SAHÂBÎ KAVLİ

Sahâbînin fıkhî konularla ilgili görüşü.

Fıkıh usulünde genel kabul gören tanıma göre sahâbî, iman etmiş olarak örfen arkadaş denebilecek ölçüde Hz. Peygamber’le birlikte bulunmuş kimseyi ifade eder. Sözünün (kavl) hüccet olup olmadığı tartışılan sahâbîler daha çok fıkıh ve istinbat yönüyle tanınmış olanlardır. Sahâbî sözü için literatürde yaygın olarak kavlü’s-sahâbî ve mezhebü’s-sahâbî tabirleri kullanılmıştır. Fetva’s-sahâbî ve hükmü’s-sahâbî gibi tabirler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Usulcüler, sahâbî sözünün -bazan Resûl-i Ekrem’den duyulmuş olma ihtimali bulunsa da- daha çok şahsî görüşten ibaret bulunduğunu söylemişler, dilin ifade biçimleri ve sözün anlamları üzerinde düşünerek görüş belirtmekten ibaret olan te’vil konusunda sahâbînin başkalarına üstünlüğü olmadığından sahâbenin yaptığı te’vili sahâbî sözü tartışmasının dışında tutmaya özen göstermişlerdir.

Sonraki nesiller açısından sahâbî sözlerini dört grupta ele almak mümkündür. 1. Sahâbenin bir konuda ittifak etmesi. Bu teknik olarak icmâa tekabül eder. Sahâbenin icmâa dönüşmüş sözlerinin hüccet olduğunda tartışma yoktur; ancak bu durumda hüccet sahâbî kavli değil icmâdır. 2. Sahâbenin bir konuda ihtilâfa düşmüş olması. Bu durumda sahâbîlerden birinin kavline uymanın vâcip olduğu söylenemez; çünkü kavillerden birine uyulduğu takdirde diğerine muhalefet edilmiş ve çelişkiye düşülmüş olur. Ancak bu da o konudaki sahâbe kavillerinin terkedileceği anlamına gelmez. Yaygın kabul gören görüşe göre ihtilâf etmeleri halinde sahâbe görüşlerinin dışına çıkılmaması vâciptir. Bu durum “ihtilâfta icmâ” diye nitelendirilmiş, fakat bir tür istidlâlle sabit olduğu için inkârının hükmü bakımından tek bir görüş üzerindeki icmâdan farklı tutulmuştur. Ebû Hanîfe’den nakledilen, “Sahâbenin ittifak ettiğine uyarız, ihtilâf ettiği hususlarda ise içlerinden birini seçer alırız, sözlerinin dışına çıkmayız” ifadesi bu anlama gelmektedir. Bu anlayışın temelinde, ümmetin tamamının bir dönemde topyekün hataya düşmesinin imkânsızlığının kabulü yatmaktadır. Böyle bir durumda görüşlerden birini tercih etmek için bir gerekçe bulunmasına gerek olmadığını öne sürenler varsa da yaygın kabul gören yaklaşıma göre bu görüş ayrılığının delillerin çatışması (teâruz)


hükmünde sayılması ve -tıpkı iki delilin teâruz etmesi durumunda olduğu gibi- gerekçeli olarak tercihte bulunulması gerekir. Gazzâlî, bu konuda Şâfiî’den farklı görüşler nakledip onun bu görüşlerinin hepsinden vazgeçtiğini ve ona göre sahâbî kavlinin hüccet olmadığını ifade etmektedir (el-Müstaśfâ, I, 168, 170-171). 3. Bir sahâbî görüşünün diğer sahâbîlerin muhalefetiyle karşılaşmaksızın onlar arasında yaygınlık kazanması. Bu durumda kabul edenlerin kavramlaştırmasına göre sükûtî icmâ söz konusu olup bunun hüccet sayılıp sayılmaması hakkında başlıca dört görüş tesbit edilebilir. a) Hanefîler’in ve Mâlikîler’in çoğunluğu ile Şîrâzî’nin de içlerinde bulunduğu bazı Şâfiîler’e ve Ahmed b. Hanbel’e göre bu icmâ niteliğindedir, dolayısıyla hüccettir. b) Bu söz icmâ hükmünde olmamakla birlikte hüccettir. Ebû Bekir es-Sayrafî’nin aralarında bulunduğu bir kısım Şâfiîler ile Mu‘tezile’den Ebû Hâşim bu görüştedir. Şâfiî’den de bu yönde bir görüş nakledilmiş, fakat pek kabul görmediği gibi birçok Şâfiî usulcü tarafından eleştirilmiştir. Gazzâlî, Şâfiî’nin sözleri arasında, “Sahâbî sözü bir muhalefetle karşılaşmaksızın yaygınlık kazandığında hüccettir” şeklinde bir ifade bulunduğunu naklettikten sonra bu görüşün zayıf olduğunu belirtmiştir (a.g.e., I, 171). c) Şâfiî, Dâvûd ez-Zâhirî ve Gazzâlî dahil kelâmcıların çoğunluğu ile Hanefîler’in bir kısmına göre bu söz icmâ hükmünde olamayacağı gibi hüccet de olamaz. d) Bu söz bir hâkimin hükmü ise icmâ sayılmaz, fakat bir âlimin fetvası ise icmâ olur. Bu görüş Şâfiî fakihi İbn Ebû Hüreyre tarafından savunulmaktadır. 4. Bir sahâbî kavlinin, sahâbe arasında muhalefet ya da muvafakat gördüğüne dair bir iz taşımaksızın sonraki dönemlerde nakledilip yaygınlık kazanması.

Esasen sahâbî kavlinin hüccet olup olmadığı tartışması dördüncü durumla ilgilidir. Gerçi farklı ekollere mensup usulcülerin konuyu takdim tarzlarından sahâbî sözü kavramını farklı içerikte yorumladıkları ve çerçevesini bazan geniş tuttukları izlenimi edinilmekte ve bu durum konunun açık biçimde tasvirine bir ölçüde engel olmaktadır. Meselâ Gazzâlî, mevhum deliller arasında zikrettiği sahâbî kavlinin hüccet oluşu konusundaki görüşleri sayarken sadece Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in sözünü ve ittifak ettikleri durumlarda dört halifenin sözünü hüccet kabul edenler bulunduğunu söylemekte, bazı usulcüler de muhtemelen bu gibi anlatımlara mâkul bir izah getirme gayretiyle burada bir görüş birliğinin değil tek başına görüş açıklamaları halinde anılan sahâbîlerin sözlerinin hüccet kabul edilmesinin söz konusu olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca gerek sükûtî icmâın hüccet oluşu gerekse sahâbe ihtilâfının değeri konusundaki görüşlerin de bir ölçüde sahâbî sözünün hüccet oluşu tartışmasına yansıtıldığı görülmektedir. Usulcülerin çoğunluğu, sahâbî sözünün hüccet oluşu tartışmasında sözün sahâbe arasında yaygınlık kazanmamış, dolayısıyla bir muhalefet veya muvafakatla karşılaşmamış olmasını yeterli görürken bazıları buna bir kayıt daha eklemişler ve sözün alâkalı bulunduğu meselenin “umûmü’l-belvâ” türünden olup olmadığını gündeme getirmişlerdir (Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, II, 71).

Sahâbî sözünün hüccet oluşu sahâbeden sonraki nesillerin müctehidleri bakımından ele alınan bir meseledir. Usulcüler, ister devlet başkanı ister hâkim isterse müftü olsun bir sahâbînin ictihadî meselelerdeki sözünün diğer müctehid sahâbîler, hatta sıradan sahâbîler için hüccet olmadığında görüş birliği içerisindedir. Müctehid sahâbînin sözünün diğer müctehid sahâbîler için hüccet olmamasının sebebi, her birinin aynı konumda olmasıdır. Müctehid sahâbînin sözünün sıradan sahâbîler için hüccet olmaması ise -bir hücceti değerlendirip ondan hüküm çıkarma yeterlilikleri bulunmadığından- onların görevinin taklitten ibaret olmasıyla açıklanır. Burada taklit, delil üzerinde düşünmeksizin doğruluğuna inandığı birine uymak anlamında kullanılmaktadır.

Sahâbî sözünün değeri konusunda mezhep imamlarının değişken denilebilecek bir tutum ortaya koyduklarını söylemek mümkündür. Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan’ın sahâbî sözleri karşısındaki tutumlarını araştıran Hanefî usulcüleri onların bu konuda farklı tutum içerisinde oldukları sonucuna ulaşmışlardır (bazı örnekler için bk. Şemsüleimme es-Serahsî, II, 105-106). Hanefî imamları ile usulcülerin -miktarların tesbiti gibi- kıyas yoluyla bilinemeyecek meselelerde sahâbî sözünün hüccet olduğu konusunda tam bir görüş birliği içinde olduğu, ancak kıyas yoluyla bilinebilecek konularda tutumlarının değişiklik gösterdiği bilinmektedir. Hanefî imamlarının kıyasla bilinebilecek konularda sahâbî sözü karşısında farklı tutum sergilemiş olmaları, hatta aynı imamın tutumunda farklılık gözlenebilmesi, sahâbî sözüne istinat ettirilen hükümlerde bile sadece sahâbî sözünün etkili olmayıp başka mülâhazaların devreye girdiğini düşündürmektedir. Sonraki Hanefî usulcüleri arasında sahâbî sözünün hüccet oluşu konusunda biri, Ebû Saîd el-Berdaî’nin başını çektiği ve Hanefîler’in çoğunluğu tarafından kabul gören sahâbî sözünün mutlak olarak (kıyasa uygun olan ve olmayan, ictihada açık ve kapalı bütün konularda) hüccet olduğu, diğeri Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin öncülük ettiği, sahâbî sözünün sadece, kıyasa aykırı olan ve ictihad yoluyla bilinmesi mümkün olmayan konularda hüccet olduğu yönünde iki eğilim ortaya çıkmıştır. Hanefîler, sahâbînin kıyasa aykırı görüş açıklamasını peygamberden duymuş olması (semâ) ihtimaline hamletmekle kalmamış, o konuda sahâbe arasında farklı görüşler varsa aynı gerekçeyle bu durumu tercih sebebi sayıp kıyasa aykırı görüş beyan eden sahâbînin görüşünü almışlardır (bazı örnekler için bk. a.g.e., II, 110-111). Buna göre Hanefîler’in kıyasa aykırı sahâbî sözüne bir bakıma haber-i vâhid muamelesi yaptıkları, dolayısıyla sahâbî sözünün haber-i vâhide uygulanan kriterlerden muaf olmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Hanefî usulcüleri bu tutumlarını kendilerini re’ye başvurup sünneti terketmekle eleştirenlere karşı kullanmışlardır. Meselâ Pezdevî ve Serahsî, sünnet olma ihtimali taşıyan sahâbî sözünü hüccet kabul etmek suretiyle kendilerinin sünnetle daha fazla amel etmiş ve sünnetin her türünü kıyasa takdim etmiş olduklarını, bunlarda bir hüküm bulamadıkları durumlarda kıyasa başvurduklarını vurgulamış, Şâfiî’nin ise hem sahâbî sözünü hüccet kabul etmemek hem mürsel haberle amel etmemek suretiyle sünnetin önemli bir kısmını terkettiğini öne sürmüştür (Kenzü’l-vüśûl, III, 418; el-Uśûl, II, 113). İmam Mâlik’ten rivayet edilen görüşler arasında onun sahâbî sözünü hüccet kabul ettiği görüşü diğerlerine göre daha kuvvetlidir. Medine amelini hüccet kabul eden Mâlik’in sahâbî sözünü de hüccet kabul etmesi yadırganmayacağı gibi bu durum Medine ehlinin amelini hüccet saymasının tamamlayıcı bir unsuru olarak da görülebilir. Şâfiî’nin başlangıçta sahâbî sözünü kıyasa öncelenmesi gereken, yani varlığı kıyasa başvurmaya gerek bırakmayan bir hüccet kabul ederken sonraları bir iki sahâbî sözüne dayanılarak kıyası terketmenin doğru olmayacağı fikrine meylettiği nakledilir (Şemsüleimme es-Serahsî, II, 106). Şâfiî kitap, sünnet, icmâ ve bunların anlamında olan bir delille (kıyas-ı celî) hüküm verme imkânı bulunmadığı veya mevcut bir kıyasın sahâbî sözü paralelinde olması durumunda sahâbî sözüne


uyacağını belirtmekte, ancak muhalefet görmemiş sahâbî sözünün son derece az olduğunu ilâve etmektedir (er-Risâle, s. 596-598). Ahmed b. Hanbel’den sahâbî sözünün hüccet oluşu konusunda iki farklı rivayet vardır. Sahâbî sözünün değeri hakkında gerek mezhep imamlarının değişken tutum sergilemeleri, gerekse konunun değişik ihtimal ve kayıtlara göre farklı değerlendirilmesinin mümkün olması bu hususta birçok görüşün ortaya çıkmasına yol açmış, hatta bazı usulcüler sahâbî sözünün hüccet oluşu hakkında on iki farklı görüş zikretmiştir (Tâceddin es-Sübkî, MenǾu’l-mevâniǾ, s. 455). Bütün bunlar yaygın kabul görme durumuna göre gruplandırıldığında üç ana yaklaşım tesbit edilmektedir. 1. Sahâbî sözü hüccettir. 2. Sahâbî sözü hüccet değildir. 3. Sahâbî sözü re’y ve ictihad yoluyla bilinemeyecek (taabbüdî) konularda hüccettir.

1. Sahâbî sözünün hüccet olduğunu kabul edenler, kıyasa uygun ve aykırı bulunması arasında fark gözetmeyerek her durumda sahâbî sözünün hüccet olacağını öne sürmüşlerdir. Mâlik, kadim görüşünde Şâfiî, bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râhûye gibi müctehid imamlarla Ebû Saîd el-Berdaî, Cessâs, Serahsî ve Pezdevî’nin dahil olduğu Hanefî usulcülerinin büyük çoğunluğu ve Mu‘tezile’den Ebû Ali el-Cübbâî bu görüştedir. Bu gruptaki âlimler daha çok sahâbenin faziletini dile getiren âyet ve hadisleri delil göstermekle birlikte aklî gerekçelendirmeye de başvurmuştur. “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz” (Âl-i İmrân 3/110) ve, “Muhacirler ve ensarın ilkleriyle onlara güzellikle uyanlardan (ittibâ) Allah razı olmuştur” (et-Tevbe 9/100) meâlindeki âyetler bu bağlamda en çok delil gösterilen âyetlerdir. Buna, birinci âyette bir sahâbînin değil sahâbe topluluğunun söz konusu olduğu ve ikinci âyetteki “ittibâ” sözünün farklı değerlendirmelere açık bulunduğu öne sürülerek itiraz edilmiştir. En çok atıfta bulunulan hadisler ise şunlardır: “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz” (İbn Adî, III, 200; hadisin isnadının çok zayıf olduğu bildirilmiştir, bk. İbn Hacer, IV, 190); “En hayırlı nesil benim aralarında bulunduğum nesildir” (Buhârî, “Feżâǿil”, 1); “Benim sünnetime ve benden sonra râşid halifelerin sünnetine bağlı kalın” (Tirmizî, “Ǿİlim”, 16); “Benden sonraki iki kişiye, Ebû Bekir ve Ömer’e uyun” (Tirmizî, “Menâķıb”, 16). Karşı görüş sahipleri, bir yandan bu hadislerin usul meselelerinin ispatında kullanılamayacak birer haber-i vâhid olduğunu vurgulamış, diğer yandan onları çeşitli şekillerde yorumlamaya çalışmışlardır. Bu yorumlardan birine göre âyet ve hadislerde yer alan övgüler tek tek sahâbîler için değil onlardan oluşan topluluk hakkındadır. Bunun gereği onların görüş birliği ettiği konuların sonrakiler için bağlayıcı bir hüccet olmasıdır. Sahâbeye uymayı emreden hadislere gelince bunlar avamın taklid yolunu izlemesini, müctehidlerin ise tıpkı sahâbenin yapmış olduğu gibi kendi ictihadlarıyla amel etmesini gerektirir. Bir başka yoruma göre hadiste emredilen uymanın anlamı güzel yaşantıları hususunda onların örnek alınmasıdır (yorumlar için bk. Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, V, 214; Tâceddin es-Sübkî, RefǾu’l-ĥâcib, IV, 516).

Bu görüşün dayandığı aklî gerekçe genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir: Sahâbî sözünün kaynağı ictihad olabileceği gibi Hz. Peygamber’den duyma da (semâ, tevkīf) olabilir. Tevkīfî sözün hüccet olduğu ve buna uymanın gerekliliği herkes tarafından kabul edilmektedir. Sahâbînin sözünün tevkīfî olmayıp ictihad olduğu var sayıldığında da onların ictihadının sonra gelen âlimlerinkinden üstün olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü onlar vahyin inişine şahit olmuş, karîne-i halleri öğrenmiş, te’vili tecrübe etmiş ve Hz. Peygamber’in muradına vâkıf olmuşlardır. Bütün bunlar daha sonraki nesillerin müctehidleri için söz konusu olmayan meziyetlerdir. Bu yaklaşım Resûl-i Ekrem’in, “Niceleri fıkhı kendilerinden daha fakih olan kimselere taşırlar” (Ebû Dâvûd, “Ǿİlim”, 10) gibi hadislerine dayanılarak eleştirilmiş ve sahâbenin ictihadına üstünlük tanınmasının doğru olmayacağı öne sürülmüştür. Tâbiîn âlimlerinin sahâbe sözlerini araştırıp o doğrultuda fetva vermeye özen göstermeleri sahâbî sözünün hüccet oluşunu savunanların ayrı bir gerekçesi olarak zikredilmektedir. Berdaî, Hanefî meşâyihinin cünüplükten temizlenmek için alınan gusülde ağzı çalkalamanın farz olduğu, yara yerini taşmamış kanın abdesti bozmayacağı, kısa süreli bayılmanın kazâ borcunu düşürmeyeceği, hastanın vâris lehine ikrarının câiz olmadığı sonucuna sahâbî sözüne dayanarak ulaştığını ifade eder (Habbâzî, II, 75).

2. Yeni görüşünde Şâfiî, bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, Hanbelî usulcülerinden İbn Akīl ile Mu‘tezile ve Eş‘arîler’in çoğunluğu sahâbî sözünün hüccet olmadığı kanaatindedir. Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, Gazzâlî, İbnü’l-Hâcib ve Seyfeddin el-Âmidî’nin tercihi de bu yöndedir. Şâfiî’nin sahâbî sözünü hüccet kabul etmediğini iddia eden usulcüler, onun birkaç meselede sahâbî sözüne dayanarak kıyası terkettiğine dair zikredilen örnekleri yorumlamak durumunda kalmışlardır. Şâfiî’nin sahâbî sözüne dayanarak kıyası terkettiği konular arasında, adam öldürme fiilinin Harem bölgesinde cereyan etmesi sebebiyle diyeti ağırlaştırma hususunda Hz. Osman’ın sözüne dayanıp kıyası terketmesi, Hz. Ali’nin sözü sebebiyle berâet şartı (satıcının satılan maldaki ayıptan sorumlu tutulmaması) hususunda hayvanla diğer mallar arasında ayırım yapması zikredilir. Gazzâlî’ye göre berâet şartı hususunda Şâfiî’nin birkaç görüşü olup bunun vazgeçtiği görüş olması muhtemeldir. Diyetin ağırlaştırılması meselesinde ise Şâfiî yaptığı kıyası sahâbe muvafakatiyle güçlendirmeyi amaçlamıştır. Gazzâlî’ye göre durum böyle olmasa bile Şâfiî’nin usuldeki mezhebi sahâbînin taklid edilmeyeceği şeklindedir (el-Müstaśfâ, I, 171).

Bu görüşün sahipleri, hakkında nas bulunmayan konularda re’y ve ictihada başvurma yolunu açan âyetleri delil gösterirler. Bunların başında, “Basîret sahipleri ibret alın” meâlindeki âyet gelmektedir (el-Haşr 59/2). Burada geçen “ibret alın” ifadesi birçok usulcüye göre kıyas yapılmasını emretmekte ve kıyasın bir delil olduğunu göstermektedir. Sahâbî sözünü hüccet kabul edip kıyasa takdim etmek bu emre aykırı olduğu gibi sahâbî tarafından yapılmış bir istidlâli, daha doğrusu kıyas yoluyla ulaşılmış bir sonucu bir delil olarak belirlenmiş olan kıyasın önüne geçirmek anlamına gelecektir. Öte yandan sahâbînin istidlâlinin başkalarının istidlâlinden üstün olduğunu gerektirecek bir delil de yoktur. Bu görüş sahipleri, kendisi açıkça Hz. Peygamber’e nisbet etmedikçe sahâbî sözünün peygamberden duymaya hamledilmesini doğru bulmamışlardır.

Sahâbî sözünü hüccet saymayanların temel aklî gerekçelerinden biri sahâbenin günahtan korunmuş (mâsum) olmamasıdır. Bu gerekçe şöyle açıklanmıştır: Hata etmeleri mümkün olan kişilerin sözü kesinlikle hüccet olamaz. Birinin başka birine uymasının gerekli olması için uyulacak kişide uyanda bulunmayan bir meziyetin olması şarttır. Resûl-i Ekrem’e uymak vâciptir; çünkü o günahtan korunmuştur. Ümmetin icmâına uymak vâciptir; zira Hz. Peygamber ümmetin hata üzerinde birleşmeyeceğine şahitlik etmiştir. Sıradan insanın müctehide uyması gerekir; çünkü müctehid ictihad ehliyetine sahip olması ve gerçeğe ulaştıracak yolu bilmesi itibariyle


sıradan insandan üstündür. Müctehid sahâbî ile sahâbî olmayan müctehid arasında ictihad açısından birini diğerine üstün tutmayı gerektirecek bir fark yoktur. Sahâbenin günahtan korunmuşluğuna dair delil bulunmayışı, aralarında ihtilâf vuku bulması ve kendilerine muhalefet edilebileceğini açıkça belirtmiş olmaları sahâbî sözünün hüccet olmadığına dair üç kesin delildir.

3. Kerhî, geç dönem Şâfiî usulcülerinden Tâceddin es-Sübkî ve daha birçok usulcü (MenǾu’l-mevâniǾ, s. 438) sahâbî sözünün sadece re’y ve ictihad yoluyla bilinemeyecek konularda hüccet olduğu kanaatindedir. Debûsî’nin de -Kerhî’nin görüşünü ve gerekçelerini sunuş tarzından- bu görüşe eğilimli olduğu anlaşılmaktadır (Kâkî, III, 912). Bu görüşün hareket noktası şudur: Sahâbe kıyası ve kıyas metotlarını bildiğine göre bir sahâbînin kıyasa aykırı görüş belirtmesinin bir sebebi olmalıdır ve muhtemelen bu sebep o konuda bir sünneti bilmesidir. Bu görüş, sahâbe hakkında beslenen hüsnüzanla ve sahâbeyi töhmetten uzak tutma çabasıyla temellendirilir. Hanefî mezhebinde mehrin en az miktarının 10 dirhem, hayız süresinin alt sınırının üç gün, nifasın âzami süresinin kırk gün olarak belirlenmesi gibi kıyas yoluyla bilinmesi mümkün görülmeyen konuların dayanağı sahâbî sözüdür. Îne satışının fâsid sayılmasının dayanağı bu konuda kıyasa aykırı olan bir sahâbî sözünün bulunması olarak gösterilmiştir. Bu görüş, “Kıyasa aykırı olan sahâbî sözü hüccettir” biçiminde de ifade edilir. Ancak ikisi arasında önemli farklılıklar bulunduğu açıktır. Birincisinde konunun kıyas yapmaya elverişli olmadığı vurgusu varken ikincisinde kıyas yoluyla bilinmesi mümkün olan konuda kıyasa aykırılıktan söz edilmektedir.

İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî yüksek mertebelerine rağmen sahâbenin günahtan korunmuş olmayıp hata yapabileceklerini, onlara ittibâ etmenin vâcip olduğunu gösteren bir delil bulunmadığını, dolayısıyla onların görüşlerinin diğer müctehidlerin görüşleri mesabesinde tutulmasının uygun olacağını dile getirdikten sonra sahâbe sözlerinin iki grupta ele alınabileceğini söyler. 1. Zan ve ictihada dayandıklarını vurgulayarak ve tereddüt belirterek açıkladıkları görüşe uymak vâcip değildir. 2. Tereddüt göstermeksizin kesinlik içeren bir üslûpla açıkladıkları görüş kıyasa aykırı ise bunun ictihada dayalı olmayıp semâ kaynaklı olduğu anlaşılacağından bu tür görüşlere uymak vâciptir. Cüveynî, Şâfiî’nin yeni görüşünün bu yönde olduğunu ileri sürmektedir (el-Burhân, II, 1361-1362).

Ekollerin sahâbî sözü karşısındaki genel eğilimleri bir ölçüde onların usul eserlerinde konuyu ele alış ve tasnif tarzlarına yansımıştır. Sahâbî sözü semâ ihtimaline binaen sünnet kapsamında değerlendirildiği için Hanefî usul eserlerinde bu konu daha çok sünnet bahsinin devamında ve genellikle “mütâbaatü ashâbi’n-nebî” başlığı altında incelenir. Mâlikîler sahâbî sözünü edille-i şer‘iyye kapsamına aldıklarından onların da Hanefîler’e yakın olduğu söylenebilir. Kelâmcı metoduna göre yazılmış eserlerden özellikle Şâfiî usulcülerine ait olanlarda sahâbî sözü, “mevhum deliller”, “merdud deliller”, bazan da “ihtilâflı deliller” başlığı altında incelenir. Gazzâlî ve onu izleyen dönemlerde daha çok icmâ bahsinin sonunda yer alır. Bazı Şâfiî usul kitaplarında ise ictihad bölümü içerisinde, bir müctehidin başka bir müctehidi taklid etmesi konusu çerçevesinde “taklîdü’s-sahâbî” başlığıyla ele alınır. Hanbelîler tarafından kelâmcı metoduna göre yazılan usul eserlerinde ise Ahmed b. Hanbel’den gelen iki farklı rivayeti yansıtacak çeşitliliği izlemek mümkündür.

Sahâbî sözünün hüccet olup olmadığı tartışmasının pratik sonuçları üç noktada toplanabilir. 1. Deliller hiyerarşisinde sahâbî sözünün kıyas karşısındaki konumunun belirlenmesi. Hücciyeti kabul edildiği takdirde sahâbî sözü varken kıyasa başvurulmaması gerekir. Sahâbî sözünü hüccet kabul etmeyenler ise kitap, sünnet ve icmâda bir hüküm bulunamadığı takdirde doğrudan kıyasa başvurma yoluna giderler (Hanefîler’in kıyası terkedip sahâbî sözüyle amel ettikleri örnekler için bk. Apaydın, sy. 5 [1994], s. 381-383). 2. Sahâbî sözüyle Kitap ve Sünnet’in umumunun tahsis edilmesi. Sahâbî sözünü hüccet kabul edenler, bunun bir gereği olarak sahâbî sözüyle nasların umumi ifadelerinin tahsis edilmesini mümkün görür (Fahreddin er-Râzî, II/1, s. 630-632; Tûfî, II, 571; Tâceddin es-Sübkî, MenǾu’l-mevâniǾ, s. 436 vd.). 3. Sahâbî sözünün bir tercih gerekçesi olarak kullanılması. Sahâbî sözünün iki kıyastan birini tercih sebebi olup olamayacağı sorusuna bazı usulcüler (meselâ Bâkıllânî) olumsuz, bazıları (meselâ Gazzâlî) olumlu cevap vermişlerdir. Bazı âlimlere göre ise eğer sahâbînin görüşüne uygun olan kıyasta kendisine kıyas yapılan olay onun tarafından bizzat müşahede edilmişse bu kıyas tercih edilebilir; aksi takdirde sahâbî ile başkası arasında hiçbir fark yoktur. Bir sahâbînin mücmel bir hadise ilişkin beyanının ve bir haberin lafzını muhtemel anlamlardan birine hamletmesinin değeri gibi konuların da sahâbî kavliyle irtibatlandırıldığı görülmektedir. Bu hususlarda çoğu usulcülerin çeşitli kayıtlarla sahâbî beyanına ve hamline öncelik tanımaya meylettiği görülmekteyse de onlara bir öncelik tanımayan Bâkıllânî gibi usulcüler de bulunmaktadır (tartışmalar için bk. Fahreddin er-Râzî, II/1, s. 631).

Sahâbî kavlinin hüccet değeriyle bağlantılı olarak sahâbeyi taklit etmenin câiz olup olmadığı da usulcüler tarafından tartışılmıştır. Müctehid olmayan sıradan insanların sahâbeyi taklit etmesi genelde kabul görürken müctehidin taklidi çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Fıkıh usulü kitaplarında bu konu, daha çok bir müctehidin başka bir müctehidi taklit etmesinin câiz olup olmadığı tartışması bağlamında incelenmektedir. Bir müctehidin başka bir müctehidi veya kendinden daha âlim bir müctehidi taklit edebileceği görüşünde olanlara göre sahâbîyi taklit etmek câiz, müctehidin müctehidi taklit edemeyeceği görüşünde olan cumhura göre ise sahâbîyi taklit câiz değildir. Usulcülerin bir kısmı sahâbî için bir ayrıcalık getirmiş ve sonraki müctehidlerin sahâbîyi taklit etmesini câiz görmüştür.

Sahâbenin taklit edilmesi konusunda Şâfiî’den farklı görüşler nakledilmiştir. Şâfiî kadîm görüşünde, “Sahâbî bir söz söylemiş ve bu söz muhalefet görmeden yaygınlık kazanmışsa sahâbînin taklit edilmesi câizdir” derken başka bir yerde, “Yaygınlık kazanmamış olsa bile sahâbînin sözü taklit edilir” demiştir. Yeni görüşünde ise Şâfıî, bir âlimin başka bir âlimi taklit edemeyeceği gibi sahâbîyi de taklit edemeyeceğini öne sürmüştür. Müzenî, Şâfiî’den bu görüşü ve, “Sahâbe hangi delillere dayanarak fetva veriyorsa -sahâbenin sözüne göre değil- o delillere göre amel edilir” ifadesini nakletmiştir. Gazzâlî de Şâfiî’nin bu yeni görüşünü tercihe şayan bulmuştur. Gazzâlî’ye göre âlimin başka bir âlimi taklit etmesinin haramlığına delâlet eden deliller, bu hususta sahâbî ile sahâbî olmayanlar arasında bir ayırıma imkân vermemektedir. Gazzâlî, sahâbeyi öven birçok âyet ve hadise (yk.bk.) dayanarak bu konuda sahâbe olanla olmayan arasında fark gözetilebileceğini öne sürenleri eleştirir. Ona göre bu övgüler, sahâbenin ilimleri ve Allah katındaki yerleri hususunda hüsnüzan beslemeyi gerektirir; fakat onların taklit edilmesinin câiz veya vâcip olmasını gerektirmez. Nitekim Hz. Peygamber değişik hadislerinde takvâ ve ilim


yönünden Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Zeyd b. Sâbit ve Muâz b. Cebel gibi sahâbîleri isim vererek övmüştür (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 8; Tirmizî, “Menâķıb”, 17, 19, 32, 37). Fakat bunlar diğer sahâbîlerden ayrı olarak taklit edilmelerinin câiz veya vâcip oluşu biçiminde bir ayrıcalık kazanmamışlardır. Gazzâlî, Şâfiî’nin Hz. Ali’nin bir gecede her bir rek‘atında altışar secde bulunan altı rek‘at namaz kıldığına dair rivayet için söylediği, “Bu nakil sabit olsaydı ben de o şekilde namaz kılınabileceğini kabul ederdim” sözünü gündeme getirerek Hz. Ali’nin bunu ancak tevkīfî bilgiye dayanarak yapabileceği görüşünde olduğu için Şâfiî’nin böyle söylemiş olabileceğini ifade eder. Ardından Şâfiî’nin bir uygulamayı tevkīfe hamletme yaklaşımını kabul edilemez bularak eleştirirken bu tür görüşlerin Şâfiî tarafından terkedildiğini belirtir (el-Müstaśfâ, I, 170-171). Şâfiî usulcüleri, sahâbînin taklit edilmesinin câiz olup olmadığı konusunda farklı değerlendirmeler yapmışlardır. Gazzâlî’nin de içinde bulunduğu bir grup, sahâbî sözünün hüccet olmadığı gibi taklidinin de câiz olmadığı görüşünü Şâfiî’ye nisbet ederken Tâceddin es-Sübkî, sözünün hüccet olmamasının sahâbînin taklit edilmemesini gerektirmeyeceğini savunmuştur (MenǾu’l-mevâniǾ, s. 439).

BİBLİYOGRAFYA:

Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 596-598; İbn Adî, el-Kâmil fî đuǾafâǿi’r-ricâl (nşr. Yahyâ Muhtâr Gazzâvî), Beyrut 1409/1988, III, 200; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. M. M. Tâmir), Beyrut 2000, II, 172-176; Debûsî, Taķvîmü’l-edille fî uśûli’l-fıķh (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 256-259; a.mlf., Teǿsîsü’n-nažar (nşr. Mustafa Ahmed el-Kabbânî), Beyrut, ts. (Dâru İbn Zeydûn), s. 113-115; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed (nşr. Halîl el-Meys), Beyrut 1403/1983, II, 71-72, 366-370; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-ǾUdde fî uśûli’l-fıķh (nşr. Ahmed b. Ali el-Mübârekî), Riyad 1414/1993, IV, 1178-1197; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha 1399, II, 1358-1363; a.mlf., et-Telħîś fî uśûli’l-fıķh (nşr. M. Hasan İsmâil), Beyrut 2003, s. 415-416, 537-539; Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde, nşr. M. Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, III, 406-422; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1393/1973, II, 105-113; Ebü’l-Muzaffer es-Sem‘ânî, ĶavâŧıǾu’l-edille fi’l-uśûl (nşr. M. Hasan eş-Şâfiî), Beyrut 1997, II, 4-11; Gazzâlî, el-Müstaśfâ (nşr. M. Abdüsselâm Abdüşşâfî), Beyrut 1413, I, 168, 170-171; Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, el-Vâżıĥ fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdullah Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1999, V, 201-236; Lâmişî, Kitâb fi uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1995, s. 154-157; Üsmendî, Beźlü’n-nažar fi’l-uśûl (nşr. M. Zekî Abdülber), Kahire 1412/1992, s. 573-577; Fahreddin er-Râzî, el-Maĥśûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Riyad 1399-1401/1979-81, II/1, s. 630-632; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm (nşr. Seyyid el-Cümeylî), Beyrut 1986, IV, 155-161; Hüseyin b. Reşîķ el-Mâlikî, Lübâbü’l-maĥśûl fî Ǿilmi’l-uśûl (nşr. Muhammed Gazâlî Ömer Câbî), Dübey 1422/2001, II, 441-447; Şehâbeddin el-Karâfî, Şerĥu Tenķīĥi’l-fuśûl (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1393/1973, s. 445-446; a.mlf., Nefâǿisü’l-uśûl fî şerĥi’l-Maĥśûl (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1999, IX, 4222-4230; Habbâzî, Şerĥu’l-Muġnî (nşr. M. Mazhar Bekā), Mekke 1426/2005, II, 74-79; Tûfî, Şerĥu Muħtaśari’r-Ravża (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1407/1987, II, 571; III, 185-189; İbn Cüzey, Taķrîbü’l-vüśûl (nşr. Muhammed eş-Şinkītî), Medine 2002, s. 341-342; Kâkî, CâmiǾu’l-esrâr fî şerĥi’l-Menâr (nşr. Fazlurrahman Abdülgafûr el-Efgānî), Riyad 2001, III, 911-920; Alâî, İcmâlü’l-iśâbe fî aķvâli’ś-śaĥâbe (nşr. M. Süleyman el-Eşkar), Küveyt 1407/1987; Tâceddin es-Sübkî, MenǾu’l-mevâniǾ Ǿan CemǾi’l-cevâmiǾ (nşr. Saîd b. Ali Muhammed el-Himyerî), Beyrut 1420/1999, s. 436-441, 450-463; a.mlf., RefǾu’l-ĥâcib Ǿan Muħtaśarı İbni’l-Ĥâcib (nşr. Ali M. Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1419/1999, II, 448-449; IV, 513-519; İbn Hacer el-Askalânî, Telħîśü’l-ĥabîr (nşr. Abdullah Hâşim el-Medenî), Medine 1384/1964, IV, 190; İbnü’n-Neccâr, Şerĥu’l-Kevkebi’l-münîr (nşr. Muhammed ez-Zühaylî - Nezîh Hammâd), Mekke 1987, IV, 422-426; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 229-235; H. Yunus Apaydın, “Sahâbî Sözünün Hukuki Değeri”, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 4, Kayseri 1990, s. 323-353; sy. 5 (1994), s. 379-397.

H. Yunus Apaydın