SEFÂRETNÂME

(سفارتنامه)

Yabancı ülkelere gönderilen elçilik heyeti raporları.

Devleti temsilen yabancı ülkelere gönderilen elçilere verilen sefîr (çoğulu süferâ) adı eski bir kullanımdır (Halîl b. Ahmed, VII, 247). Arapça’da ilk dönemlerde elçiler veya elçilik heyetlerinin kendi görevleriyle ilgili hazırladıkları resmî raporları yahut diğer bilgi ve izlenimlerini içeren eserler için özel bir ad kullanılmadığı, bunların seyahatnâme türü içinde değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Modern zamanlarda seyahatnâme literatürü karşılığında edebü’r-rihle, edebü’r-rahalât, elçilikle ilgili yolculuklara da er-rihletü’s-sifâriyye denilmiştir.

Hz. Peygamber’in yabancı hükümdarlara gönderdiği elçilerin başlarından geçen olaylarla ilgili kendisine bilgi sundukları şüphesizdir. Ayrıca henüz merkezî devletin bünyesine girmemiş kabile temsilcilerinin onları yollayan kabile reislerine sözlü olarak bilgi verdiklerinde şüphe yoktur. Bu olaylarla ilgili bilgiler İslâm tarih ve hadis kaynaklarında yer almakla birlikte bunlar bir rapor gibi kaleme alınmış belgeler değildir. Daha sonraları yabancı ülkelere gönderilen elçilerin yola çıkışlarından başlayarak gittikleri yerlerde şahit oldukları olaylar, geçtikleri bölgelerin coğrafyası ve insanları hakkında gözlemleri, yaptıkları görüşmeler ve siyasî hadiselerle ilgili verdikleri yazılı bilgiler geniş anlamda sefâret-nâme diye anılmıştır. Bu terim, Osmanlı tarihinin belli bir döneminden sonraki resmî elçilik raporlarıyla alâkalı olarak özel bir anlam kazanmışsa da bu uygulamanın daha öncelere uzanan bir geçmişinin bulunduğu ve sadece Osmanlılar’a münhasır olmadığı anlaşılmaktadır.

Endülüs Emevî Hükümdarı II. Abdurrahman tarafından 208 (824) yılında Normanlar’a elçi olarak gönderilen şair Yahyâ b. Hakem el-Gazzâl el-Bekrî onların âdetleri, kral ve kraliçesiyle ilgili izlenimlerini anlatmış, İbrâhim b. Ya‘kūb et-Turtûşî adlı bir yahudi 289’da (902) Kurtuba (Cordoba) hükümdarının elçisi sıfatıyla Alman İmparatoru Otto’yu ziyaret edip Alman ve Slav topraklarına dair gözlem ve izlenimleri hakkında bazı bilgiler vermiştir. Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh tarafından İdil (İtil) Bulgar Hükümdarı Almış Han’a yollanan heyet içinde yer alan İbn Fadlân’ın seyahatnâmesi, kısmen de olsa İslâm tarihinde sefâretnâme türü eserlerin ilk örnekleri arasında sayılabilir. Bir saray görevlisi olan ve 331’de (943) Buhara Sâmânî emîrinin kızını krallarına istemek üzere gelen Çin heyetini ülkelerine götürmesi için Nasr b. Ahmed tarafından rehber tayin edilen Ebû Dülef Mis‘ar b. Mühelhil’in seyahatlerini anlattığı, risâleler şeklinde kaleme alınmış rihleleri de (DİA, XXX, 176-177) bu türden saymak mümkündür.

Bazı Avrupalı krallarla elçilik münasebetleri bulunan Timurlular’ın Çinliler’le daha sıkı ilişkileri olmuş, karşılıklı gönderilen elçiler aradaki ihtilâfları gidermek ve ticarî ilişkileri geliştirmek gibi görevler üstlenmiştir. 1419 veya 1420’de Şâhruh’un Ming hânedanının hüküm sürdüğü Pekin’e gönderdiği elçilik heyeti içinde yer alan Gıyâseddin Muhammed Nakkāş-ı Tebrîzî yolculuk sırasında ve orada gördükleriyle ilgili izlenimlerini kaleme almıştır. Eseri


ǾAcâǿibü’l-leŧâǿif (Sefernâme-i Çîn, Ħıŧây-nâme) adıyla tanınmaktadır. Gıyâseddin’in raporu, Herat’tan Pekin’e kadar olan yolculuğunu ve Pekin’de gördüklerini anlattığı iki bölümden oluşmaktadır. Gıyâseddin’in eserinin Şeyhülislâm Çelebizâde Âsım Efendi tarafından 1140 (1727-28) yılında yapılan tercümesini Ali Emîrî Efendi yayımlamıştır (İstanbul 1331). Bu eserle, Şâhruh döneminde Çin’den Herat’a elçi olarak gelen Ch’en Ch’eng’in elçilik raporu Gülçin Çandarlıoğlu tarafından değerlendirmeler ve notlarla birlikte neşredilmiştir (bk. bibl.). XVI. yüzyıl başlarında Çin’e giden Ali Ekber’in önce Yavuz Sultan Selim’e, ardından Kanûnî Sultan Süleyman’a sunduğu Ħıŧâynâme adlı eserinde Gıyâseddin Nakkāş’ın yazdıklarından yararlandığı tahmin edilmektedir (DİA, XVII, 404-405). Zeki Velidi Togan’ın Tarihte Usûl (s. 246 vd.) adlı kitabında “Türk Tarihiyle İlgisi Olan Seyahat Kitapları” başlığı altında zikrettiği kaynakların bir kısmı elçilik raporlarıyla ilgili olup sefâretnâme türünde eserlerdir.

Fas Sa‘dîler Sultanı Zeydân b. Ahmed el-Mansûr’un tercümanı Ahmed b. Kāsım el-Hacerî el-Endelüsî 1018-1020 (1609-1611) yılları arasında, Endülüs’ten çıkarılan Moriskolar’la ilgili olarak Fransa ve Hollanda’ya elçilik sıfatıyla seyahati esnasındaki izlenimlerini ve yaptığı dinî muhtevalı tartışmaları Nâśırü’d-dîn Ǿale’l-ķavmi’l-kâfirîn, Fas Alevî (Filâlî) Sultanı Mevlây İsmâil’in, 1102’de (1690-91) İspanyollar’a esir düşen müslümanların serbest bırakılması ve diğer bazı konular için İspanya Kralı II. Carlos’a elçi olarak gönderdiği Vezir Muhammed b. Abdülvehhâb el-Gassânî bu seyahat izlenimlerini Riĥletü’l-vezîr fi’ftikâki’l-esîr, Fas Filâlî Sultanı III. Mevlây Muhammed’in 1766’da İspanya’ya elçi sıfatıyla yolladığı Ahmed b. Mehdî el-Gazzâl siyasî müzakere ve izlenimlerini Netîcetü’l-ictihâd fi’l-mühâdene ve’l-cihâd adıyla kaleme almıştır. Yine III. Mevlây Muhammed’in 1779’da İspanya Kralı III. Carlos’a aralarındaki antlaşmayı yenilemek ve müslüman esirleri kurtarmak için gönderdiği Vezir İbn Osman el-Miknâsî bu izlenimlerini el-İksîr fî fekâki’l-esîr, 1782’de Malta ve Napoli’ye müslüman esirleri kurtarmak için yaptığı elçilik izlenimlerini el-Bedrü’s-sâfir fi’ftikâki’l-üsârâ min yedi’l-Ǿadüvvi’l-kâfir ve 1785-1788 yılları arasında önce İstanbul’a elçilik, ardından Haremeyn’e hac için yaptığı seyahatin izlenimlerini İĥrâzü’l-muǾallâ ve’r-raķīb fî ĥacci Beytillâhi’l-ĥarâm ve ziyâreti’l-Ķudsi’ş-şerîf ve’l-Ħalîl ve’t-teberrük bi-ķabri’l-Ĥabîb adlı eserlerinde toplamıştır. IV. Mevlây Muhammed’in Napolyon’a elçilik göreviyle yolladığı, İbn İdrîs diye tanınan İdrîs b. Muhammed el-Amrâvî izlenimlerini Tuĥfetü’l-meliki’l-Ǿazîz bi-memleketi Bârîz, İngiltere Kraliçesi Victoria’ya gönderdiği heyetin başkanı Abdurrahman el-Fâsî de er-Riĥletü’l-İbrîziyye ile’d-diyâri’l-İncilîziyye adıyla kaleme almıştır (ayrıca bk. ELÇİ; SEYAHATNÂME).

BİBLİYOGRAFYA:

Halîl b. Ahmed, Kitabü’l-ǾAyn (nşr. Mehdî el-Mahzûmî - İbrâhim es-Sâmerrâî), Beyrut 1408/ 1988, VII, 247; Clavijo, Timur Devrinde Kadis’ten Semerkand’a Seyahat (trc. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul 2007, s. 16, 17; İbn Osman el-Miknâsî, el-İksîr fî fekâki’l-esîr (nşr. Muhammed el-Fâsî), Rabat 1965, neşredenin girişi, s. c-s; Ramazan Şeşen, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, İstanbul 1975, s. 9-10, 11; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 343, 375; Zeki Velidî Togan, Tarihte Usûl, İstanbul 1981, s. 246, 247, 248, 249, 250, 251 vd.; Ziriklî, el-AǾlâm (Fethullah), I, 198, 260; VIII, 143; Gülçin Çandarlıoğlu, Orta Asya’da Timurîler, Çin’de Ming Münasebetleri, Ch’en Ch’eng Elçilik Raporu, İstanbul 1995, s. 12, 13, 25 vd., 47 vd., 75 vd.; Melîke ez-Zâhidî, “er-Riĥletü’s-Sifâriyye el-Maġribiyye ilâ Evrûbbâ kitâb ‘el-Bedrü’s-sâfir’ nümûźecen”, er-Riĥle beyne’ş-şarķ ve’l-ġarb (nşr. Muhammed Hamâm), Dârülbeyzâ 2003, s. 159 vd.; Pakalın, III, 138-139; Ahmet Taşağıl, “Hıtâynâme”, DİA, XVII, 404-405; Aliyev Salih Muhammedoğlu, “İbn Fadlân”, a.e., XIX, 477-479; İnci Koçak, “Mis‘ar b. Mühelhil”, a.e., XXX, 176-177.

Nebi Bozkurt




Osmanlılar’da. Osmanlılar’da elçilik heyetlerini belirtmek için kullanılan sefâret tabiri, aynı zamanda bu heyetin başında yer alan elçinin / sefirin faaliyetleriyle ilgili olarak tuttuğu raporları da tanımlayarak sefâretnâme teriminin oluşmasını sağlamıştır. İlk dönemlerden itibaren ve daha yaygın biçimde sefir yerine elçi kelimesi kullanılmakla beraber bunların raporları sefâretnâme diye anılmıştır. Sefâretnâme tanzimi yalnız Osmanlılar’a ait bir husus olmayıp devletlerin başka hükümetler katına kalıcı veya geçici olmak üzere gönderdikleri elçilerin dönüşlerinin ardından birer rapor sunmaları örneklenebilen bir olgudur. Meselâ Emevîler döneminde Bizans’a yollanan elçiler dönüşlerinde halifeye temasları hakkında sözlü bilgi verirlerdi. Sefâretle ilgili bilgilendirmeler daha sonra bizzat elçinin kendisi veya bir başkası tarafından yazılı hale getirilirdi (Kaplony, s. 385, 399). Osmanlılar’daki uygulamayı özgün kılan husus, dış ilişkilerde diğer Avrupa devletlerinde olduğu gibi dâimî elçiliklerin çok geç açılması (1792), dolayısıyla olağan üstü durumlar sebebiyle gönderilen elçilerin (merasim elçileri) raporlarının kendine has bir tür ve kaynak oluşturmasıdır. Sefâretnâmeler bu anlamda, çeşitli merkezlerde görev yapan Venedik elçilerinin sefâret hizmetleri sonunda senato huzurunda okudukları raporlara benzetilmiştir. Bu kıyaslamaya rağmen Osmanlı sefâretnâmelerinin siyasî içerik yönünden genelde kaynak değerleri düşüktür, dâimî elçilik bulundurulmaması sebebiyle Venedik raporlarına oranla sayıları da pek azdır. Sefâretnâmeler, edebî tür olarak seyahatnâme ve hâtıratla siyasî takrir (rapor) özelliklerini değişkenlik göstererek bünyesinde barındırır. Nitekim Franz Taeschner, Osmanlı edebiyatıyla ilgili değerlendirmesinde bunları siyasî olduğu kadar seyahat literatürü şeklinde de kabul eder (HOr., V/ 1 [1963], s. 331). Dolayısıyla İstanbul’dan ayrılıştan geri dönüşe kadar geçilen yerler, konaklanan menziller, varılan yerleşim birimleri ve buralardaki halkın tanıtılması seyahatnâme, bizzat yaşanmış olma hali ise hâtırat tanımlamasına haklılık verir. Ancak neticede bütün bu notlar, belirli bir resmî görevle gönderilmiş olan bir elçinin dönüşünde hükümetine sunduğu resmî takrir olma özelliğini ikinci plana atmaz ve sefâretnâmelerin yalnızca bu anlamda tanımlanmasını kaçınılmaz kılar.

Gerçekten sefâretnâmelerin çoğu, gidilen ülkelerdeki devlet adamlarıyla yapılan resmî görüşmeleri aksettirmemiş olmasından ötürü genelde siyasî içerik yönünden doyurucu olmamakla beraber elçilerin gizlilik derecesi bulunan bu gibi hususları ayrı takrirler halinde takdim ettikleri bilinmektedir. Buna rağmen birçoklarında elçilerin herhangi bir siyasî görüşme sürdürdüğüne dair bir işaret ve buna yol açacak bir vesile yer almamaktadır. Yeni padişahın tahta çıkışını bildirme, baş sağlığı ve kutlama vesilesiyle gidip gelmeler bu anlamdadır ve bu nâfile teşrifat önemli ağırlama masraflarına yol açtığından muhatap devlet tarafından özellikle Osmanlılar’ın itibardan düştüğü dönemlerde gereksiz olarak algılanmıştır. Bu sebeple bazı hükümdarlar sefâret heyeti gönderilmesiyle ilgili başvuruları gönülsüzce kabul etmiş, bazı devletler ise aynı sebepten ötürü bu teklifi açıkça geri çevirmiştir. III. Osman’ın tahta çıkmasını bir elçilik heyetiyle İngiliz kralına bildirmek üzere Londra’ya sefâret heyeti göndermek istemesi onay bulmamış, Prusya Kralı Büyük Friedrich, Berlin’e gelen ilk Osmanlı elçisi olduğu halde Ahmed Resmî Efendi’yi (1763) isteyerek kabul etmemiştir (Beydilli, s. 80 vd.).

Âcil siyasî çözümler için genelde fevkalâde olarak küçük bir maiyetle teşrifatsız


ve hediyesiz elçilerin gönderilmesi tercih edilmiştir ve yüzyıllar boyu siyasî işler esas itibariyle bunlar eliyle sürdürülmüştür. Bunlara genelde XVII. yüzyıl öncesi dönemlerde “çavuş” denilmektedir. Çavuşlar da fevkalâde elçi sıfatıyla bu algılama içinde diplomatik konumları bakımından belirli bir protokola sahiptir. Hammer bunları “internuntius” diye anılan Avusturya elçilerine has sıfatla tanımlar. Venedik’le ilgili belgelerde bu anlamda gönderilen Osmanlı elçileri “orator” (elçilik heyeti sözcüsü, müzakereci murahhas) diye nitelenir (Theunissen, s. 137). Bunların, taşıdıkları hükümdarın mektubunu yerine ulaştırmakla mükellef ulak anlamında “nâmeres” diye anılanları siyasî temaslarda bulunma ve bunları sürdürme yetkisine sahip değildir. Gönderilen ilk Osmanlı elçileri çavuş sıfatını taşımış ve “dergâh-ı âlî çavuşu” olarak anılmıştır. Koçi Bey risâlesinde bunları “umûrdîde ve maslahat-güzâr mülûk-i etrâfa elçiliğe kādir kimseler” şeklinde tarif etmektedir. Kelimenin yabancı dillerde “hofmarschall” (Sarây-ı Âmire mîrâhuru / saray nâzırı) olarak tercüme edilmiş olması konumlarının nasıl algılandığına işaret etmektedir (Karamuk, Ahmed Azmi Efendis, s. 113-114). Bunlar da dönüşlerinde genellikle sadece temasları ve sürdürdükleri görüşmeleri aksettiren takrir tanımlamasına uygun raporlar sunmuştur. Ancak bu raporlar ağırlıklı biçimde yalnızca siyasî gelişmeleri aksettirdiğinden bilinen anlamda sefâretnâmelerden büyük ölçüde ayrılır ve tarihçilere devletlerarası konuların irdelenmesi açısından önemli belge vazifesi görür. Bu türün mevcut en eski örneği Hacı Zağanos imzalı, muhtevasından hareketle Nisan 1495 olarak tarihlendirilmiş takrirdir (Karamuk, TTK Belleten, LVI/216 [1992] s. 391 vd.). Macar Kralı II. Vladislav nezdine Budin’e gönderilen Hacı Zağanos büyük ihtimalle II. Bayezid’in saray çavuşlarından biriydi. Bilinen diğer en eski tarihli takrirler XVI. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilmektedir. Bunlardan Tâceddin imzalı olanı Uzun Hasan’a yollanmıştır. İki tanesi, asıl adı Erdelli Marcus Scherer olan ve Müslümanlığa geçtiğinde Hidayet adını alan elçinin imzasını taşımaktadır. Burada Portekiz elçisi Odoardo Cataneo’nun adının verilmekte olması tarihlendirmeyi mümkün kılmaktadır. Odoardo 1544’te İstanbul’a gelmiş ve I. Ferdinand adına barış görüşmelerinde bulunmuştur (Unat, s. 44; Karamuk, Ahmed Azmi Efendis, s. 121-122).

Gönderilenlerin çokluğuna rağmen bilinen takrir ve sefâretnâmelerin sayısal azlığı, bunların zaman içinde kaybolmuş olabileceği ihtimali yanında her zaman yazılı olarak takdim edilmediği ve sözlü açıklamalarla yetinilmiş olması gerektiği var sayımına kuvvet katmaktadır. Nitekim 1384-1762 yılları arasında Venedik’e 178 elçi gönderildiği hesaplanmıştır. Bunların bir kısmının sıfatları belirtilmemiş olmakla beraber aralarından elli beş tanesi çavuş diye gösterilmiş olup içlerinde ulûfecibaşı, kâhya, sipahi oğlanı, kapıcıbaşı, subaşı, sipahi, tercüman, müteferrika, emin, doktor (Sokullu’nun adamı Salomon Eşkanazi), reis, hoca, çaşnigîr, bölükbaşı, silâhdar, haznedar, dizdar, yeniçeri, kapıcı, yasakçı, ulak ve telhisçi gibi unvanlarla anılanlar vardır. Avusturya, Lehistan ve diğer ülkeler için de aynı şekilde göndermeler söz konusu olduğuna ve her birinin raporu olarak elde bu kadar belge mevcut bulunmadığına göre çeşitli münasebetlerle yollanan bu tür elçilerin dönüşlerinde hiç olmazsa sözlü bilgi verdiklerini kabul etmek gerekir. Bu hususlar dikkate alındığında sefâretnâmelerin klasik anlamda bilinen örneklerle kısıtlanması uygun olacaktır. Başta barış antlaşmalarının tasdikli metinlerinin mübadelesi sebebiyle olmak üzere merasim vesileleriyle (doğum, ölüm, cülûs) teâti edilen elçilerin ağır hediye ve masraflara yol açmış olarak dönüşlerinde takdim ettikleri sefâretnâmeler türünün en önemli ve klasikleşmiş standart örneklerini oluşturur. Kendi türüne göre genelde belirli bir tertibe (Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e senâ, padişaha dua, kimlik tesbiti, görev tanıtımı, menziller, varış, ağırlanış, ziyaretler, dönüş, hitam duası, tarih) sahip bulunan sefâretnâmeler belirlenmiş bölümleri, standart boyutları ile müstakil bir edebî eser türüne girer.

Klasik anlamdaki sefâretnâmelerin meydana çıkmasına yol açan kalabalık sefâret heyetlerinin hangi sebeplerden ötürü gönderildiği meselesi konuyla ilgili mevcut literatürde oldukça ihmal edilmiş bulunmaktadır. Büyük sefâret heyetlerinin yollanmasının devletler arası güç veya denge politikasının önemli bir göstergesi sayıldığı, dolayısıyla sefâretnâmelerin ortaya çıkış sebebini oluşturduğu açıktır. Bu anlamda ilk örneklerden biri olmak üzere 1562’de Frankfurt’a gönderilen İbrâhim Bey’in, 1535 ve 1549 yıllarında daha küçük heyetlerle Viyana’ya giden elçilik heyetlerinde olduğu gibi dönüşünde bir sefâretnâme takdim ettiğine dair bir kayıt mevcut değildir (Rudolph, s. 295 vd.). Klasik anlamda düzenlenmiş, metni elde bulunan en erken tarihli sefâretnâme 1665’te, bir yıl önce yapılan Vasvár (Eisenburg) Barış Antlaşması (10 Ağustos 1664) münasebetiyle iki devlet arasındaki dostluğun takviyesi ve hediye takdimi amacıyla 300 kişiden oluşan bir heyetle Viyana’ya gönderilen Kara Mehmed Paşa’ya aittir. 1606 Zitvatorok Antlaşması’nın mübadelesi için gelen Avusturya elçisi Adam von Herberstein geri dönmek üzere İstanbul’dan mukabil Türk elçisi Ahmed Kâhya ile beraber yola çıktığından (Kasım 1608) gelişinde mübadele edilmesi söz konusu olmamıştır (Nehring, s. 52). IV. Murad zamanında gelen Avusturya elçisi Hans Ludwig von Kuefstein ile Viyana’ya gönderilen Receb Paşa’nın resmî mübadelenin ilk örneğini gerçekleştirdiklerine (28 Eylül 1628) dair verilen bilgi dahilinde (Teply, XX [1976], s. 19) Mehmed Paşa, ayrıca Avusturya


tarafından yollanan Kont Walter von Leslie ile ileride teşrifatı ve törensel standardı daha da kesinlik kazanacak olan mübadele merasimini gerçekleştirmiş olan ikinci elçi niteliği taşır. Bunun yanında İbrâhim Paşa’nın sefâretnâmesi vak‘anüvis tarihlerine giren ilk sefâretnâmedir (Silâhdar, I, 403-409; Râşid, I, 120-125) ve daha sonraki Karlofça (1699), Pasarofça (1718), Belgrad (1739) barış antlaşmaları vesilesiyle gönderilen sefâret heyetleri için tertiplenen teşrifata da örnek teşkil etmiştir (Hammer, III, 580).

Aslında Vasvár Barış Antlaşması’nın tasdikli metni Kapıcıbaşı Yûsuf Ağa tarafından geniş bir maiyet eşliğinde 22 Ekim 1664’te daha önce Viyana’ya götürülmüş bulunuyordu (a.g.e., III, 562). Şimdiye kadar İstanbul’a tek taraflı olarak sefâret heyetleri gönderirken, artık padişah tarafından kendilerine de aynı şekilde itibar edildiğinin ve eşit bir statü içinde karşılık verilmekte olduğunun göstergesi olarak özellikle barış antlaşmaları sebebiyle büyük sefâret heyetleri yollanmasının temini Avusturya için önemli bir başarı sayılmıştır ve bu anlamda etkin bir propaganda vasıtası şeklinde kullanılmıştır. Bu hem kendi halkına hem de Avrupa efkârına karşı artık Türkler’e her yönden denk duruma geldiğinin delili olarak takdim edilmiştir. Avusturya’nın Osmanlı gücüyle her yönden eşit ve denk olduğunu tartışılmaz bir şekilde ortaya koyan Vasvár Barış Antlaşması bu anlamda ayrıca büyük önem taşımaktadır. Antlaşmanın 10. maddesinde, yapılan barışın ve aradaki dostluğun halka teselli ve sevinç kaynağı olmak üzere resmî sefâret heyetleri ve tasdiknâme sûretleri gönderilmesiyle takviye edilmesi ön görülmekteydi (Wagner, s. 441). İmparatorun elçisi 200.000 altın gulden (karakuruş) değerinde hediyeler takdim edecek, Osmanlı tarafından da resmî elçilik heyetiyle bunun kadar bir değerle mukabele edilecektir. Böylece Zitvatorok’un tek taraflı hediye takdimi iki taraflı hale getirilmekte ve iki hükümdar arasında Türkler’in bir türlü benimsemek istemedikleri eşitlik iddiası ve çekişmelerine son verilmekteydi. Avusturya, Raab’da Osmanlı ordusu karşısında kazandığı zafer sebebiyle (1 Ağustos 1664) artık kesin biçimde haraçgüzâr olma halinden çıktığını ve kayserin sultanın dengi olduğunu bütün Avrupa’ya göstermekte ve Zitvatorok’tan beri bu konularda süregelen tartışmaları bitirmekteydi. Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa, Avusturya temsilcisi Simon Reniger ile sürdürdüğü görüşmelerde ortaya koyduğu sert tutumunu bir tarafa bırakmış, Zitvatorok örneğinde olduğu gibi bir defaya mahsusen yapılmasını talep ettiği ödemeden vazgeçmiş, gelecek hediyelere karşılık vermek üzere büyük bir elçilik heyeti gönderilmesini kabul etmiştir (a.g.e., s. 63, 433, 437).

Tarih itibariyle aslında bu gelişme Vasvár’dan çok daha önce yapılan Zitvatorok Antlaşması ile (11 Kasım 1606) başlamıştır. Zitvatorok yalnızca kayserle padişahı protokolde eşit hale getirmemekte, son defa yapılacak 200.000 guldenlik bir ödemeyle haracı da ortadan kaldırmakta ve ilk defa olmak üzere büyük bir elçilik heyetiyle antlaşma metninin mübadelesini öngörmekteydi. Ayrıca gönderilecek elçinin daha önce olduğu gibi çaşnigîr, ulak, çavuş gibi düşük rütbelerdeki saray hizmetkârları değil en aşağı sancak beyi seviyesindeki yüksek rütbelilerden oluşmasını kayıt altına almaktaydı (Bayerle, VI [1980], s. 19, 43). Barış antlaşması, Budin Beylerbeyi Kadızâde Ali Paşa’nın kâhyası Ahmed Kâhya ile ve 150 kişilik bir heyet halinde Prag’da bulunan Kayser II. Rudolf’a gönderilmiştir (1609). Böylece kamuoyunun gözlemine açık olarak klasik anlamda sefâret heyetleri yollanması ve sefâretnâmeler tanzimi dönemi ilk defa resmen başlamıştır. Ahmed Kâhya muhtemelen bir sefâretnâme düzenlenmiş olmakla beraber bu henüz ortaya çıkarılmamıştır. Zitvatorok’un yorumu ve uygulanmasından doğan yoğun problemler (Emecen, sy. 29 [2007], s. 87 vd.) uzun yıllar devam ettiğinden özellikle Avusturya tarafından yapılan itirazlara ve sürüp giden sürtüşmelere son vermiş olan ve büyük bir sefâret heyetiyle ilk defa olmak üzere önce Viyana’ya gelen Ahmed Kâhya emniyet altına alınan güzergâhı takiben şehre alayla girmiş, saraya yönelmek üzere geçtiği yollar halk tarafından doldurulmuştur. Ahmed Kâhya, kardeşini bertaraf ederek iktidarı ele geçirmiş olan Arşidük Matthias tarafından kabul edilmiş ve getirdiği nâme ve hediyeleri takdim etmiştir (26 Eylül 1609). Yalnızca kayser unvanına sahip olarak Prag’a çekilmiş bulunan II. Rudolf tarafından 12 Ekim’de aynı şekilde kabul görmüştür (Nehring, s. 195-196; Koch, II [1917-18], s. 308-311). Böylece Türk sefâret heyeti iki başşehre birden alayla girip hediyeler takdim etmek suretiyle Avusturya için büyük bir propaganda yapmış oluyordu.

Zitvatorok’tan sonra Viyana giderek kalabalıklaşan Osmanlı sefâret heyetlerinin gösteri merkezi haline gelmiştir. Heyetlerin sergilediği ihtişam siyasî önemleriyle örtüşmese de bu, padişahın kendisini takdim edişinin bir göstergesi diye kabul edilmiştir. 1609’da Ahmed Kâhya 150 kişilik bir heyetle gelmişken 1665’te bu sayı 300’e çıkar. 1700’de İbrâhim Paşa heyeti 659 kişiden müteşekkildir. 1739’da Cânibî Ali Paşa 922 kişilik bir heyetle herkesi şaşırtır. 900 at, 170 katır ve 135 deve bu heyeti daha da ihtişamlı hale getirmekteydi. Bu tarihlerde gelen Avusturya ve Lehistan elçilik heyetlerinin de sayı itibariyle aşağı kalmadığı görülmektedir. Zitvatorok’u mübadele eden Herberstein heyeti 110 kişiydi (Nehring, s. 44). Karlofça Antlaşması’nı mübadele için gelen (Nisan 1700) Leh heyeti 600 kişiden fazlaydı, Avusturya heyeti ise 279 kişiden oluşmaktaydı (Zinkeisen, V, 222, 229).

Osmanlı Devleti için Viyana ile Venedik, uzun yıllar devam edecek olan siyasî ve askerî münasebetlerin muhatabı en önemli iki gücü teşkil etmekle birlikte Avusturya örneklemesine denk gelecek bir şekilde Venedik ile büyük sefâret heyetleri ve merasim sefirleri gönderilmesi ve mübadelesi, dolayısıyla sefâretnâmeler tanzimi söz konusu olmamıştır. Bunun hangi sebeplerden ötürü ihmal edildiği sorusuna belgelere dayanan bir cevap vermek oldukça zor görünmektedir. Gerçekten de en azından ortaya çıkış tarihi esas alınmak kaydıyla klasik anlamda mevcut ve sayıları elliyi aşan sefâretnâmeler arasında bir tek Venedik sefâretnâmesi bulmak mümkün değildir ve bu anlamda bir sefir yollandığına dair bilgi de yoktur. Yirmi yıl süren Girit savaşını sona erdiren barış antlaşması sebebiyle (1669), Karlofça ve Pasarofça gibi doğrudan savaş durumunu barışa çeviren vesilelerle, diğer muhatap devletlere benzer şekilde Venedik ile de sefâret heyetlerinin karşılıklı gidip geldiği konusunda bir işaret bulunmamaktadır. Bunun sebebi, muhtemelen Venedik’te devlet başkanlarının seçimle iş başına gelmesi ve devlet şekli itibariyle bir cumhur olması, dolayısıyla diğerleri gibi bir hânedana bağlı monarşik bir saltanat şeklinin bulunmamasıdır. Ağustos 1677’de Zinkeisen’e göre (Geschichte, V, 81) 700 kişilik bir heyetle gelen Lehistan elçisi Gninski’nin daha önce gelen (1665) Avusturya elçisi Leslie’nin ikametine tahsis edilen binaya yerleşmek istemesine kendisinin kral, diğerinin ise kayserin elçisi olması gerekçesiyle izin verilmemesinden


hareketle (Hammer, III, 696) protokol açısından yapılan bu ayırımın, kendisini “serenissima” (yüce devlet) diye adlandırmasına ve uzun zamanlar Devlet-i Aliyye ile baş edebilecek bir güce sahip olarak onunla aynı sıfatı paylaşmasına rağmen Venedik cumhuruna büyük sefâret heyetlerinin gönderilmesini gereksiz kıldığı düşünülebilir.

Venedik elçilerinin raporları, gerçekçi tesbitlerle Türk ilerleyişini durdurmanın ve Venedik’i mevcut konumunda tutmanın çaresini bulmak gibi belirli bir amacı hedefler. Türkler’i yenme fikri daima göz önünde tutulmakla beraber diğer hıristiyan hükümdarların yardımlarının temin edilmesindeki güçlüklerin zikri de ihmal edilmez. Bu durumda yapılacak en iyi şey hasmın özelliklerini bilmektir. XVI. yüzyıl içinde münferit sayısız rapor dışında resmî balyos sefâretnâmesi sayısının otuz dokuz olması bu tahkikatın boyutlarını gösterir. Papalık için bu sayı yirmi yedi, Fransa sarayı için yirmi üç, İspanya için on sekizdir (Valensi, s. 30). Avusturya “internuntius”larının aksatmadan gönderdikleri raporlar Venedik balyoslarının mesailerinden hiç de aşağı kalmaz ve bunlar da Türk imparatorluğunun tahlili, üstünlük ve zafiyet noktalarının tesbiti, devleti yöneten kadroların etnik, eğitsel, şahsî meziyet, çekişme ve zafiyet hususlarındaki tahlilleri açısından dönemi için önemli bir rapor, tarihçiler için de başlıca kaynak olmuştur. XVIII. yüzyıl Osmanlı sefâretnâmelerinin bu anlamdaki bilgilerle dolu olması rastlantı değildir. Vaktiyle hıristiyan evlâtlarına karşı müslümanlardan yana olan Tanrı’nın artık bunun tersini uygulamakta olması, hatta müslümanların bunu geçmiş dönem hıristiyanları gibi günahlarının sebebi olarak görmeye başlaması (a.g.e., s. 40), devleti yenileme ihtiyacının idrakiyle beraber giderek artan bir içe kapanış ve taassubun da sebebi olmuştur. Açıkça dile getirmemekle birlikte sefâretnâmeler giderek daha fazla dolaylı telkin ve imalarla reform gerekliliğini vurgular ve bunu Avrupa’daki kurumların üstün vasıflarını ve hizmet kalitelerini, düzen ve asayiş mükemmelliğini, âdil yargı sistemini, ulaşım vasıtaları ve belediye hizmetlerinin kusursuzluğunu, sağlık kuruluşlarını, okulları ve ilim merkezlerini, fabrikaları, ticaret serbestîsini, askerî düzeni vb. dile getirerek yapar ve böyle okunması halinde birer reform projesi olarak hizmet görürler. Gezilen yerlerin ve görülenlerin anlatımı daha XVIII. yüzyılda, “Dünya kâfirlerin cennetidir” sözüne geçerlilik kazandırırken bütün bunlar, bir sonraki yüzyılın ikinci yarısında “diyâr-ı küfrü gezip kâşâneler görenler”in dile getirdiği hayranlığın ve müslüman mülkünün viraneliğini vurgulamanın öncüsü olacaktır.

Sefâret heyetlerini tek taraflı kabul üstünlük göstergesi, karşılıklı olma hali ise güç dengesi göstergesi olarak algılanmaktaydı. Venedik raporlarında, “Bu bir devlet değil bir evren” denilen ve başşehrinin de bu evren içinde başlı başına bir dünya olduğu ileri sürülen (a.g.e., s. 97-98) Osmanlı Devleti’nin hüküm süren üstünlüğü döneminde devletler İstanbul’da temsil edilmeyi kendilerini şereflendiren bir ayrıcalık diye görürken Osmanlılar dışarıda dâimî elçiler bulundurmamak açısından Çin ile belirli bir benzerlik içindeydi. Kendisini medeniyetin merkezi addeden bu kadîm ülke gibi Osmanlılar da ötekilere yukarıdan bakıyor, kendi geleneksel doğrularını değişmemesi gereken değerler olarak algılıyor ve diğerlerini kendi medeniyet sınırı dışında kalmış bir yabancı (barbar) diye görüyordu (Şirin, s. 134). Osmanlı dünyasında buna İslâmiyet’in diğer dinler karşısındaki üstünlük iddiası da eklenebilir. Dâimî elçilikler kurulmasına yönelmemiş olmasını açıklarken din olgusu ve sakıncasına yapılan yüklemeler daha ziyade zafiyet devirlerinin söylemi olarak değerlendirilmelidir.

XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’ya karşı zorunlu biçimde tavır değiştirip daha yumuşak uygulamalarla siyasî davranmaya, böylece “barbarları gemlemeye” çalışan Çin diplomasisine kıyasen bu zaruretle daha erken tarihlerde karşı karşıya gelmekle beraber açıktan açığa bunu itiraf edemeyen, fakat sonunda, “Devir müdârâ devridir” diyen Reîsülküttâb Koca Hüseyin Efendi gibi (1613) kefereye güler yüz gösterilmesi gerektiğinin idraki (Köhbach, XXXVII [2002], s. 163-164), Osmanlı diplomatik temsil zihniyetinde Avrupa devletlerini kendi hukuk dünyasından dışlamada, İstanbul’daki temsilcilerine yapılan muamelede, uygulanan aşağılayıcı teşrifatta önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Zitvatorok ve Vasvár’da Avusturya ile dengelenen Osmanlılar, Karlofça ile nihayet rakip devletleri ve genelde bütün Avrupa güçlerini de kendisiyle eşitler. Ancak bu durum XVIII. yüzyıl sürecinde Avrupa lehine değişmeye ve eşit kabul etmeme, Avrupa hukukundan dışlama hali bu defa karşı taraf için söz konusu olmaya başlar. Bu süreci sefâretnâmelerde takip etmek mümkündür. Padişahın mektubunu, görkemli bir alayla bulunduğu ülkenin hükümdarının sarayına açılan merasim yolu boyunca el üstünde taşıyarak götürme sahnesinin yarattığı etkinin devlete saygınlık kazandırmaya yetmediği kısa zamanda anlaşılır. Osmanlı gücünün zayıflaması karşısında bunu aşırı teşrifatla örtmeye çalışan elçilerin talepleri, eski dönemlerin parlaklığından kalma boş gururlanmaları ve bu doğrultudaki uygulamaları genelde temsil edilen devletin bozulan imajıyla örtüşmediğinden Avrupa’da alay konusu olmaya başlar (Şirin, s. 162). Parlak karşılama törenleri bunun bir göstergesi olur, elçilerin geçtikleri yollar karnaval havasına bürünür, konakladıkları mekânlar panayır kalabalığına dönüşür. Seyyid Ali Efendi’nin Paris’te (1797) müşteri ve seyirci kalabalığı yarattığı için sık sık umumi yerlere ve temsillere davet edilmesi bundandır.

XVII ve XVIII. yüzyıl sefâretnâmeleri artık çavuşların raporları gibi gizli devlet belgeleri değildir. Gizli hususlara ayrıca kaleme alınan takrirlerde yer verildiği, sefâretnâmelerin içinde yapılan atıflardan anlaşılmaktadır. Ahmed Resmî, Prusya Kralı II. Friedrich’in kendisine bir masa üzerine serdiği haritada iki devlet arasında oluşabilecek bir ittifakın sağlayacağı faydaları izah ettiğini (1763), ancak krala ayrıntılarını daha önce Bâbıâli’ye de yazdığı üzere bağlayıcı olmayan bir cevap verdiğini belirtirken (Vâsıf, I, 255) siyasî görüşmelerin ayrıca kaleme alınan takrirlerle merkeze bildirildiğini açığa vurmaktaydı. Buna rağmen bazı araştırmacılar, basılmaları halinde sefâretnâmelerin içinden gizli kalması gereken kısımların çıkarılmış olduğu, dolayısıyla sonradan sansüre uğradıkları yanılgısı içine düşmüşlerdir (Müller, s. 27). Osmanlı sefâretnâmeleri genelde sefirler tarafından değil bunların maiyetindeki sır kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bununla beraber bizzat kâtiplerin yazdığı sefâretnâmeler de mevcuttur. Londra’da ilk Osmanlı dâimî elçisi olan Yûsuf Âgâh Efendi’nin sır kâtibi Mahmud Râif Efendi’nin Fransızca kaleme aldığı, Londra şehri ve İngiltere hakkında bilgiler veren önemli eseri bunlar arasında sayılabilir.

Klasik mânadaki sefâretnâmelerde, içerik ve tesbitler müellifin ihatası ve dikkatine kalmak kaydıyla resmî olmayan daha geniş bir okuyucu kitlesine de hitap etmek üzere yazılmaya başlandığından Şark’ta ve Garp’taki yabancı bir diyarı, özellikle toplumda fevkalâde canlı olan ve içinde yaşadıkları toplumla kıyaslanmak üzere merak uyandıran “Frengistan”la ilgili gözlemleri


aktarma amacı öne çıkarılır. Kendilerini bu şekilde takdim etmeleri, sefâretnâmelerin sanki zorunlu olarak hazırlanıp sunulması gibi bir keyfiyetin bulunmadığı, bunun ihtiyarî olduğu izlenimini vermektedir. Bu yaklaşım, sefâretnâmelerin seyahatnâme ve hâtırat şeklinde algılanmakta olduğuna da işaret etmektedir. Bundan dolayı sefâretnâmenin cerîde diye nitelenmesinin özel bir anlamı olmalıdır. Her hâlükârda siyasî rapor (takrir) olma özelliği çavuşların sefirlere dönüşmesiyle birlikte sona ermiş gibidir. Geçilip gidilen yerlere dikkatlice bakarak edindikleri izlenimleri, durumları ve eserleri zaptetmeleri, kendi gözleriyle gördükleri ve duyduklarını yâdigâr bırakmak gayesiyle kaleme alıp kendinden öncekiler gibi bunları bir cerîdeye kaydetmek ve o tarafların keyfiyetini açıkça bildirmek, kıssadan hisse çıkarılmasına vesile olmak genellikle bir sefâretnâmenin yazılış sebebi şeklinde gösterilmektedir. Bu husus Berlin’e giden Azmi Efendi’de, Prusya Devleti’nin “tavr u âdet ve nizâm-ı mülkiyyelerine dair kesb-i ittilâ‘ olunan hâlâttan bazısını işbu cerîdeye tezyîl kılınması” şeklinde ifade edilmektedir (Cevdet, V, 360; Karamuk, Ahmed Azmi Efendis, s. 249).

Sefâretnâmeler ayrıca insanların hayat şartları, günlük yaşantıları ve âdetleriyle ilgili verdikleri bilgilerden ötürü önemli bir kaynak sayılır (Maštakova, s. 214 vd.). Şehir tarihi yönünden etraflı bir gözlemde bulunanlar ayrı bir değer taşır. Ahmed Resmî Viyana’yı (1756), Galib Budapeşte’yi tarif eder, Paris’i anlatır (1802). Mahmud Râif’in (1793) ve Nâmık Paşa’nın (1832) Londra tasviri böyle olduğu gibi Seyyid Ali Efendi’nin (1797) Paris anlatımı, bilhassa şehrin 1789 Fransız İhtilâli sonrası yapılan ilk tasviri olması dolayısıyla ayrı bir değer taşır (Yerasimos, s. 129 vd.). Paris’in yedi sekiz katlı kâgir evleri, kötü kokuları her gün yıkanmak suretiyle giderilmeye çalışılan geniş kaldırım taşları ile döşeli çamursuz ve tozsuz sokakları, evlerin altındaki dükkânları, kurulan çarşı ve sebze-meyve pazarları, çok ekinli tarım sistemi sebebiyle bir karış yeri bile boş bırakılmayan tarlaları, asla kendi haline terkedilmeyen toprakları, serbest piyasa ekonomisi, devletin ticarete karışmaması ve genel askerlik vurgulamaları, o dönem ve daha uzun dönemler Osmanlılar’da ve özellikle İstanbul’da bulunmayan düzenlemeler olarak gerekli mesajı (bizde de böyle olsa) vermektedir. Yenilenme tarihinin önemli kaynaklarından biri olan “Büyük Lâyiha”sıyla beraber Ebûbekir Râtib Efendi’nin Viyana Sefâretnâmesi ve Mustafa Râsih Efendi’nin Rusya Sefâretnâmesi, gönderildikleri yıl (1792) başlatılan Nizâm-ı Cedîd reformları için bu anlamdaki tesbitleri ve yollamalarıyla Seyyid Ali’nin gözlemleriyle örtüşür. Hulâsa sefâretnâmeler, yapılması gereken reformlarla ilgili dolaylı söylemlerde yapılması gerekenlere gezdiği yerlerdeki mevcut durumun olumlu bir şekilde öne çıkarılması suretiyle önermede bulunur. Bu açıdan bakıldığında klasik anlamdaki sefâretnâmeler Frengistan hakkında ilgi uyandıracak Osmanlı dünyasına yabancı olan yaşam tarzını ve âdetleri gözlemleyip yazıya dökmüş olmalarından ötürü aynı zamanda birer haber kaynağıdır. Bunların içinde İran Sefâretnâmesi resimli olarak (1810 Yâsincizâde Abdülvehhâb Efendi sefâretnâmesi) bu anlamdaki değerini arttırır, bazıları ise (Sünbülzâde Vehbî’nin İran Sefâretnâmesi, 1776; Ziştovili Ali Ağa’nın Lehistan Sefâretnâmesi, 1755 gibi) manzumdur.

Londra, Paris, Berlin ve Viyana olmak üzere sadece dört merkezde açılan dâimî elçiliklerin ihdasından sonra ilk elçilerin sefâretnâme yazma alışkanlıkları devam etmiş olmakla beraber bu uzun sürmemiştir. III. Selim devri sonunda elçiliklerin ihmale uğraması ve nihayet II. Mahmud döneminin son on yılı içinde tekrar işlerlik kazandırılması gibi sebeplerle sefâretnâme yazılma âdeti tamamen terkedilmiştir. Öte yandan özellikle 1815 Viyana Kongresi ile belirlenen kurallar işlevinde hayata giren modern diplomasi, genel haberleşme ve iletişim vasıtalarındaki önemli gelişmeler bunu geçersiz kılmıştır. Bununla beraber zaman zaman olağan üstü vesilelerle gönderilen elçiler, dönüşlerinde sefâretnâmeler takdim etmiş olmakla beraber bunların klasik örnekleriyle artık pek alâkaları kalmamış, ayrıca ilgi çekici olma özelliklerini yitirmiştir. 1838’de Paris elçiliğinde kâtip olan Mustafa Sâmi Efendi’nin Avrupa Risâlesi, yine aynı tarihte Sâdık Rifat Paşa’nın İtalya Seyahatnâmesi, 1845’te yine Paris’te elçilik maslahatgüzârı olan Abdürrezzak Bâhir Efendi’nin kısmen Londra’yı da anlatan Risâle-i Sagīre’si bunlardandır.

Eski tarz klasik sefâretnâmelerin en geç tarihli örnekleri olarak Livadya Sefirleri ve Sefâretnâmeleri’nin gösterilmesi konunun ilgili literatüründe tamamen ihmal edilmiş bulunmaktadır. Osmanlı hükümdarları, Rus çarlarının Kırım’daki sayfiye mekânları olan Yalta (Jalta) yakınlarındaki Livadya’ya geldiklerinde kendilerine birer “hoş geldin” heyeti göndermişlerdir. Bu heyetlere riyâset eden sefirler vasıtasıyla iki devlet arasındaki meseleler gözden geçirilir, dostluk mesajları teâti edilir ve padişahın yolladığı hediyeler çara takdim


edilirdi. Livadya sefâretlerine atıfta bulunanlar çarın selâmlanmasını Kırım’ın daha önce Osmanlı toprağı olması sebebine, dolayısıyla buraların sanki hâlâ Osmanlı toprağı imiş gibi algılandığı fikrine bağlarlar ve bu anlamda “hoş geldin” heyeti yollandığını ciddi olarak ileri sürerler. Sınıra yakın gelen bir hükümdarın selâmlanması devletler arası nezaket kuralları içinde sayıldığından bu karşılamanın bu anlamda yapıldığını Lutfî, tarihinde zikretmektedir. Nitekim Avusturya hükümdarlarının da Osmanlı sınırlarına yakın bir mahalle gelmelerine aynı şekilde bir selâmlama ile mukabele edilirdi. Konuyla ilgili vesikalarda bu davranış “hukūk-i hem-civârî” diye tanımlanır ve bunun Osmanlı sahillerine yakın bir yere gelen komşu bir hükümdara gösterilen nezaket ziyareti olduğu belirtilirdi. Bu sefâretlerin ilkinin 1863’te başladığı ve son heyetin 1914’te gönderildiği bilinmektedir. Livadya’ya değişik yıllarda on bir heyetin gönderildiği kesin olarak bilinmekle beraber elde ancak beş sefâret heyetinin sefâretnâmeleri mevcuttur ve bunlar yayımlanmış bulunmaktadır (Aydın, s. 322 vd.).

BİBLİYOGRAFYA:

Silâhdar, Târih, I, 403-409; Râşid, Târih, I, 120-125; Vâsıf, Târih, I, 255; S. Yerasimos, Deux ottomans à Paris sous le directoire et l’empire: Relations d’ambassade / Morali Seyyid Alî Efendi et Seyyid Abdürrahim Muhibb Efendi, Paris 1998; Hammer, GOR, III, 562, 580, 696; Zinkeisen, Geschichte, V, 81, 222, 229; Cevdet, Târih, V, 360; O. Müller, Azmi Efendis Gesandtschafts-reise an den preussischen Hof: Ein Beitrag zur Geschichte der diplomatischen Beziehungen Preussens zur Hohen Pforte unter Friedrich Wilhelm II., Berlin 1918, s. 18, 27; Enver Ziya Karal, Halet Efendi’nin Paris Büyük Elçiliği (1802-1806), İstanbul 1940, s. 18, 87; G. Wagner, Das Türkenjahr 1664: Eine europäische Bewährung, Eisenstadt 1964, s. 63, 433, 437, 441; Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnâmeleri (nşr. Bekir Sıtkı Baykal), Ankara 1968, tür.yer.; E. İ. Maštakova, “Sefaretname kak zanrovaja forma tureckoj literatury 18 v. (Die Sefaretname als Genre in der türkischen Literatur des 18. Jahrhunderts)”, Turkologičeski Sborni 1973, Moskau 1975, s. 214-222; Gümeç Karamuk, Ahmed Azmi Efendis Gesandtschaftsbericht als Zeugnis des osmanischen Machtverfalls und der beginnenden Reformära unter Selim III., Frankfurt 1975, tür.yer.; a.mlf., “Hacı Zağanos’un Elçilik Raporu”, TTK Belleten, LVI/216 (1992), s. 319-403; K. Nehring, Adam Freiherrn zu Herbersteins Gesandtschaftsreise nach Konstantinopel: Ein Beitrag zum Frieden von Zsitvatorok (1606), München 1983; Kemal Beydilli, Büyük Friedrich ve Osmanlılar. 18. Yüzyılda Osmanlı-Prusya Münasebetleri, İstanbul 1985, s. 80 vd.; Mahir Aydın, Livadya Sefâretleri ve Sefaretnâmeleri, Ankara 1992; L. Valensi, Venedik ve Bâb-ı Âli: Despot’un Doğuşu (trc. A. Turgut Arnas), İstanbul 1994, tür.yer.; A. Kaplony, Konstantinopel und Damaskus: Gesandtschaften und Verträge Zwischen Kaisern und Kalifen 639-750. Untersuchungen zum Gewohnheits-Völkerrecht und zur interkulturellen Diplomatie, Berlin 1996, s. 385, 389; Belkıs Altuniş-Gürsoy, “Sefaretnameler”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, XII, 582-591; H. Rudolp, “Türkische Gesandtschaften ins Reich am Beginn der Neuzerf-Herrschaftsinszenierung, Fremdheitserfahrung und Erinnerungskultur. Die Gesandtschaft des Ibrahim Bey von 1562”, Das Osmanische Reich und die Habsburgermonarchie (ed. M. Kurz), Wien-München 2005, s. 295-314; İbrahim Şirin, Osmanlı İmgeleminde Avrupa, Ankara 2006; Hasan Korkut, Osmanlı Elçileri Gözü ile Avrupa, İstanbul 2007; A. Koch, “Eine türkische Botschaft in Prag”, NO, II (1917-18), s. 308-311; Fr. Taeschner, “Die Osmanischen Literatur”, HOr., V/1 (1963), s. 331, 350-355; K. Teply, “Türkische Gesandtschaften nach Wien (1488-1792)”, Österreich Geschichte und Literatur, XX, Wien 1976, s. 14-32; G. Bayerle, “The Compromise at Zsitvatorok”, Ar.Ott., VI (1980), s. 5-53; M. P. P. Fabris, “Ottoman Diplomats in the West: The Sultans Ambassadors to the Republic of Venice”, TİD, XI (1996), s. 187-193; M. Alaaddin Yalçınkaya, “Osmanlı Zihniyetindeki Değişimin Göstergesi Olarak Sefaretnamelerin Kaynak Değeri”, AÜ Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi: OTAM, sy. 7, Ankara 1996, s. 319-338; H. Theunissen, “Ottoman-Venetian Diplomatics: The Ahdnames”, EJOS: Electronic Journal of Oriental Studies, I (1998), s. 137 (www2.let.uu.nl/solis/anpt/ejos/EJOS-1.html); M. Köhbach, “Çasar veya İmparator: Jitvatorok Antlaşmasından (1606) Sonra Roma Kayserlerinin Osmanlılar Tarafından Telakkubu Hakkında” (trc. Yusuf A. Aydın), TD, XXXVII (2002), s. 159-169; Feridun Emecen, “Çağdaş Osmanlı Kaynaklarında Uzun Savaşlar ve Zitvatorok Antlaşması ile İlgili Algılama ve Yorum Problemleri”, Osm.Ar., sy. 29 (2007), s. 87-97.

Kemal Beydilli