RUKBÂ

(الرقبى)

Diğer tarafın ölümü halinde malın kendisine dönmesi şartıyla yapılan bağış anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “beklemek, gözetlemek” anlamındaki rakb kökünden türeyen rukbâ kelimesi, fıkıh terimi olarak bir kimsenin, bağışta bulunulan tarafın (mevhûb leh) daha önce ölmesi halinde bağış konusu malın kendisine dönmesi şartıyla hibede bulunmasını ifade eder (Mâlikîler’in rukbâ tanımı için aş.bk.). Rukbâ Câhiliye devrinde bilinen bir muamele olup Araplar bunu, “Şu evimi ben senden önce ölürsem senin ve vârislerinin olması, sen benden önce ölürsen tekrar bana dönmesi şartıyla bağışladım” veya kısaca, “Şu evimi sana rukbâ (habîse) kıldım” gibi ifadeler kullanarak yapıyorlardı. Kaynaklarda âdeta taraflardan her biri diğerinin ölümünü beklediği için bu işleme rukbâ denildiği belirtilir. Konuyla ilgili açıklamalar ve başka kayıtlar taşıyan rukbâ uygulamaları dikkate alındığında bağışlayanın diğer tarafın ölümünü beklemesinin bağış konusu malın mülkiyetinin âkıbetiyle ilgisinin devam etmesi anlamında olduğu anlaşılır (meselâ bk. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, II, 77; İbn Sîde, VI, 393). Câhiliye döneminde uygulanan ve kaynaklarda genellikle rukbâ ile birlikte ele alınan bir muamele şekli de umrâdır. Sözlükte “ömür, hayat” anlamındaki umr kökünden türeyen umrâ fıkıhta, “bağışlayanın ya da lehine bağışta bulunulan kişinin hayatta olması kaydıyla yapılan bağış” mânasına gelir. Araplar, “Şu evimi ömrüm / ömrün boyunca sana verdim; evim yaşadığım / yaşadığın sürece senin olsun” gibi sözlerle veya kısaca, “Şu evimi sana umrâ kıldım” diyerek şartlı bağışta bulunurlardı. Bu tür hibede bağışlayan hibeyi kendisinin veya bağışta bulunanın hayatta bulunacağı süre ile sınırlandırmayı amaçlamakta ve mevhûb lehin ölmesi durumunda o malın kendisine veya vârislerine dönmesini istemektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçmeyen rukbâ ve umrâ kelimeleri hadislerde terim anlamıyla ve çok defa birlikte kullanılarak yer almaktadır (Miftâĥu künûzi’s-sünne, “ruķbâ” ve “Ǿumrâ” md.leri). Bu rivayetlerde Hz. Peygamber bir taraftan umrânın yahut umrâ ve rukbânın câiz, bu yolla verilen malın bağışlanan şahsın mülkü olduğunu ve çocuklarına miras kalacağını belirtirken (Buhârî, “Hibe”, 32; Müslim, “Hibât”, 20-25, 30-32; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 85-87) diğer taraftan ashabına mallarını ellerinde tutmalarını tavsiye edip umrâ ve rukbâ yapmaları durumunda bu malların mülkiyetini kaybedecekleri uyarısında bulunmaktadır (Müslim, “Hibât”, 26-27).

Rukbâ ve umrâ ile ilgili hükümler fıkıh eserlerinin hibe bölümlerinde ele alınmaktadır. Resûl-i Ekrem’in konuya ilişkin uyarıcı ifadelerini yasaklama yönünde yorumlayarak rukbâ ve umrâyı geçersiz sayanlar yanında bu iki işlemi hem mahiyet hem hüküm itibariyle aynı kabul eden ve ilgili rivayetlere dayanarak her ikisini câiz ve geçerli gören fakihler de vardır. Fakihlerin çoğunluğu bu iki kavramı birbirinden farklı veya benzer nitelikte görmekle birlikte akdi geçerli ve şartı geçersiz sayma eğilimindedir. Dolayısıyla gerek rukbâ ve umrânın meşruiyeti gerekse farklı uygulama biçimlerine göre hükümleri konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır.

Mülkiyetin kime ait olacağı taraflardan birinin önce ölmesi şartına bağlanarak belirsizlik üzerinde anlaşma yapıldığı için rukbâ Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Hasan’a göre câiz ve geçerli olmayıp bu işleme dayanılarak teslim edilen mal âriyet niteliğindedir. Rukbâyı “iki kişinin karşılıklı olarak hangisi erken ölürse malını diğerine bağışlaması” şeklinde tanımlayan Mâlikîler’e göre de rukbâ işlemi geçerli değildir. İlgili rivayetleri delil gösterip rukbâ ve umrânın temelde birbirine benzediğini söyleyen Şâfiîler, Hanbelîler ve Hanefîler’den Ebû Yûsuf ise her iki işleme aynı hukukî sonucu bağlayıp akdin geçerli, şartın hükümsüz olacağını belirtir. Hanefî kaynaklarında mezhep görüşü olarak Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Hasan’ın ictihadının kabul edildiğine dair kayıtlar bulunduğu gibi Ebû Yûsuf’un görüşünü tercih edenler de vardır.

Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri konuya ilişkin hadislere dayanarak ister ölüm sonrası için bir kayıt zikredilmeden mutlak yapılsın, ister öldükten sonra malın bağışlayana geri döneceği ya da lehine bağış yapılan şahsın mirasçılarına kalacağı şeklinde bir kayıtla yapılsın umrâyı câiz ve geçerli görmektedir. Ancak Hanefî ve Hanbelîler’e göre bu işlemde malın


ölümden sonra bağışlayana geri dönmesi şartı hükümsüz olup mal lehine umrâ yapılan kişiye teslim edildiğinde akid kesinleşmiş ve mülkiyet karşı tarafa geçmiş olur. Zira İslâm borçlar hukukundaki yerleşik kurala göre tek taraflı kazandırıcı işlemlerde akdin muktezasına aykırı şartlar bâtıl, akid ise sahih kabul edilmektedir. Mâlikîler ve onlarla aynı kanaatte olan bir kısım âlimler, sahâbe ve tâbiînden nakledilen bazı söz ve uygulamalara dayanarak öldükten sonra malın geri alınması şartı koşulmuşsa buna riayet edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Mâlikî mezhebinde umrâ sonucu teslim edilen malın hukukî niteliğini vakıf veya âriyet şeklinde belirleyen iki görüş mevcuttur. Şâfiîler ilke olarak umrâyı câiz görme noktasında çoğunluğun görüşüne katılmakla birlikte bu işlemin mutlak veya şartlı yapılmasına göre bazı ayırımlara giderek mezhep içinde farklı görüşler ortaya koymuşlardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “rķb”, “Ǿamr” md.leri; Fîrûzâbâdî, el-Ķāmûsü’l-muĥîŧ, “rķb” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “rķb” md.; el-Muvaŧŧaǿ, “Aķżıye”, 43-45; Müsned, I, 250, 347; Tirmizî, “Ahķâm”, 15-16; Nesâî, “Ruķbâ”, 1-2, “ǾUmrâ”, 1-4; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Ġarîbü’l-ĥadîŝ (nşr. M. Abdülmuîd Han), Beyrut 1396, II, 77; Tahâvî, Şerĥu MeǾâni’l-âŝâr, IV, 90-94; Mâverdî, el-Ĥâvi’l-kebîr (nşr. Ali M. Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1414/1994, VII, 539-543; İbn Sîde, el-Muĥkem ve’l-muĥîŧü’l-aǾžam (nşr. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrut 2000, VI, 393; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Mekke 1414/1994, VI, 171-176; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 116-117; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, İstanbul 1985, II, 278-279; İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1412/1992, VIII, 281-288; Nevevî, Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1412/1992, IV, 432-434; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 398-399; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, IV, 307-309; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿale’ş-Şerĥi’l-kebîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), IV, 108-109; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, V, 15-18; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, Beyrut 1407/1987, IV, 520-521; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, II, 625, 662-664; Bilmen, Kamus2, V, 234-235; “Ruķbâ”, Mv.F, XXIII, 5-6; “ǾUmrâ”, a.e., XXX, 311-313.

Hacı Mehmet Günay