RÜŞVET

(الرشوة)

Yetkiyi, görevi veya nüfuzu kötüye kullanarak sağlanan gayri meşrû menfaat.

Sözlükte başka anlamları yanında “haksız bir menfaat sağlamak için verilen ödül, ücret veya ödenen bedel” mânasındaki reşv kökünden türeyen rüşvet (reşvet, rişvet) kelimesi fıkıhta yetkiyi, görevi veya nüfuzu kötüye kullanarak sağlanan gayri meşrû menfaati ifade eder. Rüşvet karşılıklı çıkar teminine ve iltimasa dayandığı için musânaa (karşılıklı iyilik yapmak) ve muhâbât (kayırmak) kelimeleriyle de belirtilmiştir. Rüşvet verene râşî, alana mürteşî, aracılık yapana râiş denilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de rüşvet lafız olarak geçmemekle birlikte, “Bile bile, günaha saparak insanların mallarından bir kısmını yemek için onları -mallarınızın bir parçasını- yetkililere aktarmayın” meâlindeki âyette (el-Bakara 2/188) açık biçimde yasaklanmıştır. Ayrıca haram (suht) yemeyi davranış biçimi haline getiren yahudileri kınayan âyetteki (el-Mâide 5/42) “suht” kelimesi başta rüşvet olmak üzere “haram kazanç yolları” diye yorumlanmıştır. Hz. Peygamber tarafından vergi memuru olarak Hayber’e gönderilen Abdullah b. Revâha’nın vergiyi az alması için kadınlarının ziynet eşyalarını rüşvet vermeyi teklif eden yahudilere, “Teklif ettiğiniz bu rüşvet bir suhttür, biz onu yemeyiz” diyerek reddetmesi (el-Muvaŧŧaǿ, “Müsâķāt”, 2); yine “suht” ile beslenmiş vücudun cennete giremeyeceğini ve cehennemin ona daha uygun olduğunu bildiren Resûl-i Ekrem’in suhtün ne anlama geldiği sorusuna “hükümde rüşvettir” şeklinde cevap vermesi (Taberî, IV, 581) bu yorumu desteklemektedir. Suht kelimesinin rüşvet anlamına geldiği Hz. Ömer, Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Abdullah b. Abbas ve Zeyd b. Sâbit gibi sahâbîlerle Mücâhid b. Cebr, Katâde b. Diâme ve Dahhâk b. Müzâhim gibi tâbiîn devrinin ileri gelen âlimlerinden de nakledilmektedir (a.g.e., IV, 580; Sadrüşşehîd, s. 86).

Rüşvet hadislerde de yasaklanarak rüşvet alan, veren (İbn Mâce, “Aĥkâm”, 2; Ebû Dâvûd, “Akżıye”, 4; Tirmizî, “Aĥkâm”, 9) ve bu işe aracılık eden (Müsned, V, 279) lânetlenmiştir. Ayrıca Resûl-i Ekrem özelde zekât memurlarına (Müsned, V, 424), genelde devlet görevlilerine (Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, X, 233) verilen hediyeleri “devlet malına hıyanet, ganimetten çalma” şeklinde nitelemiş (bk. GULÛL), nüfuzu kötüye kullanıp menfaat temin etmenin her türlüsünü yasaklamıştır. Konuyla ilgili rivayetlerden birine göre Hz. Peygamber, zekât tahsiliyle görevlendirdiği İbnü’l-Lütbiyye’nin vazifesi sırasında kendisine verilen hediyeleri sahiplenmesi üzerine hiddetlenmiş ve şöyle buyurmuştur: “Annesinin babasının evinde oturmuş olsaydı kendisine böyle hediyeler verilir miydi? Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin ederim ki herhangi biriniz bu malda hainlik yaparak haksız bir şey alırsa kıyamet gününde o malı böğüren bir deve veya bir sığır yahut meleyen bir koyun şeklinde boynunda taşıyarak getirecektir” (Buhârî, “Eymân”, 3; “Ĥiyel”, 15; Dârimî, “Zekât”, 30; “Siyer”, 52).

İslâm hukuk literatüründe rüşvetin biri geniş, diğeri dar olmak üzere iki anlamda geçtiği görülür. Geniş anlamıyla rüşvet kavramının kullanıldığı durumlardan biri, özel hukuk alanına giren konularda da olsa bir vazifenin ifası karşılığında haksız ücret veya menfaat elde edilmesidir. Meselâ Kâsânî, evlilik içinde kadının çocuğunu emzirme karşılığında kocasından ücret istemesini rüşvet olarak nitelendirir (BedâǿiǾ, IV, 40-41). Yine Hanefîler, ihtisas kabilinden olan mücerret haklardan doğan menfaatlerin akid yoluyla başkasına devri mümkün olmadığından karşılığında alınan bedeli de rüşvet kapsamında değerlendirerek câiz görmezler. Hanefî fakihleri bu tür hakların temlik edilemediğini (a.g.e., VI, 190) ve sadece ilgili kişilerin zararını gidermek için meşrû kılındığını, hak sahibinin bedele rıza göstermesinin ise zararın bulunmadığına delâlet ettiğini ileri sürerler (İbn Âbidîn, IV, 14-15). Meselâ şüf‘a hakkının devri karşılığında alınan bedel rüşvetle ilişkilendirilerek câiz görülmez (Muhammed b. Hüseyin b. Ali et-Tûrî, VIII, 255; Abdülganî b. Tâlib el-Meydânî, II, 113). Mera, yayla, odun toplama alanları gibi kamunun kullanımına açık alanlarda bazı kişilerin yetkili olmadıkları halde buralardan istifade edenlerden istedikleri ücret de rüşvet kapsamında kabul edilir (İbn Nüceym, er-Resâǿilü’z-Zeyniyye, s. 202-203). Bir mala ücret mukabilinde kefil olmak gibi ahlâkî bir vazife karşılığında ücret istenmesi de rüşvet sayılmıştır.

Dar anlamda rüşvet, “kamu görevlisinin yetkisini ya da nüfuzunu kötüye kullanarak sağladığı çıkar” şeklinde tanımlanabilir. Fıkıh literatüründe rüşvetle ilgili konular genellikle fürû kitaplarının yargılama usulü (edebü’l-kādî) bölümlerinde ve aynı


isimle kaleme alınmış müstakil eserlerde işlenir. Adaleti tevzi konumunda bulunan hâkimlere bu hastalığın bulaşması durumunda rüşvetle mücadele imkânsız hale geleceği için rüşvetle ilgili konular hâkimi merkeze alarak incelenmiş, hatta bazı âlimler rüşvetin tanımını yargıçlara sağlanan haksız kazançla sınırlı tutmuştur (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 195). Rüşvet büyük günahlardan olduğu ve yıkıcı etkisi güçlü suçlarla mücadelede hukukî müeyyide yanında dinî ve ahlâkî değerlere dayalı sorumluluk bilincinin ön plana çıkarılması gerektiği için İslâm ahlâkıyla ilgili eserlerde de bu konu üzerinde geniş biçimde durulmuştur (meselâ bk. Gazzâlî, II, 154-156; Zehebî, s. 142).

Tedavisi en zor ve en eski toplumsal hastalıklardan olan rüşvet bütün ilâhî dinlerde yasaklandığı gibi eski Hint, Mısır, İran, Sumer ve Yunan toplumlarında da bu suçla mücadele edilerek özellikle adlî rüşvete ağır cezalar verilmiş, Roma hukukunda rüşvet alan yargıca ölüm cezası öngörülmüş ve memurların basit eşyalar dışında hediye kabul etmesi yasaklanmıştır (Mumcu, s. 22-41). Eski Ahid’de rüşvet, adam kayırma, yargılarken taraf tutma menedilmiş, rüşvetin gören insanı hatta bilge kişiyi kör ettiği, haklıyı haksız çıkardığı (Çıkış, 23/8; Tesniye, 16/19), adaleti saptırmak için gizlice rüşvet alanın kötü kişi olduğu (Süleyman’ın Meselleri, 17/23) belirtilmiş ve suçsuz birini öldürmek için rüşvet alan açıkça lânetlenmiş (Tesniye, 27/25), hediye isteyen ve rüşvet alan önderler, yargıçlar (Mika, 3/11; 7/3), adaletten sapıp rüşveti seven ve armağan peşine düşen şehir halkı (İşaya, 1/23) kötülenmiştir. Eski Ahid’in daha birçok yerinde rüşvet konusu üzerinde geniş biçimde durulması o dönemde yahudiler arasında rüşvetin oldukça yaygın olduğunu göstermektedir; Kur’ân-ı Kerîm’in ifadeleri de bu hususu teyit etmektedir (yk.bk.).

Yeni Ahid’de Pavlus’un yargılanması sırasında Sezerya Valisi Felix’in ondan rüşvet beklentisi içinde olduğundan söz edildiği (Resullerin İşleri, 24/26) ve Pavlus’un bu beklentiye cevap vermediği yolundaki ifadeler dikkate alındığında hıristiyan kutsal kitabının rüşveti tasvip etmediği sonucuna ulaşılır. Hıristiyanlık’ta rüşvet dinî açıdan günah olduğu gibi kilise hukukunda da suç sayılmıştır. Katolik kilise hukukuna göre yargıcın taraflardan herhangi bir menfaat talep etmesi rüşvet suçunun teşekkülü için yeterlidir. Rüşvet veren bakımından ise suç hükümden önce yargıca menfaat teklifinin yapılmasıyla oluşur. Rüşvet alan yargıç ve rüşvet veren kişi kiliseden ihraç edilir. Ayrıca böyle bir suça karışan yargıç görevinden azledilir. Kilise görevlilerinin para karşılığı günah çıkarma gibi ruhanî yetkilerini kötüye kullanarak menfaat temin etmeleri kiliseden azledilmelerini, rüşveti verenin de kiliseden ihracını gerektiren bir suçtur. Bizans İmparatoru Jüstinyen tesbit edilen rüşvetin kiliseye gelir olarak kaydedilmesi esasını koymuştur. Katolikler dışındaki diğer hıristiyan mezheplerinde de rüşvet bir suç olarak kabul edilmiş ve özellikle kilise görevlilerinin işlediği bu tür suçlar diğerlerine göre daha ağır müeyyidelerle karşılanmıştır.

İslâm âlimleri rüşvetin haram olduğu hususunda icmâ etmiştir. Suçun topluma etkisi oranında cezasının arttığı veya azaldığı dikkate alınarak başta adliye teşkilâtındakiler olmak üzere üst düzey memurların aldığı rüşvetin cezasının hukukî / dünyevî ve uhrevî müeyyidesinin daha büyük olduğu belirtilmiştir. Rüşvetin görevli kimsenin bilgisi dahilinde çocuklarına veya ailesinden birine verilmesi de aynı sonuçları doğurur. İslâm hukukçuları alan ve verenin hükümleri açısından rüşveti bazı kısımlara ayırmıştır. 1. Herhangi bir hakkı iptal / engelleme veya haksızı haklı gösterme amacıyla verilip alınan rüşvet hem veren hem alan açısından haramdır. Hanefî fakihi Cessâs rüşvet alan hâkimin biri haksız kazanç sağlamak, diğeri adalet ilkelerine aykırı şekilde haksız hüküm vermek suretiyle iki açıdan günaha girdiğini, rüşvet verenin de bu sonuçlara katkısı sebebiyle aynı durumda olduğunu ifade eder (Aĥkâmü’l-Ķurǿân, II, 433). 2. “Bir görev alabilmek için yetkililere temin edilen menfaat” anlamındaki rüşvet de her iki taraf için haramdır. Zira belli vazifeye tayin edilecek kişinin ehliyet ve liyakat şartlarını taşıyıp taşımadığının araştırılıp buna göre hareket edilmesi yetkililerin görevi olup görev karşılığında sağlanan çıkar rüşvettir. Diğer taraf da normal usulün dışına çıkarak haksız veya başkalarının hakkını ihlâl eden bir görev elde etme konumunda olduğu için sağladığı menfaat rüşvet hükmündedir. İslâm hukukçuları bu konuyu daha çok rüşvet vererek kadılık görevi alma meselesi dolayısıyla tartışırlar. 3. Bir hakkı elde edebilmenin veya zarar ve zulmü defedebilmenin ancak rüşvet vermekle mümkün olduğu durumlarda alan açısından rüşvet haram olmakla birlikte fakihlerin çoğunluğuna göre veren bakımından zaruret hali oluştuğu için haram değildir. Müşriklerin zulmü sebebiyle Habeşistan’a hicret edip orada rehin alınan Abdullah b. Mes‘ûd’un rüşvet vererek kurtulduğu şeklindeki rivayet bu görüşü destekleyen deliller arasında zikredilir (Sadrüşşehîd, s. 91-92; Şelebî, V, 31). Aynı şekilde bir kimsenin hakkı olduğu halde devlet görevlisine yaptıramadığı bir işini yapmasını temin için memur olmayan bir şahsa aracılık ücreti vermesi fakihlerin çoğunluğunca tecviz edilmekle birlikte bu ücret alan açısından haram sayılmıştır. Çünkü haklı olana yardım etmek görev olup görev icabı yapılması gereken bir iş karşılığında ücret almak veya menfaat temin etmek rüşvet kapsamına girer. Karşılıksız yapılan işlerin bitiminden sonra memur olmayan aracıya verilen bahşiş kabilinden yardımları da rüşvet kapsamında düşünenler bulunmakla birlikte bunun karşılık beklemeksizin iyilikte bulunana iyilikle mukabele etme ve iyilikte yardımlaşma anlamına geleceği, dolayısıyla rüşvet sayılmaması gerektiği yönündeki ictihad kabul görmüştür. Başlangıçta şart koşulmamakla beraber cemaatin imam ve müezzin için toplayıp görev sonunda verdikleri hediye kabilinden yardımların câiz görülmesi bu görüşü destekleyen bir dayanak olarak zikredilir (Sadrüşşehîd, s. 84-85). Bazı âlimler, rüşveti yasaklayan nasların ihtiyaç durumunda tahsis edildiğini gösteren delil bulunmadığı, insanların mallarını haksız sebeplerle yemeyi yasaklayan açık naslar bulunduğu ve rüşvet verenin de böyle bir haksızlığa yardımcı olduğu, haklı olanın hakkını almak için verdiği rüşvetin malın israfı anlamına geldiği gibi gerekçelerle çoğunluğun görüşüne karşı çıkmaktadır (Şevkânî, VIII, 268).

Rüşvetin naslarla belirlenmiş bir cezası bulunmadığından fıkıhta bu konuda şartlara ve ihtiyaçlara göre farklı düzenlemeler yapılması esası benimsenmiştir (bk. TA‘ZÎR). Rüşvet alan, veren ve rüşvete aracı olan prensip itibariyle aynı derecede sorumludur. Bununla birlikte suça katkısı oranında ilgililere farklı cezaların verilmesi mümkündür. Hassas konumu sebebiyle rüşvet suçunu işleyen hâkimin görevinden alınacağı hususunda fakihler görüş birliği içindedir. Diğer kamu görevlilerinin ise pişmanlık durumuna ve ihtiyaca göre vazifeye iade edilebileceği belirtilir (Bedreddin el-Aynî, II, 67). Rüşvet suçu ikrar, belge, şahitlik gibi delillerle ispat edilebildiği gibi bu konuda kesin karinelere de dayanılabilir (Abdullah b. Abdülmuhsin el-Mansûr, s. 109-112).

İslâm hukukçuları hâkimlik görevine tayin edilmek için rüşvet vermenin haram


olduğu, bu yolla atanan kişinin hâkim olarak görev yapamayacağı ve verdiği kararların geçersiz sayılacağı hususunda görüş birliği içindedir (İbn Hacer el-Heytemî, s. 134; Abdullah b. Abdülmuhsin el-Mansûr, s. 147). Rüşvet alan hâkimin adalet vasfını yitirip fâsık olduğu ittifakla kabul edilmekle birlikte verdiği hükmün geçerli olup olmadığı hakkında farklı görüşler vardır. 1. Usulüne uygun biçimde yürüyen bir davada rüşvet alması hâkimin doğrudan doğruya azledilmiş sayılmasını gerektirmediği gibi bu suretle oluşan fısk hali tek başına hükmün geçerliliğini etkilemez. Dolayısıyla hâkim azledilinceye kadar verdiği hükümler geçerlidir. Hanefî fakihlerinden Fahreddin el-Pezdevî’nin tercihi bu yöndedir. İbn Âbidîn (ö. 1252/1836), kendi dönemindeki hâkimlerin yaygın biçimde duruşma öncesinde veya sonrasında “mahsul” adı altında rüşvet aldıklarına dikkat çeker ve bu gerekçeyle hâkimlerin verdiği hükümlerin geçersiz sayılması halinde yargının işleyişinde aksamalar meydana geleceğini belirterek bu görüşe katılır (Reddü’l-muĥtâr, IV, 304). 2. Tayini esnasında meslek ahlâkına yakışmayan ve fâsık durumuna düşüren eylemlerde bulunması halinde azledilmiş sayılacağı yönünde bir şart ileri sürülmemişse rüşvet alan hâkimin görevi kendiliğinden sona ermez; devlet başkanı veya ilgili kurum tarafından azledilmesi ve cezalandırılması gerekir. Bu takdirde rüşvet aldığı sabit olan davayla ilgili hükmü âdil bile olsa geçersizdir. Buna karşılık azledilinceye kadar usulüne uygun biçimde verdiği diğer kararlarla rüşvetin kendi bilgisi dışında aile fertlerine verilmiş ve adaletle hükmetmiş olduğu davalarda verdiği hükümler geçerlidir. Mâlikî mezhebinin ve Hanefîler’den Hasan b. Ziyâd, Hassâf, Serahsî’nin yanı sıra Buhara ve Semerkand meşâyihinin görüşü bu yöndedir (Sadrüşşehîd, s. 85; Burhâneddin el-Buhârî, VIII, 37; Ali Haydar, IV, 682). 3. Hâkimin rüşvet aldığı davada ve bundan sonra baktığı bütün uyuşmazlıklarda verdiği hükümler geçersizdir. Zira rüşvet aldığı sabit olan hâkim bu göreve tayin sırasında aranan adalet niteliğini yitirmiş ve kendiliğinden azledilmiş sayılır. Ebû Hanîfe ile Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin görüşü ve Mâlikîler’ce sahih kabul edilen görüş budur. Hanefîler’den Ali er-Râzî, Tahâvî, Kerhî ve Irak meşâyihi bu ictihadı tercih etmiştir. Ali Haydar Efendi’nin bu görüşü aynı zamanda Hassâf’a nisbet etmesi (Dürerü’l-hükkâm, IV, 682) hatalı görünmektedir (krş. Burhâneddin el-Buhârî, VIII, 37).

Rüşvet olarak verilen mal Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde tercih edilen görüşe göre sahibinin mülkiyetinden çıkmaz. Bu durumdaki malın sahibi biliniyorsa ve ulaştırmada zorluk yoksa kendisine iade edilmesi gerekir; sahibi bilinmiyorsa veya iadenin mümkün olmadığı ya da meşakkatli olacağı bir yerde ise bulunmuş mal hükümleri uygulanır (bk. LUKATA). Mâlikîler’e ve bir kısım Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise rüşvet olarak verilen mal sahibinin mülkiyetinden çıkar ve mal edinmenin meşrû yollarından biri olmadığı için alınıp kamu yararına harcanmak üzere beytülmâle konur. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber’in zekât memuru olarak tayin ettiği İbnü’l-Lütbiyye’nin kendisine verilen hediyeleri almasını tasvip etmemekle birlikte bunları sahiplerine de iade etmemesini hazineye irat kaydettiği şeklinde yorumlamakta, ayrıca Hulefâ-yi Râşidîn ve bazı sahâbîlerin bu yöndeki uygulamalarını esas almaktadır. Rüşvet yoluyla kazanılmış bir malı miras veya vasiyet yoluyla iktisap eden kimsenin birinci görüşe göre bunu sahibine iade etmesi ve sahibini bilmiyorsa onun adına ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmesi, ikinci görüşe göre ise beytülmâle vermesi gerekir.

Rüşvetin çoğu zaman hediye görüntüsü altında alınıp verilmesi sebebiyle bunlar arasındaki ilişki ilk dönemlerden itibaren üzerinde durulan problemlerden olmuştur. Esasen rüşvetin hediye adı altında sunulması, hukuken izin verilmeyen sonuçların ya da menfaatlerin meşrû hükümler arkasına gizlenip şeklî bir meşruiyet zemini hazırlama (kanuna karşı hile) çabalarının bir örneğini teşkil eder. Hz. Peygamber, samimi duygularla hediye verilmesini ve hediyeleşmeyi özendirmekle birlikte kamu görevi ifa edenlerin rüşvet veya nüfuzun kötüye kullanılması anlamına gelebilecek nitelikteki hediyeleri kabul etmelerini yasaklamıştır. Onun, -hediye görüntüsü altındaki rüşvet dahil olmak üzere- helâllerin arkasına gizlenmiş haramlara bulaşmanın toplumu felâkete sürükleyen sebepler arasında saydığına dair rivayet (Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, I, 334), temel hadis kaynaklarında yer almasa bile kendisine takdim edilen hediyeleri sahiplenen zekât memuru İbnü’l-Lütbiyye için söyledikleri bu rivayeti destekler mahiyettedir (yk.bk.). Resûl-i Ekrem’in uyarılarını dikkate alan Hulefâ-yi Râşidîn’in uygulamalarından ve özellikle valilere yolladıkları genelge ve tâlimatlardan hediye görünümü verilerek rüşveti meşrulaştırma çabalarına karşı hassasiyet gösterdikleri anlaşılmaktadır (Cessâs, II, 434; Sadrüşşehîd, s. 91; ayrıca bk. HEDİYE).

Hukukî ilişkilere ve fıkhî hükümlere etkisi fıkıh eserlerinde ayrıntılı biçimde ele alınan rüşvetle ilgili diğer bazı hükümler şöylece özetlenebilir: 1. Evlilik akdinde eşler arasında denklik konusu işlenirken üstün mevki sahibi de olsa rüşvet alan bir erkeğin ahlâken mazbut (sâliha) kıza denk sayılamayacağı belirtilir. 2. Edâ ehliyeti bakımından önemli sonuçları bulunan rüşd şartının (en-Nisâ 4/6) gerçekleşip gerçekleşmediği belirlenirken kişinin mallarını rüşvet gibi haram yollara sarfedip etmediği dikkate alınır. 3. Rüşvet vermeksizin ibadetin ifasına imkân bulunmaması durumunda rüşvet vermenin câiz olup olmayacağı haccın edasının şartlarından olan yol güvenliği meselesinde tartışılmıştır. Hacca gidebilmek için yol güvenliğini engelleyen eşkıyaya rüşvet verilmesine bazı fakihler -ibadetin mâsiyete yol açacağı düşüncesinden hareketle- karşı çıkmış ve bu durumda haccın farz olmaktan çıkacağını ileri sürmüştür. Buna karşılık zaruret hali dolayısıyla rüşvetin verene değil alana haram olacağını ve bu yola başvurmanın mubah hale geleceğini düşünenler çoğunluktadır (Muvaffakuddin İbn Kudâme, V, 8; İbn Âbidîn, II, 144-145). Ancak bu cevaz farzlarla sınırlı tutulmuş, Kâbe’nin içine girmek ya da Makām-ı İbrâhim’i ziyaret gibi mendup ibadetler için câiz görülmemiştir (İbn Âbidîn, II, 255-256). 4. Emek-sermaye ortaklığında (mudârebe) işletmeci, gümrük memuru gibi görevlilere işlerini kolaylaştırmaları ve onlardan gelebilecek zararı defetmek için rüşvet verirse bu masrafları şirket hesabına yazamaz, kendisi öder (Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, III, 25). 5. Şahitlikte adalet şart olduğu (et-Talâk 65/2) ve rüşvet kişinin adaletini ortadan kaldırdığı için rüşvet alanın şahitliği kabul edilmez.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “rşv”, “śnǾa” md.leri; Müsned, I, 203; V, 279, 424; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, XI, 346; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Beyrut 1420/1999, IV, 579-582, 637-638; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Mehmet Boynukalın), İstanbul 2005, IV, 232-233, 265-266; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, II, 432-434; III, 35; Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûķ fi’l-luġa (nşr. M. Bâsil Uyûnü’s-Sûd), Beyrut 1426/2005, s. 195; İbn Hazm, el-Muĥallâ, IX, 157-158; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1414/1994, X, 233-235; Serahsî, el-Mebsûŧ, IV, 225; V, 221; VIII, 100; IX, 80, 84; XVI, 66, 67, 81-82, 102, 107; XIX, 166, 178; XX, 32, 139, 140; XXIII, 7-8; Gazzâlî, İĥyâǿ (Beyrut), II, 154-156; Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, el-Firdevs bi-meǿŝûri’l-ħiŧâb


(nşr. Ebû Hâcer M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1406/1986, I, 334; II, 327; Sadrüşşehîd, Şerĥu Edebi’l-ķāđî (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî - Ebû Bekir M. el-Hâşimî), Beyrut 1414/1994, s. 82-95; Saîd b. Ali es-Semerkandî, Cennetü’l-aĥkâm ve cünnetü’l-ħiśâm fi’l-ĥiyel ve’l-meħâric (nşr. Saffet Köse - İlyas Kaplan), Beyrut 1426/2005, s. 56, 77, 120, 175, 203, 289; Kâsânî, BedâǿiǾ, II, 333; IV, 24, 40-41; VI, 40, 49, 50, 51, 190; VII, 4, 8, 10, 16-17; Burhâneddin el-Buhârî, el-Muĥîŧü’l-Burhânî fi’l-fıķhi’n-NuǾmânî (nşr. Abdülkerîm Sâmî el-Cündî), Beyrut 1424/2004, III, 188-189; V, 367; VIII, 32-37; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1412/1992, V, 8; XIV, 58-62; Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İħtiyâr li-taǾlîli’l-Muħtâr (nşr. Mahmûd Ebû Dakīka), Kahire 1370/1951, III, 25; Zehebî, el-Kebâǿir, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), s. 142-145; Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebśıratü’l-ĥükkâm (haz. Cemal Mar‘aşlî), Beyrut 1416/1995, I, 13-14, 26-28, 188, 189; Bedreddin el-Aynî, Remzü’l-ĥaķāǿiķ, Bulak 1312, II, 67; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Kahire), VI, 358-359; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, III, 264, 325, 384, 541; VI, 289, 438-442, 451, 470-472; a.mlf., “er-Rüşve ve aķsâmühâ li’l-ķāđî ve ġayrih”, er-Resâǿilü’z-Zeyniyye fî meźhebi’l-Ĥanefiyye (nşr. Muhammed Ahmed Serrâc - Ali Cum‘a Muhammed), Kahire 1419-20/1998-99, s. 197-205; İbn Hacer el-Heytemî, Îżâĥu’l-aĥkâm limâ yeǿħuźühü’l-Ǿummâl ve’l-ĥükkâm (nşr. Rızâ Fethî el-Abbâdî), Beyrut 1425/2004, s. 134; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 397, 405; IV, 384-385, 390-392, 427; Şelebî, Ĥâşiye Ǿalâ Tebyîni’l-ĥaķāǿiķ (Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ĥaķāǿiķ içinde), Bulak 1315, V, 31; Muhammed b. Hüseyin b. Ali et-Tûrî, Tekmile (İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ içinde), VIII, 255; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, Mekke 1394, VI, 310-311; Abdülganî en-Nablusî, Taĥķīķu’l-ķađıyye fi’l-farķ beyne’r-rüşve ve’l-hediyye (nşr. Ali M. Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Kahire 1412/1991; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Kahire, ts. (Dârü’t-türâs), VIII, 267-271; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, II, 37, 144-145, 255-256, 322, 365, 401, 656; III, 426; IV, 14-15, 98, 113, 130, 304; V, 247, 272, 296; Abdülganî b. Tâlib el-Meydânî, el-Lübâb, Beyrut 1399/1979, II, 113; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, IV, 679-682; Abdullah b. Abülmuhsin el-Mansûr, Cerîmetü’r-rüşve fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Riyad 1400/1980; Hüseyin Medkûr, er-Rüşve fi’l-fıķhi’l-İslâmî muķārenen bi’l-ķānûn, Kahire 1404/1984; Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özellikle Adlî Rüşvet), İstanbul 1985, s. 22-45, 182-186; Ali Ahmed Abdülâl et-Tahtâvî, el-Fetâva’n-nediyye fi’l-farķ beyne’r-rüşve ve’l-hediyye, Beyrut 1424/2003; Mehmet Ümütli, İslam Hukukunda Rüşvet Suçu ve Hukuki Sonuçları (yüksek lisans tezi, 2006), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Enver Ziya Karal, “Tanzimat Devri Vesikaları: Rüşvetin Kaldırılması İçin Yapılan Teşebbüsler”, TV, I/1 (1941), s. 45-65; Hamed b. Abdurrahman el-Cüneydil, “Cerîmetü’r-rüşve ve eşeruhâ fî iǾâķati’t-tenmiyeti’l-iķtiśâdiyye”, Mecelletü Merkezi’l-buĥûŝ, sy. 2, Riyad 1404/1983, s. 9-35; Erdoğan Keleş, “Tanzimat Dönemi’nde Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan Düzenlemeler (1839-1858)”, TAD, XXIV/38 (2005), s. 259-280; F. Rosenthal, “Rashwa”, EI² (İng.), VIII, 451.

Saffet Köse