SEKÎNE

(السكينة)

Allah’ın müminlere bahşettiği sükûnet ve güven anlamında Kur’an terimi.

Sözlükte “sakin olmak, durmak; susmak” mânasındaki sükûn kökünden türeyen sekîne “ağır başlılık, vakar, rahmet, güven, kişiyi teskin eden şey” demektir (Lisânü’l-ǾArab, “skn” md.). Râgıb el-İsfahânî kelimeye “müminin kalbini teskin eden ve ona güven veren melek, şehvete meyletmekten alıkoyan akıl, korkunun yok olması durumu” anlamlarını vermiştir. Sekîne Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e, müminlere ve İsrâiloğulları’na atıfla altı âyette geçmektedir. Bunların beşinde Allah’ın Resûl-i Ekrem ile müminlerin üzerine ya da kalplerine huzur indirdiği ve onları -meleklerden oluşan- ordularla ve zaferle desteklediği belirtilmekte (et-Tevbe 9/26, 40; el-Feth 48/4, 18, 26), birinde ise İsrâiloğulları’na ait sandığın içinde kendileri için rablerinden bir sekînenin, ayrıca Mûsâ ve Hârûn hânedanlarından bir kalıntının bulunduğuna işaret edilmektedir (el-Bakara 2/ 248). Sekîne hadislerde yine Hz. Peygamber ve müminlerle bağlantılı olarak yer almaktadır (Buhârî, “CumǾa”, 18, “Cihâd”, 34; Müslim, “Źikir”, 39, “Cihâd”, 125; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 19).

Tefsirlerde yer alan yorumlarda kelimenin “teskin etme ve güven oluşturma” mânasına vurgu yapılmış; kalbe inen sükûnet, gönül rahatlığı, güven duygusu, sabır, vakar, müminlerin sükûn bulmalarını ve iman etmelerini sağlamak ya da imanlarını arttırmak için Allah’tan gelen yardım ve rahmet biçiminde açıklanmıştır. Bilhassa müminlerle bağlantılı âyetler söz konusu olduğunda (et-Tevbe 9/26; el-Feth 48/4) şiddetli üzüntü ve korkudan sonra melekler vasıtasıyla veya başka yollarla kalplerin sükûn ve itminan bulması (Mâtürîdî, VI, 323), din konusunda sebat ve hidayete sevkeden basîret (Taberî, XIII, 88), Rabbin hükmü karşısında kalbin itminana ulaşması, beşerî faaliyetin bütünüyle silinmesi, gaybdan hâsıl olan şeylere itiraz etmeden gönlün rıza göstermesi (Kuşeyrî, II, 19) tarzında izahlar yapılmıştır. Tasavvuf geleneğinde kelimeye yaygın anlamının dışında “ilham, mârifet, yakīn, nur” mânaları atfedilmiştir (Çift, XV/2 [2006], s. 201-205).

Âyetlerde Allah’ın müminler üzerine sekînesini indirmesi bazan genel bağlamda kullanılmış (et-Tevbe 9/26), inkârcıların kalplerine


yerleştirdikleri Câhiliye taassubuna karşılık Allah’ın peygamber ve müminlerin kalplerine sekînesini indirerek onların takvâya yönelmelerini sağladığı ifade edilmiştir (el-Feth 48/26). Bununla müminlerin kuvvetlenip kalplerinde irade ve cesaretin hâsıl olması, müşriklerin ise korku ile güçsüzleşmesi kastedilmiştir (Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, IV, 101; ayrıca bk. HAMİYET). Bazan da bu kavramla Resûl-i Ekrem’in Ebû Bekir ile birlikte kendisini öldürmek isteyen müşriklerden uzaklaşarak Mekke dışındaki bir mağaraya sığınmasına (et-Tevbe 9/40), Mekke’ye girmeleri engellenen Hz. Peygamber’le ashabının Hudeybiye’de Kureyş’e karşı savaşmamak üzere biat etmeleri ve barış antlaşması yapmalarına, ayrıca Hayber’in müminler tarafından fethine (el-Feth 48/18) atıf yapılmıştır. İlk örnekte sekînenin kime râci olduğu konusunda tefsirlerde farklı görüşler mevcuttur. Bir görüş, Resûl-i Ekrem’in Allah’tan başkasından korkmayacağı ve Allah’ın kendisine daima yardımcı olduğunu bildiği, dolayısıyla sekînenin Hz. Peygamber’in yanından hiç eksik olmadığı gerçeğinden hareketle âyette geçen sekînenin Ebû Bekir’in üzerine indiği ve bu şekilde onun kalbinin Resûlullah’la ilgili korku ve üzüntüden huzur ve sükûn bulduğu yönündedir. Sekînenin Hz. Peygamber’in üzerine indiğini kabul edenlere göre ise bundan maksat, peşlerindeki müşriklerin görmediği bir orduyla veya çeşitli hüccetler ve burhanlarla Resûlullah’ın desteklenerek sekînenin yenilenmesidir (Mâtürîdî, VI, 364; Fahreddin er-Râzî, XVI, 65-66; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, II, 373).

İsrâiloğulları ile bağlantılı kullanılan sekîne konusunda ise (el-Bakara 2/248) farklı açıklamalara yer verilmiştir. İlgili âyete göre Allah, peygamberi (Şimuel) aracılığı ile İsrâiloğulları’na kendilerine kral seçtiği Tâlût’un hükümranlığının delili olarak düşmanın eline geçen kutsal sandığın kendilerine geri geleceğini müjdelemiştir. Bu sandık bir rivayete göre Allah tarafından Hz. Âdem’e indirilmiş, daha sonra Hz. Ya‘kūb’a ve İsrâiloğulları’na ulaşmıştır; diğer bir rivayete göre ise Hz. Mûsâ ile yapılan ahidden itibaren İsrâiloğulları’nın sahip olduğu bir sandıktır. İsrâiloğulları savaşa gidecekleri zaman din adamları bu sandığı önden taşır, kendileri de arkadan takip ederdi; sandık yanlarında olduğunda daima düşmanlarına galip gelirlerdi. Ancak Allah, emirlerine isyan edip peygamberlerine karşı gelmeleri üzerine birçok defa sandığın düşmanın eline geçmesine izin vermiş, fakat her defasında tekrar İsrâiloğulları’na döndürmüş, son defada ise sandık bir daha geri döndürülmemiştir. Buna göre âyette İsrâiloğulları’nın Amâlika kavmine yenilip sandığın Câlût ile (Golyat) adamları tarafından ele geçirilmesine atıf yapılmaktadır. Sandığı bir müddet yanlarında tutan kavim başlarına çeşitli belâların gelmesi üzerine sandığın kendilerine uğursuzluk getirdiğini anlamış, onu iki öküzün sırtına yükleyip İsrâiloğulları’na geri göndermiştir. Bir görüşe göre bu, Tâlût’un (Saul) kral seçilmesinden önce vuku bulmuş bir hadise olup sandığın geri dönmesi İsrâiloğulları’nın, düşmanlarıyla savaşırken kendilerine önderlik yapması için peygamberlerinden bir kral isteyip daha sonra Tâlût’un hükümdarlığına muhalefet etmeleri ve bu konuda delil istemeleri üzerine Şimuel peygamberin beyanının teyidi olmaktadır: “Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir” (el-Bakara 2/247; krş. I. Samuel, 8-10; bk. Taberî, II, 607-608; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, II, 247).

Âyette sandığın içinde olduğu belirtilen sekîneye dair çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Bunu mânevî anlamıyla rabbin rahmeti, İsrâiloğulları için vakar, sükûnet ve gönül rahatlığı yahut Allah’ın Hz. Mûsâ’ya, Hârûn’a ve sonra gelen peygamberlere indirdiği kitaplardan müjdeler şeklinde anlayanlar olduğu gibi insana benzer bir sûreti bulunan bir çeşit rüzgâr, zebercet veya yakuttan yapılmış, kedi başı gibi başı, iki kanadı, kuyruğu ve parıltılı gözleri olan ve ses çıkaran bir yaratık; Allah tarafından gönderilmiş, İsrâiloğulları’nın bir şey hakkında ihtilâfa düşmesi halinde konuşan ve onlara istedikleri bilgiyi veren bir ruh ya da cennetten gelen, içinde peygamberlerin kalplerinin yıkandığı altından bir tas şeklinde açıklayanlar da olmuştur. Bu şekilde Allah, Tâlût’a ve ordusuna yardım etmiş ve onlardan düşman korkusunu gidermiştir (Taberî, II, 612-613; Mâtürîdî, II, 141-142; Fahreddin er-Râzî, VI, 178; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, II, 249).

Kurtubî, “Bir kişi Kehf sûresini okuyordu, yanında da iki uzun iple bağlı olan atı duruyordu. Bu sırada etrafını bir bulut kapladı ve bulut ona yaklaşmaya başladı. At bu durumdan ürktü. Sabah olunca o kişi Resûlullah’a gidip olayı anlattı. Hz. Peygamber de, ‘Bu sekîne idi, Kur’an için inmişti’ dedi” şeklindeki hadisi (Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 11; Müslim, “Müsâfirîn”, 240) delil göstererek sekînenin bir ruh olduğu veya ruhu olan bir yaratığa işaret ettiği görüşü üzerinde durmuştur. Kurtubî’ye göre Allah, sandığı İsrâiloğulları’nın kalplerinin Tâlût’un hükümdarlığı konusundaki ihtilâftan sükûn bulması için bir vesile kılmıştır. Taberî’ye göre ise bu konudaki görüşlerin en isabetlisi, sekîne ile İsrâiloğulları’nın bildikleri ve kendisini görünce sükûnete kavuştukları bir kısım alâmetlerin kastedildiğidir; bu şeyin rüzgâr, hayvan olması veya insan sûretine sahip bulunması mümkün olup önemli olan ortaya çıktığında İsrâiloğulları’na güven vermesi, onları mutmain kılmasıdır. Benzer şekilde Mâtürîdî tarafından benimsenen görüş de sandığın bulunduğu yerde İsrâiloğulları’nın güven duyup sükûna ermelerini sağlayan bir şeyin mevcut olduğu bilgisi dışında sekînenin mahiyeti hususunda kesin bir bilginin olmadığı yönündedir.

Sandığın içinde bulunduğu belirtilen kalıntılar hususunda da bunun Hz. Mûsâ ve Hârûn’un asâları, elbiseleri veya çarıkları, Mûsâ’ya verilen levhaların bir kısmı, çölde İsrâiloğulları’na indirilen yiyecekten (men) bir parça, ilim ve Tevrat ya da Allah yolunda cihad olduğu şeklinde farklı açıklamalar yapılmıştır (Taberî, II, 614-615; Fahreddin er-Râzî, VI, 178). Taberî’nin görüşü, âyette adı geçen kalıntı ile zikredilenlerin tamamının veya bir kısmının kastedilmiş olabileceği, bu konuda kesin bir bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı yönündedir. Elmalılı Muhammed Hamdi ise, “Peygamberler ne bir altın ne bir gümüş miras bırakmıştır; ancak ilim miras bırakmıştır” hadisinden hareketle (Ebû Dâvûd, “Ǿİlim”, 1, 3641; Tirmizî, “Ǿİlim”, 19) âyette geçen peygamberlerden kalma bakıyyenin ilim ve din olduğunu, dolayısıyla sandığın kendisinin muhtevasıyla birlikte bir sekîne oluşturduğunu ileri sürmüştür (Hak Dini, II, 833). İlgili âyetlerdeki sekîne kavramı muhteva açısından aynı hakikate işaret etmekle birlikte sûfî müfessir Kuşeyrî, İsrâiloğulları’na bahşedilen sekîne ile Muhammed ümmetine bahşedilen sekîne arasındaki farka ve ikincisinin lehine olan üstünlüğe dikkat çekmiştir. Buna göre İsrâiloğulları’nın sekînesi düşmanla kendi aralarında el değiştirip duran bir sandığa konmuşken Muhammed ümmetininki asla düşmanın ele geçiremeyeceği, hiçbir yaratılmışın otoritesinin işlemediği, sadece Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufu altında bulunan bir yere, yani kalplerine yerleştirilmiştir (Kuşeyrî, I, 192).

Sekînenin İbrânîce’deki karşılığı şekinadır ve bazı şarkiyatçılara göre sekînenin de aslını bu kelime oluşturmaktadır (Goldziher, XXVI [1983], s. 143). Tanrı’nın


yeryüzündeki tezahürünü ya da mevcudiyetini ifade eden kelime “yerleşmek, oturmak” mânasındaki “şkn” kökünden gelmektedir (Koehler - Baumgartner, IV, 1496). Fiil biçimi dışında Eski Ahid’de yer almayan şekina, Talmud ve Midraş literatüründe antropomorfik ifadelerin geçtiği Eski Ahid pasajlarına atıfla Tanrı kelimesi karşılığında kullanılmıştır. Bunların başında Tanrı’nın (bazan da isminin) toplanma çadırında, İsrâiloğulları’nın arasında, Kudüs’te, mâbedde ve Sînâ’da oturduğunu ifade eden pasajlar gelmektedir (Çıkış, 25/8; Sayılar, 5/ 3; Tesniye, 12/11; I. Krallar, 6/13; İşaya, 8/ 18; Hezekiel, 43/7, 9; Zekarya, 8/3). Talmud’da Tanrı’nın yüzünü, şanını ve kutsallığını belirtmek için şekina kelimesi kullanılmış, Eski Ahid’in Ârâmîce tercümeleri olan Targumlar’da ise bu kavramlar memra (kelime = logos) veya yekara (şan) ile karşılanmıştır. Talmud, şekinanın tahtının göklerde olduğunu ifade etmekle birlikte yeryüzünün çeşitli bölgelerine (Aden Bahçesi, Bâbil, Sodom, Mısır, Kızıldeniz, vb.) bazan bir bulut görünümünde indiğinden, Hz. Mûsâ’nın müşahede ettiği yanan çalılıkta (Tesniye, 33/16; Exodus Rabbah, 2) ve İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkarken yanlarına aldıkları iki sandıktan birinde mevcut olduğundan ve Nûh oğulları içinde sadece Sâm’ın çadırları (Sâm soyu) üzerinde tecelli ettiğinden bahsetmektedir (Sotah, 13a; Yoma, 10a, krş. Tekvîn, 9/27). Özellikle Ken‘ân toprakları (Siyon) ve sadece İsrâil kavmi, bilhassa kohenler şekinayı taşıyabilecek kutsallıkta kabul edilmiş, mâbedin şekina için yapıldığı ve şekinanın mâbedin en kutsal bölümünde bulunduğu belirtilmiştir (Shabbath, 22b). İsrâil kavmi sürgünde iken onlarla birlikte sürgüne giden ve onlarla birlikte kurtuluşu bekleyen şekinanın ikinci mâbedde mevcut olmadığına ve dünyanın sonunda tekrar yeryüzüne ineceğine inanılmıştır. İnsanlara ışık ve ses biçiminde görünen şekinanın kanatlarından da sıkça bahsedilmiş, bazan güvercin şeklinde (kutsal ruh) tasvir edilmiştir (Sotah, 9b; Shabbath, 31a; krş. Matta, 3/16; Luka, 2/9; Yuhanna, 1/32). Peygamberlerle konuştuğu belirtilen şekinanın koruyucu özelliğine de atıf yapılmıştır (Shabbath, 12b).

Gerek Targumlar’da gerekse Talmud’da genellikle Tanrı ile özdeş kullanıma sahipken Ortaçağ yahudi âlimleri şekinayı Tanrı’dan ayrı ve müstakil bir varlık şeklinde algılamışlardır. Bu yahudi âlimleri, sonsuz ve ihata edilemeyen aşkın Tanrı kavramı ile yaratma ve vahiyde bulunma sıfatlarını uzlaştırmak için logos kavramına benzer şekilde Tanrı ile dünya arasında aracı olarak yaratıldığını düşündükleri Tanrı’nın nur biçimindeki şanından bahsetmişlerdir. Şekina diye isimlendirilen ve aynı zamanda kutsal ruhla özdeş kabul edilen bu nur yaratılmışların ilki olmakta, vahiy ve peygamberlerle konuşma bu nur aracılığı ile gerçekleşmektedir. Tanrı’nın Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları tarafından görüldüğünü ifade eden Eski Ahid pasajlarında da söz konusu şey Tanrı’nın nuru yani şekinadır. Bu nuru Tanrı’nın müstakil bir şekilde tezahür eden özü şeklinde tasvir edenler de olmuştur. Yahudi mistik geleneğinde ilâhlığın dişi unsuru ve yarı bağımsız bir varlık olarak algılanan şekina yaratılıştaki aşamaların (sefirot) sonuncusu, yani madde âlemine en yakın sefira ve insan ruhunun kaynağı olarak görülmüştür.

Kur’an’da işaret edildiği üzere İsrâiloğulları’nın sahip olduğu sandık ve sekîne bağlantısı açısından önemli bir husus da Eski Ahid’de bahsi geçen kutsal sandık ya da ahid sandığıdır. Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ tarafından yaptırıldığı ve içine on emrin yazılı olduğu iki taş levhanın konulduğu belirtilen bu sandık, İsrâiloğulları tarafından Tanrı’nın mevcudiyetinin ve yardımının görünür işareti kabul edilmiş ve toplanma çadırının en kutsal bölümünde muhafaza edilmiştir (Çıkış, 26/31-34; Tevrat nüshası, içinde menden bir parça bulunan kap ve Hârûn’un asâsının sandığın yanına konmasıyla ilgili olarak bk. Tesniye, 31/24-26; Çıkış, 16/32-34; Sayılar, 17/ 10). İsrâiloğulları’nın Sînâ’dan Ken‘ân topraklarına yolculukları sırasında kohenlerin taşıdığı sandığın kendilerini mûcizevî biçimde her türlü tehlikeden koruduğu nakledilmiştir (Yeşu, 3/14-17). Savaşta kavme eşlik eden, sandığa görevli din adamları dışında kimsenin dokunmasına ya da yaklaşmasına izin verilmemiştir (Hâkimler, 20/27; I. Samuel, 6/19). Gerek Tevrat’ta gerekse Rabbânî kaynaklarda sandığın içinde Tanrı’nın şanının ve yüce isminin bulunduğu belirtilmiştir (Çıkış, 40/34-35; Numbers Rabbah, 4/20). İslâm kaynaklarında yer alan, Şimuel peygamber zamanında sandığın Filistîler’in eline geçmesi hadisesi de Eski Ahid’deki bilgilere dayanmaktadır (I. Samuel, 4-6). Süleyman Mâbedi’nin inşasından sonra kohenler tarafından mâbedin en kutsal bölümüne yerleştirilen (I. Krallar, 8/1-11) ve bu esnada Tanrı’nın şanının mâbedi kapladığı belirtilen sandıktan Mezmurlar’da da (78/61) “Tanrı’nın gücü ve şanı” diye bahsedilmiştir. Bâbil sürgününden (m.ö. 586) sonra âkıbeti bilinmeyen sandıkla ilgili olarak Peygamber Yeremya, gelecekte İsrâiloğulları’nın tamamen doğru yola döneceği ve artık sandığın yardımına ihtiyaç duymayacakları kehanetinde bulunmuştur (Yeremya, 3/16; krş. Hezekiel, 10/18-19). Hıristiyan inancında gerek kutsal sandık gerekse şekina Îsâ Mesîh’le özdeşleştirilmiştir (Yuhanna, 1/14, ayrıca bk. AHİD SANDIĞI).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “skn” md.; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, II, 606-616; VI, 104, 137; XIII, 88; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, II, 141-142; VI (nşr. Ertuğrul Boynukalın), İstanbul 2006, s. 323, 364; Sa‘lebî, ǾArâǿisü’l-mecâlis, Kahire 1324, s. 163-168; Kuşeyrî, Leŧâǿifü’l-işârât, Kahire 1981, I, 192; II, 19; III, 419, 426-427; Zemahşerî, el-Keşşâf (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd v.dğr.), Riyad 1418/ 1998, I, 289; II, 252, 264; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, VI, 177-178; XVI, 65-66; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-CâmiǾ (nşr. Hişâm Semîr el-Buhârî), Riyad 1423/2003, II, 247-250; IV, 101; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Beyrut 1385/1966, I, 309; II, 358, 373; Elmalılı, Hak Dini, II, 832-833; IV, 2495, 2547; S. Gaon, The Book of Beliefs and Opinions, New Haven-London 1976, s. 121, 126-127, 130, 177; G. G. Scholem, Major Trends in Jewish Mysticism, New York 1995, s. 229-233; L. Koehler - W. Baumgartner, The Hebrew and Aramaic Lexicon of the Old Testament (ed. M. E. J. Richardson), Leiden 1996, IV, 1496-1497; I. Goldziher, “Müslümanlarda Sekîne Kavramı” (trc. Mehmet S. Hatipoğlu), AÜİFD, XXVI (1983), s. 143-153; Salih Çift, “Tasavvufta Sekîne Kavramı”, UÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XV/2, Bursa 2006, s. 197-210; M. Jastrow Jr. v.dğr., “The Ark of the Covenant”, JE, II, 103-107; K. Kohler - L. Blau, “Shekinah”, a.e., XII, 258-260; B. Joel, “Sekîne”, İA, X, 327-328; T. Fahd, “Sakīna”, EI² (İng.), VIII, 888-889.

Salime Leyla Gürkan




TASAVVUF. Tasavvuf literatüründe “mânevî feyzin gelişi esnasında kalbin yaşadığı tatmin hali ve gönül huzuru” anlamında geçen sekîne kelimesi namazla ilgili bir hadiste (Buhârî, “CumǾa”, 18) “sükûnet ve vakar” mânasında kullanılırken bir başkasında (Müsned, I, 106) özellikle mutasavvıfların yorumlarına zemin hazırlayacak tarzda yer almaktadır. Sûfîler tarafından genellikle mârifet ve ilham bağlamında yorumlanan sekîne kavramını ilk dönemde geniş biçimde ele alanların başında Hakîm et-Tirmizî gelir. Ona göre vahyin gelişi esnasında Cebrâil’in rolü ne ise ilhamda da sekînenin rolü odur. Peygamberler vahye rüya ve ilhamla hazırlandıklarından sekîne bir bakıma nübüvvetin mukaddimesi durumundadır. Sekîne hem geliş aşamasında ilhama eşlik etmekte hem de gelen ilhamı kalpte karşılama vazifesi görmektedir. Gelen bilgiden dolayı kalpte oluşabilecek şüphe ve tereddüdü


ortadan kaldırıp kalbi teskin ettiği için ona sekîne denmiştir (Ħatmü’l-evliyâǿ, s. 335, 346-349).

Hakîm et-Tirmizî’nin bu konudaki yorumlarını daha ileriye götüren Hâce Abdullah-ı Herevî âyetlerde geçen sekînenin yerine göre üç farklı anlam ihtiva ettiğini söyler. Birincisi İsrâiloğulları’na tâbut içerisinde verilmiş olan sekînedir. Bu onların peygamberleri için bir mûcize, melikleri için keramet ve iki ordu karşı karşıya geldiğinde düşmanın kalbine korku salan bir yardım işaretidir. İkinci tür sekîne ilham sahiplerinin (muhaddes) lisanı üzere konuşandır ki bu Allah’ın latifelerindendir. Allah nebînin kalbine vahyi ulaştırdığı gibi bununla da muhaddesin diline hikmet ulaştırır. Sekînenin üçüncü türü nebînin ve müminlerin kalbine indirilendir. Bu nur, kuvvet ve ruhu bir araya toplayan bir şeydir. Korkan ona yaslanır, hüzünlü ve gamlı onunla teselli bulur; âsi, arsız ve kibirli onunla alçak gönüllü olur (Menâzilü’s-sâǿirîn, s. 67-68).

Daha sonraki sûfîler sekîneyi çoğunlukla dışarıdan kalbe gelen bilgi şeklinde ele almışlardır. Bu doğrultuda Kuşeyrî, Ebû Ali ed-Dekkāk’a dayanarak mârifetin kalpte sekînenin meydana gelmesini gerektirdiğini söylemektedir. Nitekim ilim de sükûnu icap ettirdiğinden mârifeti artanın sekînesi de artar (Risâle, s. 489). Necmeddîn-i Kübrâ ise sekîneyi “havâtır-ı melek” olarak izah etmektedir (Tasavvufî Hayat, s. 84). İbnü’l-Arabî’ye göre de sekînenin yeri kalptir ve o ilâhî nefhaların ilkidir (el-Cevâbü’l-müstaķīm, s. 181).

İbn Kayyim el-Cevziyye sekîne ile konuşan kişinin dile getirdiği şeylerin bir düşünce sonucu olmadığını, sözü söyleyenin de onu dinleyenin de bir şaşkınlık yaşadığını, hatta bu kişinin bazan sözünü bitirdikten sonra ne söylediğini bile hatırlamadığını söyler (Medâricü’s-sâlikîn, II, 393); ancak ona göre bu gelişigüzel bir konuşma değildir. Zira sekîne haddini bilmezliği önler; dolayısıyla Bâyezîd-i Bistâmî gibi sûfîlerden nakledilen şathiyye türü sözlerin söylenmesine engel olur. Şatahâtın sebebi sekînenin bulunmayışıdır. Sekîne kalbe yerleşince şathiyyeye ve ona götüren sebeplere yer kalmaz (a.g.e., II, 400). İsmâil Ankaravî sekîneyi, sâlikin kalbinde bulunan ve onun korku ve endişelerini yenmesini sağlayan bir nur olarak açıklamış, bunun bâtına da zâhire de aksettiğini belirttikten sonra bu nura sahip olan kişiden şathiyye sâdır olamayacağını söylemiştir (Minhacu’l-fukara, s. 296-297).

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “Sekîne” md.; Müsned, I, 106; Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ (nşr. Osman İsmâil Yahyâ), Beyrut 1965, s. 335, 346-349, 374, 390; Herevî, Menâzilü’s-sâǿirîn, Kahire 1962, s. 67-68; Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 489; Necmeddîn-i Kübrâ, Tasavvufî Hayat (trc. Mustafa Kara), İstanbul 1980, s. 84; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Cevâbü’l-müstaķīm (Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ içinde), s. 181; a.mlf., el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Beyrut 1424/2004, III, 71-72; a.mlf., Iśŧılâĥu’ś-śûfiyye (Resâǿilü İbni’l-ǾArabî içinde), Haydarâbâd 1948, s. 13; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, VII, 229-230; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn: Kur’anî Tasavvufun Esasları (trc. Ali Ataç v.dğr.), İstanbul 1990, II, 393-400; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, İstanbul 1984, I, 333-334; İsmâil Rusûhî Ankaravî, Minhacu’l-fukara (haz. Saadettin Ekici), İstanbul 1996, s. 296-297; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, XXVI, 116-117; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 418-419; I. Goldziher, “Müslümanlarda Sekîne Kavramı” (trc. Mehmet S. Hatiboğlu), AÜİFD, XXVI (1983), s. 143-153; Salih Çift, “Tasavvufta Sekîne Kavramı”, UÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XV/2 (2006), s. 197-210.

Salih Çift