SARRAFLIK

Sözlükte “altını gümüş karşılığında satmak” anlamındaki sarf kökünden türeyen sarrâf bu işi yapan kimseyi ifade eder. Sarraf karşılığında sayraf, sayrafî ve nakkād gibi kelimeler de kullanılmaktadır. Önceleri Irak bölgesinde sarraflara Himyerî dilinden alınma şaşkale adı veriliyordu.

Paranın icadından önce insanlar altın ve gümüşü külçe halinde kullanırlardı. Altın


ve gümüş paraların ağırlıklarına göre değerlendirildiği ve itibarî kıymetlerine bakılmadığı da olmuştur. Eski Mezopotamya medeniyetlerinden beri altın ve gümüş satışında arpa tanesi ölçü birimi kabul edilmiştir. Hammurabi kanunlarında yapılan işler, kira veya alım satım işlerinde kaç arpa tanesi ağırlığı gümüş ödeneceği belirtilmektedir (Tosun - Yalvaç, s. 210-211). Eski Ahid’de alışverişlerde gümüş tartmaktan söz edilir (Yeremya, 32/9). Hz. Peygamber’in, satın aldığı elbise karşılığında ödediği dirhemlerin vezzân tarafından tartılmasını istediği bilinmektedir (Müsned, IV, 352; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 7). O dönemde çarşılarda sarraflar gibi dirhem ve dinarları tartan vezzânların da bulunduğu ve yaptıkları iş karşılığında ücret aldıkları anlaşılmaktadır (bk. Abdülhay el-Kettânî, II, 171, 265-266). Sarraflar altın ve gümüşün saflık derecesini, hangi karşılığa tekabül ettiğini iyi bilen ve bunları hassas terazilerde tartıp değişimini yapan, bunun için belirli bir ücret alan kimselerdi. Hadis ilminde mevzû olanla sahih olanı ayırmak amacıyla hadisin bu ilmin erbabına arzı altın ve gümüşün sarraflara arzına benzetilmiştir (İbn Ebû Hâtim, II, 21). Türkçe’de iyi insanın veya kıymetli bir şeyin değerini herkesin anlayamayacağını ifade etmek için söylenen, “Altının değerini sarraf bilir” sözü darbımesel olmuştur. Sarrafların çokça bulundukları yerler para değişiminin veya bozdurulmasının gerektiği çarşı pazarlarla sık ziyaret edilen yerler veya gümrüklerdi. Farklı coğrafyalardan insanların toplandığı Kudüs’te sarrafların tezgâhlarını Mescid-i Aksâ’nın içine kadar soktukları anlaşılmaktadır. Yeni Ahid’de, Hz. Îsâ’nın Allah’ın mâbedine girdiği ve burada alışveriş yapanları dışarı attığı, sarrafların masalarını devirdiği ve paralarını döktüğü kaydedilmektedir (Matta, 21/12; Markos, 11/15; Yuhanna, 2/14, 15).

Sarraflık hakların korunması için dikkat gerektiren, hilesi, istismarı fazlaca olabilen bir meslektir. Bu sebeple bazı hadislerde mesleğini dürüst şekilde yapmayan sarraflar uyarılmış, âhirette Allah’a ihanetle suçlanacakları bildirilen birkaç meslek erbabı arasında yer alacakları (Deylemî, I, 256) ve ateşle cezalandırılacakları (Münzirî, III, 7) haber verilmiştir. Cevberî, el-Muħtâr fî keşfi’l-esrâr adlı eserinde sarrafların yaptıkları hilelere dair bir bölüm ayırmıştır. Meselâ yüzüğünde doğal mıknatıs taşı bulunan ve onunla teraziyi etkileyerek müşteri aleyhine oynayan bir sarraftan, muhtesip tarafından ayarlanıp mühürlenmiş ağırlıkların açılıp daha ağır veya hafif hale getirilmesinden, civa kullanarak altının ayarının nasıl bozulduğundan söz eder (vr. 99b-102b). Ahmed b. Abdülmelik el-Endelüsî de sarrafları meşrû olmayan yollardan sakındırmak amacıyla el-Bâhir fi’l-ĥiyel ve’ş-şaǾbeźe adıyla bir kitap yazmıştır.

Resûl-i Ekrem Medine’ye geldiği sırada sarraflık ve kuyumculuk işleriyle daha çok yahudiler uğraşıyordu. Hz. Ömer halife olunca valilere mektup göndererek hıristiyan ve yahudilerin kasaplık ve sarraflık yapmalarının yasaklanmasını istemiştir (Sahnûn, I, 542); bunun sebebi faizle iş görmelerinden kaynaklanmaktaydı (Şâtıbî, II, 274). İslâm coğrafyasının büyük bölümünde faizli işlemlerden sakınmanın güçlüğü sebebiyle olmalı müslümanlar sarraflıktan uzak dururken genellikle gayri müslimler ve bilhassa yahudiler sarraflıkla uğraşmayı sürdürmüştür.

Kaynaklarda Abbâsîler döneminde yeni sikke darbı sırasında sarrafların da görev aldığı belirtilmektedir. 632’de (1234-35) Müstansır-Billâh bozuk altın dinarlar yerine yeni gümüş dirhemler darbettirdiğinde vezirle birlikte valiler, tâcirler ve sarraflar da hazır bulunmuştur (Süyûtî, s. 462; ayrıca bk. CEHBEZ).

Fıkıhta, kıymetli madenlerin ve paraların birbiriyle değişimi konusu geniş şekilde ele alındığı gibi sarrafların ellerindeki malların devamlı değişimi sebebiyle zekât için gereken, üzerinden bir yıl geçme şartının gerçekleşip gerçekleşmediği hususu da tartışma konusu olmuştur (bk. SARF; ZEKÂT).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, IV, 352; Sahnûn, el-Müdevvene, I, 542; İbn Ebû Hâtim, el-Cerĥ ve’t-taǾdîl, II, 21; Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, el-Firdevs bi-meǿŝûri’l-ħiŧâb (nşr. Ebû Hâcer Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1406/1986, I, 256; İbn Asâkir, Târîħu Dımaşķ, XXXV, 186; Münzirî, et-Terġīb ve’t-terhîb (nşr. İbrâhim Şemseddin), Beyrut 1917, III, 7; Cevberî, el-Muħtâr fî keşfi’l-esrâr, Süleymaniye Ktp., Karaçelebizâde, nr. 253, vr. 99b-102b; Ali b. Muhammed el-Huzâî, Taħrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye (nşr. Ahmed M. Ebû Selâme), Kahire 1401/ 1980, s. 706-707; İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İǾtiśâm, Kahire 1332, II, 274; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), V, 460; Tecrid Tercemesi, VI, 358; Süyûtî, Târîħu’l-ħulefâǿ (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1371/1952, s. 462; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1980, s. 371-372; Mebrure Tosun - Kadriye Yalvaç, Sumer, Babil, Assur Kanunları ve Ammi-Śaduqa Fermanı, Ankara 1989, s. 210-211; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l- idâriyye (Özel), II, 171, 265-267; Abdullah Saeed, “Śarrāf”, EI² Suppl. (İng.), s. 710-711; Hasan el-Bâşâ, “eś-Śayrafe”, el-MevsûǾatü’l-İslâmiyyetü’l-Ǿâmme, Kahire 1422/2001, s. 897, 898.

Nebi Bozkurt




Osmanlı Dönemi. Osmanlılar’da sarraflarla ilgili bilgilere XV. yüzyıldan itibaren rastlanmaktadır. Değişik isimde ve ayarda yerli ve yabancı pek çok paranın kullanılması bunlar arasında fiyat farkı oluşturmuş, bu da para alıp satmayı ve aralarındaki farktan yararlanmayı meslek haline getiren aracı bir grubu, sarrafları ortaya çıkarmıştır. Bunlar, daha ziyade Bizans’tan kalan Venedik ve Cenevizli tüccarların yerli azınlıklarla evlenmesi neticesinde oluşan ve Levanten diye adlandırılan zümre ile Rum, yahudi ve Ermeni gibi yerli tebaadan müteşekkildi. Sarraflar İstanbul’da ve taşrada ticaretin canlı olduğu şehirlerde faaliyet gösterirlerdi. İlk dönemlerde faaliyet alanları para ve değerli maden alım satımında yoğunlaşırken zamanla malî sistemin ayrılmaz bir parçası durumuna geldiler. Fâtih Sultan Mehmed döneminden XVIII. yüzyıla kadar Rum ve yahudilerin sarraflık mesleğinde ön planda olduğu görülür. XVIII ve XIX. yüzyıllarda İstanbul’daki sarrafların hemen tamamı gayri müslimdi ve yaklaşık % 85’i Ermeni’ydi. Kahire gibi yerlerde ise bu esnaf arasında müslümanlara da rastlanabilmekteydi.

Sarraflar değişik paraları alıp satmanın yanında para nakli ve muhafazası, gayri menkul alım satımına aracılık etme, devlet adamlarının finans işlerini yürütme, onlara borç verme, çeşitli kişi ve kurumların (para vakıfları ve eytâm idareleri) paralarını işletme, 1760’lardan itibaren özellikle savaş yıllarında kısa vadeli borçlarla hazineyi finanse etme gibi fonksiyonları yerine getirirlerdi. Bunların dışında en önemli işlev alanlarından biri mukātaaların emaneten işletilmesi ve iltizam uygulamasıydı. Bilhassa emaneten işletilen mukātaalarda her bir mukātaa için bir sarrafın tayin edilmesi zorunluydu. Sarraf tayini mukātaa emininin teklifi, darphâne nâzırının onayı ve padişahın beratıyla olur, sarraf, hem mukātaa eminine hem de özellikle maden mukātaalarında görevli olan ustalara ihtiyaçları olan sermayeyi verir ve hasat mevsiminden sonra hesap görülürdü.

Sarrafların en etkili olduğu alan iltizam sistemiydi. Bu sistemde belli bir mukātaanın vergilendirilmesi, bir ile üç yıl arasında değişebilen bir zaman dilimi için kâr ve zararı kendisine ait olmak üzere fiyatı müzayede ile belirlenen bir bedel karşılığında mültezime devredilir, mültezim bedelin bir kısmını peşin olarak hazineye yatırırdı. Bu peşinat ve geri kalan taksitler genelde sarraflar tarafından ödenirdi. 1695 yılından sonra mukātaaların kaydıhayat şartıyla ihale edilmesi sarrafların iltizam


sektöründeki etkinliklerini azaltmadı. Aksine, bu şekilde verilen mukātaanın vergisi iltizama göre daha yüksek olup bu bedeller de sarraflarca hazineye ödenirdi. Mültezim ve mâlikâne sahibi bir sarrafı kefil göstermek zorundaydı. Öte yandan eğer mâlikâne sahibi mukātaayı iltizama verirse mültezimin mâlikâne sahibine ödeyeceği peşinat da sarraf tarafından verilirdi. Böylece hem mâlikâne sahibine hem mültezime kefil olduklarından hazine her durumda taksit bedellerini sarraflardan alırdı. Bu açıdan bakıldığında sarrafların iltizam sisteminin en önemli unsurlarından biri olduğu söylenebilir. Ancak sarrafa yüksek faizle borçlanan mültezim bunu çok defa halka ödettiği için neticede halk zarar görürdü.

Padişahın, saray mensuplarının, vâlide sultanın, vezirlerin, önemli devlet adamlarının, hatta maden iş kolu ve silâhdar ocakları gibi bazı kurumların birer sarrafı mevcuttu. Sarraflar bunların şahsî veya resmî işleri için gereken nakit ihtiyaçlarını karşılar, alacaklarını takip eder, nakitlerini faizle çalıştırır, kısaca parayla alâkalı her türlü işleriyle ilgilenirdi. Sarraflardan alınan borçlara karşılık değerli eşyalar rehin olarak bırakılır, borçlar ödendiğinde rehinler kurtarılırdı.

Küçük sermayeli sarrafların faaliyet alanları para alım satımıyla ve kuyumculara değerli maden satışıyla sınırlıydı. Hazine sarrafları ise (kuyruklu sarraf) daha büyük sermayeye sahipti ve itibarları devlet tarafından tanınırdı. XIX. yüzyılda ayrıca İstanbul’un değişik yerlerinde para bozmakla görevli köşe sarrafları mevcuttu. Bunlar, kendilerine verilen izin tezkireleri karşılığında 100 kuruşa kadar olan kāime değiş tokuşu yapabilirlerdi. Bu oranın üzerindeki para bozma işi hazineye ait bir sorumluluktu. 1854’te yapılan bir düzenlemeyle köşe sarraflarının sayısı yetmiş sekizden yirmiye indirildi.

Sermayesi olan herkes sarraflık yapamazdı; sarraflar padişah beratıyla ve gedik usulü çerçevesinde işlerini yürütürlerdi. Dolayısıyla XVII. yüzyılın sonlarından itibaren bir esnaf loncasına ve bir esnaf kethüdâsına, yiğitbaşıya, ihtiyarlara, ustalara, kalfa ve çıraklara sahiptiler. 1714’te İstanbul’daki sarraf sayısı kırk olup gümüşçülerle birlikte bu rakam elliye çıkmaktaydı. 1740’ta İstanbul’da gedikli sarraf sayısı yetmiş iki idi. Ancak gedikli olmayıp sarraflık yapan kişiler de mevcuttu ve 1761’de bunların sayısı altmışa ulaşmıştı. Bu tarihte İstanbul’da gedikli ve gediksiz olmak üzere toplam 137 sarraf vardı. Loncaya kayıtlı esnafın dışındakilerin sarraflık yapmaması için zaman zaman emirler çıkarılır, ölen sarrafların meslekleri genelde oğullarına intikal ederdi. Bunların iş yerleri, nakit ve değerli evraklarını muhafaza ettikleri han odaları daha ziyade Galata semtinde olduğundan Galata sarrafı ve XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Galata bankerleri diye anılmıştır.

Sarraflar, devletin maliyesini ve iltizam sistemini finanse ettikleri için askerî zümreden sayılır, yaptıkları faaliyetlerden normal piyasada belirlenen orandan (% 15) biraz daha yüksek bir faiz almalarına izin verilirdi. Savaş dönemlerinde cephede ölenlerin vereselerinden alacaklarını tahsil edememeleri, devlete açmış oldukları kredilerin malî sıkıntılar yüzünden geri ödenememesi gibi sebeplerle XVIII. yüzyılın son çeyreğinde bazı sarraflar iflâs etmiştir. Görevini kötüye kullanan sarraflar meslekten çıkarılma, sürgün, hapis, muhallefât zaptı ve hatta idama varan cezalara çarptırılırdı.

Hükümet, 1813’te eyalet ve sancak dahilindeki mukātaaların vali ve sancak mutasarrıflarına ihale edilmesi yönünde bir karar aldı. Bu kapsama daha ziyade mâlikâne olarak idare edilen mukātaalar girmekteydi. Vali ve sancak mutasarrıfı güvenilir bir sarrafı kefil göstermek zorundaydı. Mültezimlerin alacağı gelir payının taşra yöneticilerine aktarılmasını öngören bu karar sarrafların durumunda fazla bir değişiklik yapmadı. Ancak 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’nun ardından iltizamın kaldırılması ve muhassıllık sisteminin kurulmasıyla birlikte sarraflar en önemli faaliyet alanı olan iltizamı kısa bir süre için de olsa kaybettiler. İltizamla beraber sarrafların önceki taahhütlerinin de feshedilmesi halk arasında sarraflığın kaldırıldığı şeklinde yorumlandıysa da bunlar dükkânlarında yürüttükleri sarraflık hizmetini sürdüreceklerdi. Bununla birlikte sarraflar Bâbıâli’ye başvurarak malî sıkıntılarının giderilmesini istediler. Hükümet, ödeme güçlüğü içinde bulunan veya alacaklarını tahsil edemeyen sarrafların sorunlarıyla ilgilenecek bir memur tayin etti. 1842’de muhassıllık sisteminin kaldırılıp iltizama geri dönülmesi sarrafları da eski durumuna kavuşturdu ve bazılarının durumu daha da iyileşti. Zira Meclis-i Vâlâ’nın girişimiyle, Tanzimat’ın uygulandığı yerlerin vergisini toplayıp merkeze poliçe etmek üzere muteber on üç sarraftan oluşan Anadolu ve Rumeli kumpanyaları teşkil edildi. Maliye nâzırı söz konusu sarraflardan birer taahhütnâme aldı. Bu kumpanyalar 1852’de lağvedilinceye kadar vergi toplama faaliyetini yürüttüler.

XIX. yüzyılın ortalarından itibaren finans piyasalarında meydana gelen gelişmelere bağlı olarak sarrafların önemi daha da arttı. 1840’ta kâğıt paranın çıkarılması, ekonominin parasallaşması, esham ve tahvil gibi itibarî ve spekülatif değerlerin yoğun biçimde kullanılmaya başlanması sarraf ve bankerlere yeni kâr imkânları sundu. Bu değerler üzerinde yaptıkları spekülasyonlar, devletin dış borçlanma sürecine zaman zaman aracılık etmeleri, Avrupa finans çevrelerinden düşük faizle ve uzun vadeli aldıkları paraları devlete açtıkları kısa vadeli ve yüksek faizli avanslara dönüştürmeleri neticesinde büyük kâr sağladılar. Bu gelişmeler sonucunda İstanbul’da Baltazzi, Zarifi, Kamondo, Koronio, Mavrokordato, Mısırlıoğlu, Ralli, Rodoconachi ve Düzoğlu gibi banker ailelerinin oluşturduğu bir finans burjuvazisi ortaya çıktı. 1849’da Dersaâdet Bankası ile başlayan ve daha sonra diğer bankaların kurulmasıyla devam eden süreçte banker aileleri önemli rol üstlendiler. Ancak sermaye hareketlerinin kısıtlı olduğu taşradaki sarraf ve tefeciler için durum biraz daha farklıydı. Bankaların ülkenin değişik yörelerinde şube açmaları, para ve kredi işlemlerini üstlenmeleri, taşradaki sarraf ve tefecilerin bankalara karşı düşmanca bir tutum takınmasına sebep oldu. İstanbul’daki büyük bankerler, devletin talebi doğrultusunda İngiliz sterlini 110 kuruş hesabı üzerinden devlet adına Avrupa’ya poliçe çekmek gibi önemli bir hizmete aracılık ettiler. Bu işi Avrupa’daki sermaye çevreleriyle olan iyi ilişkileri sayesinde gerçekleştirdiler. Ancak Avrupa finans çevrelerine olan borçları gün geçtikçe kabardığı için ödemede güçlük çekmeye ve bir süre sonra çektikleri poliçeler Avrupa’da kabul görmemeye başladı. Avrupalı sermayedarlar 1861’de alacaklarını tahsil etmek için temsilcilerini İstanbul’a göndermek zorunda kaldılar.

22 Mayıs 1860 tarihli bir irade ile sarraf gedikleri lağvedildi. 13 Aralık 1861’de İstanbul’da piyasalarda panik yaşandı ve kāime büyük ölçüde değer kaybetti. Hükümet bunun üzerine spekülasyona sebep oldukları gerekçesiyle sarraf dükkânlarını kapattı. Panik atlatıldıktan sonra sarrafların görevlerini yapmalarına tekrar izin verildi. Öte yandan bazı yabancı uyruklular da izinsiz olarak sarraflık yapmaya başlamıştı. 1875’te devletin dış borçlarını


ödeyemeyeceğini ilân etmesinin yol açtığı malî buhran ve ardından çıkan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın maliye üzerine yüklediği büyük yükün ortaya çıkardığı enflasyonist ve spekülatif ortam sarraflara büyük kâr imkânları sağladı. Dışarıdan borç alamayan devlet, savaş sürecinde ve daha sonra Galata’daki sarraflardan kısa vadeli ve yüksek faizli borç alarak malî açıklarını kapatmaya çalıştı. 8 Nisan 1916’da İttihatçılar’ın piyasadaki para karmaşasına son vermek amacıyla çıkardıkları Tevhîd-i Meskûkât Kānûn-ı Muvakkati ile para rayiçleri lağvedildi ve sarraflık yasaklandı. Yasağa uymayan kişiler için üç aydan iki yıla kadar hapis cezası öngörüldü. Önceleri yabancı paralar sarraflık yasağı dışında tutulmuşken yaklaşık sekiz ay sonra bunlar da kanun kapsamına dahil edildi. Sarrafların İstanbul’daki büyük rollerine dikkat çeken The Times’ın İstanbul muhabirinin 1877’de İstanbul’un adının “Sarrafopoli” olarak değiştirilmesini önermesi, XIX. yüzyılın ikinci yarısında bu grubun Osmanlı piyasalarındaki etkinliğine işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Araks Şahiner, The Sarrafs of Istanbul: Financiers of the Empire (yüksek lisans tezi, 1995), Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, İstanbul 1999, tür.yer.; Süleyman Kaya, XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Kredi (yüksek lisans tezi, 2003), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 43-55; Ali Akyıldız, Para Pul Oldu: Osmanlı’da Kağıt Para, Maliye ve Toplum, İstanbul 2003, tür.yer.; Yavuz Cezar, “18. ve 19. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Sarraflar”, Gülten Kazgan’a Armağan Türkiye Ekonomisi (haz. L. Hilal Akgül - Fahri Aral), İstanbul 2004, s. 179-208; Necibe Sevgen, “Nasıl Sömürüldük?: Sarraflar”, BTTD, sy. 14 (1968), s. 66-68; sy. 15, s. 59-65; sy. 16 (1969), s. 54-61; sy. 17, s. 62-66; sy. 18, s. 76-78; sy. 19, s. 66-67; sy. 20, s. 69-70; sy. 21, s. 67-69; sy. 22, s. 66-71; sy. 23, s. 74-75; sy. 24 (1969), s. 54-60; Halil İnalcık, “Capital Formation in the Ottoman Empire”, The Journal of Economic History, XXIX/1, Cambridge 1969, s. 97-140.

Ali Akyıldız