RÂSİHÎN

(الراسخون)

Şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde kesin ve derin ilim sahibi kimseler anlamında Kur’an terimi.

Sözlükte “(bir şey) bulunduğu yerde yerleşip kalmak, sabit ve sağlam olmak, (bir konudaki bilgi) şüpheden uzak olup kesinlik kazanmak” anlamındaki rusûh kökünden türeyen râsih (sabit olan) kelimesinin çoğuludur (Lisânü’l-ǾArab, “rsħ” md.; Ebü’l-Bekā, s. 465). Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde “er-râsihûn fi’l-ilm” terkibinde geçmekte (Âl-i İmrân 3/7; en-Nisâ 4/162), hadislerde de aynı mânada kullanılmaktadır (Dârimî, “Ferâǿiż”, 8).

Mâtürîdî râsihînin “mütedârisîn” (bir konuyu karşılıklı müzakere edip araştırmak ve incelemek suretiyle derin bilgi sahibi olanlar), “mütesâbitîn” (sağlam bilgi sahibi olanlar) ve “nâtihîn” (zayıf ihtimalleri bertaraf edip güçlü bilgi elde edenler) kelimeleriyle yorumlandığını nakleder (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, II, 247). Râgıb el-İsfahânî, ilimde râsih mertebesine çıkan kimseyi “tereddüde düşmeyecek şekilde bilgisini sağlamlaştıran” diye belirttikten sonra Nisâ (4/162) ve Hucurât (49/15) sûrelerindeki âyetlere atıf yaparak râsihîni, “Allah’a ve resulüne, ayrıca Resûl-i Ekrem ile ondan önceki peygamberlere indirilen vahiylere iman edip hiçbir tereddüde düşmeyenler” diye açıklamıştır (el-Müfredât, “rsħ” md.). Fahreddin er-Râzî ilimde râsih olanların Allah’ın zâtını, sıfatlarını ve Kur’an’ın O’nun kelâmı olduğunu kesin biçimde kavradıklarını, bir müteşâbihle karşılaştıklarında -zâhirî mânasının Allah’ın muradı olmadığına dair kesin delil bulunuyorsa- O’nun muradının zâhirî mânadan başka bir şey olduğunu bildiklerini, ayrıca zâhirî mânayı da inkâr etmediklerini belirtir (Mefâtîĥu’l-ġayb, VII, 178).

Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinden anlaşılacağı üzere Kur’an muhkem ve müteşâbih âyetlerden oluşmaktadır. Ashap ve tâbiînden itibaren İslâm âlimlerinin çoğu müteşâbihâtın te’vilini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini kabul ederken bir kısmı da ilimde derinleşenlerin bu mânayı bilebileceği kanaatini taşımıştır. Kaynaklarda, söz konusu iki görüşün taraftarları müteşâbihâta dair âyette yer alan “وما يعلم تأويله إلا الله والرّاسخون في العلم” kısmının cümle kuruluşunu farklı şekillerde anlamıştır. Müteşâbihâtı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini söyleyenler “ve’r-râsihûne” diye başlayan kısmı yeni bir sözün başlangıcı kabul ederken diğerleri bunun “Allah” kelimesine atıf suretiyle bağlandığını ileri sürer. Bu ikinci anlayışa göre ilimde derinleşmiş olanlar da müteşâbihâtın yorumuna vâkıf olabilir (Taberî, III, 182-186; Fahreddin er-Râzî, VII, 166-178). Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren fetihlerin hızla genişlemesi, değişik inanç ve düşüncelere mensup kitlelerin İslâm dünyası içinde yer alması, bazı aşırı görüşlere sahip grupların oluşması, müslüman toplumun İslâm’ın nazarî ve amelî alanında yeni problemlerle karşılaşması sonucunda müteşâbih nasların te’vile tâbi tutulması âdeta zaruret haline gelmiştir. Ancak müteşâbihâtın tesbiti konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Genellikle duyu ve akıl yoluyla bilinemeyen ruh, melek, arş, kürsî, levh, kalem, sûr, sâat, dâbbetü’l-arz, cennet, cehennem gibi varlık ve olayların yanı sıra ilâhî zât ve sıfatların mahiyetine ilişkin nasların niteliği sadece Allah tarafından bilinen “mutlak müteşâbih” olarak kabul edilmiştir. Mâna ve muhtevasının bilinmesi bir delile veya yoruma bağlı olan nasların ise “izâfî müteşâbih” niteliği taşıdığı kanaatine varılmıştır. İlimde derinleşmiş âlimlerce İslâm’ın genel hüküm ve ilkeleri çerçevesinde dil bilimi verilerine de başvurularak yapılan yorumlar sayesinde ikinci tür müteşâbihlerin anlaşılabileceği genellikle kabul edilmiş, ancak yapılan yorumların kesin olamayacağına dikkat çekilmiştir (bk. MÜTEŞÂBİH; TE’VİL). Elmalılı Muhammed Hamdi ilimde derinleşenlerin eğilmeyen, eğrilikten hoşlanmayan, bildiğinin ve bilmediğinin farkında olabilen, bildikleri vasıtasıyla bilmediklerini çözümlemeye gücü yeten ilim erbabı olduğunu belirtir. Ona göre ilimde rüsûh sahibi olanlar muhkem ve müteşâbih âyetlerin hakikatine iman eder, fitne ve belâdan uzak durur, haddini bilir ve ilm-i ilâhîye havale edilmesi gereken hususları O’na havale eder (Hak Dini, II, 1044-1045).

BİBLİYOGRAFYA:

Taberî, CâmiǾu’l-beyân, III, 182-186; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, II, 247; Zemahşerî, el-Keşşâf (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut 1423/2003, I, 333; Tabersî, MecmaǾu’l-beyân (nşr. Hâşim el-Mahallâtî - Fazlullah et-Tabâtabâî), Beyrut 1406/1986, II, 701; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, VII, 166-178; XI, 105-107; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 465; Elmalılı, Hak Dini, II, 1044-1045.

Cihat Tunç