RİDDE

(الردّة)

Bir müslümanın İslâm dininden çıkması anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “dönmek; geri çevirmek, kabul etmemek” anlamlarındaki redd kökünden türeyen ridde ve irtidâd, fıkıh terimi olarak müslüman bir kişinin kendi iradesiyle İslâm dininden çıkmasını ifade eder. İrtidad eden erkeğe mürtedd, kadına mürtedde denilir. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı kökten türeyen kelimeler sözlük mânası yanında birçok yerde terim anlamıyla kullanılırken (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “rdd” md.) hadislerde de terim anlamıyla yaygın biçimde geçmektedir (Wensinck, el-MuǾcem, “rdd” md.). Klasik fıkıh literatüründe mürtede ait hükümlere dinden çıkmaya yol açan söz ve davranışlara göre farklı başlıklar altında yer verilirken irtidadın unsurları ve cezası “ahkâmü’l-mürteddîn, kitâbü’l-mürted, kitâbü’r-ridde” gibi başlıklarla, bilhassa Hanefî kaynaklarında devletler hukukuna dair “kitâbü’s-siyer” içerisinde “ahkâmü’l-mürteddîn” başlığı altında incelenir (İbn Rüşd benzer bir yaklaşımla konuyu “kitâbü’l-hırâbe” başlığıyla ele alır, bk. Bidâyetü’l-müctehid, II, 459). Dinden çıkmanın hukuk düzeni bakımından suç sayılması İslâm’dan önce de yaygın bir anlayış olup Yunanlılar ve Romalılar’da bu suça ölüm cezası verilmiş, Yahudilik’te taşlanarak öldürülme cezası öngörülmüştür (Tesniye, 13/6-10). Hıristiyanlık’ta dinden çıkanlar için çeşitli dönemlerde ölüm ve aforoz gibi cezalar uygulanmış ve engizisyon mahkemeleri kurulmuştur.

Bir müslümanın İslâm dininin inanç esaslarını veya bu esaslarla sıkı bağı bulunan temel hükümleri tamamen yahut kısmen inkâr etmesi İslâm hukukçuları tarafından özel bir suç tipi olarak ele alınmış, hangi söz ve davranışların ridde suçu oluşturacağı (bk. ELFÂZ-ı KÜFÜR; KÜFÜR), mürtedin İslâm’a dönmesi için alınacak tedbirler


ve sağlanacak imkânlar, muhakeme ve infaz prosedürü, mürtedin hak ve borçları gibi hususlarda ayrıntılı bir hukuk doktrini oluşturulmuştur. Nasların yorumu ve tarihî uygulamalar ışığında ridde cezasının mahiyeti ve bu suça şartlara göre uygulanacak cezalar hakkında çağımızda farklı analiz ve yaklaşımlar ortaya konmuş olmakla birlikte (aş.bk.) klasik dönem İslâm hukukçuları arasında irtidad eden erkeğin cezasının ölüm olduğu hususunda görüş birliği vardır. Bu suç ve cezanın içeriğine dair farklı değerlendirmeler bulunması sebebiyle fakihlerin bir kısmı ridde cezasını had olarak nitelendirirken bir kısmı bunu had kategorisine dahil etmeyip ayrı bir suç olarak değerlendirmiştir. İrtidad eden kadına ölüm cezası uygulanması ise fakihler arasında tartışmalı olup Hanefî ve Ca‘ferî mezheplerine göre kadının cezası tövbe edene kadar hapistir. Öte yandan özellikle Hanefî ve Mâlikî fıkıh eserlerinde fakihlerin, İslâmiyet’i kendi rızasıyla seçtiği hususunda şüphe bulunan kişileri ridde cezası kapsamı dışında tutma eğilimi içinde oldukları görülmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, iman ettikten sonra küfre girenlerin doğru yoldan sapmış oldukları, yaptıkları amellerin dünya ve âhirette geçersiz sayılacağı, dünyada ve âhirette elem verici bir azaba çarptırılacakları ve Allah’ın gazabını üzerlerine çekecekleri ifade edilir; ancak irtidadın dünyadaki cezaî müeyyidesinin ne olduğu belirtilmez (el-Bakara 2/108, 217; Âl-i İmrân 3/86-91; el-Mâide 5/54; et-Tevbe 9/66, 74; en-Nahl 16/106; el-Hac 22/11; Muhammed 47/24-26). İrtidad, adam öldürme ve silâhlı gasp fiillerini işleyen Ureyne kabilesinden bir grup hakkında nâzil olduğu rivayet edilen (Müslim, “Ķaśâme”, 9) ve ağır cezalar öngören âyetler ise (el-Mâide 5/33-34) esasen eşkıyalık suç ve cezasını konu edinir.

İrtidad eylemini cezalandırdığına dair fiilî veya takrirî sünnet örneği bulunmamakla birlikte (Bedreddin el-Aynî, XIX, 364) Hz. Peygamber’in, “Dinini değiştireni öldürün” dediği (Buhârî, “İstitâbetü’l-mürteddîn”, 2) ve müslümanın dinini terkedip cemaatten ayrılmasını ölüm cezasına gerekçe olabilecek üç suçtan biri olarak saydığı (Buhârî, “Diyât”, 6), Muâz b. Cebel’in Allah ve resulünün, dininden dönenin boynunu vurmayı emrettiğini ifade ederek bu cezayı uyguladığı (Buhârî, “İstitâbetü’l-mürteddîn”, 2) muteber kaynaklarda rivayet edilmiştir. Konuya ilişkin sahâbe uygulamaları, özellikle Hz. Ebû Bekir döneminde baş gösteren ridde olaylarında mürtedlere karşı savaşılması fakihlerin dayanaklarından bir diğerini oluşturur (Buhârî, “İstitâbetü’l-mürteddîn”, 3; Kâsânî, VII, 134). Ancak sahâbenin bu savaşlardaki tutumunun ridde cezası konusunda delil sayılması üzerinde tam bir ittifak bulunmayıp bazı âlimlere göre bu olaylarda ridde suçundan ziyade isyan (bağy) suçu söz konusudur. İsyancıların bir bölümünü teşkil eden Müseylime ve Secâh gibi yalancı peygamberlerin yandaşları -meselâ İbn Hazm’a göre- esasen hiçbir zaman müslüman olmamış, diğer bir bölümü ise bir te’vil ardına sığınarak Hz. Ebû Bekir’e zekât vermemekte direnmiş, ancak dinden çıktıklarını ifade etmemiştir (İbn Hazm, XII, 115-116; İbn Hacer el-Heytemî, IX, 80).

Doktrinde erkek mürtedin ölümle cezalandırılacağı üzerinde icmâ bulunduğu ifade edilmekle birlikte (İbn Abdülber en-Nemerî, V, 306; İbn Dakīkul‘îd, IV, 256) bu hususta icmâın varlığı tartışma konusu olmuştur. İbrâhim en-Nehaî’den nakledilen, “Mürted daima tövbeye davet edilir” sözü (Abdürrezzâk es-San‘ânî, X, 166) bu tartışmanın dayanaklarından biridir. Bazı âlimler, mürtede ölüm cezası verilmeyeceği sonucunu doğuracağı için bu sözü icmâa aykırı bir görüş olarak aktarıp reddeder (İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî, II, 239; Muvaffakuddin İbn Kudâme, X, 77). Diğer bir grup fakihe göre ise Nehaî bu sözüyle irtidad ne kadar tekerrür ederse etsin tövbenin cezayı düşüreceğini kastetmiş olup onun icmâa muhalefeti söz konusu değildir (Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr, IV, 1938; İbn Hacer, XII, 270). Nehaî’nin kendisinden bu yorumun doğruluğunu gösteren açık ifadeler de nakledilmiştir (İbn Ebû Şeybe, VII, 598, 602; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, VIII, 197). İcmâın varlığı iddiasını tartışmalı kılan diğer bir bilgi, İbn Hazm’ın -kime ait olduğunu belirtmeden- mürtedin öldürülmeyip sürekli tövbeye davet edileceği yönünde bir görüş nakletmesidir. İbn Hazm bu bağlamda, irtidad eden bazı kimselerin tövbeye davet edilmeden öldürüldükleri haberini alan Hz. Ömer’in bunu onaylamadığını ve onların hapsedilip İslâm’a dönmeye davet edilmesi gerektiğini söylediğini nakleder (el-Muĥallâ, XII, 112-113). Ancak bu rivayet Hz. Ömer’in, cezasının kesinleşmesi için mürtedin tövbeye davet edilmesinin zorunlu olduğu kanaatini taşıdığı şeklinde yorumlanmış, ayrıca kendisinden bu yorumu destekleyen rivayetler de aktarılmıştır (Ebû Yûsuf, s. 195; Abdürrezzâk es-San‘ânî, X, 165-166). Bu durumda İbn Hazm’ın zikredip eleştirdiği bu görüşü belli bir kişi veya gruba nisbet etmemesi ve literatürde konu hakkında Nehaî’ye atfedilenden başka bir görüşten söz edilmemesi, İbn Hazm’ın Nehaî’nin sözünü maksadına aykırı biçimde yorumlayarak temellendirmeye çalıştığı kanaatini güçlendirmektedir (Îsâ Mennûn, XXVII/8 [1956], s. 885).

İrtidad eden kadına kural olarak ölüm cezası uygulanmayacağını savunan Hanefîler, savaşta kâfir kadınların öldürülmesini yasaklayan Hz. Peygamber’in bunu onların savaşa katılmaması gerekçesiyle açıklamasına (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 111) dayanır. Onlara göre bu nas aslî küfürle ârızî küfür (irtidad) arasında bir ayırım yapmamakta, dolayısıyla irtidad edenlerin öldürülmesiyle ilgili hadislerin anlamını savaşmayan kadınlar dışındaki mürtedler şeklinde sınırlandırmaktadır. Hanefîler bu görüşlerini, İbn Abbas’ın irtidad eden kadının öldürülmeyeceği yönündeki ifadesi (İbn Ebû Şeybe, VI, 585) ve Ömer b. Abdülazîz’in irtidad eden bir kadına ölüm cezası vermediği rivayetiyle (Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Mebsût, X, 176) destekler. Ancak mürtedin cezalandırılmasını dinden çıkma değil savaşçı olma gerekçesine dayandıran Hanefîler’e göre irtidad eden kadın fikirleriyle etkili ve yandaşları bulunan biri olduğunda ona da ölüm cezası verilir (Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 111; İbnü’l-Hümâm, VI, 71-72). Mümeyyiz çocuğun irtidadı Şâfiî mezhebine göre geçersiz, diğer üç mezhebe göre geçerli sayılmakla beraber dört mezhepte de mezhebin görüşüne karşı çıkan birçok âlim bulunmaktadır. İslâm hukukçuları, irtidad eden mümeyyiz çocuğa ölüm cezası verilmeyeceği konusunda hemfikir olup söz konusu ihtilâf medenî hukuka dair tasarrufları ilgilendirmektedir.

Ridde suçunun ispatı ikrar veya şahitlik yoluyla gerçekleşir. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda iki erkek şahidin tanıklığını yeterli görür. Ancak Hasan-ı Basrî, sonuç itibariyle ölüm cezasını gerektiren bütün suçlarda dört şahidin gerekli olduğunu savunur. Ridde suçunun sabit olmasından sonra mürtedin kendiliğinden tövbe etmesi halinde cezasının düşeceği fakihlerin büyük çoğunluğunca kabul edilir. Kendiliğinden tövbe etmeyen mürtedin tövbeye davet edilmesi Hanefîler’e göre müstehap, diğer üç mezhebe göre vâciptir. Şâfiîler’in dışındaki çoğunluğa göre tövbe etmesi için mürtede üç gün süre tanınıp irtidad etmesine sebep olan şüphelerinin giderilmesi için gerekli açıklamalarda bulunulur. Fakihlerin bir kısmı suçun tekerrürünün cezayı ağırlaştırıcı bir sebep olduğu


ve -sayısı üzerinde fikir birliği bulunmamakla birlikte- bu durumda tövbenin kabul edilmeyeceği görüşündedir. Hanefî ve Şâfiîler’e göre ise tekerrürün sayısına bakılmaksızın tövbe ölüm cezasını düşürür; ancak caydırma amacıyla ta‘zîr cezası uygulanır. Ridde kapsamındaki bazı eylemlerin suçu ağırlaştırması veya nitelikli hale getirmesi ve bu durumda tövbenin cezayı düşürmemesi ayrı bir tartışma konusudur.

Mürtede diğer gayri müslimlere verilebilen eman ya da zimmîlik statüsünün verilemeyeceği ve savaş esiri gibi fidye karşılığında serbest bırakılamayacağı hususunda fakihler görüş birliği içindedir (Şâfiî, VI, 145). Mürted hukukun koruması altında kabul edilmediğinden canı ve vücut bütünlüğü aleyhine işlenen suçlarda kısas veya diyet / tazminat hükümleri işletilmez. Hanefî mezhebi de diyet ödenmemesi hususunda kadın erkek ayırımı yapmamıştır (İbnü’l-Hümâm, VI, 71). Ancak yetkili olmayan bir kişinin mürtedin cezasını infaz etmesi durumunda kamu otoritesinin yetkilerine tecavüz dolayısıyla kendisine ta‘zîr cezası verilir.

Fakihlerin büyük çoğunluğunca mürtedin intikal ettiği yeni din yok hükmünde sayıldığı için dinî yönü bulunan işlem ve eylemlerine belli bir dine mensup kişiye ait fıkhî sonuçlar bağlanmaz; meselâ Yahudilik gibi kitâbî bir dine bile geçmiş olsa yaptığı evliliğin geçersiz sayıldığı ve kestiği hayvanın etini yemenin câiz olmadığı kabul edilir (Şâfiî, VI, 155; Muvaffakuddin İbn Kudâme, X, 83; İbnü’l-Hümâm, VI, 82-83; bu konudaki bazı farklı görüşler için bk. İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî, II, 256; İbn Abdülber en-Nemerî, VI, 313; Muvaffakuddin İbn Kudâme, X, 87). Mürtedin amellerinin dünyada ve âhirette boşa gideceğini bildiren âyetlerden birindeki kâfir olarak ölme kaydını esas alan (el-Bakara 2/217) Şâfiî ve Hanbelîler’e göre böyle bir kimsenin ölmeden tövbe etmesi durumunda hac gibi daha önce yerine getirmiş olduğu ibadetleri geçerliliğini korur. Hanefî ve Mâlikîler ise bu kaydı taşımayan âyetlere dayanarak (el-Mâide 5/5; ez-Zümer 39/65) irtidaddan önceki amellerinin bâtıl olduğunu ve tövbe ettikten sonra iade edilmesi gerektiğini belirtir.

Riddeye bağlanan sonuçlardan biri irtidad edenin nikâh bağının irtidad anından itibaren sona ermesidir; Şâfiî mezhebine göre nikâh kadının iddetinin bitmesiyle birlikte münfesih olur. Mürtedin mallarına gelince, ülke sınırlarını terkedip dârülharbe kaçmadan tövbe etmesi durumunda mallarının kendisine iade edileceği hususunda görüş birliği vardır (İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî, II, 250-251). Hanefî mezhebine göre dârülharbe kaçtığı yargı kararıyla sabit olan mürtedin ölümüne hükmedilip borçlarının ödenmesi ve mirasının dağıtılması gibi ölüme bağlı hükümler uygulanır. Diğer üç mezhepte, irtidad eden kişinin mallarının tövbe edip dönebileceği için dârülharpte ölümü kesinleşinceye kadar hâkim gözetiminde muhafaza altına alınacağı görüşü benimsenmiştir. Ebû Hanîfe ile Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre mürtedin malî tasarrufları askıda (mevkuf) olup tövbe ettiği takdirde geçerlik kazanır, irtidad üzere öldüğü takdirde butlânına hükmedilir. Şâfiî mezhebi ise mürtedin ertelenmesi mümkün olan vasiyet gibi tasarruflarının askıda; satım, hibe gibi ertelenmesi mümkün olmayan tasarruflarının bâtıl olduğuna hükmetmiştir. Ebû Yûsuf’a göre mürtedin malî tasarrufları geçerlidir. Muhammed b. Hasan ise malî tasarruflarını ölüm hastasının tasarruflarına kıyas etmiştir (bk. MARAZ-ı MEVT). Ceza bakımından erkek-kadın ayırımı yapan Hanefî mezhebinde mürted kadının malî tasarrufları geçerli sayılmıştır.

İrtidad anını kişinin hükmen ölüm anı olarak değerlendiren Ebû Hanîfe’ye göre kişinin bu hal üzere ölmesi durumunda irtidad anına kadar sahip olduğu malları müslüman mirasçılarına intikal eder; bu andan gerçek ölüm anına kadar askıda sayılan tasarruflar dışındaki yollarla edindiği mallar ise devlet hazinesine kalır. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan’a göre böyle bir ayırıma gidilmeksizin mürtedin bütün malları vârislerine intikal eder. Hanefîler dışındaki çoğunluk mürtedle müslüman mirasçıları arasındaki din farkının mirasa engel olacağını, dolayısıyla mallarının müslüman mirasçılarına intikal etmeyip devlet hazinesine kalacağını belirtmektedir. Mürtedin kimseye mirasçı olamayacağı ise genel kural olup (Muvaffakuddin İbn Kudâme, VII, 170-171; İbnü’l-Hümâm, VI, 83) mirasın taksiminden önce tövbe etmesi halinde mirasçı olabileceği Hanbelî mezhebince kabul edilmiştir.

Klasik fıkıh literatüründe ridde suç ve cezasının ele alınış tarzı, fakihlerin bu konudaki bakış açıları ve cezanın niteliğiyle ilgili yaklaşımları hakkında önemli ipuçları içerir. Konu çoğunlukla “kitâbü’r-ridde” gibi başlıklar altında ele alınırken Hanefî kaynaklarında -Allah hakları kapsamında değerlendirilse de- “kitâbü’l-hudûd” başlığı altında incelenmeyip devletler hukukuna dair “kitâbü’s-siyer” içerisinde ele alınır (meselâ bk. Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 98-134). Fakihlerin önemli bir kısmı tarafından cezanın teşrî kılınmasındaki gaye dinin muhafazası şeklinde açıklanırken (Şâfiî, VI, 145; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, II, 165) irtidad eden kadına ölüm cezası verilmeyeceği yönündeki görüşüyle çoğunluktan ayrılan Hanefî mezhebinin bu görüşünü şu şekilde temellendirdiği görülür: Cezalarda esas olan bunların âhiret hayatına bırakılmış olmasıdır; zira cezanın bu dünyada verilmesi Allah’ın kullarını bu dünyada sınaması hikmetine aykırıdır. Şâriin bu hikmetten ayrılması ve bazı cezaların bu dünyada uygulanmasını istemesi kulların faydasını göz önünde bulundurmasından kaynaklanmaktadır. İrtidad cezasındaki fayda ise mürtedin müslümanlara karşı savaşmasının önüne geçilmesiyle açıklanabilir (Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 111; İbnü’l-Hümâm, VI, 71-72).

Riddenin mahiyeti ve müeyyidesi konusunda modern dönemde ortaya atılan görüşleri iki noktada toplamak mümkündür: 1. Fıkhî ölçülere göre ridde suç sayılmamalıdır. Bu görüşün gerekçeleri şöylece özetlenebilir: a) Düşünce ve inanç özgürlüğü üzerinde hassasiyetle durarak, “Dinde zorlama yoktur” esasını vazeden (el-Bakara 2/256) Kur’ân-ı Kerîm’den müslümanlarla savaşmayan ve yönetime itaat eden mürtede ölüm cezası verilmeyeceği anlaşılmaktadır. “Onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmaz ve barış yapmak isterlerse Allah size onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir” meâlindeki âyette (en-Nisâ 4/90) İslâmiyet’i bırakıp başka dine geçenlerin kastedildiği görüşü kabul edilirse bu âyetten de müslümanlarla savaşmayan mürtedlerin öldürülmeyeceği hükmü çıkarılabilir. Mürtedin öldürülmesini emreden hadisin bu hükmü neshettiği düşünülebilirse de Kur’an’ın sünnetle neshi tartışmalı olup İmam Şâfiî gibi birçok âlim bunu kabul etmemiştir (M. Reşîd Rızâ, IV, 1539-1540). b) Konuyla ilgili hadislerin önemli bir kısmı zayıftır. “Dinini değiştireni öldürün” hadisinin sahih olduğu genelde kabul edilmekle birlikte bunu İbn Abbas’tan rivayet eden İkrime’nin bazı hadis âlimleri tarafından cerhedilmesi, hadisin tevâtür derecesine ulaşmaması ve hadler konusunda haber-i vâhidin yeterli delil sayılmaması hadisin sıhhati hakkında şüphe uyandırmakta veya hükme dayanak kılınmasını zayıflatmaktadır (A. Rahman, s. 70; Mahmûd Şeltût, s. 281). Muâz b. Cebel’den nakledilen uygulamanın ise ictihada dayalı olma ihtimali bulunmaktadır (A. Rahman, s. 78-79).


c) Ridde cezası hakkında delil gösterilen hadislerin bir kısmı irtidadla ilgili değildir. Müslümanın kanının ancak üç sebeple helâl olabileceğini belirten hadisin değişik rivayetlerindeki, irtidadı kamu düzenini bozma ve isyan vasfıyla ilişkilendiren dinini terkedip cemaatten ayrılma (yk.bk.), Allah’a ve resulüne karşı savaşıp İslâm’dan dönme (Nesâî, “Taĥrîmü’d-dem”, 11) ifadelerinin hadisin yorumunda belirleyici olması gerekir. Farklı rivayetler birlikte değerlendirildiğinde hadisin yalnızca İslâm’dan çıkmakla kalmayıp müslümanlara karşı savaşan kişilerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır (A. Rahman, s. 76-77; M. Selîm el-Avvâ, s. 157-159). d) Klasik doktrinde bazı durumların, “Dinini değiştireni öldürün” hadisinin umumi ifadesinin dışında olduğu, yani bu hadisin tahsis edildiği kabul edilmiştir. Meselâ İslâm’dan başka bir dini terkederek İslâm’a giren kişinin ittifakla bu hadisin kapsamı dışında olmasının yanında fakihlerin büyük çoğunluğuna göre İslâm dışındaki diğer dinler arasında din değiştirmeler ve Hanefîler’e göre kadının irtidad etmesi bu hadisin kapsamına girmez. Bu durum hadisin anlamının zannî olup farklı şekilde yorumlanabileceğini gösterir. Dolayısıyla hangi şartlar altında söylendiği bilinmeyen bu hadisin yukarıdaki hadislerle birlikte ele alındığında isyan veya eşkıyalık suçunu işleyenleri konu edindiği düşünülebilir. Bu yorum, “Allah ve resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde düzeni bozanlar” ifadesini kullanarak eşkıyalık suç ve cezasını konu edinen âyetlerin üslûbuyla da (el-Mâide 5/33- 34) örtüşmektedir. e) Sahâbenin Hz. Ebû Bekir döneminde mürtedlerle savaşmasının ictihada dayanan siyasî bir karar olması muhtemeldir. Nitekim onlar, irtidad eden Tay ve Esed kabilelerinin yanında irtidad etmediği halde devlete zekât vermemekte direnen Temîm ve Hevâzin kabileleriyle de savaşmış, yani kamu düzenini bozup devlete karşı isyan eden bütün grupları hedef almıştır (M. Reşîd Rızâ, IV, 1540). 2. Ridde bir ta‘zîr suçudur. Bu görüşün delilleri önceki görüşün delilleriyle büyük ölçüde paralellik arzetmektedir. Ancak bu görüş sahiplerinin, “Dinini değiştireni öldürün” hadisiyle ilgili değerlendirmeleri farklıdır. Onlara göre hadis sahih olmakla birlikte buradaki emir vücûb değil ibâha anlamındadır. Resûl-i Ekrem’in bu cezayı uyguladığına dair bir bilginin bulunmaması ve onun döneminde irtidad ettiği bilinen bazı kişilerin cezalandırılmamış olması ibâha anlamını güçlendiren karînelerdir. Hz. Ömer ve Ömer b. Abdülazîz’e atfedilen bazı farklı uygulamalar da bu yorumu desteklemekte ve ilk dönemde ridde cezası üzerinde icmâ bulunmadığını göstermektedir.

Sonuç olarak, temelde bir inanç sistemi olan İslâm’ın kendi müntesipleri tarafından bu inanca ters düşen söz ve davranışların sergilenmesini kınayarak mürtedin uhrevî cezaya çarptırılacağını bildirmesi tabii olmakla birlikte bu hususu açıkça belirten Kur’ân-ı Kerîm’in irtidadın dünyadaki cezaî müeyyidesinden söz etmemesi, ilgili bazı hadislerin “irtidad edip cemaatten ayrılan” ve “Allah ve resulüne savaş açan” tarzında ifadeler taşıması, ilk döneme ait ridde cezası uygulamalarının kamu düzenini sağlama amacıyla izah edilebilir oluşu ve Hanefî mezhebinin irtidad eden kadına ölüm cezası verilmeyişinin gerekçesini kadının savaşmamasıyla açıklaması farklı yorumlara uygun bir zemin oluşturmaktadır. Klasik dönem fakihleri mevcut delillerden irtidad eden erkek hakkında ölüm cezasının öngörüldüğü sonucunu çıkarmış olsa da onların mürtedi dârülharp vatandaşı statüsünde görme eğilimi taşıması ve özellikle Hanefî mezhebinin irtidad cezasını ısrarlı bir şekilde savaş hukukunun esaslarıyla ilişkilendirmesi, bu konudaki doktrinin oluşmasında İslâm toplumunun içinde bulunduğu tarihî ve içtimaî şartların yanı sıra dönemin uluslararası ilişkilerine hâkim olan statükonun önemli bir etkisi olduğunu düşündürmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “rdd” md.; Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ħarâc (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Kahire 1397, s. 195; Şâfiî, el-Üm, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), VI, 145, 154, 155; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Beyrut 1972, X, 165-166, 176; İbn Ebû Şeybe, el-Muśannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, VI, 585; VII, 598, 602; İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî, el-İşrâf Ǿalâ meźâhibi ehli’l-Ǿilm (nşr. Muhammed Necîb Sirâceddin), Devha 1987, II, 239, 250-251, 256; Mâverdî, el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye (nşr. Ahmed Mübârek el-Bağdâdî), Kahire-Küveyt 1409/1989, s. 74; İbn Hazm, el-Muĥallâ (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1988, XII, 33-34, 112-113, 115-116; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1414/1994, VIII, 197; İbn Abdülber en-Nemerî, et-Temhîd (nşr. Mustafa b. Ahmed el-Alevî - M. Abdülkebîr el-Bekrî), Mağrib 1387/1967, V, 306; VI, 313; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 98-134; a.mlf., Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Abdülazîz Ahmed), Kahire 1971-72, IV, 1938; V, 2016; Kâsânî, BedâǿiǾ, VII, 134; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Beyrut 1986, II, 459; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1983, VII, 170-171; X, 77, 83, 87; İbn Dakīkul‘îd, İĥkâmü’l-aĥkâm (Emîr es-San‘ânî, el-ǾUdde ĥâşiye Ǿalâ iĥkâmi’l-aĥkâm [nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî] içinde), Kahire 1410/1990, IV, 256; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî (Hatîb), XII, 270; Bedreddin el-Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1392/1972, XIX, 364; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, VI, 71-72, 82-83; İbn Hacer el-Heytemî, Tuĥfetü’l-muĥtâc, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), IX, 80; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ĥüccetullāhi’l-bâliġa (nşr. Seyyid Sâbık), Kahire-Bağdad, ts. (Mektebetü’l- Müsennâ), II, 165; M. Reşîd Rızâ, Fetâvâ (nşr. Selâhaddin el-Müneccid - Yûsuf K. Hûrî), Beyrut 1390-92/1970-72, IV, 1539-1544; A. Rahman, Punishment of Apostasy in Islam, Lahore 1978, s. 70, 76-77, 78-79; M. Selîm el-Avvâ, Fî uśûli’n-nižâmi’l-cinâǿiyyi’l-İslâmî, Kahire 1983, s. 157-159; Mahmûd Şeltût, el-İslâm Ǿaķīde ve şerîǾa, Kahire 1990, s. 281; Îsâ Mennûn, “Ĥükmü’l-mürted fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye”, ME, XXVII/8 (1956), s. 884-892; Moshe Perlmann - Dov Noy, “Apostasy”, EJd., III, 201-215; F. J. Foakes-Jackson - Th. W. Juynboll, “Apostasy”, ERE, I, 623-626; W. Heffening, “Murtadd”, EI² (İng.), VII, 635-636; M. Lecker, “al-Ridda”, EI² Suppl. (İng.), s. 692-695; “Ridde”, Mv.F, XXII, 180-201; H. G. Kippenberg, “Apostasy”, Encyclopedia of Religion (ed. L. Jones), New York 2005, I, 430-434; Ali Bardakoğlu, “İrtidat”, İslamda İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (ed. İbrahim Kâfi Dönmez), İstanbul 2006, II, 949-951.

İrfan İnce




Ridde Olayları. Resûl-i Ekrem’in Vedâ haccından dönüp Medine’de rahatsızlandığı günlerde bazı yalancı kimselerin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmasıyla ridde olayları başlamış, vefatının ardından bir kısım bedevî kabilelerin namaz kılacaklarını, ancak zekâtı ödemeyeceklerini ilân etmesiyle genişleyip isyana dönüşmüştür. Resûl-i Ekrem, peygamber olduklarını iddia eden iki kişinin ortaya çıkacağını haber vermiştir: “Bir gün rüyamda iki kolumda altından iki bilezik gördüm ve bundan hoşlanmadım. Bu sırada bana rüyamda bileziklere doğru üfürmem vahyedildi, ben de üfledim; bunun üzerine uçup gittiler. Ben bu ikisini benden sonra çıkacak iki yalancı ile yorumladım. Bunlardan biri Ansî, diğeri Müseylime’dir” (Buhârî, “Meġāzî”, 70, 71; Müslim, “Rüǿyâ”, 21). Esved el-Ansî, Hz. Peygamber’in rahatsızlığını fırsat bilip kendisine “Rahmânü’l-Yemen” sıfatını vererek peygamber olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Yemen’deki Ans ve Mezhic kabilelerinin desteğini sağladıktan sonra Necran bölgesinde etrafına topladığı 600-700 süvariden meydana gelen kuvvetleriyle San‘a üzerine yürüdü. Kendisine karşı koyan Vali Şehr b. Bâzân’ı öldürüp önce buraya, daha sonra Yemen’in büyük kısmına hâkim oldu. Esved’i İslâmiyet’e davet etmek için Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi görevlendiren Resûlullah, olumsuz cevap alınca bölgedeki valilere ve ileri gelenlere mektuplar göndererek Esved’in ortadan kaldırılmasını emretti. Ebnâ’dan Fîrûz ed-Deylemî ile Esved’in taraftarlarından


bazıları Resûlullah’ın emrini yerine getirmek üzere harekete geçtiler. Kocasını öldürüp kendisini zorla nikâhladığı için Esved’den nefret eden, aynı zamanda Fîrûz ed-Deylemî’nin amcasının kızı olan Âzâd’ın yardımıyla bir gece Esved’i evinde öldürdüler (8 Rebîülevvel 11 / 3 Haziran 632).

Hz. Ebû Bekir halife seçilince başta Müseylimetülkezzâb olmak üzere peygamberlik iddiasında bulunanlar ve irtidad eden kabilelerle uğraşmak zorunda kaldı. Bazı bedevî Arap kabileleri Medine’ye heyetler gönderip namaz kılacaklarını, ancak zekât vermeyeceklerini bildirdiler. Peygamber olduğunu iddia edenlerle savaşma konusunda bir ihtilâf bulunmamakla birlikte devlete zekât vermek istemeyenlerle mücadele hususunda Medine’de sahâbîler arasında farklı görüşler ortaya çıktı. Hz. Ömer, “lâ ilâhe illallah” diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söylerken bazıları o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif etti. Hangi sebeple olursa olsun isyan edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını ve zekât vermekten kaçınanlarla savaşmanın şart olduğunu belirtti. Hz. Ebû Bekir, 11. yılın Cemâziyelevvel ayında (Ağustos 632) 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’ye karşı yürüdü; Zülkassa’daki kısa bir çarpışmanın ardından âsiler dağıldı. Daha sonra Medine çevresinde yaşayan kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşip peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî’nin üzerine yürümeyi kararlaştırdı. Başta Hz. Ömer ve Ali olmak üzere ileri gelen sahâbîler kendisinin Medine’de kalması gerektiği hususunda ısrar edince 4000 kişilik ordunun başına Hâlid b. Velîd’i getirdi. Hâlid’e Tuleyha’yı bertaraf etmesini, arkasından Secâh’ın ve zekâtlarını vermeyen Temîm kabilesinin, daha sonra Müseylimetülkezzâb’ın üzerine gitmesini emretti. Ayrıca Yemen, Hadramut, Bahreyn ve Uman’daki isyancılarla mücadele etmeleri için valilere emir verdi ve kendilerine destek birlikleri göndermeye başladı.

Hâlid b. Velîd, 27 Cemâziyelâhir 11 (19 Eylül 632) tarihinde Zülkassa’dan Tuleyha’nın karargâhını kurduğu Büzâha’ya doğru harekete geçti. Yolda ordusunda bulunan Adî b. Hâtim et-Tâî’nin yardımıyla Adî kabilesi ve kollarının irtidad etmesini önledi ve bu kabileden 1000 kişilik bir birliğin kendisine katılmasını sağladı. Öte yandan Benî Fezâre’den Uyeyne b. Hısn 700 kişiyle Tuleyha’nın safında yer aldı. Yapılan savaşta isyancıların bir kısmı öldürüldü; Tuleyha karısıyla birlikte Suriye taraflarına gidip Kelb kabilesine sığındı. Uyeyne esir alınıp Medine’ye gönderildi. Savaştan sonra Esed ve Gatafân kabileleri tekrar İslâm’a döndüler. Hz. Ebû Bekir tövbe eden Uyeyne’yi cezalandırmadı. Tuleyha da Hz. Ömer döneminde Medine’ye gelip halifeye biat etti ve Irak fetihlerine katıldı.

Ardından Temîm kabilesinin yurdu Bütâh’a hareket eden Hâlid b. Velîd orada kimseyi bulamayınca bölgenin çeşitli yerlerine müfrezeler gönderdi. Bu müfrezelerden biri Mâlik b. Nüveyre’yi ve yanındaki on bir kişiyi yakalayıp Hâlid’in yanına getirdi. Mâlik, Resûl-i Ekrem’in vefatını öğrenince zekât olarak topladığı develeri sahiplerine iade etmiş, kabilesine kendilerinden zekât istememesi halinde Resûlullah’ın yerine geçecek Kureyşli’nin yanında yer alabileceklerini, bu malların kendi hakları olduğunu söylemişti. Mâlik’i yakalayan müslümanlar onun mürted olup olmadığı hususunda ihtilâfa düştüler, neticede mürted olduğuna inanan Hâlid b. Velîd’in emriyle öldürüldü.

Temîm kabilesine mensup olan ve Irak’ta Benî Tağlib arasında yaşayan Secâh bint Hâris, Temîm kabilesinde zekât konusunda ihtilâf çıktığı bir sırada kabilesine gelip peygamber olduğunu iddia etti. Secâh hıristiyandı ve kâhinlik yapıyordu. Mâlik, bir ordu oluşturacak kadar taraftar toplayan Secâh’a Temîm kabilesinden müslüman kalanlarla savaşmasını söyledi. Secâh daha sonra Müseylimetülkezzâb’ın üzerine yürümeye karar verdi. Ancak Müseylimetülkezzâb, müslümanlarla savaşmak mecburiyetinde kalacağından Secâh’a hediyeler gönderip kendisiyle anlaşma cihetine gitti. Bazı rivayetlere göre üç günlüğüne onunla evlenip peygamberlik iddiasından vazgeçmesini sağladı. Bu sırada Irak’taki kabilesine dönen Secâh, Muâviye zamanında müslüman olarak öldü.

Hâlid b. Velîd, zekât vermeyi reddeden ve Secâh’ı peygamber kabul eden Temîmliler’i itaat altına aldı; ardından Benî Hanîfe kabilesinin reisi Müseylimetülkezzâb ile savaşmak için Yemâme’ye hareket etti. Müseylime kabile heyetiyle birlikte daha önce Medine’ye gelmiş, Resûl-i Ekrem ile görüşmesinde ondan sonra hâkimiyetin kendisine verilmesini istemiş, Resûl-i Ekrem onun bu talebini reddetmiş, Yemâme’ye dönünce Resûlullah’a yazdığı mektupta kendisinin peygamber olduğunu, yeryüzünün yarısının kabilesine, diğer yarısının Kureyş’e ait bulunduğunu bildirmişti. Hz. Peygamber yolladığı cevabî mektupta onu çok yalancı (kezzâb) diye nitelemiş, yeryüzünün Allah’a ait olduğunu ve onu istediğine vereceğini bildirmiş, Habîb b. Zeyd el-Ensârî’yi ona elçi olarak göndermişti. Müseylime, Benî Hanîfe mensuplarıyla görüşen Habîb b. Zeyd’i öldürtmüştü. Kabilesinden müslüman olan Sümâme b. Üsâl’i mağlûp etmiş ve Hz. Ebû Bekir’in sevkettiği birlikler bir başarı sağlayamamıştı. Hâlid b. Velîd, Yemâme’de her iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği şiddetli bir savaştan sonra Müseylimetülkezzâb’ı ortadan kaldırdı (Rebîülevvel 12 / Mayıs-Haziran 633) ve Benî Hanîfe kabilesi mensuplarıyla bir anlaşma yaparak onların İslâmiyet’e dönmesini sağladı.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Necran ve Yemen’de Kays b. Mekşûh el-Murâdî’nin başını çektiği yeni bir isyan hareketi ortaya çıktı. Daha önce Esved el-Ansî’nin öldürülmesi sırasında Fîrûz ed-Deylemî ile beraber hareket eden Kays, Hz. Ebû Bekir’in Ebnâ’dan olan Fîrûz’u Yemen’e vali tayin etmesi üzerine halkı vali aleyhinde kışkırtmaya başladı. Başta Fîrûz olmak üzere Ebnâ’nın ileri gelenlerini öldürmek için Esved el-Ansî’nin ordusundaki bazı kimseleri etrafına toplayan Kays, Ebnâ’dan Dâzeveyh’i katletti ve bir kısmını yurtlarından sürdü. Fîrûz, bölge valileri ve Muhâcir b. Ebû Ümeyye’nin kumandasında Medine’den gelen destek birlikleriyle birleşerek Kays’ı yenilgiye uğrattı. Yemen’de başlayan ikinci isyan da bastırıldı. Kays ile arkadaşları Ferve b. Müseyk el-Murâdî ve Amr b. Ma‘dîkerib esir alınarak Medine’ye gönderildi. Halife tarafından affedilen esirler daha sonra fetihlere katıldı.

Bu dönemde Hadramut’ta da irtidad hareketleri ortaya çıktı. Hz. Peygamber’in zekât toplamak ve İslâm’ı tebliğ etmek için Hadramut’ta Kinde kabilesinde görevlendirdiği Ziyâd b. Lebîd el-Ensârî, Kindeli bir müslümandan genç bir dişi deveyi zekât olarak alıp zekât damgası vurdu. Kindeli bu devenin geri verilerek yerine başka bir hayvanın alınmasını istedi. Ziyâd’ın zekât damgası vurulan deveyi geri veremeyeceğini söylemesi üzerine Kindeliler isyan etti. Kabilenin reisi Eş‘as b. Kays isyancıların başına geçti. Ziyâd durumu Hz. Ebû Bekir’e bildirdi. Ebû Bekir, daha önce Yemen’e gönderdiği Muhâcir b. Ebû Ümeyye’ye mektup yazarak Ziyâd’a yardım için Hadramut’a gitmesini emretti. Ziyâd ve Muhâcir kumandasındaki ordu isyanı bastırdı. Kindeliler, Nüceyr Kalesi’ne sığınmaya mecbur kaldılar. Kabile reisi Eş‘as b. Kays eman istedi. Hz. Ebû Bekir


tövbe eden Eş‘as’ı affetti ve onu kız kardeşi Ümmü Ferve ile evlendirdi. Bölge halkından pek çok kimse daha sonra Medine’ye gelerek fetihlere katıldı. Bahreyn’de yerli unsurların Vali Hutam el-Abdî liderliğinde irtidad edip kısa zamanda Hecer, Katîf ve Dârîn şehirlerini ele geçirmeleri üzerine Hz. Ebû Bekir bölgeye Alâ b. Hadramî kumandasında kuvvetler gönderdi. Mürtedler Hecer’de kuşatıldı ve reisleri Hutam öldürüldü. Bahreyn yeniden Medine’ye bağlandı.

İrtidad hareketi Uman’a da yansıdı. Bölge, Hz. Peygamber zamanında müslüman olan Cülendâ’nın iki oğlu Abd ve Ceyfer tarafından yönetiliyordu. Bunları kıskanan Lakīt b. Mâlik etrafına pek çok kimseyi toplayıp Debâ şehrini işgal etti. Abd ile Ceyfer şehri terketmek zorunda kaldılar. Kara ve deniz ticaretinden kendisine ödenen vergilerle yetinmeyen Lakīt’in Seyf b. Ömer’in rivayetine göre peygamberlik iddiasında bulunduğu anlaşılmaktadır (Taberî, I, 1977-1982). Bu sırada zekât âmili olarak Uman’da bulunan Huzeyfe b. Yemân gelişmeleri Hz. Ebû Bekir’e bildirdi. Halife, Yemâme’de başarılı olamayan İkrime b. Ebû Cehil ve Arfece b. Herseme el-Bârikī’ye Uman’a gitmelerini emretti. Kanlı bir savaştan sonra Lakīt’in Debâ’da başlattığı isyan bastırıldı. Bölge halkı daha sonra İran ve Horasan’daki fetihlerde önemli rol oynadı.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Meġāzî”, 23; Müslim, “Rüǿyâ”, 22; Vâkıdî, Kitâbü’r-Ridde (nşr. Muhammed Hamîdullah), Paris 1409/1989; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 72, 240, 599-600; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 113, 125-155; Taberî, Târîħ (de Goeje), I, 1748-1750, 1851-1868, 1881-2015; İbn Hubeyş, Ġazavât (nşr. Süheyl Zekkâr), Beyrut 1412/1992, I, 3-131; Kelâî, el-Ħilâfetü’r-râşide ve’l-buŧûletü’l-ħâlide fî ĥurûbi’r-ridde (nşr. Ahmed Guneym), Kahire 1401/1981; L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Câhid), İstanbul 1926, VIII-IX; Bahriye Üçok, İslâmdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler (Hicri 7.-11. Yıllar), Ankara 1967; a.mlf., “Ridde”, AÜİFD, VII (1958-59), s. 97-113; Mustafa Fayda, İslâmiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı, Ankara 1982, s. 115-119, 124-128, 133-134; a.mlf., Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, İstanbul 2006, s. 239-289; Ali el-Atûm, Ĥareketü’r-ridde, Amman 1407/1987; Şâkir el-Fahhâm, “ĶıtǾatün fî aħbâri’r-ridde li-müǿellifin mechûlin”, Fuśûl edebiyye ve târîħiyye li-mecmûǾa mine’l-Ǿulemâǿ ve’l-üdebâǿ (nşr. Hüseyin Atvân), Beyrut 1414/1993, s. 149-225; İlyas Şevfânî, Ĥurûbü’r-ridde, Beyrut 1995; M. Salih Arı, Hz. Ebû Bekir ve Ridde Savaşları, İstanbul 1996; Necde Hammâş, “er-Ridde ve mevķıfü Ebî Bekr minhâ”, Dirâsat târîħiyye, sy. 5, Dımaşk 1401/1981, s. 151-163; Saîd Abdülfettâh Âşûr, “Edvâǿ Ǿalâ ĥareketi’r-ridde fî śadri’l-İslâm”, ǾÂlemü’l-fikr, XII/4, Küveyt 1982, s. 283-328; Abdullah b. Muhammed es-Seyf, “eş-Şâbitûne Ǿale’l-İslâm fî şarķi’l-Cezîreti’l-ǾArabiyye eşnâǿe ĥareketi’r-ridde”, ed-Dâre, XXX/1, Riyad 2004, s. 11-36; Sa‘d b. Abdurrahman el-Ubeysî, “Menhecü Ebî Bekr ve ǾÖmer (r.a.) fî müvâceheti ĥareketi’r-ridde ve tesviyeti meşâkilihâ”, a.e., XXXI/1 (2005), s. 13-64; M. Lecker, “al-Ridda”, EI² Suppl. (İng.), s. 692-695.

Mustafa Fayda