SECİ

(السجع)

Nesir içindeki kafiye.

Sözlükte sec‘ “güvercin, kumru vb. kuşların sonlarda aynı ses öğesini tekrar ederek ötmesi, dişi devenin tek düze ve uzun sesler çıkararak inlemesi, iki şeyin doğrulup düzgünleşerek birbirine denk ve benzer hale gelmesi” mânalarına gelir. Terim olarak “daha çok nesir halindeki metinlerde ifade bölüklerinin (fıkra) sonlarının aynı kafiye veya aynı vezinde ya da her ikisinde aynı olması” diye tanımlanır. Nesirde seci şiirdeki kafiyeye tekabül eder.

Seci terimi Câhiliye döneminden beri bilinmekte olup günümüze kadar anlam değişikliğine uğramamıştır. Lafızları güzelleştirmeye yönelik edebî (bedîî) sanatlardan olan seci üslûbu Câhiliye ve erken İslâm devirlerinde özellikle hitabe, vasiyet, hikmetli sözler ve dokunaklı öğütler (hikemiyat, mevâiz), zarif sözler (nevâdir) vb. edebî türlerin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. Kus b. Sâide’nin Ukâz panayırında irat ettiği ve bir peygamberin gelme vaktinin yakınlaştığını haber verdiği meşhur hitabesinde görüldüğü gibi Câhiliye döneminde seci genellikle zorlama ve yapmacıktan uzak, tabii bir şekilde gerçekleştiriliyordu. Kâhinlerin secili sözlerinde ise zorlama ve sunîlik mevcuttu. Nitekim bu tür secili sözlerle konuşan bir sahâbîyi Resûl-i Ekrem menetmiştir (Buhârî, “Ŧıb”, 46; Müslim, “Ķasâme”, 36-38). İslâm’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan yalancı peygamberlerin secili sözlerinde de bu tür zorlamalar görülür. Abbâsîler devrinde iyice yaygınlaşan seci üslûbu IV. (X.) yüzyılın ortalarına kadar tabiiliğini koruyabilmiştir. Bu dönemden itibaren bir taraftan ana dili Arapça olmayan müslüman unsurların Araplar’la karşılaşması neticesinde dil selîkasının bozulması, diğer taraftan lafzî sanatları kelime oyunu haline dönüştüren aşırılık sonucunda sunî seciler hâkim olmaya başlamıştır (Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, s. 179). Bununla birlikte edebî nesir yazarları arasında seciyi çok kullandığı halde tabiiliği bozmayanlar da vardı. Bunların başında Ebû İshak es-Sâbî ve Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd gelir. Abdülhamîd b. Yahyâ, İbnü’l-Mukaffa‘, Câhiz gibi müelliflerin nesirlerinde ise seci azdır.

Âlimler, Hz. Peygamber’in yukarıda geçen hadisine dayalı olarak seciin dinî açıdan mubah olup olmadığı, Kur’an’da seci üslûbunu yansıtan âyet sonlarındaki fâsılalara seci adının verilip verilemeyeceği konularında farklı görüşler ileri sürmüştür. Bâkıllânî, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye uyarak Kur’an’da seci olamayacağını savunmuştur. Onun anlayışına göre Kur’an’da seci olsaydı Araplar’ın kullandıkları üslûplara karşı meydan okuyamaz, neticede i‘câz durumu gerçekleşemezdi (İǾcâzü’l-Ķurǿân, s. 86). Muhtemelen Bâkıllânî’yi bu kanaate sevkeden en önemli husus, onun zamanında seciin, anlamı gölgede bırakarak sözün temel amacı haline gelmesi, mânaların secileri sürükleyeceği yerde uygulamanın tabiiliğini yitirerek anlamın seciye uyar duruma gelmesidir. Bu sebeple olmalıdır ki Rummânî, Kur’ânî fâsılanın belâgat, seciin, ise bir kusur olduğunu söylemiştir (İbn Sinân el-Hafâcî, s. 172). Ebû Hilâl el-Askerî, İbn Sinân el-Hafâcî, Abdülkāhir el-Cürcânî, Ziyâeddin İbnü’l-Esîr ve Bedreddin ez-Zerkeşî gibi belâgat otoriteleri sözün temel amacı haline dönüştürülmemiş olan, mânalara tâbi olarak doğal bir şekilde sözü süsleyen nitelikteki seci ve cinası makbul saymışlardır. Arap belâgatının gerileme devirlerinde başta cinasla seci olmak üzere lafzî süslerin yaygın ve ifrat derecede olduğu gerekçesiyle genellikle seciye karşı olumsuz tavır sergileyenler de olmuştur (Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, s. 180).

Secie olumlu yaklaşanların başında Câhiz, İbn Vehb el-Kâtib, Ebû Hilâl el-Askerî, İbn Sinân el-Hafâcî, Kelâî ve Ziyâeddin İbnü’l-Esîr gibi edebiyat ve belâgat ustaları gelir. Bunlara ve belâgat âlimlerinin çoğuna göre Hz. Peygamber’in seci yasağı mutlak değil kâhin secilerine yöneliktir. Bunun sebebi kâhin secilerinin çoğunun zorlama ve yapmacık olması (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 286), muhteva bakımından İslâm öğretileriyle çelişmesi, söz konusu yasaklayıcı hadisin söylendiği dönemin Câhiliye devrine yakın olması dolayısıyla sahâbîlerin inanç, düşünce ve davranışlarında


Câhiliye kalıntılarının devam etmesi gibi hususlardır. Câhiz’in ifadesiyle bugün illet ortadan kalktığına göre yasak da kalkmış olmalıdır; nitekim Hulefâ-yi Râşidîn, huzurlarında secili konuşan hatipleri menetmemiştir (el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 289-290). Kur’an ve hadislerle sahâbe sözleri tabii secilerle doludur. Ayrıca Resûl-i Ekrem, birçok hadisinde seciye uyması için kelimenin morfolojik yapısında değişiklik yapmıştır.” أعوذ بكلمات الله التامّة من شرّ كلّ سامّة ومن كلّ عين لامّة“hadisinde (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 10; Tirmizî, “Ŧıb”, 18; krş. Mecdüddin İbnü’l-Esîr, IV, 555) “لامّة” kelimesinin aslında “ملمّة” olması gerekirken seciye uygun düşsün diye “لامّة”ye dönüştürülmüştür. Aynı şekilde “له مهرة مأمورة أو سكّة مأبورة” hadisinde (Müsned, III, 468; krş. Mecdüddin İbnü’l-Esîr, I, 163) “مؤمرة”yı “مأمورة”ye dönüştürmüştür. Yine “ارجعن مأزورات، غير مأجورات” hadisinde (İbn Mâce, “Cenâǿiz”, 50; Mecdüddin İbnü’l-Esîr, V, 392) “موزورات” kelimesinin “مأزورات” olarak değiştirilmesi böyledir. Kur’an’da neredeyse secisiz (fâsılasız) sûre bulunmadığı gibi hadislerdeki benzer tasarrufların Kur’an’da da görülmesi secinin edebî ve etkili ifadenin vazgeçilmez bir unsuru olduğunu kanıtlamaktadır. “والضحى، والليل اذا سجى، ما ودّعّك ربّك وما قلى” âyetlerinde (ed-Duhâ 93/1-3) seciye riayet için “قلاك” kelimesinin “قلى” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yine “قواريرا، قواريرا” kelimeleri (el-İnsân 76/15-16) gayri munsarif olarak tenvin almaması gerekirken bazı kıraatlerde seciye riayet etmek için bu gramer kuralına uyulmamıştır (İbn Sinân el-Hafâcî, s. 176; Bennâ, s. 429).

Belâgat âlimlerinin çoğu Kur’an’daki seci üslûbuna seci adının verilmesinde sakınca görmezken tefsir âlimleriyle bazı belâgatçılar, Kur’an’ı beşer kelâmından ayırmak amacıyla “kuş sesi” anlamındaki bir kökten türeyen seci kelimesinin yerine fâsıla terimini kullanmayı tercih etmişlerdir. Bir yoruma göre şu âyet fâsıla terimine işaret etmekte ve secinin edebî ve etkili anlatımda önemli bir süsleme unsuru olduğunu belirtmektedir. “كتاب فصّلت اياته” (Fussılet 41/3), “Âyetleri inci ve mücevher dizileri arasına eşit aralıklarla yerleştirilmiş büyük, değerli ve gösterişli mücevherlerle (fâsılalar) süslenmiş bir gerdanlık misali olan kitap.” Edebî literatürde bu tür gerdanlığa “‘ıkd mufassal” denilir.

Güzel secinin şartlarının başında tabiilik geldiğinden secili kelimelerin sunîlik ve zorlamadan uzak, kendi seyrinde yerine oturmuş olması önemlidir. Seciin bizzat amaç değil anlamı güzel bir lafız kalıbı içinde sunmayı hedefleyen bir araç olması, bu sebeple lafızların mânalara tâbi olması, yine lafızların anlam bakımından geniş ve güzel, tınısı hoş olan kelimelerden seçilmesi ve mükemmele yakın bir âhenk içinde dizilerek terkip edilmesi, ardarda gelen iki secili ifadenin aynı anlama gelecek biçimde birbirinin tekrarı olmaması da güzel seciin şartlarından kabul edilmiştir. Ancak birbirini izleyen iki seci cümlesinden ikincisi birinciyi pekiştirir ve anlamını daha çok açıklar nitelikteyse bu, ıtnâb çeşidi olarak belâgī bir güzellik sayılmıştır. Bu tür Kur’an’da çok rastlanan üslûp özelliklerinden biridir. Fakat ikinci seci birinciye bir yarar sağlamayıp kuru tekrardan ibaretse gereksiz uzatma (tatvîl) olduğundan hoş karşılanmamıştır (Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, I, 198; İbn Ebü’l-Hadîd, IV, 179). Ayrıca secide itidali muhafaza etmek, aşırılığa kaçarak bıktırmamak, Kur’an’da olduğu gibi sözleri bazan secili, bazan secisiz olarak sürdürmek de seciin edebî vasfını muhafaza etme hususunda önemli bir şarttır (İbn Sinân el-Hafâcî, s. 174). Bu şartları taşıyan secili sözler gönüllere işler, büyü etkisi yapar, âhengiyle kulaklara huzur, ruhlara coşku verir. Secili bir sözde bölüm sonlarının sükûn ve vakıf ile okunması gerekir. Aksi takdirde farklı i‘rab harekeleri seciyi bozabilir. Seci aynı harflerin tekrarı ile olduğu gibi mahreç veya sıfat bakımından birbirine yakın olan harflerin tekrarıyla da gerçekleşebilir. Nitekim Fâtiha sûresinin seci sistemi nûn ve mîm harfleri üzerine kurulmuştur.

Bölümlerinin uzunluk bakımından eşit veya farklı oluşuna göre seci beş kısma ayrılır. En güzel secili söz bölümleri birbirine eşit ve denk olandır:” فى سدر مخضود، وطلح منضود، وظل ممدود“ (el-Vâkıa 56/28-30); “ فامّا اليتيم فلا تقهر، وامّا السائل فلا تنهر” (ed-Duhâ 93/9-10) gibi. Bunun ikinci bölümü birincisinden az uzun olan türü de güzeldir: “ والنجم اذا هوى، ما ضلّ صاحبكم وما غوى” (en-Necm 53/1-2) gibi. Üçüncü fıkrası bir ve ikincisinden az uzun olan türü de makbul sayılmıştır ” خذوه فغلوه، ثمّ الجحيم صلّوه، ثمّ فى سلسلة ذرعها سبعون ذراعاً فاسلكوه“ (el-Hâkka 69/ 30-32) gibi. Asr sûresinde son iki nevi birleşmiştir (Hatîb el-Kazvînî, s. 548). Secili ifadenin ikinci fıkrası birinciden az kısa olan türü de beğenilmiştir, Fîl sûresinin seci düzeninde olduğu gibi (Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, s. 176). Güzel sayılmayan seci ise ikinci fıkrasının birincisinden çok uzun veya çok kısa olandır. Çok uzun olması halinde aynı kafiyeyi taşıyan fâsıla uzakta kalacağından ses armonisi bozulup işitme zevki ortadan kalkar. Çok kısa olması durumunda uzun bir bölümün ardından dengesiz ve beklenmedik güdük bir bölümün gelmesi hoş karşılanmaz.

Seci ayrıca bölümlerinin uzunluğu-kısalığı açısından kısa, orta ve uzun olmak üzere üçe ayrılmıştır. Yaklaşık olarak her bölümdeki kelime sayısı iki-dört arasında ise kısa, beş-on arasında ise orta, on bir ve daha fazla ise uzun seci kabul edilmiştir. Secide bölümleri oluşturan kelimeler ne kadar azsa seci o ölçüde güzel olur. Çünkü aynı veya benzer seslere sahip olan fâsılaların yakından tekrarı sözün armoni ve müzikalitesini arttırarak kulağa hoş bir ses, ruha huzur, nefse coşku verir. Bu bakımdan en güzel secili söz bölümleri ikişer kelimeden oluşan kısa seci formunda görülür. Mürselât, Müddessir, Necm ve Kamer sûrelerinin baş taraflarındaki âyetler bunun örneklerini teşkil eder. Başta Harîrî’ninki olmak üzere “makāmât” türü eserler bu tür secinin güzel örnekleriyle doludur.

Fâsılaları arasında vezin ve kafiye (revî) birliğinin bulunup bulunmaması bakımından seciler hâlî, âtıl (müzdevic, mütevâzin), mütemâsil (mümâsil), musarra‘, mütevazi (müvazi), mutarraf, müşattar ve murassa‘ kısımlarına ayrılır. Bölüm sonlarındaki fâsıla kelimeleri aynı vezinde ve kafiyede ise hâlî (süslü) seci adı verilir, çünkü vezin ve kafiye birliği söze ilâve güzellik katmaktadır. Fâsıla kelimeleri arasında kafiye birliği bulunmayıp yalnız vezin birliği varsa âtıl (süssüz / yalın) seci adını alır; Gāşiye sûresinin 15 ve 16. âyetlerindeki “masfûfeh-mebsûseh” gibi. Bu tür daha tabii ve rahat olduğundan birçok edip ve yazar tarafından tercih edilmiştir. Mütemâsil secide bölümlerdeki iki ve daha fazla mukabil kelime yalnız aynı vezinde olur: Sâffât sûresinin 117-118. âyetlerinde “kitâb-sırât”, “müstebîn-müstakīm” kelimelerinde görüldüğü gibi. Bölümlerde birden çok mukabil kelime arasında vezin ve kafiye birliği varsa musarra‘ seci adını alır: Âdiyât sûresinin 1-2, 4-5. âyetlerinde “‘âdiyât-mûriyât”, “dabhan-kadhan” ve “eserne-vasatne”, “nak‘an-cem‘an” kelimeleri, ayrıca İnfitâr sûresinin 13-14. âyetlerinde “ebrâr-füccâr, naîm-cahîm” kelimeleri gibi. Sadece iki fâsılada vezin-kafiye birliği varsa mütevazi seci adı verilir: Gāşiye sûresinin 13-14. âyetlerinde “merfûah-mevdûah” kelimeleri gibi. Mutarraf secide fâsılalarda vezin değil sadece kafiye birliği olur. Nûh sûresinin 13-14. âyetlerinde “vakāren-atvâren” kelimeleri gibi. Şiire has olan müşattar secide beytin her mısraında iki kafiyedeş seci bulunur: Ebû Temmâm’ın “تدبير معتصم، بالله منتقم / لله مرتقب، في الله مرتغب” beytinde “mu‘tasım-müntakım”,


“mürtakıb-mürtegıb” kelimeleri gibi. Bir beyitte mısraların son kelimeleriyle (aruz ve darb) sesdeş olan ara (iç) kafiyelerin bulunması şiirdeki mûsiki etkisini ve âhengi arttırır. Beyti meydana getiren mısraların son kelimelerinin secili olmasına “tarsî‘”, böyle şiire “murassa‘” adı verilir. Arap edebiyatında planlı kasidelerin ilk beyitleriyle bir temadan diğerine geçiş yapılan beyitlerin murassa‘ olması gerekir (bk. TARSΑ).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, III, 468; Mecdüddin İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî ġarîbi’l-ĥadîŝ ve’l-eŝer (nşr. Mahmûd M. et-Tanâhî - Tâhir Ahmed ez-Zâvî), Beyrut 1399/1979, I, 163; IV, 555; V, 392; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1367/1948, I, 289-290; İbn Vehb, el-Burhân fî vücûhi’l-beyân (nşr. Ahmed Matlûb - Hadîce el-Hadîsî), Bağdad 1387/ 1967, s. 209; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (nşr. Kemâl Mustafa), Kahire 1963, s. 60; İbn Cinnî, el-Ħaśâǿiś (nşr. M. Ali en-Neccâr), Kahire 1371/ 1952, I, 216; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, Kahire 1971, s. 283-290; Bâkıllânî, İǾcâzü’l-Ķurǿân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 86; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 171-179; Reşîdüddin Vatvât, Ĥadâǿiķu’s-siĥr fî deķāǿiķi’ş-şiǾr (trc. İbrâhim Emîn eş-Şevâribî), Kahire 1364/1945, s. 105-106; Kelâî, İĥkâmü śanǾati’l-kelâm (nşr. M. Rıdvân ed-Dâye), Beyrut 1966, s. 227-240; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed Havfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), I, 193-279; Abdürrahîm b. Ali b. Şîs el-Kureşî, MeǾâlimü’l-kitâbe ve meġānimü’l-iśâbe (nşr. M. Hüseyin Şemseddin), Beyrut 1408/1988, s. 96-97; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 431; İbn Ebü’l-Hadîd, el-Felekü’d-dâǿir Ǿale’l-Meŝeli’s-sâǿir, Kahire 1973, IV, 179; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz, Kahire 1317, s. 34; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 547-552; Şürûĥu’t-Telħîś, Kahire 1937, s. 445-459; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-mutażammin li-esrâri’l-belâġa, Beyrut 1402/1982, III, 18-41; Zerkeşî, el-Burhân, I, 54; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb, Kahire 1304, s. 423-434; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1330, s. 453; Süyûtî, el-MuǾterekü’l-aķrân fî iǾcâzi’l-Ķurǿân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1973, I, 49-50; İsâmüddin el-İsferâyînî, el-Eŧval, İstanbul 1284, II, 232; Bennâ, İtĥâfü fużalâǿi’l-beşer (nşr. Ali M. ed-Dabbâ‘), Kahire 1359, s. 429; Abdülganî İsmâil en-Nablûsî, Nefeĥâtü’l-ezhâr, Beyrut 1404/1984, s. 182-183; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-bedîǾ, Kahire 1408/1987, s. 167-181; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürühâ, Beyrut 1996, s. 311-316.

İsmail Durmuş




TÜRK EDEBİYATI. Arap belâgatına göre bazı farklılıklar gösteren Türk belâgatında seci sanâyi-i bedîadan sayılmış, söze güzellik ve süs katan ifadelerden biri kabul edilmiştir. Seciin biri klasik anlayışa göre, diğeri Recâizâde Mahmud Ekrem tarafından yapılmış iki türlü sınıflandırılması vardır. Klasik anlayışta seci mensur bir sözün son kelimesinin, şiirde ise mısraın son kelimeleri olan ve kafiyesini meydana getiren iki fâsılanın tek bir harfte birleşmesi üzerine kurulmuştur: “Kesâfet-i sehâbda letâfet-i şihâbı unutmuştuk” cümlesindeki “kesâfet-letâfet” ve “sehâb-şihâb” arasında seciyi “t” ve “b” harfleri sağlamaktadır. Buna karşılık “hâlemiz” ve “lâlemiz” kelimelerini içeren bir cümlede her iki kelimenin son hecesi olan “le” secii meydana getirir. Klasik anlayışta secii oluşturan kelimeler arasındaki ses benzerliği yönlerinin azlığı veya çokluğu esasına dayalı olmak üzere üç çeşit seci vardır: Yalnız fâsılalar sonundaki harflerin aynı olduğu mutarraf seci, fâsılaların vezin bakımından birbirine uygun olduğu mütevazi seci ve cümlenin iki tarafının sonunda yer alan kelimelerin revî harfinin vezin ve harf sayısı bakımından birbirine uygun olmasıyla gerçekleşen murassa‘ veya müvazi seci.

Yerlerini esas alarak secileri yeniden tasnif eden Recâizâde Ekrem’e göre iki çeşit seci vardır. Birincisi cümle ve fıkraların arasında olup bir kelime ile birbirine bağlanmayan mutlak secidir. Buna Nâmık Kemal’in şu sözleri örnek verilebilir: “Sevk-i rüzgâr eczâ-yı vücûdunu târumâr ettiğinden.” Burada secii meydana getiren “rüzgâr” ve “târumâr” kelimelerinin son heceleridir. Bunlardan ikincisinin ardından gelen “ettiğinden” kelimesini rüzgâra bağlamak imkânsız olduğundan seci burada mutlaktır. Mukayyed veya rabtî seci denilen ikincisi cümle ve fıkraların sonunda bulunup aralarında bir kelime ile bağ kurulan şekillerdir. “İlâhî, vâkıf-ı keyfiyyet-i hâl ve âlim-i dekāyık-ı ef‘âlsin” cümlesinde “hâl” ile “ef‘âl” kelimeleriyle biten cümleler “ve” ile birbirine bağlanmaktadır. Recâizâde ayrıca sebk-i mefsûle uygun ifadelerde görüldüğünü belirttiği mefrûk seciden bahsederek Fuzûlî’den şu örneği verir: “İfrâz-ı girye beş kişiye münhasırdır. Biri Âdem ki behişt firâkından nâlân idi ve biri Ya‘kūb ki Yûsuf hicretinden giryân idi ve biri Yûsuf ki Ya‘kūb derdinden perîşân idi ...” Seciin tekellüfsüz olması, az ve eşit sayıda kelimelerden meydana gelmesi, bu eşitlik sağlanamazsa ikinci cümlenin son kısmında yer alan kelimelerin öncekinden az olması gerekir. Seci yapmak için mânanın tekrarı, lafza tâbi olması veya lafza feda edilmesi önemli birer kusurdur.

Belâgat kitaplarında tasrî‘, muvâzene, mümâsele, lüzûm-ı mâ lâ yelzem, tarsî‘ gibi seci ile ilgili ve ona bağlı sanatlardan da bahsedilmiştir (Bilgegil, s. 338-341). Seciin şiirdeki örnekleri de bu alt başlıklardan ait olduklarına göre anılır: Yûnus’un, “Yûsuf’taki hüsn ü cemâl Ya‘kūb’daki hüzn ü melâl / Gâh bedr olam gâhî hilâl gökte meh-i tâbân benem” beytindeki “hüsn” ile “hüzn” ve “cemâl” ile “melâl” kelimeleri arasında tarsî‘; Cevdet Paşa’nın, “Safâ verir bize yâr etse pür itâb hitâb / Ki telh olunca eder tab‘ı neş’e-yâb şarâb” beyti de bizzat kendisince lüzûm-ı mâ lâ yelzeme örnek olarak gösterilmiştir.

Türk edebiyatında seci uygulamasına mensur yazı dilinde (inşâ) ve resmî yazışmalarda daha önemle yer verildiği açık olmakla birlikte bazı örneklerin konuşma diline de girdiği görülmektedir. Türk hitabet sanatının en eski belgesi kabul edilen Orhon yazıtlarında ve konuşma dilinin örneklerini içine alan Dede Korkut hikâyelerinde bu husus dikkat çekmektedir. Vaaz ve hutbe gibi dinî konuşmaları da içine alan hitabet sahası seciin en etkili olduğu alandır. Nitekim günümüze intikal etmiş metinlerde bu özellik açıkça görülmekte, çoğu Arapça kaleme alınmış vaaz ve hutbe mecmualarında bu tarz örnekler bulunmaktadır. Bunların başlangıç kısımları, özellikle her hafta ele alınacak konulara göre değişen Arapça hutbe mukaddimeleri secili ifadenin en güzel örnekleridir. Cumhuriyet öncesinden başlayarak kısalan hutbe mukaddimeleriyle yavaş yavaş Türkçeleşen hutbe metinlerinde geleneksel secili ifadenin devam ettirildiği görülmektedir. Ahmet Hamdi Akseki’nin Yeni Hutbelerim adlı eseriyle (Ankara 1936) uzun yıllar Fâtih Camii hatipliği yapmış olan Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın Fâtih Minberinden Mü’minlere Hutbeler adlı kitabı (I, İstanbul 1966; II, 1970) bu anlayışın güzel örneklerinin yer aldığı eserlerdir.

Secili ifade tarzı radyo konuşmalarında da sürdürülmüştür. İstanbul Radyosu’nda “Kahramanlar Geçiyor” başlıklı programlar hazırlayan Feridun Fazıl Tülbentçi’nin aynı adla kitap haline getirilen konuşmaları (İstanbul 1960-1964) bu özelliktedir. Kemal Edip Kürkçüoğlu da Ankara Radyosu’nda sunduğu dinî konuşmalarında yeni bir din dili geliştirme yolunda başarılı adımlar atarken secili ve âhenkli ifadenin günümüz insanının gönlüne ve kulağına hitap edecek güzel örneklerini ortaya koymuştur (Radyoda Dînî ve Ahlâkî Konuşmalar, I-V, Ankara 1956).

Kelime gruplarında da rastlanan seciler daha çok atasözleri ve vecizelerde bir âhenk unsuru olarak yer almıştır. Bu ifadelerde seciin sağladığı âhenk unsuru ayrıca onların ezberlenmesini kolaylaştırmıştır.


Bunlara, “Abdal tekkede hacı Mekke’de bulunur”; “Aç koyma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin”; “Açın amanı olmaz, tokun imanı olmaz”; “Bir şeyi murad etme, olduysa inad etme”; “Nerde hareket orda bereket”; “Önce can sonra cânan”; “Yağmur yel ile, düğün el ile” gibi atasözleri örnek gösterilebilir.

Sözlü edebiyat alanının önemli bir bölümü olan dua metinlerinde seci etkili bir ifade tarzı olarak dikkat çekmektedir. “Duanâme” adıyla anılan bu Türkçe eserlerin bilhassa mensur olanları bu üslûpla kaleme alınmıştır. Bilinen ve pek azı Türkçe olan mensur dua kitaplarından Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Mevhibetü’l-vehhâb adlı eseri burada anılabilir. Eserdeki Türkçe, Arapça ve Farsça dualar secili ifadenin başarılı örnekleridir. Daha çok Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlara ait manzum ve mensur dua metinleri sayılabilecek gülbankler ve tercümanlar da secili olarak tertip edilmeleriyle dikkat çekmektedir. Şifahî edebiyatın en önemli ürünlerinden olan halk hikâye ve masallarının anlatımında da seciin kullanıldığı görülmektedir. Bunları nakleden meddahların etkileyici anlatımlarındaki en önemli unsurun secili ifadeler ve tekerlemeler olduğu söylenebilir.

Secili ifadenin yazılı edebiyattaki kullanımı daha geniş ve daha itinalıdır. Özellikle mensur divan dîbâceleri başta olmak üzere manzum ve mensur eserlerin dîbâcelerinde bu üslûba daha çok önem verilmiştir. Ali Seydi Bey’in ve diğer müelliflerin seci ve kafiye lugatlarının bu eserlerin yazımında kullanıldığı bilinmektedir. Bunlar birer mukaddime olmaktan öte müellif veya şairin ifade sanatındaki gücünü gösteren metinler haline gelmiştir (DİA, XXXI, 117). Vak‘anüvis tarihlerinin mukaddimelerinde de bu anlayış görülmektedir. Ali Şîr Nevâî, Necâtî Bey, Revânî, Lâmiî Çelebi, Fuzûlî, Taşlıcalı Yahyâ, Âlî Mustafa Efendi, Şerîfî, Atâî, Keçecizâde İzzet Molla gibi şairlerin divan mukaddimeleri diğerlerine göre oldukça uzun ve sanatkâranedir (örnekler için bk. Uzgör, tür.yer.).

Bütünüyle secili ifadelerle kaleme alınmış olduğu için burada özellikle anılması gereken eserlerin en önemlisi seci sanatının Türk dilindeki en mükemmel örneği olan Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’sidir. Bu eserin açtığı yolda kaleme alınan Müzekki’n-nüfûs, Tezkiretü’l-evliyâ, Menâkıbnâme gibi tasavvufî kitaplarla Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın Ma‘rifetnâme’si gibi ansiklopedik eserler, vak‘anüvis tarihleri başta olmak üzere çeşitli tarih kitapları, Siyer-i Veysî, Şekāik tercüme ve zeyilleriyle şuarâ tezkireleri gibi biyografik eserlerde de bol secili ifadeler görülmektedir.

Resmî ve hususi mektuplarla devlet birimleri arasındaki yazışmalarda da secili ifade tarzı kullanılmış, zaman içinde bunların cinsine göre bazı ifade ve üslûp farklılıkları oluşmuştur. Bu tarz metinleri toplayan münşeat mecmualarından resmî yazışmaları içine alanlarına Feridun Bey’in Münşeâtü’s-selâtîn’i (I-II, İstanbul 1274-1275), hususi mektuplara yer verenlerine de Lâmiî Çelebi’nin Münşeât-ı Mekâtib’i (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3316) tanınmış birer örnektir. İnşâ bakımından henüz bir incelemeye konu edilmemiş olan kitap takrizleri de seciin çok rağbet edildiği ve başarılı örneklerinin ortaya konduğu bir yazı türü olmuştur.

Tanzimat’tan sonra seciin resmî yazışmalarda gereksiz kullanımını önlemek amacıyla Âkif, Reşid, Rifat ve Fuad paşaların Bâbıâli’de resmî bazı teşebbüsleri olduğu bilinmektedir. 1846 yılında Meclis-i Vâlâ’nın bir kararıyla resmî yazışmalarda seci kullanımının önüne geçilmeye çalışıldığı kaydedilmektedir. Ayrıca Şinâsi, Nâmık Kemal ve Recâizâde Ekrem gibi ediplerin bu konudaki tenkitleriyle secili ifadeye yer verme gayreti epey azalmıştır. Buna rağmen seciin tamamen önüne geçmenin mümkün olmadığı da bir gerçektir. Cumhuriyet’in ardından harf ve dil devrimleri dolayısıyla ifade tarzı ve üslûbun eskiyle irtibatının kesilmesi yüzünden secili ifade hemen tamamen ortadan kalkmış görünmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

İlhan Ayverdi - Ahmet Topaloğlu, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 2005, III, 2703-2704; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 173-176; Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, s. 350-370; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, İstanbul 1989, s. 334-342; Tahir Uzgör, Türkçe Dîvân Dîbâceleri, Ankara 1990; İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1990, s. 428; Kâzım Yetiş, Ta‘lîm-i Edebiyatın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sahasında Getirdiği Yenilikler, Ankara 1996, s. 312-318; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2000, s. 75, 225-230; Ayşe Yıldız, Eski Türk Edebiyatında Seci (yüksek lisans tezi, 2002), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Mustafa Uzun, “Türk Tasavvuf Edebiyatında Bir Duâ ve Niyaz Tarzı Gülbank”, Tasavvuf Kitabı (haz. Cemil Çiftçi), İstanbul 2003, s. 241-261; a.mlf., “Gülbank”, DİA, XIV, 233; a.mlf., “İnşâ”, a.e., XXII, 338-339; a.mlf., “Mukaddime”, a.e., XXXI, 117; a.mlf., “Münşeat”, a.e., XXXII, 18-20; Mustafa Kutlu, “Seci”, TDEA, VII, 479-481.

Mustafa Uzun