gelirdi.

Haçlılar’a karşı kuvvetli bir ordu kuran Eyyûbîler zamanında iktâlı süvariler tavâşî (memlük) ve kara gulâm diye ikiye ayrılıyordu. Köle tüccarları tarafından ülke dışından getirilip iyi birer asker olarak yetiştirildikten sonra âzat edilen memlüklerden teşkil edilen birlikler Eyyûbî ordusunun en vurucu gücünü oluşturuyordu. Eyyûbîler’de memlük asker sayısı giderek artmış ve devlet el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un kurduğu Bahrî Memlük birlikleri tarafından yıkılmıştır. Bu birliklerin kurduğu Memlük Devleti’nde ordu el-memâlîkü’s-sultâniyye, memâlîkü’l-ümerâ, ecnâdü’l-halka ile ihtiyaç anında göreve çağrılan ecnâdü’l-Arab, ecnâdü’t-Türkmân ve ecnâdü’l-Ekrâd adlı yardımcı kuvvetlerden oluşuyordu. Anadolu beyliklerinde ordunun hükümdarın hassa birlikleriyle beylerin timarlı sipahileri ve “çerik” denilen aşiret süvarilerinden teşekkül ettiği görülmektedir. Savaş zamanlarında gönüllü denilen yardımcı kuvvetler de orduya katılır, maiyet beyleri timarları nisbetinde asker beslerdi. Endülüs Emevî Devleti’nin kurucusu I. Abdurrahman, Arap ve Berberîler’den meydana gelen ordusunun önemli bir kısmını Kuzey Afrika’dan gelen ücretli Berberî askerlerle çeşitli Avrupa ülkelerinden getirilen Slav kölelerden oluşturmuştu. Valiler döneminin sonuna kadar orduda çoğunluğu Araplar ve Berberîler teşkil etti.

Askerî Birliklerin Görev Yerlerine Göre Tasnifi. Abbâsîler döneminde Dîvânü’l-cünd’e kayıtlı nizamî orduyu meydana getiren kuvvetler hilâfet merkezinde bulunan doğrudan halifeye bağlı muhafız birlikleri (hassa ordusu), büyük devlet adamlarının maiyetindeki kuvvetler, vilâyetlerde bulunan birlikler, sugūr ve avâsım adı verilen sınır garnizonlarındaki kuvvetler olmak üzere dört gruba ayrılıyordu. İslâm tarihinde ilk muhafız birliği, Muâviye’nin çoğunluğunu Kelb kabilesinden seçtiği askerlerden oluşturduğu “haresü’l-halîfe” denilen birliklerle ortaya çıkmış, Emevîler’den sonra kurulan müslüman hânedanlarda da halife veya sultanlar muhafız birlikleri oluşturmuşlardır. Abbâsîler zamanında özellikle Arap olmayan unsurların nüfuz ve hâkimiyeti döneminde muhafız kıtaları getirildikleri ülke veya bölgelere göre isimlendirilen birliklerden oluşuyordu. Ayrıca vezir, veliaht ve valiler gibi önemli devlet görevlilerinin maiyetinde muhafız kuvveti bulunuyordu. Bu kuvvetler koruma görevi yanında resmî kabullerde de görevlendirilirdi. Nizamî orduya bağlı birliklerin önemli bir kısmı vilâyetlerde görev yapıyordu. Bizans üzerine düzenlenen yaz ve kış seferlerinin geleneksel hale geldiği Emevîler devrinde müslümanlar bölgedeki Bizans garnizonlarını ele geçirerek oralara yerleştiler. Malatya’dan başlayıp Yukarı Fırat üzerinden Tarsus’a kadar uzanan Adana, Misis ve Maraş’ı da içine alan bölgenin sınırlarını tahkim ettiler. Sınır boyunca yolların birleştiği noktalara ve dağ geçitlerine birlikler yerleştirdiler. Bu sınır bölgesinin Mezopotamya’yı kuzey-doğu istikametinde muhafaza altında tutan kısmına es-Sugūrü’l-cezeriyye, Suriye’yi koruyan hattına ise es-Sugūrü’ş-Şâmiyye adı verildi. Abbâsîler devrinde Bizans seferlerine katılan orduların asker sayısı önemli ölçüde artmış, gönüllülerin seferlere yoğun katılımı bu artışı daha da hızlandırmıştı.


Hârûnürreşîd bu sınır bölgesini 170 (786) yılında Avâsım adıyla ayrı bir askerî-idarî bölge haline getirdi. Diğer devletlerde de ordular başşehirde, eyaletlerde ve sınır bölgelerinde bulunur, gerektiği zaman birlikte sefere çıkarlardı.

Ordunun Birimleri. İslâm ordularında muharip sınıflar, yaya birlikleri, süvari birlikleri, okçular, mancınık veya arrâdelerle düşman üzerine nefte bulanmış yanıcı paçavralar atmakla görevli birliklerden meydana geliyordu. Piyadeler silâh olarak ok-yay, kılıç, kalkan ve mızrak, koruyucu silâh olarak da zırh ve miğfer kullanırlardı. Yayaların içinde en önemli vurucu gücü okçular oluştururdu. Süvariler zırh, kılıç, uzun mızrak, savaş baltası ve kargıyla donatılmıştı. Başlarına “fülâzî” denilen, kerkenez ve akbaba tüyü ile süslü miğfer giyerlerdi. Hz. Peygamber döneminde az olan ve sayıları giderek artan süvariler fetih ordularında önemli rol oynamıştır.

Orduda silâhların yapım, onarım ve çalıştırılmasından sorumlu elemanlar bulunurdu. Selçuklular’da “mancınık-dârân, arrâde-dârân” ve “sapancılar” denilen mancınık, arrâde ve surlara tırmanma merdiveni ustalarına Eyyûbîler’de “haccârûn” ve “candâriyye” adları verilmişti. Ayrıca yol ve köprülerin yapım ve onarımı, hendek kazma, kale ve sığınak yapma, araziye dikenli teller yayma gibi görevleri yürüten marangoz, duvarcı, köprü ustası gibi elemanlar mevcuttu. Düşman kalelerine yaklaşarak kale duvarlarına tırmanan ve gedikler açan, lağım, dehliz gibi kalelerin dışa açılan gizli yollarından kalelere girme işini organize eden elemanlara “nakkābûn” deniliyordu. Düşman hakkında bilgi edinmek ve yol güvenliğini sağlamak amacıyla istihbarat elemanları görevlendirilirdi. Yabancı dil bilmeyi ve istihbarat toplayacağı halkı tanımayı gerektiren bu görev gayri müslimlere de verilebilirdi. Hz. Peygamber zamanında kadınların da orduya katılarak savaşan askerlere su taşıdıkları, yaralıların tedavisi için çalıştıkları bilinmektedir. Bu durum Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de devam etmiş, Emevîler devrinden itibaren kadınların sefere çıkmaları yasaklanmıştır. Tıbbın gelişmesiyle birlikte orduda her türlü ilâç ve tıbbî aletin bulunduğu seyyar hastahane denilebilecek birimler oluşturulmuştur. Orduda ayrıca veterinerler de bulunurdu.

Hz. Ömer’in Ebü’d-Derdâ’yı Suriye’deki bir askerî birliğe kādılcünd tayiniyle başlayan askerî kadılık görevi daha sonra da devam etti. “Kādı’l-asker, kādî-i asker, kādılasâkir, kādîleşker” unvanlarıyla anılan askerî kadılar askerler arasındaki davalara bakardı. Orduda görevli hatipler, vâizler ve kārîler cihadın faziletini ve âhiret nimetlerini hatırlatıp askerlerin mâneviyatını yükseltmeye çalışırlar, şairler kahramanlık şiirleri okuyarak, kıssacılar ise atalarının cesaret ve fedakârlık örneklerini anlatarak askerlerin kahramanlık duygularını harekete geçirirlerdi. Orduda ayrıca kâtipler, ganimetleri toplayıp taksim edenler (sâhibü’l-akbâz), elçiler, tercümanlar, İslâmiyet’e davet edenler (duât), süratle hareket edip kumandanlar arasında haberleşmeyi sağlayan görevliler (suât) bulunuyordu. Çok eski tarihlerden itibaren ordularda askerî bando niteliğinde bir mûsiki takımının bulunduğu görülmektedir (bk. NEVBET).

Kumandanlık ve Kumandanlar. Hz. Peygamber sevk ve idare ettiği birliklerin başkumandanlığını bizzat üstlenmiş, katılmadığı seferlere ise kumandanlar tayin etmiştir. Ondan sonra başkumandanlık halifelerin görevleri arasında sayılmış, ancak halifeler genellikle seferlere bizzat katılmayıp bu görevleri yerlerine kumandan tayin ederek yürütmüştür. Askerî vali statüsündeki valiler de ordulara ya bizzat kumanda eder veya başka birini görevlendirirlerdi. Kumandanların seçiminde dindarlık, harp sanatını iyi bilme, devlete sadakat, sağlam bir seciye ve ahlâk, cesaret ve yüreklilik, azim ve sebat, süratli ve isabetli karar verme kabiliyeti, ihtiyat ve metanet, cömertlik, iyi ve düzgün konuşma şartları gözetilmiştir. Kaynaklarda en küçük rütbeli kumandanın on kişiye komuta eden “arîf” olduğu belirtilmektedir. Hz. Peygamber, Huneyn Savaşı’nda ordusunu onlu gruplara ayırmış ve her grubun başına bu unvanı taşıyan bir kumandan tayin etmiştir (İbn Kudâme, IV, 417). Arîf unvanı veya rütbesi ayrıca kabile temsilcileri için de kullanılmış, meselâ Hz. Ömer her divanın başına bir arîf tayin etmiştir. Hz. Ömer zamanında beş arîfin (elli askerin) kumandanına “halîfe”, on arîfin kumandanına “nakîb, kāid, kāidü’l-mie”, 1000 askerin kumandanına “emîrü’l-kürdûs” unvanı verildiği kaydedilmektedir. Yaklaşık 5000 askerin kumandanı “emîrü’t-ta‘bie”, 10.000 veya daha fazla askerin kumandanı “emîrü’l-ceyş” (emîrü’l-cünd) rütbesini taşıyordu. Bu rütbeler Emevîler döneminde devam etmiştir. Abbâsîler’de kullanılan emîrü’l-ümerâ unvanı, başlangıçta yalnız askerî bir yetkiyi ifade ederken zamanla sivil idareyi de kapsayacak şekilde genişletilmiş, ülkenin idaresi bunlara teslim edilmiştir. En üst rütbeli kumandanlar için kāidü’l-ceyş, reîsü’r-rüesâ, sipehsâlâr, atabekü’l-asker, atabekü’l-asâkir, mîr-i mîrân ve beylerbeyi unvanları kullanılmıştır. Deniz kuvvetlerinde donanma kumandanına “emîrü’l-mâ’”, gemi kumandanlarına da “emîrü’l-bahr” unvanı verilmiştir.

Askerlerin Ücretleri. Resûl-i Ekrem döneminde savaşa katılanlar sadece savaşta ele geçirilen ganimetten paylarına düşeni alırlar, ayrıca kendilerine bir ücret ödenmezdi. Hz. Ömer’in divanı kurmasının ardından askerlere bunun yanında yıllık olarak sabit bir ücret ödenmeye başlandı, ayrıca aylık erzak dağıtıldı. Ücretlerin miktarını belirlemede İslâm’a giriş ve İslâm’a hizmetteki öncülük kriteri esas alındı. Muâviye asker maaşlarını arttırarak piyadenin yıllık maaşını 1000 dirheme kadar çıkardı, Mervân zamanında yaklaşık ikiye katlanan bu ücret Abdülmelik tarafından daha da arttırıldı. Ancak ekonomik sıkıntılar yüzünden zamanla indirime gidilmiş, Emevîler’in sonlarına doğru bir piyadenin yıllık maaşı 500 dirheme kadar düşmüştür. Emevîler döneminde askerlere maaş yerine geçmek üzere arazi iktâı yoluna da gidildi. Abbâsîler zamanında asker maaşları aylık, birkaç aylık veya yıllık devreler üzerinden ödenirdi. Kuruluş yıllarında piyadeler erzakları dışında ayda 80 dirhem, süvariler ise bu miktarın iki katını alıyordu. Abbâsîler’in her yönüyle güçlenmesine karşılık asker maaşlarında indirime gidilmesi dikkat çekmektedir. Sınır garnizonlarını tahkim ettiren Hârûnürreşîd’in Tarsus’ta görev yapan askerlere yıllık 10 dinar fazla ödediği bildirilmektedir. İsyanları bastırmak için gönderilen askerlere de maaşlarından ayrı bağışlarda bulunulurdu. Devletin zayıfladığı dönemlerde hazine nakit darlığı çektiği için özellikle asker maaşlarını nakden ödeme yerine arazi iktâı yoluna gidilmiştir.

Bayrak, Sancak ve Üniformalar. Hz. Peygamber düzenlediği seriyye ve gazvelerde beyaz renkte bayrak (livâ), siyah renkte sancak (râye) bağlamıştır. Ayrıca kabilelerin beyaz, siyah, kırmızı, sarı, ortasında kırmızı hilâl olan beyaz, ortası kırmızı ve iki tarafı beyaz olmak üzere çeşitli renk ve şekillerde râyeleri vardı. Bayrak ve sancaklar mızraklara veya uzun sırıklara bağlanır ve develer üzerindeki süvariler tarafından taşınırdı. Resûl-i Ekrem, sefer ve savaş sırasında parola ve üniforma sayılabilecek belli renkte sarık ve elbiseler veya belli işaretler kullanılmasını istemiştir (Abdülhay el-Kettânî, I, 499-501). Emevîler beyaz livâ kullanırken Abbâsîler


elbiselerinin yanı sıra bayrak ve sancaklarında da siyah rengi tercih etmişlerdir. Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr, 153 (770) yılında muhtemelen askerler de dahil reâyânın uzun başlıklar (kalensüve, kalânîs) giymesini şart koşmuş, Mütevekkil-Alellah ise askerlerin kül rengi elbise giyme ve kılıçlarını boyunlarına asma yerine bellerine bağlama uygulamasını başlatmıştır.

Silâh ve Aletler. Araplar’ın en meşhur silâhı kılıçtı. Bunun yanında hançer, rumh, harbe, neyzek, aneze, mıtrad gibi isimler verilen mızrak, balta, ok ve yay yaygın biçimde kullanılıyordu. Araplar, Emevîler’den itibaren ok kullanımında İranlılar, Türkler ve Nûbeliler’den etkilenmişlerdir. Savaş baltası da Araplar’ın bir yakın muharebe silâhıydı. Donanmada iki çeşit baltanın kullanıldığı belirtilmektedir “Kelâlib” denilen büyük baltalar halatların ve tahta bağlantıların kesilmesinde, “licâm” denilen ucu sivri uzun saplı baltalar ise gemilerin delinerek batırılmasında kullanılmıştır. Tahta, deri, demir veya çelikten farklı şekillerde yapılan kalkanlara “basîra, cevb, cünne, deraka, anber”, ağaçtan olan ve altına giren birkaç askerin surlara yaklaşmasında kullanılan büyük kalkanlara “kaf” adı verilmiştir. Zırh ve miğferlerin de genişliğine, ağırlığına, inceliğine ve madenine göre değişik isimleri vardı.

Mancınık ve arrâde şehir ve kalelerin kuşatılması esnasında düşman üzerine taş, yaralayıcı madenî maddeler, nefte bulanmış paçavralar atmak için kullanılırdı. Bazı kişileri bu iki aletin yapımını öğrenmek için görevlendiren Hz. Peygamber’in Tâif kuşatmasında bunlardan faydalandığı bilinmektedir. Müslümanlar mancınığı geliştirerek ağır savaş silâhlarından biri haline getirmişlerdir. Abbâsî ordularında mancınık mühendisleri bulunuyordu ve bunların başındaki kumandana “emîrü’l-mancınîkıyyîn” deniyordu. Gemilerde düşman gemilerine taş, yanıcı maddeler atmak için kullanılan mancınık türü aletlere ise “tevâbît” adı veriliyordu. Mancınık, arrâde, hücum kulesi, koçbaşı ve nefte bulanmış yanıcı maddeler genellikle kale muhasaralarında kullanılmıştır. Tahtadan yapılıp deriyle kaplanmış bir nevi zırhlı araç olan dabr ve debbâbeler altına saklanan askerlerin kale surlarına yaklaşmasını sağlardı. Bu aletler sayesinde düşman oklarından korunan askerler kale surlarına yaklaşır ve merdivenlerle surlara tırmanırdı. Dikenli teller ise savunma silâhı olarak düşman hücumunu engellemeye yarıyordu.

Müslümanlar, Bizans’la yaptıkları savaşlar sırasında Grejuva ateşi denilen Rum ateşini kullanmayı öğrendiler. Suda da bir süre sönmeyen bu yanıcı madde mancınık veya okla atılır, bu silâhın tahribatından korunmak için gemilere zift sürülür ve gemi etrafına sirke ve suyla ıslatılmış keçeler atılırdı. Müslümanların Memlükler’in kuruluş yıllarından itibaren barutu bildikleri belirtilmekte, topu da ilk defa onların kullandığı tahmin edilmektedir. Ülkenin sahil şehirlerinin denizden gelecek saldırılara karşı surlar ve kalelerle tahkim edilmesine Emevîler döneminde başlanmış, bu tahkimat Abbâsîler ve daha sonraki hânedanlar zamanında sürdürülmüş, Kuzey Afrika, Sicilya, Endülüs’teki sahil şehirlerinde kurulan tersanelerde savaş ve yük gemileri inşa edilmiştir. Bu gemilere özelliklerine göre “sînî, sîniyye, şûne şevne, gurâb, harbiyye, musattah, selentî, harrâka, tarîde, tarrâd, hammâle, butsa, feydânî, celebe” gibi isimler verilmiştir.

Askerlik, cihad, savaşlar ve askerlikle ilgili diğer konularda II. (VIII.) yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli eserler yazılmıştır. III. (IX.) yüzyılın başlarında vefat eden Hersemî’nin Muħtaśaru siyâseti’l-ĥurûb adlı eseri bunların ilklerindendir. C. Avvâd, müslümanlarda askerlik alanında yazılan Arapça kaynaklarla birlikte Arapça ve Batı dillerinde yapılan araştırmalar hakkında yaptığı bibliyografik çalışmada 7000 civarında kitap ve makale tesbit etmiştir (Meśâdirü’t-türâŝi’l-Ǿaskerî Ǿinde’l-ǾArab, I-III, Bağdad 1401-1402/1981-1982).

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvânü Lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 124; Lisânü’l-ǾArab, “cnd”, “cyş”, “Ǿaskr” md.leri; Buhârî, “Cihâd”, 65-68, 181, “Menâķıbü’l-enśâr”, 45; Müslim, “Ĥac”, 74, “İmâre”, 135-139; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 12, 18, 22; Tirmizî, “Siyer”, 3, 8, 22, “Feżâǿilü’l-cihâd”, 1-2; Vâkıdî, el-Meġāzî, II, 135, 566, 640 vd., 646 vd., 685, 814; İbn Hişâm, es-Sîre, tür.yer.; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, tür.yer.; Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvân), tür.yer.; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), tür.yer.; Cehşiyârî, el-Vüzerâǿ ve’l-küttâb, Kahire 1938, s. 38, 112, 121; Sûlî, Edebü’l-küttâb, s. 102; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Abdülhamîd), III, 95, 138, 411; VI, 422; Makdisî, Aĥsenü’t-teķāsîm, III, 14, 24-27, 46, 65, 162 vd., 174, 177; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, Kahire 1973, s. 36, 43 vd., 49; Süheylî, er-Ravżü’l-ünüf, V, 426; VI, 551; Fahreddin Mübârek Şah, Âdâbü’l-ĥarb ve’ş-şecâǾa (nşr. Ahmed Süheylî Hânsârî), Tahran 1346 hş.; İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1327, IV, 417; Ali b. Nâsır el-Hüseynî, Aħbârü’d-devleti’s-Selcûķıyye, Kahire 1326, s. 30 vd., 39-42, 68; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân, II, 79 vd.,170; V, 137-143; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, tür.yer.; Sıbt İbnü’l Cevzî, Mirǿâtü’z-zamân (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968, s. 101 vd., 124, 131, 139, 144, 228 vd., 239, 242, 244 vd.; İbnü’t-Tıktakā, el-Faħrî, s. 196 vd., 238, 252; Ebû Saîd eş-Şa‘rânî el-Hersemî, Muħtaśaru siyâseti’l-ĥurûb (nşr. Abdürraûf Avn), Kahire, ts. (el-Müessesetü’l-Mısriyyetü’l-âmme), s. 36 vd.; İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 648-651, 685-690; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), XIII, 113-119; C. Zeydân, Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi (trc. Zeki Mugāmiz), İstanbul 1328, I, 143-150; E. Reitemeyer, Die Städtegründungen der Araber im Islam, München 1912, s. 25, 36, 104; M. Mercier, Le feu grégeois, Paris 1952, s. 41 vd.; Abdürraûf Avn, el-Fennü’l-ĥarbî fî śadri’l-İslâm, Kahire 1961, s. 76-79, 85, 89 vd., 98, 113, 117 vd., 121, 286 vd.; L. Massignon, Opera Minora, Beyrut 1963, III, 36; Sâlih Ahmed el-Alî, Ħıŧaŧü’l-Baśra ve mınŧaķatühâ, Kahire 1974, s. 18; Şiblî Nu‘mânî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi (trc. Talip Yaşar Alp), İstanbul 1977, II, 145-148, 163-166; Fâruk Ömer, el-Ħilâfetü’l-ǾAbbâsiyye fî Ǿaśri’l-fevđa’l-Ǿaskeriyye (247-334/861-946), Bağdad 1397/1977, s. 57, 137 vd., 140 vd.; Hasan İbrâhim Hasan, Târîħu’l-İslâm, Kahire 1979, I, 307, 319, 364 vd., 490, 518; II, 239, 275; III, 245, 283-286, 305; B. Lewis, Tarihte Araplar (trc. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1979, s. 79, 83 vd.; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), II, 892 vd., 897 vd., 904, 993-999, 1005-1012, 1054; a.mlf., Hz. Peygamber’in Savaşları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1981, s. 173, 227-251; Hitti, İslâm Tarihi, I, 308, 317, 356 vd.; C. Avvâd, Meśâdirü’t-türâŝi’l-Ǿaskerî Ǿinde’l-ǾArab, Bağdad 1401-1402/1981-82, I-III; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 138-152; Hâlid Câsim el-Cenâbî, Tanžîmâtü’l-ceyşi’l-ǾArabiyyi’l-İslâmî fi’l-Ǿaśri’l-Ümevî, Bağdad 1984; Vefîk Dakdûkī, el-Cündiyye fî Ǿahdi’d-Devleti’l-Ümeviyye, Beyrut 1985, s. 134, 177; Abdülazîz Abdullah es-Sellûmî, Dîvânü’l-cünd: neşǿetühû ve teŧavvürüh fi’d-devleti’l-İslâmiyye ĥattâ Ǿaśri’l-Meǿmûn, Mekke 1406/ 1986; Mustafa Zeki Terzi, Abbâsîlerde Askerî Teşkilât (doktora tezi, 1986), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf., Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Askeri Teşkilât, Samsun 1990; a.mlf., “Abbâsî Muhafız Ordusunun Kuruluşu ve Elemanları”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 1, Samsun 1986, s. 115-136; a.mlf., “Abbâsî Devletinin Askeri Teşkilatında Ordu Komutanlığı ve Rütbeler”, TTK Belleten, LIII/206 (1989), s. 157-160, 162-165; a.mlf., “Emevîler’de Kara Ordusu Teşkilâtı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9 (1997), s. 42-45, 47-60, 63-68, 70-74, 83 vd.; a.mlf., “Gulâm”, DİA, XIV, 178-180; Nu‘mân Sâbit, el-ǾAskeriyye fî Ǿahdi’l-ǾAbbâsiyyîn (trc. Hâmid Ahmed el-Verd), Bağdad 1987; Ahmed Abdürrâzık Ahmed, el-Ĥađâretü’l-İslâmiyye fi’l-Ǿuśûri’l-vüsŧâ, Kahire 1990, s. 187-237; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1992, III, 238 vd., 246 vd., 249, 251, 256 vd., 260 vd., 262-271; Bessâm el-Aselî, el-Meźhebü’l-Ǿaskeriyyü’l-İslâmî, Beyrut 1413/ 1993; E. Landau-Tasseron, “Features of the Pre-Conquest, Muslim Army in the Time of Muhammad”, The Byzantine and Early Islamic Near East (ed. A. Cameron), Princeton 1995, III, 317 vd., 325, 332; F. McGraw Donner, “Centralized Authority and Military Autonomy in the Early Islamic Conquests”, a.e., III, 363-374; J. Haldon, “Seventh-Century Continuities: The Ajnâd and the Thematic Myth”, a.e., III, 379-423; Enver er-Rifâî, en-Nüžumü’l-İslâmiyye, Dımaşk 1998, s. 161-165; M. Abdülhafîz el-Menâsîr, el-Ceyş fi’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsiyyi’l-evvel, Amman 1420/2000; Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye


(trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I, 373-393, 483-506; H. Kennedy, The Armies of the Caliphs Military and Society in the Early Islamic State, London 2005; W. Hoenerbach, “Zur Heeresverwaltung der Abbasiden”, Isl., XXIX (1950), s. 269-272; L. E. Kubbel, “Sur le sistème militaire des omayyades”, Palestinsky Sbornik, IV/67, Moskva 1959, s. 115, 125, 130; V. J. Parry, “İslâm’da Harb Sanatı” (trc. Erdoğan Merçil - Salih Özbaran), TD, sy. 28-29 (1975), s. 195 vd.; Ali M. Şettâ, “İslâm Tarihinin İlk Dönemlerinde Suriye’de Tersaneler ve Deniz Harekât Üsleri” (trc. Mustafa Zeki Terzi), Akademik Açı, sy. 2, Samsun 1997, s. 26 vd., 30 vd.; Cl. Cahen - D. Ayalon, “Ғјayѕћ”, EI² (İng.), II, 517 vd., 520 vd.; Macid Khadduri - Cl. Cahen, “Ĥarb”, a.e. (İng.), III, 185 vd.; S. A. A. Rizvi, “Lashkar”, a.e., V, 685-690; Erdoğan Merçil, “Gulâm”, DİA, XIV, 180-184; C. E. Bosworth, “Army”, EIr., II, 499-503.

Mustafa Zeki Terzi




Osmanlı Dönemi. A) Kara Kuvvetleri. XIV. yüzyıl başlarında Bitinya bölgesinde bir gazâ devleti olarak ortaya çıkan Osmanlı Beyliği’nin Osman Gazi döneminde askerî kuvvetleri daha çok aşiret yapısı içinden oluşturuluyordu. Osman Bey’in bir aşiret lideri olarak sivrilmesiyle etrafındaki diğer savaşçı beylerin güçlerinin katılımı sonucu ortaya çıkan askerî kuvvetlerin hepsi atlı birlikler durumundaydı. Bunlar tipik Türkmen kabile savaşçıları tarzında teşkilâtlanmıştı. Bizans sınırında yapılan mücadeleler dolayısıyla Bizanslılar tarafından bu bölgelere sevkedilen paralı askerlerin bir kısmının Osman Bey’in güçlerine katılması (meselâ Peçenek ve Alanlar), daha önce yaşanan Selçuklu tecrübesi Osmanlılar’ın savaş sistem ve gücüne yeni katkılar sağladı. Orhan Bey devrinde sınırları genişleyen ve Bizans’a karşı faaliyetlerini arttıran beyliğin askerî sisteminde giderek önemli değişmeler meydana geldi. Orhan Bey’in kardeşi Alâeddin Bey’in de tavsiyesiyle yaya ve müsellem adları altında ilk düzenli birlikler kuruldu. Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil’in teklifiyle 1000’er kişilik gruplara ayrılan bu birliklerin erleri Türk gençlerinden sağlandı. Ancak bunlara ücretleri sadece sefer zamanında ödeniyor, sefer bitince işlerinin başına dönüyorlardı. Bu yüzden dâimî ve muvazzaf sayılmıyorlar, sadece vergilerden muaf tutuluyorlardı. Kumandanları onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı rütbesindeydi. Uc beyliği döneminin en önemli askerî başarısı Çanakkale Boğazı’ndan geçilerek Edirne’ye kadar ulaşılmasıdır.

Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna kadar savaşlarda yaya ve müsellemlerle gönüllüler kullanıldı. Ancak bir süre sonra bunlar da kâfi gelmeyince yeni bir ordunun kurulması kaçınılmaz oldu ve oluşturulan birliğe “yeni çeri” (yeni asker) denildi. Yaya ve müsellemler ise tedrîcen geri hizmetlere alındı. Yeniçeriler kapıkulu ocakları adı altında anılacak merkez kuvvetlerinin ilkiydi ve doğrudan padişaha bağlıydı. Bu düzenli ve maaşlı ordu Romalılar’dan beri Avrupa’da kurulan ilk dâimî muvazzaf askerî güçtü. Er ihtiyacı önceleri çıkarılan pencik* kanunu gereği savaş esirlerinden elde edildi. Bunlar ilk zamanlarda doğrudan yeniçeri yapılırken daha sonra bunun sakıncaları görüldü ve bir süre Türk çiftçi ailelerinin yanında eğitim görmeleri, Türkçe’yi, Türk âdet ve geleneklerini öğrenmeleri kararlaştırıldı. Ardından yeni kurulan Acemi Ocağı’nda bir süre askerî eğitim gördükten sonra yeniçeri yapılma esası getirildi. Ülke sınırlarının gittikçe genişlemesi ve buna bağlı olarak pençik uygulamasının yetmemesi üzerine yeni asker kaynağı arandı. Devşirme adıyla Osmanlı tebaası hıristiyan ailelerin oğullarından faydalanılması yoluna gidildi. Çıkarılan devşirme kanunu gereğince hıristiyan ailelerin belli yaşlardaki oğulları devlet hizmetine alınacaktı. İhtiyaca göre üç beş yılda bir toplanan çocuklar tercihen on dört-on sekiz yaşları arasında olacaktı. Önceleri sadece Osmanlı Avrupası’nda uygulanan devşirme kanunu XV. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu’daki hıristiyan ailelere de teşmil edildi. Zeki ve fiziği düzgün olanlar saray okulu, iri yapılı olanlar Bostancı Ocağı için ayrıldı, geri kalanlar da Türk çiftçi ailelerinin yanına gönderildi. Türk ailesinin yanından dönen devşirmelerin kıdemlileri cebeci ve topçu ocaklarında istihdam edildi, diğerleri Acemi Ocağı’na alındı. XVI. yüzyıla doğru askerî sistemde meydana gelen değişme, Batılı ordularla rekabet edebilmek için tüfekli piyade askeri sayısını arttırma yolundaki faaliyetler sonucu ocaklara gelişigüzel alımlar yapıldı. Yeni alınan maaşlı askerlerin organizasyonu tam olarak yapılamayınca askerî disiplin sarsıldı.

Düzenli askerî güçlerle ilgili ilk Acemi Ocağı Gelibolu’da açıldı. Fetihten sonra İstanbul’da ikincisi devreye sokuldu. Acemi oğlanlarının Yeniçeri Ocağı’na geçmesine “bedergâh” (kapıya çıkma) denirdi. Karakullukçu adı verilen acemi yeniçeriler ocak içinde zamanla yükselerek yeniçeri ağası, hatta vezîriâzam bile olabilirlerdi. İlk yeniçeri kışlası Edirne’de tesis edildi. Fethin ardından yeniçeriler için İstanbul’da iki yerde kışla yapıldı. Bunlardan Şehzadebaşı semtindekilere Eski Odalar, Aksaray semtindekilere Yeni Odalar denirdi. Başlıca görevi savaşmak olan yeniçeriler barış zamanlarında bulundukları yerlerde asayişi sağlar ve yangın söndürme gibi işleri yaparlardı. Ocağın silâhlarının bakımı ve temini cebeci denilen birliğin görevi dahilindeydi. Savaşa çıkılırken gerekli silâhlar ve diğer savaş araçlarını bunlar develere yükleyerek götürürler ve savaş sırasında yeniçerilere dağıtırlardı. Ayrıca top kullanan birlikler de özellikle II. Mehmed devrinden itibaren kapıkulu askeri ocaklarının önemli bir bölümünü teşkil etti. Kapıkulu ocaklarının yaya kısmından Topçu Ocağı mensuplarının başlıca görevi top dökmek ve bunları kullanmaktı. Avrupa’da top ve top kullanımı tekniklerinin hafif topların geliştirilmesi karşısında XVIII. yüzyılın sonlarında III. Mustafa zamanında sürat topçuları sınıfı kurularak bu ocağın ıslahına çalışıldı, II. Mahmud döneminde ise yeniden yapılandırıldı. Büyük topların nakli için oluşturulan Top Arabacıları Ocağı da yaya kapıkulu ocaklarındandı. Humbaracı Ocağı mensuplarının görevi bir nevi el bombası olan humbara silâhını kullanmaktı. Ulûfeli ve dirlikli humbaracılar XVII. yüzyıl başlarında önemlerini kaybettilerse de XVIII. yüzyılda I. Mahmud devrinde Osmanlı hizmetine giren Humbaracı Ahmed Paşa’nın gayretleriyle yeniden organize edildiler. 1734’te Üsküdar’da açılan Humbarahâne (Hendesehâne) modern anlamda ilk askerî mektep olmuştur. Aynı statüdeki lağımcıların başlıca görevi ise yer altında açtıkları tünellerde patlattıkları maddelerle fetihleri kolaylaştırmaktı.

Merkez kara ordusunun atlı kısmını oluşturan kapıkulu süvarilerinin varlığı I. Murad devrine kadar gider. Sipah, silâhdar, sağ ve sol ulûfecilerle sağ ve sol gariplerden oluşan kapıkulu süvarilerine “altı bölük halkı” da denirdi. Bu atlı birlikler sefer sırasında padişahın yakınında bulunurdu. Efradı başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere öteki kapıkulu ocaklarından alınırdı. Kapıkulu süvarisi olmaya “bölüğe çıkma”


denirdi. Enderun’a öğrenci yetiştiren saray okullarından ve bostancılardan da kapıkulu süvariliğine geçilebilirdi.

Osmanlı ordusunun merkezî kuvvetini oluşturan kapıkulu askerleri seçkin savaşçı birlikler olarak seferlerde önemli roller üstlenmişler, sayıca XV-XVI. yüzyıllarda 10-15.000 dolayına erişerek bazı önemli meydan savaşlarının ve kale kuşatmalarının belirleyici gücü olmuşlardır. Ateşli silâhların ve özellikle tüfeğin kullanımı bunun göstergesidir. Mohaç Savaşı’nda tüfekli yeniçeriler çarpışmanın kaderini tayin etmiş ve Macar birliklerinin püskürtülmesini sağlamıştır. Aynı etkili rolü daha önce Otlukbeli, Mercidâbık ve Ridâniye savaşlarında da oynamışlardır. Savaş meydanında önlerine kalkanlar ve kazıklarla çevrili olarak kazdıkları hendeğin arkasına yerleşirler, savunma pozisyonunda önceleri ok, sonraları topların hemen arkasında tüfekleriyle hücumu karşılarlardı. Bu birliklerin başarısını sağlayan en önemli özellikleri son ana kadar dağılmaksızın katı bir disiplin içinde hareket etmeleridir. Saldırı düzeninde ise gerekli durumlarda saflar halinde yürüyüşe geçerler, kapıkulu süvarileri de yanlardan atlı olarak ellerinde kılıç, topuz ve mızrak olduğu halde hücum ederlerdi. XVI. yüzyılın sonlarındaki uzun savaşlar döneminde kapıkulu askerinin ordudaki fonksiyonu daha da arttı. Sayıları ve kullandıkları silâhlar, taktikler dolayısıyla giderek Osmanlı ordusunda ağırlıklı bir sınıf oluşturdular. XVIII. yüzyılda iyi sevk ve idare edilememeleri yüzünden savaşlardaki başarısızlık ve yenilgiler dolayısıyla yeni askerî güçlerin oluşturulması çabaları başlatılmıştır.

Klasik dönemde Osmanlı ordusunun asıl askerî gücünü sayı ve nitelik itibariyle eyaletlerden gelen kuvvetler teşkil etmiştir. Bunların en önemlisi timarlı sipahilerdir. Osmanlı toprak düzeninin askerî yönünü yansıtan sistemin özü devlete ait bir yerin gelirinin dirlik olarak tevcih edilmesidir. “Sâhib-i arz” da denilen timarlı sipahiden önce toprağın ekilip biçilmesini sağlaması ve vergilerini toplaması, sonra da askerî hizmet beklenirdi. Timar daha önceki İslâm devletlerinde uygulanan iktânın devamı ve geliştirilmiş şeklidir. Dirlik denilen gelir kaynağının en küçük birimi olan timara sahip olan kişiler, gelirlerinin her 3000 akçesi karşılığında her türlü masrafları kendilerine ait olmak üzere devlete “cebelü” denilen bir atlı asker yetiştirmekle yükümlüydüler. Zeâmet ve has sahipleri ise gelirlerinin her 5000 akçesi için bir cebelü besliyorlardı. Düzenli defterleri bulunan sipahiler zaman zaman yoklamaya tâbi tutulurlardı ve tasarruf ettikleri yeri işlemezlerse toprakları ellerinden alınırdı. XV ve XVI. yüzyıllarda Anadolu ve Rumeli beylerbeyiliklerinin bayrağı altında sefere iştirak eden timarlı sipahilerin sayısı cebelüleriyle birlikte 80-100.000 dolayına erişebiliyordu. Kendi içinde hiyerarşik bir yapıya sahip olan timarlı sipahiler barış zamanlarında bulundukları bölgenin asayişinden sorumlu idiler. Timarlı sipahi teşkilâtı, paralı yaya askerinin istihdamının arttığı XVI. yüzyıl sonlarında önemli değişime uğradı ve giderek ehemmiyetini kaybetti. Bunlar ordunun düzeni içinde sağ ve sol kollarda atlı ve zırhlı olarak savaşa girerler, saldırı sırasında yarım ay biçiminde yürürler, genellikle geri çekilme taktikleriyle de karşı tarafın düzenini bozup onları küçük gruplara ayırırlar, sonra geriden toplanarak çevirme harekâtına girişirlerdi. Savaşlardaki etkili rolleri XVII. yüzyılda giderek azaldı, at üzerinde tüfek-tabanca kullanabilen süvarilerin önemi ise XVIII. yüzyıldan itibaren arttı. Aynı yüzyılda timarlı sipahi teşkilâtının ıslahına çalışıldıysa da çağdaş bir yapıya kavuşturulamadı ve 1847’de resmen kaldırıldı.

Osmanlı ordusunda timarlı sipahilerden başka yine eyalet askeri statüsünde öncü, geri hizmet ve kale kuvveti gibi yardımcı birlikler de kullanılmıştır. Öncü kuvvetler asıl ordunun önünden giden hafif süvari ve yaya birlikleridir. Atlı olanlar “akıncı” ve “deli” (delil), yayalar ise “azeb” adıyla anılırdı. Bunlardan akıncıların varlığı kuruluş yıllarına kadar çıkarsa da bir ocak şeklinde teşkilâtlanmaları Evrenos Bey’in gayretleriyle olmuştur. Genellikle Rumeli’de sınır boylarında istihdam edilen akıncılar Mihaloğulları, Evrenosoğulları, Turhanoğulları ve Malkoçoğulları gibi bağlı oldukları beylerin adıyla anılırdı. Asıl orduya kılavuzluk ve kâşiflik yapan akıncılar XVI. yüzyıl sonlarından itibaren önemlerini kaybetmişler ve yerlerini Kırım Tatarları’na bırakmışlar, 1826’da ise resmen kaldırılmışlardır. Deli adıyla anılan süvariler Osmanlı ordusunda XV. yüzyılın sonlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Görevleri bakımından akıncılara benzeyen delileri onlardan ayıran en önemli özellik vezîriâzam, vezir ve beylerbeyilerin maiyet askeri olmalarıdır. III. Selim zamanında ıslahına çalışılan deliler II. Mahmud tarafından 1829’da lağvedilmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın teşkilinden önce kullanılan hafif piyade birliği olan azebler de Osmanlı ordusunun öncü kuvvetlerindendir. XVI. yüzyıldan itibaren kale muhafızlıklarında kullanılmışlar ve maaşlı statüye geçirilmişlerdir. Fiilî varlığı XVII. yüzyılda sona eren azebler de II. Mahmud zamanında kaldırılmıştır. Geri hizmet birlikleri denilen cerehor, canbâzân, yörük, yaya ve müsellemler ise Osmanlı ordusunun yardımcı kuvvetlerini oluştururdu. Bunlardan ilk ikisi ordunun işçi birlikleri, Orhan Gazi döneminde kurulan yaya ve müsellemler de sonradan geri hizmete alınan birliklerdir. Kalelerde görev yapan askerler azeb, gönüllü, beşli gibi adlarla anılırdı. XV. yüzyılın sonlarında yerli kulu da denilen serhad kulları teşkil edilmişti. Kale kuvvetleri arasında dizdarın emrinde “hisar eri” ve “fârisân” denilen muhafızlar da bulunurdu. 1528’de Osmanlı kara kuvvetlerinin mevcudu 150.000 kadardı.

XVII. yüzyıldan itibaren ordunun ıslah çabaları süreklilik kazanan bir olgu haline gelmiş, özellikle 1683 Viyana bozgunu sonrasında ıslahat ihtiyacı daha açık şekilde kendini göstermiştir. Nitekim II. Osman bu yolda hayatından olmuş, IV. Murad ve Köprülüler zamanında kısmî bazı iyileştirmeler yapılmıştır. Ancak bu asırdaki ıslahat girişimlerinde Kanûnî Sultan Süleyman devrinin ideal dönem kabul edilmesi ve gelenekçi bir anlayış peşinde koşulması, çağın ihtiyaçlarına yönelik yeni düzenlemelerin gündeme gelmesini kısmen de


olsa önlemiştir. XVIII. yüzyıl başlarından itibaren Yeniçeri Ocağı ve timarlı sipahilerin ıslahı için girişimlerde bulunulmuşsa da yine başarılı olunamamıştır. Bu asrın bir öncekinden farkı, Avrupa devletlerinin askerî üstünlüklerinin kabul edilmesi ve daha ciddi adımlar atılmasıdır. Nitekim Fransız mühtedisi Humbaracı Ahmed Paşa, I. Mahmud zamanında Humbaracı Ocağı’nı ıslah ile görevlendirilmiş, Üsküdar’da açtığı Humbarahâne denilen askerî okulda teknik dersler vermiştir. III. Mustafa devrinde Fransa’dan getirtilen Baron de Tott, Topçu Ocağı’nı ıslahla görevlendirilmiş ve sürat topçuları adıyla bir sınıf teşkil etmiştir.

Osmanlı ordusunda ilk köklü ıslahat girişimi III. Selim tarafından gerçekleştirilmiştir. Kendisine sunulan raporlar doğrultusunda Nizâm-ı Cedîd çerçevesinde yeni bir ordu kuran III. Selim yeni kışlalar inşa ettirdi. Nizâm-ı Cedîd neferlerine Avrupaî eğitim uygulandı, giderleri için Îrâd-ı Cedîd adıyla yeni bir hazine teşkil edildi. Kısa sürede mevcudu 12.000’e ulaşan Nizâm-ı Cedîd ordusunun taşrada da kurulmasına başlandı. Topçu Ocağı’nın ıslahına girişen III. Selim timar sistemini de iyileştirmeye çalıştı. 1795 yılında Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun açıldı. Ancak bütün bu faaliyetler iç ve dış tahrikler sonucu çıkan bir isyanla 1807’de sona erdi. II. Mahmud’un cülûsundan sonra sadrazamlığa getirilen Alemdar Mustafa Paşa’nın kurduğu ordunun adı Sekbân-ı Cedîd idi. Teşkilâtı ve kıyafeti ile Nizâm-ı Cedîd ordusuna benzeyen Sekbân-ı Cedîd neferleri de Levent ve Selimiye kışlalarında eğitilmeye başlandı, fakat yeniçerilerin çıkardığı isyan yüzünden bunların da ömürleri uzun olmadı. Nizâm-ı Cedîd ve Sekbân-ı Cedîd ordularının kaldırılmasının ardından rakipsiz kalan yeniçeriler ise II. Mahmud tarafından ilga edildi. 1826 yılında önce bir askerî ıslahat denemesi yapıldı. Eşkinci Ocağı adıyla kurduğu yeni ordunun erlerini yeniçerilerden seçen II. Mahmud, bir ay kadar sonra çıkan isyan üzerine bu ocağın kapatılmasının ardından Yeniçeri Ocağı’nı lağvedip Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu kurdu. Yeni ordunun en büyük zâbiti serasker unvanını taşıyordu. Eski Ağakapısı’nın adı Bâb-ı Seraskerî oldu. Askere alım meselesi bir nizama bağlandı. İlk mevcudu 12.000 olan yeni ordu modern anlamda taburlara ve bölüklere ayrıldı. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye nâzırı ordunun maaş vb. teknik işlerinden sorumlu tutuldu. Yeni ordunun giderleri için Mansûre Hazinesi adıyla bir müessese kuruldu ve maaşların verilmesi aylık usule bağlandı. Mansûre ordusu zaman geçtikçe daha da modernleştirildi; üç taburdan bir alay, iki alaydan bir livâ teşkil edildi. 1831 yılında İstanbul’un Avrupa yakasındakilere Hassa, Anadolu (Üsküdar) yakasındakilere ise Mansûre denildi. Mecburi hizmet on yılla sınırlandırıldı. Ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere 1834’te Harbiye Mektebi açıldı. Bu arada Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. Aynı yıl redif adı altında yedek birlikler teşkil edildi ve yeni ordunun adı Asâkir-i Nizâmiyye’ye çevrildi. Tanzimat döneminde askerî alanda önemli gelişmeler oldu. Seraskerlik makamının itibarı daha çok arttı ve sadrazamlıktan sonra ikinci sırayı aldı. 1843’te muvazzaf askerlik beş yıla indirildi, ihtiyatlık süresi yedi yıl olarak belirlendi. Dört yıl sonra askere almada kura usulü benimsendi. Sultan Abdülmecid döneminde Osmanlı kara kuvvetleri ordulara ayrıldı. 1847’de cizye kaldırılarak gayri müslimlerin de askerlik yapmaları kararlaştırıldıysa da uygulamada bazı güçlüklerle karşılaşıldı. 1856 Islahat Fermanı’nın ardından gayri müslimlerin askerlik yapmaları yine gerçekleştirilemedi. Buna karşılık cizye yerine “bedel-i askerî” adıyla vergi alınması kararlaştırıldı. Sultan Abdülaziz devrinde hassa alayları teşkil edildi ve yeni bir üniforma benimsendi. Ordu modern silâhlarla teçhiz edildi. Tophane ve askerî okullar ıslah edildi. 1869’da Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın girişimiyle Osmanlı ordusunda nizamiye, redif ve müstahfız diye üç ana birim oluşturuldu. Osmanlı kara kuvvetleri merkezi İstanbul’da Hassa, Şumnu’da Tuna, Manastır’da Rumeli, Erzurum’da Anadolu, Şam’da Suriye, Bağdat’ta Arabistan ve Yemen’de Yemen orduları diye yedi orduya ayrıldı. Her ordunun mevcudu 26.700 kişi idi. Yine bu padişah zamanında Bâb-ı Seraskerî’nin yanında ordunun teknik meseleleriyle meşgul olması için Harbiye Nezâreti kuruldu. II. Abdülhamid devrinde askerî yeniliklere devam edildi. Askere olan ihtiyaç sebebiyle Doğu Anadolu aşiretlerinden Hamidiye Hafif Süvari Alayları kuruldu. Asıl ordunun ıslahı için Almanya’dan askerî heyet getirildi. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı ordusu yapılan düzenlemelerin de tesiriyle modern teknolojiyi iyi takip eden ve bunları kullanabilen bir yapıya dönüştürüldü. Fakat sevk ve idarede zayıf kalındı. Özellikle XIX. yüzyılda girişilen savaşlarda bu durum çok açık şekilde gözlendi, bunun önünü almak için yapılan çabalar başarısızlıkları önlemeye yeterli olmadı. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusu tarihe karıştıysa da yeni Türk ordusunu kuranlar Osmanlı askerî okullarında okuyan subaylar oldu.

B) Deniz Kuvvetleri. Osmanlılar’ın denizle ilk temasları Marmara ve Ege sahillerinde kıyısı bulunan beyliklerin ilhakından sonraya rastlar. İlk gemi yapım tezgâhı Karamürsel’de kuruldu. Yıldırım Bayezid zamanında Çanakkale Boğazı’nın önemi takdir edilerek Gelibolu’da bir tersane ve deniz üssü teşkil edildi (1390). Burada yapılan gemiler Yıldırım’ın İstanbul kuşatmasında kullanıldı. Gemilerde hizmet etmek üzere azeb denilen genç bekârlardan bir deniz azebleri sınıfı oluşturuldu. Bununla birlikte kuruluş devri Osmanlı denizciliği Venedikliler ve Cenevizliler gibi denizci devletlerle boy ölçüşecek güçte değildi. Osmanlılar’ın ilk önemli deniz savaşı Yıldırım Bayezid zamanında Cenevizliler’le oldu ve zaferle sonuçlandı. İlk Osmanlı-Venedik çatışması ise Çelebi Mehmed döneminde oldu (1416) ve Osmanlı donanmasının yenilgisiyle sonuçlandı. Donanma kumandanı Çalı Bey bu muharebede şehid düştü.

İstanbul’un fethinden sonra denizciliğe daha çok önem verildi ve Haliç Tersanesi


kuruldu. Batı Anadolu sahillerinin güvenliği bakımından Ege adalarının bir kısmı fethedildi, bir kısmı da vergiye bağlandı. Venedik’le yapılan savaşlarda önemli başarılar elde edildiği gibi İtalya’nın Otranto Kalesi zaptedildi. Osmanlı donanmasının asıl gelişmesi II. Bayezid döneminde gerçekleşti. Büyük savaş gemilerinin inşası, Kemal ve Burak Reis gibi Akdeniz’de dolaşan Türk denizcilerinin donanma hizmetine alınması Osmanlı denizciliğine canlılık getirdi. Yavuz Sultan Selim devrinde Haliç Tersanesi büyütülerek yeni gemiler inşa edildi. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında Osmanlı denizciliği teşkilât bakımından yeniden düzenlendi ve etkili bir deniz gücü oluşturuldu. Cezâyir-i Bahr-i Sefîd beylerbeyiliği kuruldu, Barbaros Hayreddin Paşa kaptan-ı deryâlığa getirildi. Donanmanın düzenlenmesinde Barbaros Hayreddin Paşa’nın önemli rolü vardır. Bu sayede Osmanlı deniz gücü Akdeniz’de zirveye ulatı. Mısır’ın ve Kızıldeniz sahillerinin alınmasından sonra Süveyş’teki Memlük tersanesinden yararlanan Osmanlılar, Hint ve Umman denizlerinde faaliyet gösteren İspanyol ve Portekiz gemilerine karşı burada güçlü bir donanma vücuda getirdiler ve bunu ayrı bir kaptanlığa bağladılar. Süveyş kaptanlığı Mısır beylerbeyiliğine tâbi oldu. Bu faaliyetler Barbaros ekolünden yetişen Turgut Reis, Piyâle ve Kılıç Ali paşalar zamanında da devam etti. Gelibolu ve İstanbul’dan başka imparatorluğun Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz liman şehirlerinde tersaneler kurularak gemiler inşa edildi. Nitekim 1571’de İnebahtı’da donanmanın yakılmasından sonra çok kısa süre içerisinde yeni bir donanma teşkil edildi. Macaristan’ın fethinden sonra Tuna nehrinde işleyen bir donanma daha yapıldı. Adına ince donanma denilen bu nehir gücü Tuna kaptanlığına bağlandı. Tuna gemileri genellikle Rusçuk’taki tersanede kışlardı. Bir başka nehir donanması da Fırat’ta işlerdi. Bu güzergâhın gemileri Birecik Tersanesi’nde inşa edilirdi.

Bahriye ile ilgili her şeyden kaptan-ı deryâ sorumluydu. Önceleri sancak beyi derecesinde olan kaptan-ı deryâların ikamet merkezi XVI. yüzyılın ortalarına kadar Gelibolu idi. Barbaros Hayreddin Paşa’dan itibaren kaptan-ı deryâlar beylerbeyi ve vezir rütbesine yükselmişler, aynı zamanda Cezâyir-i Bahr-i Sefîd (Kaptanpaşa) eyaletinin beylerbeyisi olmuşlardır. Kaptanpaşa eyaletine sancak statüsünde olan Ege ve Akdeniz adaları bağlıydı. Bu sancak beylerine derya beyleri denirdi. Bir deniz seferi vukuunda eyaletin çıkardığı asker mevcudu 1983 azeb hariç 4500 kişiyi bulurdu. Ayrıca Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’tan 3000-5000 kişilik bir kuvvet çıkardı.

Osmanlılar’da gemi kullananlara genellikle kaptan veya daha yaygın olarak reis denirdi. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren kaptan paşadan sonra kapudâne, patrona ve riyâle gibi yeni kumandan rütbeleri ortaya çıktı. Kapudâne birinci ferik (oramiral) karşılığı bir unvandı. Gemisine kapudâne-i hümâyun denirdi. Patrona ferik (koramiral / visamiral) rütbesine eşitti ve beylerbeyi veya sancak beyi rütbesindeydi. Gemisine patrona-i hümâyun denirdi. Riyâle ise tuğamiral mukabili bir rütbe olup bindiği gemiye riyâle-i hümâyun adı verilirdi. Bunların altında süvari kaptanlar vardı. Süvari kaptanların her biri çeşitli renklerde bayrak ve flamalar taşırdı.

Osmanlılar’da her ilkbaharda donanmanın denize açılması münasebetiyle törenler yapılırdı. Bir kısmı Ege’ye ve Akdeniz’e, bir kısmı Karadeniz’e açılan donanma mutlaka Beşiktaş önlerinden hareket ederdi. Bu seferler ülke kıyılarını deniz korsanlarından korumaya yönelikti. Kış gelmeden önce donanma geri döner, bu münasebetle Tophane önlerinde tören yapılır, daha sonra gemiler tersane önünde demirlerdi.

Osmanlı donanmasında azeblerden başka leventler, kürekçiler, aylakçılar, kalyoncular, gabyalar, sudagabolar gibi çeşitli hizmet erbabı vardı. Leventler donanmanın tüfekçi ve muhafız askerleriydi. Bunlar Türkler’den ve adalardaki Rumlar’dan toplanırdı. Kürekçiler iki sınıftı. Savaş esirlerinden olanlara forsa denirdi. Donanmada Osmanlı tebaasından cezalı kürekçiler de kullanılırdı. Fakat asıl kürekçi sınıfını bu iş için Osmanlı tebaasından toplanan gençler oluştururdu. Yelkenli gemilerde donanmanın denize açılacağı zamanlarda geçici olarak istihdam edilen ücretli sınıfa aylakçı ve kalyoncu adı verilirdi. Bunlar XIX. yüzyılda kaldırılarak yerlerine kalıcı şekilde tüfekçi neferler konmuştur. Gabyalar yelkenli gemilerin direklerine bakan görevlilerdi. XVII. yüzyıldan itibaren adları geçen sudagabolar ise yelkenlilerdeki topçu efradı idi. Bu görevlilerden başka gemilerde nakkaş, marangoz, demirci, kalafatçı, halatçı gibi hizmet erbabı ve sanatkârlar da bulunurdu.

XVI. yüzyıl boyunca Osmanlı denizciliği çağdaşı devletlere karşı üstünlüğünü korudu. Bu yüzyılda mükemmel deniz haritaları yapıldı, Pîrî Reis ve Seydi Ali Reis gibi denizciler tarafından denizciliğe dair eserler yazıldı. XVII. yüzyıldan itibaren Osmanlı donanması daha çok muhafaza görevi yapmaya başladı, kıyı koruma ve ticaret gemilerine refakat etme vazifesi üstlendi. Girit savaşları sırasında donanmanın askerî faaliyeti yeniden arttı. Ancak bazı askerî ve teknik aksaklıklar ortaya çıktı. Bir ara Venedikliler üstün gemi tipleriyle Çanakkale Boğazı’nı kapatarak Osmanlı gemilerinin Girit’teki donanmaya yardımlarını engellemişlerdi. Bunun sebebi kalyon tipi gemilere gereği gibi önem verilmemesiydi. 1682 yılından itibaren donanmada kalyon sayısı arttırılmış, 1695’te Sakız adası Venedik muhasarasından kurtarılmıştır.

Karlofça Antlaşması’ndan sonra Amcazâde Hüseyin Paşa’nın sadrazamlığı ve Mezemorta Hüseyin Paşa’nın kaptan-ı deryâlığı zamanında Osmanlı bahriyesi yeniden teşkilâtlandırıldı. Donanmadaki kalyon sayısı arttırıldı, denizcilikle ilgili bir kanunnâme çıkarıldı (BA, MD, nr. 112, s. 1-6). XVII. yüzyılın sonlarındaki ıslahatı müteakip kalyonculuğun ön plana çıkmasından sonra Osmanlı donanmasının 1770 yılında Ruslar tarafından Çeşme’de yakılmasına kadar Akdeniz’de üstünlük tekrar kuruldu. Çeşme Vak‘ası, Osmanlı bahriyesinin mutlaka çağa uydurulması gerektiği


hususunda yetkilileri uyaran acı bir olay oldu. Cezayirli Gazi Hasan Paşa kaptan-ı deryâlığı zamanında donanma işlerine büyük önem verdi. 1775 yılında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun kuruldu, burada ders vermesi için Avrupa’dan hocalar getirildi. Bu arada Fransız gemileri tarzında gemiler inşa ettirildi. III. Selim devrinde bahriyeye önem verilmeye devam edildi, özellikle Kaptanıderyâ Küçük Hüseyin Paşa’nın gayretleriyle denizcilik işleri yeni bir nizama bağlandı, yeni gemiler yaptırıldı, Bahriye Mühendishânesi’nin ıslahına çalışıldı, burada yabancı hocalara dersler verdirildi. 1804’te Tersane Eminliği’nin yerine Umûr-ı Bahriyye Nezâreti kuruldu, denizciliğin teknik işleri buraya bağlandı. II. Mahmud, III. Selim’in başlattığı bahriyeye ait ıslahat faaliyetlerini sürdürdü, gemi inşa havuzları ile yeni savaş gemileri yaptırdı. Ancak Osmanlı donanmasının 1827’de Batılılar tarafından Navarin’de yakılması o zamana kadar elde edilen neticeleri bir anda yok etti. Daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin gemicilik tekniğinden istifade edilerek yeni tip gemilerin inşasına başlanırken Avrupa’dan da buharlı gemi satın alındı.

Tanzimat döneminde Bahriye Meclisi kuruldu, fakat herhangi bir varlık gösteremedi. Sultan Abdülaziz zamanında bahriye işleri tekrar ele alındı, İngiltere’den birçok zırhlı gemi satın alındı, gemi sayısı 106’ya çıkarıldı, böylece devrine göre dünyanın üçüncü büyük filosu teşkil edildi. 1867 yılında kaptanpaşalık lağvedilerek yerine Bahriye Nezâreti kuruldu, deniz kuvvetleri Bahriye nâzırının emrine verildi. Daha sonraki yıllarda birkaç defa daha kaptanpaşalık ihdas edildiyse de 1880’de kurulan nezâret varlığını 1927 yılının sonlarına kadar sürdürdü.

C) Hava Kuvvetleri. Osmanlılar’ın havacılıkla ilgilenmesi, XVII. yüzyılda efsanevî ve teyit edilemeyen bilgiler (Hezarfen Ahmed ve Lâgarî Hasan çelebiler) bir tarafa bırakılırsa XIX. yüzyılda başlamıştır. I. Abdülhamid döneminden itibaren balon uçuşları yapılmış, fakat bunlar birer gösteri olmaktan öteye geçmemiştir. Askerî amaçlı ilk balon Balkan Savaşı esnasında 1912’de Edirne’nin müdafaasında gözlem aracı olarak kullanıldı. İlk motorlu ve güdümlü balon 1913’te Almanya’dan satın alındı ve İstanbul’da bir balon bölüğü kuruldu. Ancak aynı yıl içinde Osmanlı hükümeti tayyareciliğe daha çok önem vermeye başladı. 1909 yılı sonlarında Mahmud Şevket Paşa, iki subayı Almanya ve Fransa’ya ataşemiliter olarak gönderip bu ülkelerin askerî yapılarını inceletti. Bunlardan Fethi Bey’in bir havacı sınıfı kurulması yolundaki raporu üzerine Erkân-ı Harbiyye’ye bağlı bir Tayyare Komisyonu teşkil edildi. Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşa zamanında Yeşilköy’de Tayyarecilik Mektebi ve bir uçuş karargâhı kurulması kararlaştırıldı. İlk tayyare uçuşu 27 Nisan 1912’de Sultan Reşad’ın (V. Mehmed) cülûs yıl dönümünde gerçekleştirildi ve gittikçe havacılıkta ilerlemeler kaydedildi. Fakat havacılık teşkilâtının gerçek temeli Enver Paşa’nın Harbiye nâzırlığı zamanında atıldı. I. Dünya Savaşı’nda Tayyare Mektebi’ndeki faaliyetler durdu, mevcut uçaklar savaşın çeşitli cephelerinde kullanıldı. Savaş sonunda hava kuvvetleri ve teşkilâtı dağıldı, uçak ve malzemelere İtilâf devletlerince el konuldu. Millî Mücadele sırasında eski uçaklarla keşif ve bombardıman uçuşları yapılmışsa da asıl gelişmeler 1922’den sonra olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MD, nr. 3, s. 266 vd.; nr. 112, s. 1-6; BA, Cevdet-Bahriye, nr. 5849; Kānûnnâme-i Âl-i Osmân (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 2004, tür.yer.; Kritovulos, Târîh-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî (trc. Karolidi), İstanbul 1328, s. 43; Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 199; Pîrî Reis, Kitâb-ı Bahriye, İstanbul 1935, tür.yer.; Lutfi Paşa, Âsafnâme (nşr. M. Kütükoğlu, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan içinde), İstanbul 1991, s. 88-89; Mebde-i Kānûn-ı Yeniçeri; Celâlzâde, Tabakātü’l-memâlik, vr. 44b, 45b, 143a; Topçular Kâtibi Abdülkadir (Kadrî) Efendi Tarihi (haz. Ziya Yılmazer), Ankara 2003, I-II, tür.yer.; Kâtib Çelebi, Tuhfetü’l-kibâr, tür.yer.; Eyyûbî Efendi Kānûnnâmesi (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1994, s. 33, 40-53; A. Galland, İstanbul’a Ait Günlük Hâtıralar: 1672-1673 (nşr. Ch. H. A. Schefer, trc. Nahid Sırrı Örik), Ankara 1972, I, 117-118; II, 137-138; D’Ohsson, Tableau général, VII, tür.yer.; L. Marsigli, Osmanlı İmparatorluğu’nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına Kadar Askeri Vaziyeti (trc. Mehmed Nazmi), İstanbul 1934; Mahmud Râif Efendi ve Nizâm-ı Cedîd’e Dair Eseri (nşr. Kemal Beydilli - İlhan Şahin), Ankara 2001; Şirvanlı Fâtih Efendi, Gülzâr-ı Fütûhât (nşr. Mehmet Ali Beyhan), İstanbul 2001; L. Lamouche, L’organisation militaire de l’Empire ottoman, Paris 1895; Cevad Paşa, Târîh-i Askerî-i Osmânî, İstanbul 1299, I; a.e., II, İÜ Ktp., TY, nr. 4178; Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı Teşkilât ve Kıyâfet-i Askeriyyesi, İstanbul 1325, I-II; Fevzi Kurtoğlu, Türklerin Deniz Muharebeleri, İstanbul 1935; Ali Haydar Alpagut, Türklerin Deniz Harp Sanatına Hizmetleri, İstanbul 1936; Necati Tacan, Akıncılar ve Mehmed II, Bayezid II Zamanlarında Akınlar, İstanbul 1936; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I-II; a.mlf., Merkez-Bahriye, s. 389 vd.; M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân, İstanbul 1957; a.mlf., “Nizâm-ı Cedîd”, İA, IX, 309-318; Aydın Taneri, Kuruluş Devri Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri, Ankara 1981; Ali İhsan Gencer, Bahriyede Yapılan Islahat Hareketleri ve Bahriye Nezaretinin Kuruluşu, İstanbul 1985, s. 299 vd.; Muzaffer Erendil, Topçuluk Tarihi, Ankara 1988; İdris Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII. Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992; a.mlf., Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri, İstanbul 2005; G. Hazai, “Macar Havacı Oszkàr Asbôth’un Türk Havacılığına Ait Bir Projesi”, Çağını Yakalayan Osmanlı (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu - Mustafa Kaçar), İstanbul 1995, s. 491-495; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Havacılığına Genel Bir Bakış”, a.e., s. 497-596; C. Finkel, “XV ve XVI. Yüzyıllarda Büyük Meydan Muharebelerinde Uygulanan Strateji ve Taktikler”, XV ve XVI. Asırları Türk Asrı Yapan Değerler (ed. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1997, s. 155 vd.; Salim Aydüz, Osmanlı Devleti’nde Tophâne-i Âmire’nin Faaliyetleri ve Top Döküm Teknolojisi (XIV-XVI. Asırlarda) (doktora tezi, 1998), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Turan Alkan, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, İstanbul 2001; Abdülkadir Özcan, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İntikal Eden Askerî Kurumlar”, Prof. Dr. Mehmet Saray’a Armağan-Türk Dünyasına Bakışlar (haz. Halil Bal - Muhammet Erat), İstanbul 2003, s. 477-487; a.mlf., “Hâssa Ordusu’nun Temeli: Muallem Bostaniyân-ı Hâssa Ocağı, Kuruluşu ve Teşkilatı”, TD, sy. 34 (1984), s. 347-396; a.mlf., “Çeribaşılık Müessesesi”, Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, sy. 1, İstanbul 1991, s. 196-203; a.mlf., “Tarih Boyunca Türklerde Ordu ve Politikaya Genel Bir Bakış”, İslâm, sy. 156, Ankara 1996, s. 17-19; A. Levy, “The Officier Corps in Sultan Mahmud II’s New Ottoman Army (1826-1839)”, IJMES, II (1971), s. 21-39; Halil İnalcık, “Osmanlı Devrinde Türk Ordusu”, TK, X/118 (1972), s. 130-138; G. Káldy-Nagy, “The First Centuries of the Ottoman Military Organization”, AOH, XXXI (1977), s. 147-183; Kemal Beydilli, “II. Abdülhamit Devrinde Gelen İlk Alman Askerî Heyeti Hakkında”, TD, sy. 32 (1979), s. 481-494; Mübahat S. Kütükoğlu, “Sultan II. Mahmud Devri Yedek Ordusu. Redîf-i Asâkir-i Mansûre”, TED,


sy. 12 (1981-82), s. 127-158; P. Fodor, “The Way of a Seljuk Institution to Hungary: The Cerehor”, AOH, XXXVII (1984), s. 367-399; Yavuz Ercan, “Devşirme Sorunu, Devşirmenin Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmaya Etkisi”, TTK Belleten, L/198 (1986), s. 679-722.

Abdülkadir Özcan