RAB

(الربّ)

Allah’ın isimlerinden biri.

Sözlükte “bir şeyi yetkinlik noktasına varıncaya kadar kademe kademe inşa edip geliştirmek” mânasındaki rab (rabb) kelimesi mübalağa ifade etmek üzere daha çok sıfat gibi kullanılır ve kelimeye hepsi de Allah Teâlâ hakkında olmak üzere “mâlik, seyyid, idare eden, terbiye eden, gözetip koruyan, nimet veren, ıslah edip geliştiren, mâbud” gibi anlamlar verilir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rbb” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rbb” md.). İbn Cerîr et-Taberî bu mânaların mâlik, seyyid ve muslih kelimelerinde yoğunlaştığını kaydeder. Mâlik “evreni yaratan ve yöneten”, seyyid “hâkimiyetinde dengi ve benzeri olmayan”, muslih de “lutfettiği nimetler vasıtasıyla yaratılmışların halini düzeltip geliştiren” demektir (CâmiǾu’l-beyân, I, 93-94). Ebü’l-Bekā el-Kefevî rab kelimesinin Allah için kullanıldığında içerdiği mânaları şu şekilde sıralar: Rab “mâlik” anlamına alındığı takdirde Allah’tan başka bütün varlıklarla, “muslih” olarak düşünüldüğünde kendi başına mevcudiyeti bulunmadığından ıslaha elverişli olmayan arazların dışındaki nesnelerle, “seyyid” diye açıklandığında sadece akıllı yaratıklarla, “mâbud” mânası verilmesi halinde ise mükelleflerle ilgili bir muhteva taşır (el-Külliyyât, s. 466).

Kur’ân-ı Kerîm’de rab kelimesi 962 yerde Allah’a doğrudan nisbet edilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “rbb” md.). Bunun dışında beş yerde “hükümdar” mânasında Hz. Yûsuf dönemindeki Mısır meliki için kullanılmış (Yûsuf 12/23, 41, 42, 50), bir âyette Hz. Mûsâ devrindeki Firavun’un tanrılık iddiasıyla kendisi hakkında kullanımı şeklinde (en-Nâziât 79/24), bir âyette de Allah’tan başka rab aranmamasının gerektiği vurgulanırken (el-En‘âm 6/164) zikredilmiştir. Rabbin çoğulu olan erbâb da birden fazla rab edinmenin eleştirisi çerçevesinde dört âyette yer almıştır (Âl-i İmrân 3/64, 80; et-Tevbe 9/31; Yûsuf 12/39). Başta Hz. Mûsâ olmak üzere geçmiş peygamberlerin bağlıları için kullanılan ribbiyyûn, rabbâniyyûn (Rabbe bağlı olup ilmi ve ameli yetkin derecede bulunanlar) dört âyette geçmektedir (Âl-i İmrân 3/79, 146; el-Mâide 5/44, 63). Kur’an’da rab çeşitli isimlere ve zamirlere, en çok da tekil ikinci şahıs zamirine muzaf olarak kullanılmıştır. 242 yerde tekrarlanan bu hitabın 200’den fazlası Hz. Peygamber’e yöneliktir. “Sizin rabbiniz, onların rabbi” biçimindeki çoğul zamiriyle 243, “ey rabbim, ey rabbimiz” şeklindeki niyaz ifadesiyle 178 defa geçmektedir. Rabbin sıfat tamlaması ve mübtedâ-haber konumundaki cümle içi bağlantılarının tamamına yakın kısmında Allah’ın azameti, aşkınlığı, lutufkârlığı, bağışlayıcılığı, şefkat ve merhameti, rızık verici, yol gösterici, yardım edici ve koruyucu oluşu ifade edilmektedir.

Rab ismi İbn Mâce ve Tirmizî’nin rivayet ettiği esmâ-i hüsnâ listelerinde yer almamıştır. Bu durum doksan dokuz ismin, sıhhatinden şüphe edilmeyen esmâ-i hüsnâ hadisine bir râvi tarafından sonradan ilâve edilmesinden kaynaklanmış olmalıdır. İbn Hacer’in Kur’an’dan çıkardığı esmâ-i hüsnâ listesinde ise rab mevcuttur (DİA, XI, 407-408). Çeşitli hadislerde rab “sahip” anlamıyla, ayrıca Allah’ın ismi olarak geçer (Wensinck, el-MuǾcem, “rbb” md.). Ezanın ardından, “Ey bu yetkin davetin ve kesintisiz devam eden namaz ve niyazın sahibi Allahım!” diye başlayan dua onlardan biridir (Buhârî, “Eźân”, 8; Müslim, “Müsâfirîn”, 200). Hz. Peygamber kölenin efendisi için “rabbim” demesini menetmiş, bunun yerine “efendim, sahibim” anlamındaki kelimelerin kullanılmasını istemiştir (Müsned, II, 316; Müslim, “Elfâž”, 13-15). Âlimler rab isminin “sahip” ve “ıslah edici” mânaları üzerinde durmuş, kelimenin “sahip” anlamında insanlara da nisbet edilebileceğini, ancak bu durumda sınırlı ve nisbî bir anlam taşıdığının belirtilebilmesi için “rabbü’d-dâr” (evin sahibi) gibi tamlama halinde kullanılması gerektiğini belirtmiştir (İbn Kuteybe, s. 9; Mâtürîdî, II, 278). Ebû Abdullah el-Halîmî, rab ismine “yarattığı şeyi onun için mukadder kıldığı yetkin derecesine ulaştıran” mânası verdikten sonra insanın sperm döneminden itibaren ihtiyarlık devresine kadar geçirdiği gelişme merhalelerini örnek olarak zikretmiştir (el-Minhâc, I, 205).

Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî isim olarak Allah lafzından sonra en çok kullanılan kelime rabdir. Âyetlerdeki konumundan anlaşılacağı üzere bu ismin içerdiği şefkat, merhamet ve geliştirerek yaşatma fonksiyonları (rubûbiyyet), peygamberlerden münkirlere kadar bütün şuurlu canlıları ve evrendeki diğer varlıkları kuşatmaktadır. Bütün ilâhî sıfatları kapsadığı kabul edilen Allah lafzı bir bakıma ulûhiyyetin zâtî-aşkın yönünü temsil ederken rab ismi O’nun yaratılmış âleme yönelik fiilî tecellilerine işaret eder. Bu ismin yer aldığı doksan dört sûrenin muhtevasına bakıldığında bunlarda ilâhî inâyetin tekrar edildiği ve bu inâyet iklimine çağrı yapıldığı görülür. Bu çerçevede kulların “rabbi, rabbenâ” ile başlayan niyazlarında Allah’a yönelen talepleri anne şefkatini andıran ilâhî inâyet tecellileriyle karşılanır. Resûlullah’ın bir beyanı da bu bakış açısını desteklemektedir. Hz. Ömer’in naklettiğine göre bir gün Resûl-i Ekrem, annelerinden ayrı kalmış çocukların arasında dolaşan bir kadının bir çocuğu bağrına basıp emzirdiğini görünce etrafındakilere, “Ne dersiniz, çocuklara karşı bu kadar şefkatli olan şu kadın kendi yavrusunu ateşe atar mı?”


diye sormuş, onlar “hayır!” diye cevap verince şöyle demiştir: “Allah’ın kullarına olan merhameti bu kadının yavrusuna olan merhametinden daha çoktur” (Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Tevbe”, 22). Allah’ın özellikle insana ve genel olarak kâinata yönelik isim ve sıfatlarından olan rabbin başta rahmân, rahîm, gafûr, vedûd, rezzâk ve mâlikü’l-mülk olmak üzere birçok isimle anlam tamamlama ve dengeleme ilişkisi vardır.

Bazı esmâ-i hüsnâ kitaplarında ve Kur’an tefsirlerinin özellikle Fâtiha sûresinde rab ismi hakkında geniş bilgi verilir. Bu konuda müstakil çalışmalar da yapılmıştır. Ebü’l-A‘lâ el-Mevdûdî’nin el-Muśŧalaĥâtü’l-erbaǾa fi’l-Ķurǿân adlı eserinin ikinci bölümü bu isme ayrılmıştır (Ar. trc. Muhammed Kâzım Sibak, Dımaşk, ts., s. 34-94; trc. Osman Cilacı - İsmail Kaya, Kur’an’a Göre Dört Terim, İstanbul 1982, s. 35-88). Yakup Çiçek ve Fahrettin Yıldız’a ait Hamd-Rab başlıklı kitapçığın ikinci bölümü de bu konuyla ilgilidir (İstanbul 1986). R. D. Wilson, Kur’an’da geçen “Allah” ve “rab” isimlerinin dökümünü âyetlerin indiği dönemlere göre karşılaştırmalı olarak gösteren bir çalışma yapmıştır (“The Use of the Terms ‘Allah’ and ‘Rab’ in the Koran”, MW, XI/2 [1920], s. 176-183).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf (Dahrûc), I, 840-841; Müsned, II, 316; İbn Kuteybe, Tefsîru Ġarîbi’l-Ķurǿân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1378/1958, s. 9; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkı Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, I, 93-94; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, I, 13-14; II, 278; Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhâc fî şuǾabi’l-îmân (Hilmî M. Fûde), Beyrut 1399/1979, I, 200, 205; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî (nşr. Mahmûd M. el-Hudayrî), Kahire, ts. (el-Müessesetü’l-Mısriyye), V, 208-209; Abdülkāhir el-Bağdâdî, el-Esmâǿ ve’ś-śıfât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 497, vr. 116b-117a; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 466; Suat Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, s. 89-97; Toufic Fahd, La divination arabe, Paris 1987, s. 107-108; A. J. Wensinck - [T. Fahd], “Rabb”, EI² (İng.), VIII, 350; Asgar Dadbih, “Rab”, DMT, VIII, 125-126; a.mlf., “Rubûbiyyet”, a.e., VIII, 144-146; Bekir Topaloğlu, “Esmâ-i Hüsnâ”, DİA, XI, 407-408; S. Calderini, “Lord”, Encyclopaedia of the Qur’an (ed. J. D. Mc.Auliffe), Leiden 2003, III, 229-231.

Bekir Topaloğlu




TASAVVUF. Allah’ın zâtı, a‘yân-ı sâbiteye nisbetle kādir ve mürîd gibi ilâhî isimlerin, hâricî varlıklara (ekvân) nisbetle rezzâk ve hafîz gibi rabbânî isimlerin menşeidir. Mülk ve melekût âleminin tamamına “hazret-i rubûbiyyet” denir. Rab Allah’ın rubûbiyyet makamındaki umumi ve özel bir ismidir. Allah her şeyi “rab” ismiyle terbiye eder, her şey varlığını O’ndan alır, yaptığını O’nunla yapar, ihtiyaç duyduğu hususlarda O’na müracaat eder (Kâşânî, s. 147, 148). Rubûbiyyet makamı kayırma ve sığınma makamı olduğundan bu makamda Allah’a “yâ rab!” diye dua edilir (Gazzâlî, III, 14).

Mülk ve melekût âlemindeki her varlık rabbânî isimlerden bir ismin sûretidir. Allah, her varlığı a‘yân-ı sâbitesine uygun bir veya birden fazla ismiyle terbiye eder, yetiştirir ve geliştirir. Bir varlık veya kul hangi isimle terbiye ediliyorsa bu isim o varlığın veya kulun rabbidir. Çünkü o şey veya kişi varlığını ve niteliklerini isimden almaktadır (Tehânevî, I, 526; Abdülkerîm el-Cîlî, I, 41; Ebü’l-Alâ el-Afîfî, s. 19, 85-96). Bu isme “rabb-i hâs” denir. Her bir rabb-i hâs, terbiye ettiği varlıktan (merbûb) razı olduğu gibi o varlık da rabb-i hâssından râzıdır. Her varlık kendi rabb-i hâssının abdidir.

Her kul rabbânî ve ilâhî isimlerden bir veya birkaçının mazharı olduğundan mazharı olduğu isme nisbet edilerek meselâ “Abdü’l-kādir”, “Abdü’l-azîz”, “Abdü’l-mün‘im” gibi mânevî bir isim alır. Abdülkādir Allah’ın kudret, Abdülazîz izzet, Abdülmün‘im nimet ismine mazhar olmuş kimsedir. İzzet ismine mazhar olan bir kimseyi Allah izzet tecellisiyle aziz kıldığından her şeye galip gelir, daima aziz olur; adl ismine mazhar olduğu için “Abdü’l-adl” denilen bir kul daima adalet üzere bulunur. O adl / muksıt isminin kuludur, bu isimle terbiye edilir. Bu sebeple adl ismi onun rabb-i hâssı ve terbiyecisidir. Gazzâlî el-Maķśadü’l-esnâ’da, Fahreddin er-Râzî LevâmiǾu’l-beyyinât’ta, Muhyiddin İbnü’l-Arabî el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’de kulların ilâhî isimlerden aldıkları nasiplere dikkat çekmişlerdir. Bu isimler insanlara anne ve babalarının verdiği isimler olmayıp Allah’ın belli kimselere bahşettiği belirgin niteliklerin ve karakterlerin adıdır. Bu niteliklere sahip kişilere tasavvufta “abâdile” (kullar) adı verilir. İkramı seven bir kul adı Abdülkerîm olmasa da karakter olarak Allah’ın kerîm isminin abdidir, bu isim onun rabbidir. Rab-merbûb ilişkisi budur. Bu anlamda Allah’ın her ismi bir “rab”dir, rabbü’l-erbâb bütün ilâhî isimleri câmi‘ olması sebebiyle Allah’tır. Allah bütün isimlerin menşei, gayelerin gayesidir, bütün talepler ona yönelir” ifadesiyle bu hususa işaret edilmiştir.

Sûfîler rabbânî ilim veya âlim, rubûbiyyetin sırrı, nefis-rubûbiyyet, rubûbiyyet-ubûdiyyet ilişkileri üzerinde önemle durmuşlardır. Rubûbiyyetin sırları mükâşefe ilminin konusu kabul edilmiş, özel ve mahrem bilgiler sayıldığından bu sırları ifşa etmenin sakıncalı olduğu belirtilmiştir. Hatta âriflerden biri rubûbiyyetin sırlarını ifşa etmeyi küfür saymıştır. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî rubûbiyyetin sırrı ortaya çıksa nübüvvetin bâtıl olacağını söyler (Gazzâlî, I, 105). Hakîm et-Tirmizî’ye göre rubûbiyyetin niteliklerini bilmenin yolu ubûdiyyetin niteliklerini bilmektir (Sülemî, s. 219). Ebû Saîd el-Harrâz, “Nefsini bilmeyen kişi rabbini nasıl bilebilir?” diyerek kişinin nefsini bilmesinin önemine dikkat çekmiştir (a.g.e., s. 231). Hadis olarak rivayet edilen, “Nefsini bilen rabbini bilir” ifadesinde (Aclûnî, II, 262) ve Harrâz’ın sözünde geçen “rab” ile rabb-i hâs kastedilmekte, bu ifadelerle ancak rabb-i hâssını bilen kişinin nefsini bileceği anlatılmak istenmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Rabbânî olunuz” ifadesini (Âl-i İmrân 3/79; el-Mâide 5/44) sûfî müellifler “Rubûbiyyeti bilen, hayırlı işler yapan âlimler olunuz” şeklinde yorumlamışlardır (Serrâc, s. 168; Aynülkudât el-Hemedânî, s. 290; Şa‘rânî, I, 95). Bazı mutasavvıflar “rabbânî” diye nitelendirilmiştir (Sülemî, s. 309). Rabbânî ilim Gazzâlî’nin de belirttiği gibi kaynağı rab olan ledün ilmidir (İĥyâǿ, III, 23). Ruhun rabbin emrinden oluşu (el-İsrâ 17/85) ona rabbânîlik niteliğini kazandırmış ve “rabbânî latife” şeklinde tarif edilmesine sebep olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, I, 526; Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ (nşr. Osman İsmâil Yahyâ), Beyrut 1965, s. 252-255; Serrâc, el-LümaǾ, s. 168; Sülemî, Ŧabaķāt, s. 219, 229, 231, 309, 445; Gazzâlî, İĥyâǿ, I, 105; III, 14, 23, 274; Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 290, 436; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, İstanbul 1308, I, 179-181; Baklî, Şerĥ-i Şaŧĥiyyât (nşr. H. Corbin), Tahran 1360 hş./1981, s. 437, 669; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, II, 121, 631; a.mlf., Fuśûś (Afîfî), s. 73, 90, 92; Azîz Nesefî, Zübdetü’l-ĥaķāǿiķ, Tahran 1363, s. 83; Kâşânî, Iśŧılâĥâtü’ś-śûfiyye, s. 107-130, 147, 148; Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil, İstanbul 1300, I, 40-42; Şa‘rânî, eŧ-Ŧabaķāt, I, 95; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, II, 262; Ebü’l-Alâ el-Afîfî, et-TaǾlîķāt (İbnü’l-Arabî, Fuśûś [Afîfî] içinde), s. 19, 85-96.

Süleyman Uludağ