SELÇUKLULAR

(آل سلچوق)

Türkler’in İslâmî devirde kurdukları en büyük hânedanlardan biri (1040-1308).

I. BÜYÜK SELÇUKLULAR

A) Tarih

B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat

C) Dinî, İlmî, Fikrî ve Tasavvufî Hayat

II. KİRMAN SELÇUKLULARI

A) Tarih

B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat

III. ANADOLU SELÇUKLULARI

A) Tarih

B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat

IV. SURİYE SELÇUKLULARI

A) Tarih

B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat

V. IRAK SELÇUKLULARI

A) Tarih

B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat

VI. SELÇUKLULAR’DA DEVLET TEŞKİLÂTI

VII. MİMARİ

Oğuzlar’ın Kınık boyuna mensup olan hânedan adını Oğuz Devleti’nin ordu kumandanı Selçuk Bey’den alır. Selçuk Bey’in Mîkâil, Arslan (İsrâil), Mûsâ, Yûsuf ve Yûnus adlı beş oğlu vardı. Gayri müslimlerle yapılan bir savaşta şehid düşen Mîkâil’in Dâvud (Çağrı Bey) ve Muhammed (Tuğrul Bey) isimli iki oğlu dedeleri Selçuk Bey tarafından büyütülmüş, anneleri Türk geleneğine göre amcaları Yûsuf ile evlendirilmişti. Selçuk Bey muhtemelen 350 (961) yılında Yenikent’ten Cend şehrine gelmiş ve burayı beyliğin merkezi yapmıştı. Selçuk Bey Cend’de kalırken oğullarından Arslan kendine tâbi Oğuzlar’la Buhara yakınlarındaki Nur kasabasına göç etmişti (375/ 985-86).


Ülkesini Karahanlılar’dan kurtarmak için mücadeleye girmiş olan Sâmânî Hükümdarı İsmâil b. Nûh el-Müntasır 393 (1003) yılında Cend’e gelip Selçuk Bey’den yardım istedi. Selçuk Bey onun isteğini kabul etti ve ayrıca kızıyla evlendirdi. Oğlu Arslan Yabgu kumandasındaki bir orduyu İsmâil ile birlikte Karahanlılar üzerine gönderdi. Bu ordu, Semerkant’a yaklaşık 42 km. mesafedeki Kûhek’te Karahanlı kumandanı Subaşı Tegin’i yenilgiye uğrattı. Karahanlı Hükümdarı İlig Han Nasr yenilgi haberini alır almaz ordusuyla Semerkant’a geldi. Oğuzlar bir gece baskınıyla onu da yendiler (Şevval 393 / Ağustos 1003); on sekizi kumandan olmak üzere birçok esir aldılar ve Karahanlı ordusunun ağırlığını yağmaladılar. Gazneli kaynaklarına göre, geriye dönüldükten sonra Oğuzlar’ın İlig Han ile savaştıkları için pişman olup handan özür dileyecekleri ve esirleri serbest bırakarak gönlünü alacakları söylentisinin çıkması üzerine İsmâil, Ceyhun’u geçip Horasan’a döndü. Oğuzlar, ertesi yıl İsmâil’in İlig Han’ı Semerkant dolaylarında yapılan savaşta (Şevval 394 / Ağustos 1004) yenilgiye uğratmasında da önemli rol oynadılar.

Selçuk Bey’in yaklaşık 397’de (1007) ölümünün ardından ailenin başına Arslan Yabgu geçti. Arslan Yabgu’nun doğrudan kendisine bağlı 4000 süvariden oluşan bir kuvveti vardı. Bundan başka Selçuk Bey’in diğer oğulları Yûsuf ile (Yinal) Mûsâ’nın ve torunları Çağrı ve Tuğrul beylerin de askerleri bulunuyordu. 411 (1020-21) yılında Karahanlı hânedanına mensup Ali Tegin, Buhara’ya hâkim olup ülkesini genişletmeye başladı. Bu tarihte Selçuklular’a bağlı diğer Oğuz boyları da Cend yöresini bırakarak Buhara bölgesine gitmişlerdi. Ali Tegin ile Arslan Yabgu arasında kuvvetli bir ittifak meydana getirilmiş, büyük bir ihtimalle Ali Tegin Buhara’yı Arslan Yabgu’nun yardımıyla ele geçirmişti.

415 (1024) yılında Yûsuf b. Hârûn, Kadır Han unvanını alarak Karahanlılar’da büyük kağan olunca kardeşleri Ali Tegin ile Ahmed ona karşı birleştiler. Ahmed de kendini büyük kağan ilân etti. Bunun üzerine Yûsuf Kadır Han, Gazneli Mahmud’la anlaştı ve onunla birlikte Mâverâünnehir’i istilâ etti. Ali Tegin kaçıp kurtuldu; karısı, kızları ve ağırlıkları Gazneliler’in eline geçti. Yûsuf Kadır Han, tarihe “Mâverâünnehir mülâkatı” olarak geçen görüşmelerinde Gazneli Mahmud’a Selçuklular’ın kalabalık ve savaşçı bir topluluk olduklarını, hükümdarlık peşinde koştuklarını, Gazneli Devleti için tehlike oluşturduklarını, bu sebeple Türkistan ve Mâverâünnehir topraklarından uzaklaştırılmalarının doğru olacağını söyledi. Gazneli Mahmud bu görüşmenin ardından on binlerce süvariye sahip olan, savaşçılığı ve mertliğiyle tanınan Arslan Yabgu’yu hile ile Semerkant’a getirtip tutuklattı. Arslan Yabgu önce Gazne’ye, oradan Hindistan’da Mültan yakınındaki Kālincâr Kalesi’ne götürülüp hapsedildi (1025). Hiç beklemediği bir hilenin kurbanı olan Arslan Yabgu bu kalede öldü (1032). Arslan Yabgu, mahpus bulunduğu kaleden yeğenleri Tuğrul ve Çağrı beylere gizlice haber gönderip onları Gazneli Mesud ile mücadeleye teşvik etti. Arslan Yabgu’nun ölümünün ardından Selçuklu ailesinin başına Mûsâ (İnanç) Yabgu geçti, ancak idare fiilen Tuğrul Bey ve Çağrı Bey’in elinde idi.

Mâverâünnehir’de sıkıntı içinde olan Tuğrul ve Çağrı beyler daha elverişli topraklar aramaya karar verdiler. Tuğrul Bey çöllere çekilirken Çağrı Bey, 3000 kişilik bir süvari birliğinin başında Gazneli hâkimiyetindeki Horasan’dan Anadolu’ya doğru hareket etti (1016-1021). Ermeni ve Gürcü topraklarında bir süre kaldıktan sonra ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan tekrar Tuğrul Bey’in yanına döndü. Diğer yandan Arslan Yabgu’nun Kutalmış ve Resul Tegin adlı oğulları ile akrabaları Arslan Yabgu’ya bağlı Oğuz boylarına hâkim olamadılar. 4000 çadırdan oluşan bu Oğuz grubunun ileri gelenleri Arslan Yabgu’nun tutuklanmasının ardından Gazneli Mahmud’a Selçuklular’dan zulüm görmekte olduklarını söyleyip kendilerine Horasan’da yurt vermesini rica ettiler; ricaları kabul edilirse ordusunun gücünü arttıracaklarını söylediler. Sultan Mahmud, başta Tûs Valisi Arslan Câzib olmak üzere bazı devlet adamları ve emîrlerin itirazlarına rağmen onların isteklerini kabul etti. Bu Oğuz grubu Horasan’a geçip Serahs, Ferâve ve Bâverd çölünde yurt tuttu. Böylece Oğuz ilinden bir grup tarihte ilk defa Amuderya (Ceyhun) ırmağının öbür yakasına, yani İran topraklarına ayak basmış oldu. Grubun başında Yağmur, Boğa, Göktaş, Anasıoğlu ve Kızıl adlı beyler vardı. Bunlar muhtemelen bağımsız yaşamak istedikleri için Selçuklu ailesinden zulüm gördüklerini söylemişlerdi. Nitekim çoğu Selçuklu Devleti kurulduktan sonra da onlara itaat etmedi.

Gazneli Mahmud 418 (1027) yılında yaptığı Hindistan seferinden dönerken uğradığı Nesâ, Bâverd ve İsferâyin’de halk yağmacılıklarından dolayı bu Oğuz grubunu sultana şikâyet edince Mahmud, Tûs Valisi Arslan Câzib’e mektup yazarak üzerlerine yürümesini emretti. Arslan onlarla üç defa çatışmaya girip üçünde de yenilince Gazneli Mahmud Tûs’a gitti. Arslan’ı askerle takviye ederek tekrar Oğuzlar’ın üzerine gönderdi. Arslan bu defa Ferâve Kervansarayı yakınında Oğuzlar’a karşı galibiyet elde etti. Bir hayli zayiat veren Oğuzlar’ın çoğu, Hazar denizinin doğu kıyısındaki Balhan dağları bölgesine ve Dihistan’a kaçtı. Yenilginin ardından Oğuz saldırıları azalmaya başladı. 421 (1030) yılında vefat eden Gazneli Mahmud’un vasiyetine göre oğullarından Muhammed tahta çıkarıldı. İsfahan’da bulunan ağabeyi Mesud kardeşinin hükümdarlığını tanımayıp harekete geçti. Mesud Gazne’ye doğru yürürken Oğuz beylerinden Yağmur’u da hizmetine aldı. Mesud hükümdar olunca Yağmur’un ricası üzerine diğer Oğuz beyleri Kızıl, Boğa, Göktaş da hizmete alındı. Sultan Mesud bunların başına Humar Taş adlı Gazneli bir emîri geçirdi. 422’de (1031) başşehir Gazne’ye Oğuzlar’ın Serahs ve Ebîverd (Bâverd) halkına zulmettikleri haberi geldi. Mesud onlara karşı bir ordu gönderdiyse de başarı elde edemedi. Sultan 423 (1032) yılında Emîr Taş-ı Ferrâş’ı Rey valiliğine tayin etti, hizmetine almış olduğu Oğuz beylerini de onunla beraber Rey’e gönderdi. Beylerin görevleri Rey yöresinde düzenin sürdürülmesinde Vali Taş-ı Ferrâş’a yardımcı olmaktı. Bir süre sonra Mesud’un emriyle Yağmur Bey ile Oğuzlar’ın ileri gelenlerinden elli kişi öldürüldü. Bu durum, Serahs ve Ebîverd halkına zulüm yapan ve Sultan Mesud’un gönderdiği orduyla savaşan Oğuzlar’ın çoğunun Yağmur Bey’in oymağı olduğunu düşündürmektedir. Rey’e giden beylerden Yahyâ oğlu Kızıl Bey, Rey yöresinin hâkimi olunca Selçuklular’la iyi ilişkiler kurdu ve onlara damat oldu. Bu Oğuzlar’a Rey yöresinde oturdukları için Irak Oğuzları denilmiştir.

Arslan Yabgu ile Karahanlı Ali Tegin’in kurduğu dostluk ve ittifak Arslan Yabgu’nun ölümünden sonra devam etti. Hârizmşah Altuntaş ile Ali Tegin arasında Debûsiye’de 423’te (1032) yapılan savaşta Karahanlı ordusunda Selçuklular da yer aldı. Ali Tegin’in ölümünün (426/1035) ardından oğulları çocuk yaşta olduğu için iktidar kumandanların eline geçti. Bu kumandanlarla Selçuklular arasında husumet baş gösterdi. Selçuklular oturdukları Buhara’nın Nur yöresinde kalamayacaklarını anlayarak Hârizmşah Hârun’un ülkesine


göç etti. Horasan’ı Selçuklular’dan faydalanarak Gazneliler’den almak isteyen Altuntaş’ın oğlu Hârun onları dostça karşıladı ve Hârizm’de istedikleri kadar oturmalarına izin verdi.

425 (1034) yılında Cend hâkimi Emîr Şah Melik büyük bir orduyla Hârizm’e gelip Selçuklular’a baskın yaptı. Ağır kayıplar vererek Ceyhun’un sol yakasına geçen Selçuklular kısa bir süre sonra kendilerini toparladılar. Ünlü bir aile olmaları dolayısıyla Oğuz eline mensup beylerle yanlarında bulunan kişiler ana yurttan gelip onların hizmetine girmeye başladılar. Ertesi yıl dostları Hârizmşah Hârun, Gazneli vezirinin düzenlediği bir suikastın kurbanı oldu (Cemâziyelâhir 426 / Nisan 1035). Onun ölümünün ardından Selçuklular Hârizm’de daha fazla kalamadılar. Tuğrul ve Çağrı beyler yanlarında amcaları Mûsâ İnanç Yabgu, Yûnus Yinal, İbrâhim Yinal ve kuvvetleri olduğu halde Ceyhun nehrini geçip 10.000 atlıyla Gazneli Devleti’ne ait Horasan topraklarına ulaştılar (Receb 426 / Mayıs 1035). Gazneliler o sırada sadece İslâm âleminin değil dünyanın en kuvvetli imparatorluklarından biriydi. Selçuklular’ın sayısı Merv’e ve Nesâ’ya doğru ilerledikçe arttı. Tuğrul Bey ile Çağrı Bey’in Horasan’a geçmesiyle Selçuklu Devleti’nin temelleri atılmış oldu. Selçuklular’ın Gazneli topraklarına girdiğini Cürcân’da haber alan Sultan Mesud büyük bir endişeye kapıldı. Gazneli Veziri Ahmed b. Abdüssamed, “Bugüne kadar işimiz çobanlarla idi, şimdi ülkeler zapteden beyler geldi”; diğer bir devlet adamı da, “Horasan elden gitti” diyerek üzüntülerini dile getirdiler.

Mûsâ Yabgu, Tuğrul ve Çağrı beyler Sultan Mesud’a bir mektup göndererek halifenin “mevlâ”sı olduklarını, sultanın hizmetine girmek istediklerini, böylece Dihistan, Hârizm, Balhan dağı ile Ceyhun tarafından gelecek akınları önleyeceklerini, Irak ve Hârizm Oğuzları’nı da bölgeden uzaklaştıracaklarını, buna karşılık Nesâ ve Ferâve vilâyetlerinin kendilerine ihsan edilmesini istediler. Vezirin, durumun iyice anlaşılması için biraz beklenilmesi teklifine rağmen Sultan Mesud, Hâcib Begtoğdı kumandasındaki 17.000 kişilik bir orduyu Selçuklular’ın üzerine gönderdi. Gazneli ordusu Nesâ civarında yapılan savaşta (19 Şâban 426 / 29 Haziran 1035) bozguna uğradı. Bu zaferle Selçuklular büyük bir güven kazandılar ve bölgede bir devlet kurabileceklerine inanmaya başladılar. Sultan Mesud yenilginin ardından barışı tercih etti. Dihistan’ı Çağrı Bey’e, Nesâ’yı Tuğrul Bey’e, Ferâve’yi Mûsâ Yabgu’ya verdi. Kendilerine bir tür özerklik tanınan Selçuklular bunun karşılığında Gazneli sultanına tâbi olacak ve içlerinden biri devlet merkezi Gazne’de oturacaktı. Selçuklu beylerine menşur, hil‘at, sancak, külâh, Türk geleneğine göre eyerli at ve altın kemer gönderildi (Ağustos 1035). Ancak beyler, Sultan Mesud’un yenilgi üzerine hemen barışa yanaşmasını onun zayıflığının bir göstergesi olarak yorumladılar ve barışı ciddiye almayıp kendilerine gönderilen hil‘atleri yere attılar. Nesâ zaferinin ardından Selçuklular çeşitli yerlerden gelen Oğuz topluluklarının katılmasıyla daha da kuvvetlendiler. Bu dönemde Irak Oğuzları’n-dan bir kısmı Selçuklular’ın hizmetine girdi. Selçuklular’ın Horasan’a gelmesi ve bazı sınır yörelerini işgal etmesiyle Ceyhun ve Balhan yolları açıldı, böylece Oğuzlar’dan bir kısmı daha bölgeye intikal etti.

Selçuklular, barışın yapılmasından üç dört ay sonra Belh ve Sîstan’a kadar yağma akınları düzenlemeye başladılar. Bu akınların devam etmesine rağmen Sultan Mesud’un Hindistan’ın fethiyle meşgul olması onun tehlikeyi yeterince algılayamadığını göstermektedir. Sultan, Horasan vilâyetlerini korumak için Nîşâbur’da bulunan Hâcib Subaşı kumandasında 15.000 kişilik bir ordu gönderdiyse de başarı sağlanamadı. Öte yandan Sultan Mesud tarafından hizmete alınarak Rey bölgesine gönderilen Irak Oğuzları, akrabaları Selçuklular’ın Horasan’daki başarılarından cesaret alarak Rey’de isyan edip Gazneliler’in Rey valisi Taş-ı Ferrâş’ı öldürdüler (428/1037). Taş-ı Ferrâş’a yardım için gönderilen bir Gazneli kuvvetine karşı da parlak bir zafer kazandılar. Böylece Rey çevresindeki Gazneli hâkimiyeti sona erdi. Bu çok önemli başarının ardından Irak Oğuz beyleri Azerbaycan’a gittiler, sadece Kızıl 1500 askeriyle Rey’de kaldı. Azerbaycan’a giden beylerden Dânâ dışındakiler çok geçmeden Irâk-ı Acem’e döndüler. Azerbaycan’dan Irâk-ı Acem’e dönen Göktaş ve Boğa, Kızıl ile birleşerek Hemedan’ı işgal edip şehri yağmaladılar, aynı şekilde Dînever ve Esedâbâd köyleri de yağmalandı. Bu yağmalarda Deylemliler de Oğuzlar’ın yanında yer aldı. Rey bölgesinin büyük bir kısmına hâkim olduğu anlaşılan Kızıl, Selçuklular’ı metbu tanıdı ve Tuğrul Bey’in kız kardeşiyle evlendi. Tuğrul Bey 434’te (1042-43) Rey’e geldiğinde Irak Oğuzları, Rey-Hemedan ve Kazvin arasındaki bölgede yaşıyordu.

Sultan Mesud, Hâcib Subaşı’nın mükemmel bir orduya sahip olduğu halde aradan üç yıl geçmesine rağmen Selçuklu akınlarını bir türlü durduramaması üzerine Selçuklular’la bir meydan muharebesi yapılması için emir verdi. Serahs yakınlarında Talhâb adlı yerde cereyan eden savaşta Gazneliler ağır bir yenilgiye uğradı (429/ 1038) ve Gazneli ordusunun bütün ağırlığı Selçuklular’ın eline geçti. Çağrı Bey Merv’e, Tuğrul Bey Nîşâbur’a, Mûsâ Yabgu Serahs’a girdi. Halk hiçbir yerde onlara karşı tepki göstermedi. Merv’de Çağrı Bey, Nîşâbur’da Tuğrul Bey adına “melikü’l-mülûk” unvanı ile hutbe okundu. Tuğrul Bey, Nîşâbur’da Sultan Mesud’un tahtına oturarak şehrin ileri gelenlerini kabul etti. Bu sırada Halife Kāim-Biemrillâh, Irak’taki Oğuz beyleriyle Tuğrul ve Çağrı beylere elçiler göndererek yağma ve tahripten vazgeçmelerini istedi. Tuğrul Bey ile eniştesi Rey hâkimi Kızıl Bey halifenin elçisine onun isteğini yerine getireceklerini bildirdiler.

Sultan Mesud, Selçuklular’ın faaliyetlerine son vermek için 300 fille donatılmış 50.000 süvari ve piyadeden oluşan ordunun başında Gazne’den Belh’e geldi (Cemâziyelevvel 430 / Şubat 1039). Belh civarında Ulyââbâd denilen yerde Çağrı Bey’i bozguna uğrattıktan sonra bütün kuvvetlerini toplayarak Selçuklular’a karşı yürüdü. Çağrı Bey’in uğradığı yenilgi ve Mesud’un kalabalık bir orduyla üzerlerine gelmekte olduğunun duyulması Tuğrul Bey ile diğer bazı beylerin cesaretini kırmıştı. Bunlar, yapılan toplantıda askeri iyi donatılmış olan Sultan Mesud ile mücadelede başarı göstermenin güç olduğunu, buna karşılık Cürcân’a ve Irâk-ı Acem’e gidilirse bu yerlere kolayca sahip olunabileceğini ve oradan Rum ülkesine (Anadolu) akınlar yapmanın mümkün olacağı görüşünü savundular. Çağrı Bey, bu görüşe karşı çıkarak buradan gidildiği takdirde Sultan Mesud’un arkadan geleceğini söyledikten sonra Gazneli ordusunun zayıf taraflarını anlattı ve onlarla savaşılmasını istedi. Toplantıda bulunanlar Çağrı Bey’in görüşüne katılınca savaşa karar verildi. Serahs çölünde yapılan savaşta Gazneliler galip geldi (2 Şevval 430 / 27 Haziran 1039). Ancak kesin bir zafer kazandığına inanan Sultan Mesud kısa bir süre sonra Selçuklular’ı tekrar karşısında buldu. Gerçekte Selçuklular’ın kaybı az olduğu gibi ağırlıkları da güvenli bir yerdeydi. Tekrar başlayan çarpışmalar Gazneli ordusunu perişan duruma düşürdü. Vezirin görüşüne uyularak Selçuklular’a barış teklif edildi. Selçuklular bu teklifi kabul etmelerine rağmen zaptettikleri şehirleri boşaltmadılar ve Herat’a


elçi gönderdiler. Sultan Mesud, Selçuklular’ı 431 yılının ilk aylarında (Kasım-Aralık 1039) Ferâve çölüne kadar takip etti. Selçuklular savaşmayıp sürekli geri çekildiler. Bu sırada her iki taraf ve özellikle ağır teçhizatlı Gazneli ordusu çok sıkıntı çekti. Sultan Mesud önemli bir başarı gösteremeden Nîşâbur’a döndü (Rebîülâhir 431 / Ocak 1040). Halife ona Oğuzlar’ın çıkardığı olaylara son verinceye kadar Horasan’da kalmasını, ardından Irâk-ı Acem bölgesiyle ilgilenmesini tavsiye etti.

Bahar aylarında Nîşâbur’dan çıkan Sultan Mesud Serahs’a ulaştığında büyük bir kıtlıkla karşılaştı. Devlet adamlarının Herat’a gidip bir müddet orada kaldıktan sonra dönülmesi teklifini kabul etmeyip Merv üzerine yürüdü. Bir süre gittikten sonra askerin perişan durumda olduğunu gördüğü halde yolundan dönmedi. Kalabalık Gazne ordusunun gözde askerini Türkler’den oluşan hassa askeri teşkil ediyordu. Ayrıca Türk asıllı olan emîrlerin maiyet askerleri de Türk asıllıydı. Bundan başka Deylemli, Arap, Kürt ve Hintliler’den oluşan birlikler sefere katılmıştı. Sultan Merv’e yaklaştıkça Selçuklular’la savaşmak için verdiği kararın ne kadar isabetsiz olduğunu anlamaya ve Selçuklu ordusuna karşı zafer kazanacağından şüphe etmeye başladı. Nihayet iki ordu Merv yakınlarındaki Dandanakan Kalesi önünde karşılaştı. Gazne Türk hassa ordusuna mensup bir grubun Selçuklular’a katılmasının ardından yapılan şiddetli bir hücum sonucunda Gazneli ordusu bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Üç gün devam eden savaş neticesinde Selçuklular kesin bir zafer kazandı (8 Ramazan 431 Cuma / 23 Mayıs 1040). Gazne ordusunun bütün ağırlığı savaş meydanında kaldı. Sultan Mesud 100 kişilik maiyetiyle kaçıp canını zor kurtarabildi. Tuğrul Bey bir tahta oturdu ve Horasan emîri olarak selâmlandı. Dandanakan zaferinden sonra Çağrı Bey Merv’de kaldı, Tuğrul Bey Nîşâbur’a, amcaları Mûsâ Yabgu Herat’a gitti.

I. BÜYÜK SELÇUKLULAR (1040-1157)

A) Tarih. Dandanakan zaferinin ardından Tuğrul Bey, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ilk hükümdarı oldu (1040-1063). Sultan Tuğrul devrin geleneklerine uygun olarak çevredeki ülke hükümdarlarına fetihnâmeler gönderdi. Merv’de yapılan kurultayda alınan kararla Ebû İshak el-Fukkāî, Tuğrul Bey’in elçisi sıfatıyla Bağdat’a gönderildi. Tuğrul Bey halifeye yazdığı mektupta Horasan’da adaletle hükmedeceğini ve emîrü’l-mü’minîne sadâkatten ayrılmayacağını ifade ediyordu. Eski Türk devlet geleneğine göre Selçuklular’ın hâkim olduğu topraklarla ileride fethedilmesi planlanan ülke ve şehirler hânedan mensupları arasında paylaştırıldı. Serahs ve Belh’in dahil olduğu Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge, merkezi Merv olmak üzere Çağrı Bey’e, Herat merkez olmak üzere Büst ve Sîstan yöresi Mûsâ Yabgu’ya verildi. Başşehir Nîşâbur’da kalan Tuğrul Bey, Irak ve batı topraklarını aldı.


İbrâhim Yinal’a Kuhistan, Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’a Cürcân ve Damgan, Çağrı Bey’in oğlu Kavurd Bey’e Kirman ayrıldı. Bunlar Tuğrul Bey’e tâbi olacaktı. Çağrı Bey ile Tuğrul Bey hayatlarının sonuna kadar birbirleriyle iyi geçindiler. Bunda en önemli etken Tuğrul Bey’in çocuğunun olmamasıdır.

Bulunduğu bölgede uzun süre Gazneliler’le mücadele eden Çağrı Bey bu mücadele sonucunda Belh, Tohâristan, Tirmiz, Velvâliç, Kubâdiyan, Vahş şehirlerini ülkesine kattı ve Gazneli Hükümdarı İbrâhim ile barış antlaşması imzaladı (451/1059). Buna göre her iki taraf ellerinde bulunan yerleri koruyacak ve birbirlerinin topraklarına saldırmayacaktı. Gazne Hükümdarı Mevdûd’un teşvikiyle Tirmiz’i eline geçirip Belh’i almak için Ceyhun’u geçen Karahanlı Hükümdarı Arslan Han, Çağrı Bey’in oğlu Alparslan’a yenilip geri döndü. Daha sonra Çağrı Bey ile Arslan Han arasında barış yapıldı.

Hârizmşah Altuntaş’ın oğlu İsmâil, Hârizm’i Emîr Şah Melik’in elinden kurtarmak için Çağrı ve Tuğrul beylerden yardım istedi. Şah Melik’in Çağrı Bey ve İsmâil’i Hârizm'de yenilgiye uğratması üzerine Tuğrul Bey, Şah Melik’e karşı yürüyerek onu mağlûp etti (434/1042-43). Şah Melik, metbuu Gazne Hükümdarı Mevdûd’un yanına giderken yakalanıp Çağrı Bey’e teslim edildi. Çağrı Bey, Selçuklu hânedanının bu acımasız düşmanını öldürttü (1043). Hârizm, sonraları Gazne Hükümdarı Mevdûd’un vasıtasıyla Kıpçak Emîri Haşkâ (?) adlı birinin eline geçti. Ancak Çağrı Bey’e mukavemet edemeyip kaçınca burası da Çağrı Bey’in ülkesine katıldı. Ardından Çağrı Bey oğullarından Kavurd’u Kirman’ın fethiyle görevlendirdi. Bir rivayete göre Receb 451’de (Ağustos-Eylül 1059), diğer bir rivayete göre Safer 452’de (Mart-Nisan 1060) yetmiş yaşlarında vefat eden Çağrı Bey büyük bir kumandan, dirayetli bir siyaset adamıydı.

433 (1041-42) yılında Cürcân’ı alan Tuğrul Bey 434’te (1042-43) Hârizm’i Şah Melik’in elinden kurtardı ve aynı yıl Rey’i devletinin merkezi yaptı. Daha sonra Hemedan’ı aldı, İsfahan hâkimini vergiye bağladı. 439 (1047-48) yılında Büveyhî Hükümdarı Ebû Kâlîcâr ile barış antlaşması imzaladı ve onun kızıyla evlendi. Çağrı Bey’in kızlarından birini de Ebû Kâlîcâr’ın oğlu Ebû Mansûr ile evlendirdi. Mûsâ Yabgu’nun oğlu Hasan 1047’de yılı Bizans ucunda pusuya düşerek şehid olmuştu. Ertesi yıl Tuğrul Bey’in anne bir kardeşi İbrâhim Yinal, Pasinler ovasında Bizans ordusunu yenip Hasan’ın öcünü aldı ve zengin bir ganimetle geri döndü. 443’te (1051) İsfahan’ı ülkesine katan Tuğrul Bey, 446 (1054) yılında Azerbaycan ve Arrân emîrlerini kendine tâbi kıldıktan sonra Bizans topraklarına girerek Malazgirt Kalesi’ni kuşattı. Ancak kışın yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırıp Azerbaycan’a döndü. Kuşatma esnasında Selçuklu akıncıları Bayburt üzerinden Trabzon’a kadar ulaştı.

Tuğrul Bey, Halife Kāim-Biemrillâh’ın davetiyle Bağdat’a gitti (25 Ramazan 447 / 18 Aralık 1055). Tuğrul Bey Bağdat’a varmadan halife onun adını hutbelerde okutmaya başlamıştı. Bu sırada Bağdat’ta bulunan Büveyhîler’e mensup Türk memlükleri, Deylemliler ve halk Selçuklu askerlerine karşı düşmanca davrandılar. Sultan, bu olayları Büveyhî Hükümdarı el-Melikü’r-Rahîm Hüsrev Fîrûz’un tahrik ettiğini düşünerek onu yakalatıp bir kalede hapsettirdi, ardından Rey’e gönderdi. el-Melikü’r-Rahîm’in aynı yıl bu şehirde vefat etmesiyle Büveyhîler hânedanının siyasî hâkimiyeti sona ermiş oldu. Muharrem 448’de (Nisan 1056) halife ile Çağrı Bey’in kızı Hatice’nin nikâhları kıyıldı. Zilkade 449’da (Ocak 1058) halife yapılan bir törende Tuğrul Bey’e yedi siyah hil‘at giydirdi; bu, cihan hükümdarlığının Selçuklu hükümdarına tevcihi demekti. Ayrıca ona “melikü’l-meşrik ve’l-mağrib” unvanını verdi. Aynı yıl İbrâhim Yinal sultana isyan etti. Tuğrul Bey, Yinal’ın sekiz aydan fazla süren isyanını yeğenleri Alparslan ve Kavurd Bey’in yardımlarıyla bastırabildi. İbrâhim Yinal yayının kirişi ile boğularak öldürüldü (9 Cemâziyelâhir 451 / 23 Temmuz 1059). Bu sırada Bağdat, halifeye isyan etmiş olan Büveyhî kumandanı Türk asıllı Arslan Besâsîrî ile müttefiki Musul Emîri Kureyş b. Bedrân tarafından işgal edildi. Halife Hadîse şehrine götürüldü ve sarayı yağmalandı. Bağdat’ta Fâtımî halifesi adına hutbe okutuldu. Tuğrul Bey harekete geçip halifenin Bağdat’a getirilmesini sağladı, Arslan Besâsîri yakalanıp öldürüldü (Zilhicce 451 / Ocak 1060). Tuğrul Bey, Halife Kāim-Billâh’ın kızı Seyyide Hatun ile Şâban 454’te (Ağustos 1062) nikâhlandı, ancak düğün ertesi yıl yapılabildi (Safer 455 / Şubat 1063). Sultan aynı yıl Rey’de vefat etti (8 Ramazan 455 / 4 Eylül 1063). Tuğrul Bey âdil, şefkatli, dürüst, cömert ve dindar bir hükümdardı.

Tuğrul Bey çocuğu olmadığı için Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı veliaht tayin etmişti. Ölümünde Vezir Amîdülmülk el-Kündürî, Süleyman’ı hükümdar ilân etti. Ancak Alparslan kardeşinin hükümdarlığını tanımayıp Merv’den ayrıldı ve Kazvin’de kendini sultan ilân edip adına hutbe okuttu. Başşehir Rey’e gelerek kendini sultan ilân etmiş olan Kutalmış’ı Damgan civarında mağlûp etti ve Rey’e gidip tahta oturdu. Kündürî’nin yerine Nizâmülmülk’ü vezir tayin etti. Alparslan, babası Çağrı Bey’in hâkim olduğu topraklarla amcası Tuğrul Bey’in hâkimiyetindeki yerleri birleştirerek Ceyhun’dan Dicle’ye kadar uzanan büyük bir imparatorluğun hükümdarı oldu. Ardından amcasının evlendiği Seyyide Hatun’u Bağdat’a gönderdi. Gerek bundan gerek şahsî isteklerinin kabul edilmesinden çok memnun kalan halife topladığı bir mecliste Alparslan’ı tantanalı bir şekilde sultan ilân etti (7 Cemâziyelevvel 456 / 27 Nisan 1064). Bu sırada Doğu Anadolu’da bulunan Sultan Alparslan, oradaki ve Gürcistan’daki birçok kale ve şehirle Bizans’a tâbi Arpaçayı kıyısındaki müstahkem Ani şehrini alıp Gürcü Kralı Bagrat’ı vergiye bağladıktan sonra geri döndü. Halife, bu başarılarından dolayı Alparslan’a ve yanındaki askerlere teşekkür içeren bir beyannâme neşretti. Sultan, 458 (1066) yılında Hazar deniziyle Aral gölü arasındaki Üstyurt’ta güvenliği sağlamak ve Hârizm’den İtil (İdil) havzasına gidip gelen ticaret kervanlarını korumak için sefere çıktı. Başarılı bir seferin ardından Hârizm’e döndü. Alparslan 1067 yılında yeniden Bizans ve Gürcistan


sınırlarında göründü. Bizans’a ait Kars fethedildi. Gürcü kralı Selçuklular’a tâbi oldu. Sultan Alparslan devrinde Anadolu’ya akınlar daha çok Sâlâr-ı Horasan unvanlı kumandanın idaresinde yapılıyordu. Bizans’ta imparatorluğun başına, gittikçe artan Türk akınlarına son vereceğine inanılan kumandanlardan Romanos Diogenes getirildi.

462 (1070) yılında Fâtımî halifesinin veziri Mısır’ı teslim edeceğini bildirerek Alparslan’ı bu ülkeye davet etti. Alparslan, Diyarbekir yoluyla Suriye’ye giderken Halep Hükümdarı Mirdas oğlu Mahmud şehrin kadısını sultanı karşılamak için gönderdi. Alparslan, Halep önünden ayrılıp Mısır’a gitmekte olduğu sırada Romanos Diogenes’in çok kalabalık bir orduyla sefere çıktığı haberi geldi. İki hükümdar Malazgirt ovasında karşılaştı (27 Zilkade 463 / 26 Ağustos 1071). Alparslan, Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Malazgirt zaferi Anadolu’nun Türkler tarafından fethini sağladı ve burası Oğuz Türkleri’nin yurdu oldu (bk. MALAZGİRT MUHAREBESİ). Sultan ertesi yıl Ceyhun taraflarında bir cinayete kurban gitti (24 Kasım 1072). Çağdaşı tarihçiler Alparslan’ı tarihin en büyük hükümdarlarından biri olarak nitelemişler, onu kudret ve haşmetin gerçek temsilcisi saymışlardır.

Alparslan’ın ölümünün ardından yerine veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah geçti. Abbâsî halifesi 8 Receb 465’te (20 Mart 1073) Sultan Melikşah adına hutbe okuttu. Melikşah’ın genç yaşta tahta çıkmasını fırsat bilen Karahanlılar ve Gazneliler, Selçuklu topraklarına saldırırken başta Kavurd olmak üzere bazı hânedan mensupları tahtta hak iddia ederek ayaklandılar. İsyanların bastırılmasından sonra Melikşah’ın itibarı bir kat daha arttı. Halife Kāim-Biemrillâh ona hükümdarlığını tasdik ettiğini bildiren bir menşur ve sancak gönderdi (2 Safer 466 / 7 Ekim 1073). Sultan Melikşah, Alamut Kalesi’ni işgal ederek orada bir Nizârî-İsmâilî devleti kuran (483/ 1090) Hasan Sabbah ve Bâtınîler’le mücadeleyi bir devlet politikası haline getirdi. Ancak Alamut’u ele geçirip ülkedeki Bâtınî faaliyetlerine son veremedi. Veziri Nizâmülmülk hem askerî hem ilmî açıdan mücadele ettiği Bâtınîler tarafından öldürüldü (485/1092). Sultan bu olaydan yaklaşık bir ay sonra Bağdat’ta vefat etti (16 Şevval 485/19 Kasım 1092). Melikşah dönemi Selçuklu İmparatorluğu’nun sınırlarının en geniş olduğu devirdir. Selçuklu İmparatorluğu Kâşgar’dan Ege adalarına, Aral gölü ve Kafkasya’dan Yemen ve Aden’e kadar uzanıyordu. Karahanlılar gibi büyük bir devlet de imparatorluğa bağlı bulunuyordu. Melikşah devri müslüman ve gayri müslim tarihçiler tarafından bir adalet devri olarak nitelendirilir. Urfalı Ermeni tarihçisi Mateos onun ölümünün bütün dünyayı mateme boğduğunu söylemektedir. Selçuklu devlet teşkilâtı Melikşah zamanında Nizâmülmülk’ün de gayretiyle mükemmel bir şekil aldı, ilmî ve kültürel faaliyetler zirveye ulaştı. Nizâmiye medreseleri dünya çapında şöhrete kavuştu. İktisadî ve ticarî hayatta büyük gelişmeler oldu, imar faaliyetleri yaygınlaştı.

Melikşah’ın ölümünün ardından hânedan mensupları arasında saltanat mücadelesi başladı. Melikşah’ın en büyük oğlu Berkyaruk, Nizâmülmülk’e bağlı gulâmlar tarafından Rey’de sultan ilân edildi (485/ 1092). Berkyaruk taraftarlarının gayretleri sonucunda, çocuk yaştaki oğlu Mahmud’u tahta çıkarmak isteyen ve parayla Türk emîrlerinin önemli bir kısmını elde eden Terken Hatun barışa mecbur bırakıldı. Buna göre İsfahan ve Fars eyaletleri Terken Hatun ile oğlu Mahmud’a bırakılıyor, Berkyaruk diğer eyaletlerde sultan olarak tanınıyordu (486/1093). Berkyaruk’un dayısı Azerbaycan Meliki İsmâil b. Yâkūtî, Terken Hatun’un kışkırtmasıyla yeğenine karşı isyan etti, ancak başarılı olamayıp hayatını kaybetti (Şâban 486 / Eylül 1093). Bu olaydan sonra Bağdat’a giden Berkyaruk, Halife Muktedî-Biemrillâh tarafından “Rükneddin” lakabıyla sultan ilân edildi ve adına hutbe okundu (487/1094). Terken Hatun ile oğlu Mahmud’un aynı yıl içinde ölümlerinin ardından Berkyaruk, Suriye Selçuklu hükümdarı amcası Tutuş ile mücadeleye girişti. Tutuş, Rey civarında meydana gelen savaşta askerlerinden bir kısmının karşı tarafa geçmesi yüzünden yenildi ve savaş meydanında hayatını kaybetti (Safer 488 / Şubat 1095). Horasan’da bazı isyan girişimleri olduysa da bunlar kolaylıkla bastırıldı. Bu saltanat mücadeleleri sırasında Haçlılar, Kılıcarslan’ı Anadolu’da (1097), Kürboğa’yı Antakya önünde (1098) bozguna uğrattıktan sonra Suriye kıyılarını geçip Kudüs’ü ele geçirdiler (1099). Tutuş’un bertaraf edilmesinin ardından Berkyaruk’un karşısına bu sefer Arrân meliki olan kardeşi Muhammed Tapar çıktı. İki kardeş birbiriyle beş defa çatıştı. Hoy şehrinin önündeki son çatışmada (8 Cemâziyelâhir 496 / 19 Mart 1103) Tapar yenilip Ahlat’a gitti. Ertesi yıl taraflar arasında barış imzalandı. Buna göre Hârizm, Horasan Muhammed Tapar’ın öz kardeşi Sencer’in, Irâk-ı Arab ve Irâk-ı Acem, Fars, Hûzistan Berkyaruk’un, Arrân, Azerbaycan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, el-Cezîre ve Suriye Muhammed Tapar’ın hâkimiyeti altında bulunacaktı. On iki yıl süren bu saltanat mücadelesi yüzünden Haçlılar amaçlarına ulaşmış, Anadolu Selçuklu Devleti önemli toprak kayıplarına uğramış, Bâtınîler ortadan kaldırılmayacak bir kuvvet haline gelmiş, memlük asıllı beylerin hükümdarlarına karşı bağlılıkları zayıflamış ve imparatorluk çöküş devrine girmiştir.

Rebîülâhir 498’de (Aralık 1104) vefat eden Berkyaruk’un küçük yaştaki oğlu Melikşah’ı bertaraf ederek tahta geçen Muhammed Tapar, Selçuklu İmparatorluğu’nu yeniden birleştirmeyi başardı. Muhammed Tapar, 500 (1107) yılında İsfahan civarındaki Şahdiz (Dizkûh) Kalesi’ni zaptederek içindeki Bâtınîler’in hepsini öldürttü. Bâtınî merkezi Alamut, Anuş Tegin Şîrgîr tarafından kuşatıldı, ancak alınamadı. Bu dönemde Karahanlılar’la Selçuklular arasındaki münasebetler zaman zaman bozulmakla beraber Karahanlılar Selçuklular’ı metbu tanımaya devam etti. Gazneli Sultanı III. Mesud devrinde (1099-1115) Gazneli-Selçuklu ilişkilerine barış hâkim oldu. Muhammed Tapar, Gazneliler arasındaki taht kavgalarına müdahale ederek Behram Şah’ın sultan ilân edilmesini sağladı, böylece Gazneliler’i de kendine tâbi kıldı (511/1117). Sultan Muhammed Tapar 24 Zilhicce 511’de (18 Nisan 1118) vefat etti. Kendisine Alparslan’ı örnek alan sultan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na eski itibarını kazandıran hükümdar olarak kabul edilir.

Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Mahmud, 13 Muharrem 512’de (6 Mayıs 1118) Abbâsî Halifesi Müstazhir-Billâh tarafından sultan ilân edildi ve adına hutbe okundu. Ancak Horasan meliki olan amcası Sencer onun hükümdarlığını tanımayıp Haziran 1118’de sultanlığını ilân etti. Sâve civarında yapılan meydan savaşında Mahmud yenildi (2 Cemâziyelâhir 513 / 10 Eylül 1119). Halife Müsterşid-Billâh, Bağdat’ta Sultan Sencer adına hutbe okutmaya başladı. Sultan Sencer özellikle annesi Seferiyye Hatun’un ricasıyla Mahmud’u bağışladı ve Şâban 513’te (Kasım 1119) yapılan antlaşmayla babası Muhammed Tapar’ın doğrudan yönettiği toprakların bir kısmını ona bıraktı. Böylece Irak Selçuklu Devleti kurulmuş oldu.

Sultan Sencer, Selçuklular arasındaki saltanat mücadelelerini fırsat bilerek halifeliği siyasî olarak güçlendirmek isteyen Müsterşid-Billâh ve oğlu Râşid-Billâh’ın


başarısızlığa uğratılmasında önemli rol oynadı. Gazneliler Devleti’ni tekrar Büyük Selçuklular’a tâbi kıldı. Fakat Budist Karahıtaylar’ın Mâverâünnehir’de hâkimiyet kurmalarına engel olamadı. Yirmi yılı meliklik olmak üzere altmış yıla yakın hüküm süren Sencer, hükümdarlığının son yıllarında kendi öz kavmi Oğuzlar’ı cezalandırmak isterken yenilgiye uğrayıp (Muharrem 548 / Nisan 1153) onların elinde üç yıl esir kaldı. Ramazan 551’de (Ekim-Kasım 1156) esaretten kurtulduktan kısa bir süre sonra öldü (14 veya 24 Rebîülevvel 552 / 26 Nisan veya 6 Mayıs 1157). Sencer’in ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti tarih sahnesinden çekilmiş oldu. Büyük Selçuklu devlet teşkilâtı onun döneminde en ileri seviyeye ulaşmış, Sencer, Sultan Melikşah ile birlikte örnek hükümdar olarak gösterilmiştir. Devlet teşkilâtına dair resmî vesikaları içeren münşeat mecmualarının çoğu bu döneme aittir.

Ön Asya’yı Orta Asyalı kavimlere Selçuklular açmıştır. Moğol devri tarihçilerinden bazıları Moğollar’ın Ön Asya’ya Oğuz Türkleri’nin açtığı kapıdan girdiklerini belirtir. Selçuklular, Anadolu’yu Oğuz Türkleri’nin vatanı yapmışlardır. Böylece, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu müslümanlardan alarak sınırlarını doğuda Arpaçayı’na, güneyde Suriye’de Lazkiye şehrinin ötesine kadar götürmüş olan Bizans’ın Suriye’nin geri kalan kısmıyla Mısır’ı ülkesine katması tehlikesi Selçuklular sayesinde tamamen ortadan kaldırılmıştır. Getirdikleri siyasî istikrar ve uyguladıkları âdil idare sayesinde Selçuklu hâkimiyeti altındaki İran, Irak, Suriye ve Anadolu sosyal ve ekonomik açıdan ileri bir duruma yükselmiştir. Anadolu’nun İslâm dünyasına katılması ve Selçuklular’ın ticarî politikalarıyla Karadeniz’in kuzeyindeki ülkelerin ticaret yolu açılmış, İpek yolu ticareti çok gelişmiştir. Anadolu’dan, Horasan’dan ve Irâk-ı Acem’den Kirman’a gelen kervanlar mallarını Kirman limanlarından Hindistan, Çin ve diğer yerlere götürüyordu. Sünnîlik, İran’da Selçuklular sayesinde hâkim bir mezhep durumuna gelmiştir. Selçuklular, çeşitli şehirlerde medreseler inşa ederek ve âlimlere değer vererek ilmin ve kültürün gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

İbnü’l-Esîr, Selçuklu sultanlarının ölümü dolayısıyla değerlendirme yaparken onlardan övgüyle söz eder. Kirman tarihi müellifi Efdalüddin Ebû Hâmid, Selçuklu hânedanını “hânedân-ı mübârek” diye tanımladıktan sonra, “Kocamış dünya onların bayraklarının görünmesiyle gençlik tazeliğine kavuştu, dünya ekinliği onların dirliği olunca en mükemmel şekilde mâmur oldu” der. Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî, Sadreddin Ali b. Nâsır el-Hüseynî, Muhammed b. Ali er-Râvendî, Reşîdüddin Fazlullah ve Hamdullah el-Müstevfî de Selçuklular’ı över. Hamdullah el-Müstevfî, İslâm hânedanından her birinin birkaç ayıba bulaşmış olduğunu, Selçuklular’ın ise bütün bu ayıplardan uzak bulunduğunu ifade ettikten sonra onların temiz inançlı, hayır sahibi ve halka karşı şefkatli olduklarını söyler.

BÜYÜK ŞELÇUKLU DEVLETİ HÜKÜMDARLARI

Tuğrul Bey 431/1040

Süleyman 455/1063

Alparslan 455/1063

I. Melikşah 465/1072

Berkyaruk 485/1092

II. Melikşah 498/1104

Muhammed Tapar 498/1105

Sencer 511-552/1118-1157

BİBLİYOGRAFYA:

Muhammed b. Abdülcebbâr el-Utbî, et-Târîħu’l-Yemînî (Ahmed el-Menînî, Fetĥu’l-vehbî Ǿalâ târîħi Ebî Naśr el-ǾUtbî içinde), Kahire 1286, I-II; Gerdîzî, Zeynü’l-aħbâr (nşr. Abdülhay Habîbî), Tahran 1347 hş.; Beyhakī, Târîħ (Behmenyâr); a.e. (nşr. Kāsım Ganî - Ali Ekber Feyyaz), Tahran 1324; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen); İbnü’l-Kalânisî, Târîħu Dımaşķ (Amedroz); Azimî Tarihi: Selçuklularla İlgili Bölümler: h. 430-538 (nşr. ve trc. Ali Sevim), Ankara 1988; Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî, Selcûķnâme (nşr. A. H. Morton), Warminster 2004; İbnü’l-Cevzî, el-Muntažam, VIII-IX; Râvendî, Râĥatü’ś-śudûr; a.e. (Ateş), I-II; Aħbârü’d-devleti’s-Selcûķıyye; a.e. (Lugal); İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX-XII; Bündârî, Zübdetü’n-Nuśra; a.e. (Burslan); Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirǿâtü’z-zamân (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968; İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-ĥaleb, II, bk. İndeks; İbn Hallikân, Vefeyât, I-VIII, tür.yer.; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, Âŝârü’l-bilâd, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), tür.yer.; Ebü’l-Ferec, Târîh, I-II; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, CâmiǾu’t-tevârîħ (nşr. Ahmed Ateş), Ankara 1960, I; Müstevfî, Târîħ-i Güzîde (Nevâî); Urfalı Mateos Vekayinâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (nşr. ve trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962; Ahmed b. Mahmûd, Selçuknâme (haz. Erdoğan Merçil), İstanbul 1977, I-II; Necmeddin Ebü’r-Recâ Kummî, Târîħu’l-vüzerâǿ (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1363 hş.; V. V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan (trc. Hakkı Dursun Yıldız), Ankara 1990, bk. İndeks; Uzunçarşılı, Medhal, bk. İndeks; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953; Abbas İkbâl, Vezâret der ǾAhd-i Selâŧîn-i Büzürg-i Selcûķī (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1338; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965; Hüseyin Emîn, Târîħu’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Bağdad 1385/1965; CHIr., V, tür. yer.; Abbas Pervîz, Târîħ-i Selâciķa ve Ħârizmşâhân, Tahran 1351 hş.; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1975-92, I-III; a.mlf., Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul 1976; a.mlf., Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1982; K. Shimizu, Bibliography on Saljuq Studies, Tokyo 1979; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, İstanbul 1980; Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, I-III; Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), Ankara 1990; a.mlf., “Malazgirt Savaşına Kadar Bizans’ın Askeri Durumu”, TD, sy. 33 (1982), s. 133-146; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990; a.mlf., Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul 2001; a.mlf., “Büyük Selçuklular’da Unvan ve Lakaplar”, Prof. Dr. Işın Demirkent Anısına, İstanbul 2008, s. 421-433; Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993; a.mlf., Büyük Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi, Ankara 2005; a.mlf., Selçuklularda Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara 2007; a.mlf. - Ali Sevim, Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilât ve Kültür, Ankara 1995; Ahmet Ocak, Selçuklular’ın Dinî Siyaseti: 1040-1092, İstanbul 2002; S. G. Agacanov, Oğuzlar (trc. Ekber N. Necef - Ahmet Annaberdiyev), İstanbul 2002; a.mlf., Selçuklular (trc. Ekber N. Necef - Ahmet Annaberdiyev), İstanbul 2006; M. F. Brosset, Gürcistan Tarihi (trc. H. D. Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil), Ankara 2003; Coşkun Alptekin, “Selçuklu Paraları”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 1971, s. 435-574; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İA, X, 353-373.

Faruk Sümer




B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat. Selçuklular’da devlet hazinesinden faydalanan zümreler dışında kalan bütün halk reâyâ diye adlandırılıyordu. Reâyâ vergi ödemek, devlet otoritesine ve onu temsil edenlere itaat etmekle mükellefti. Devletçe resmen tanınmış mezhep ve tarikatlar dışındaki dinî zümrelere katılması, farklı akîdeler benimsemesi, nizam ve asayişi bozması ağır suçtu. Buna karşılık hükümdar da reâyânın can, mal ve namusunu korumakla mükellefti. Birçok resmî belgede reâyânın hükümdara Allah’ın bir emaneti olduğu vurgulanmış, bürokrat ve emîrlerden onlara karşı âdil davranmaları, kendilerinden haksız taleplerde bulunmamaları istenmiştir (Müntecebüddin Bedî‘, s. 20, 23-24, 29, 41, 56). Siyasî hukuk bakımından birbirinden farksız olan bu çok geniş kitle içerisinde ekonomik ve sosyal bakımdan farklı sınıflar mevcuttu. Büyük Selçuklu Devleti üç büyük toplum katmanından oluşuyordu.

1. Göçebeler. Kalabalık kitleler halinde Ceyhun nehrini geçerek İran coğrafyasına giren Türkler’in önemli bir kısmını Oğuz boylarına mensup göçebe kabileler oluşturuyordu. Muhtemelen XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da hazırlanan anonim Oğuzca bir sözlükte Türk kelimesinin “köylü,


göçebe, kır insanı, çadırda yaşayan kimse”, Türklik kelimesinin “köylülük, kır hayatı, çadır hayatı” mânasında kullanılması dikkat çekicidir (Eski Oğuzca Sözlük, s. 105, 169). Sayıları az da olsa Karluk, Uygur ve Kıpçak gibi diğer Türk boyları da Oğuzlar’la birlikte İran coğrafyasına girmişti. Göçebeler kabilelere ayrılmaktaydı. Kabilelerin devletle ilişkileri, ödedikleri vergilerin mahiyet ve miktarı birbirinden farklıydı. Hayvancılıkla uğraşan göçebeler kullandıkları meralar için devlete özel mera vergisi ödüyordu. Kabileler üzerine düzen ve asayişten sorumlu bir şahne tayin edilmekteydi (Müntecebüddin Bedî‘, s. 80-82, 84-85).

Göçebe Türkler, İran coğrafyasında kendi hayat tarzlarına en uygun alanlar olan Horasan’ın doğu ve kuzeyi, Elburz dağlarının güney etekleri, Irâk-ı Acem’in kuzeybatısı ve Azerbaycan’da toplanmıştı. En önemli mal varlıkları koyun ve at sürüleriydi. Bir Ermeni kaynağına göre Selçuklu savaş atları sert tırnakları ve kartalı andıran hızlarıyla hayranlık uyandırmaktaydı. Göçebelerin çift hörgüçlü deve yetiştirdikleri de bilinmektedir. Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin Türkmenler’den “deve çobanları” diye bahsetmesi onların mal varlıkları arasında devenin önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Göçebelerin başlıca üretimleri et, süt ve yündü. Keçe, yünlü elbise ve halı gibi mâmullerin yapımında kullanılan yün ticaret malzemesi olarak değer taşımaktaydı. Hayvancılığın yanı sıra avcılığın da göçebe ekonomisinde belli bir yeri vardı.

Selçuklular’ın kazandığı askerî başarılar yeni Türkmen kabilelerinin İran coğrafyasına girmesine vesile olmuşsa da kalabalık kitleler halinde yerleşik bir coğrafyaya girmeleri köy ve şehir hayatına önemli ölçüde zarar vermiştir. Selçuklu devri şairi Am‘ak-ı Buhârî, Sultan Alparslan için kaleme aldığı bir methiyede İran’ın Türkmenler tarafından harap edildiğine dikkat çekerek ülkenin şimdi şah tarafından yeniden bayındır hale getirilmekte olduğunu kaydeder (Dîvân, s. 188). Selçuklu sultanları, Türkmen kabilelerini bundan dolayı ya Horasan’ın doğusunda tutmaya veya şehir kültürüne en az zarar verecek şekilde Azerbaycan yoluyla Bizans üzerine yönlendirmeye çalışmıştır. Selçuklular’ın göçebe soydaşlarına karşı yerleşik İran kültürünü koruyucu tutumları Türkmenler’in zamanla Selçuklu Devleti’ne karşı cephe almasına yol açmış, Oğuzlar’ın Sultan Sencer zamanındaki isyanında ve daha sonra Horasan’ın tahrip edilmesinde önemli rol oynamıştır (Enverî, I, 201-205; Hâkānî-i Şirvânî, s. 105-107, 179-180). Öte yandan Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’sindeki bazı kayıtlar da (s. 139) Türkmenler’den duyulan rahatsızlığı ortaya koymaktadır. Bununla birlikte Türkmenler’in batıya yönlendirilmesi Azerbaycan ve Anadolu coğrafyasında toplanmalarına yardımcı olmuş ve onlara yeni yurtlarının kapılarını açmıştır.

2. Köylüler. Köylüler ve çiftçiler Selçuklu toplumunun en kalabalık kesimini oluşturuyordu. Büyük Selçuklu hâkimiyetinin yol açtığı göçler Horasan ve Orta İran coğrafyasında ziraatla meşgul olan köylüleri olumsuz etkilemiş, bunun yanı sıra Selçuklu-Gazneli savaşları da Horasan’da ziraî hayatın önemli ölçüde zarar görmesine sebep olmuştur. Ali b. Zeyd el-Beyhakī, Beyhak ve çevresindeki fıstık (peste) ağaçlarının Gazneli kumandan Emîr Hâcib Subaşı tarafından kış mevsiminde “iyi yandığı için” develere yükletilerek Gazne şehrine götürüldüğünü belirtir (Târîħ, s. 273). Köylülerin hayat şartları, ülkede siyasî istikrarın kurulması ve iktâ sisteminin uygulanmasından sonra nisbeten iyileşmiştir. Çiftçilerin hukukî ve iktisadî durumları coğrafî bölgelere göre önemli farklılıklar göstermekteydi. Selçuklular’dan önce köylerde geniş arazilere sahip olan ve “dihkan” adı verilen varlıklı kişiler imtiyazlı yerlerini korumuştur. Köylülerin büyük çoğunluğunu topraktan mahrum gündelikçiler, ortakçılar veya küçük toprak sahipleri oluşturuyordu.

Toprak harâcî, öşrî ve mîrî gibi kısımlara ayrılmıştı. Hazineye ait olan ve büyük iktâlar halinde idare edilen mîrî arazi Nizâmülmülk zamanında parçalanarak süvari dirlikleri durumuna getirilmişti. Bu sistemde toprak ve üzerinde çalışan halk daha önce olduğu gibi devletin denetimi altındaydı. Toprağı işleyen reâyâ toprağa geçici tapuyla ve ancak ekip biçme şartıyla sahip olabiliyor, bu toprak ölümünden sonra erkek evlâdına intikal ediyordu. Köylü topraktan aldığı ürünün vergisini iktâ sahibine, arazi vakfedilmişse ilgili vakfa ödüyordu. Emîrler ve ileri gelenlere ait iktâlar ancak bir hizmet karşılığı verilmekte, iktâ sahibi hizmetten azledildiğinde iktâı elinden alınmaktaydı. Hükümdar öldüğü veya değiştiğinde bütün iktâların beratları yeni hükümdar tarafından yenileniyordu. Toprağa bağlı halk hukukî yönden şehir halkı gibi hürdü. İktâ sahipleri halktan muayyen miktardaki vergiden fazlasını talep edemezdi. Halk her zaman sultan veya büyük divana müracaat edebilirdi. İktâ sahibinin kanunlara uymadığı durumlarda iktâı elinden alınmaktaydı (bk. İKTÂ). Selçuklu vergi sisteminin esasını ziraî üretimden alınan vergiler teşkil etmekteydi. Ziraî alanda yeni tesislerin kurulması ve bunların işletilmesi yeni bir ziraî hukukun doğmasına yol açmıştır. Horasan ve Irak’taki âlimler mahallî örfleri ve ziraî meseleleri İslâm hukuku esaslarına göre tekrar düzenlemiş, böylece bu alanda uzun süre geçerliliğini koruyacak yeni bir hukuk oluşturulmuştur.

Ziraat eski dönemlere dayanan gelişmiş bir sulama sistemi üzerine kurulmuştu. Akarsular kanallara ayrılıyor ve her akarsudan âzami ölçüde faydalanılıyordu. Sultan Melikşah ve Sencer döneminde Irak, Horasan ve Hârizm’de yeni sulama kanalları açılmıştır. Bir kayda göre, Merv ve çevresinde suların tanzimi işine bakan mîrâbın maiyetinde 12.000 kişi çalışıyordu. Yeni sulama kanalları sayesinde ziraî üretim artmış, üretimin artması köy ve şehirlerin büyümesine, şehirlerde ticarî hayatın gelişmesine yardımcı olmuştur. Horasan’da özellikle Murgab Kanalı’nın suladığı Merv ovalarından alınan ürün bölgenin iskânını büyük ölçüde etkilemiş, burada yapılan pamuk ziraatı, şehir ve kasabalarda dokuma sanayiinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

3. Şehirliler. Selçuklular, şehir kültürünün geliştiği Horasan’da devletlerini ancak yerleşik hayatı ve şehir kültürünü koruyucu bir tavır almaya karar verdikten sonra kurabilmiştir. Selçuklu Devleti’nin ilk siyasî merkezi Horasan’ın en önemli şehri olan Nîşâbur’du. Bu dönemde yaklaşık 1680 hektarlık bir alana yayılan Nîşâbur’un nüfusu 110-220.000 arasındaydı. Nîşâbur, Tuğrul Bey zamanında devletin batı yönündeki genişleme siyasetinin bir sonucu olarak yerini Rey şehrine bırakmış, Sultan Melikşah zamanında başşehir Rey’den İsfahan’a nakledilmiştir. Bu dönemde İsfahan, Selçuklu Devleti’nin en büyük şehri haline gelmiştir. Sultan Sencer’in Selçuklu tahtına müdahalesinin ardından devletin merkezi Merv şehrine taşınırken İsfahan bir süre daha Irak Selçuklu Devleti’nin başşehri olarak kalmıştır. Sultan Sencer zamanında Merv şehri Selçuklu kültür hayatının en önemli merkezi durumundaydı. Bu dönemde gelişiminin doruğuna ulaşan Merv’in nüfusu 150.000 kişi civarındaydı. Bu şehirlerin yanı sıra Herat, Belh, Kazvin, Hemedan, Yezd, Kum, Merâga, Bağdat, Ahvaz ve Musul başlıca büyük yerleşim merkezleriydi. Bunlara Selçuklular’a tâbi devletlerin sınırları içerisinde yer alan


Buhara, Semerkant, Gazne, Dımaşk, Halep ve Urfa gibi önemli şehirleri de eklemek mümkündür.

Selçuklu şehirleri başlıca üç kısımdan oluşuyordu: İç kale (kûhandiz), asıl şehir (şehristan) ve dış mahalleler (rabaz). Pazar ve alışveriş merkezlerinin çoğu şehir merkezinden ziyade dış mahallelerde toplanmıştı. Büyük şehirlerde her sokağın belli bir esnaf grubuna tahsis edildiği kapalı mekânlardan oluşan büyük pazarlar bulunmaktaydı. Vakıflar, hastahaneler ve zâviyeler şehirlerde oldukça yaygındı. Büyük şehirlerde daha Selçuklular’dan önce idarî vazifelerle ya da zenginliğin sağladığı imkânlarla büyük güç ve nüfuz sahibi olan İranlı yahut Arap asıllı olup İranlılaşmış zengin aristokrat aileler (âyan) oluşmuştu. Olağan üstü durumlarda şehrin kaderini bu aileler belirliyordu. Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakī, Nîşâbur ileri gelenlerinin şehir halkını Gazneliler’e karşı Selçuklu hâkimiyetini kabule nasıl teşvik ettiğini anlatmaktadır (Târîħ, s. 728). Kasaba ve köylerde de mülk sahibi olan ve birbirleriyle akrabalık ilişkisi kuran bu aileler Selçuklular zamanında güçlü konumlarını korumayı başarmıştır. Bu dönemde İsfahan’da Şâfiîler’in rehberi olan Hucendî, Nîşâbur’da Hanefîler’in rehberi olan Sâidî, Buhara’da güç sahibi olan Âl-i Burhân ailelerinde olduğu gibi şehir aristokrasisine yeni aileler eklenmiştir. Bu ailelerden pek azı Türk asıllıydı. Petruşevsky’nin bir incelemesi, XII. yüzyıl ortalarında Horasan’daki Sebzevâr şehrinde bulunan kırk bir aristokrat aileden yirmi dördünün Arap, on ikisinin İran, sadece bir ailenin Türk asıllı olduğunu ortaya koymaktadır. Benzer bir sonuç Bulliet’in Nîşâbur şehriyle ilgili incelemesinde de görülmektedir. Bu ailelerden bazıları, Selçuklu merkezî hâkimiyetinin zayıflamasıyla siyasî hadiselerde belirleyici bir güç haline gelmiştir. İdarî, ilmî ve hukukî vazifeler genellikle hânedan değişikliklerinden sonra da mevkilerini koruyabilen aristokrat ailelerin elinde bulunmaktaydı. Bu durum, siyasî hâkimiyetin zayıfladığı zamanlarda şehrin idaresinde söz sahibi hale gelen ve meşruiyetlerini siyasallaştıran reisler için de geçerliydi.

Büyük şehirlerde dış ülkelerle büyük miktarda ticaret yapan zengin ve nüfuzlu bir tâcirler sınıfı teşekkül etmişti. Devlet ricâlinden ve hânedan mensuplarından bazıları paralarını işletmek için tâcirlere vermekteydi. Çok debdebeli bir hayat sürmelerine ve büyük bir güce sahip bulunmalarına rağmen tâcirlerin devlet protokolünde hemen hemen hiçbir yeri yoktu. Orta ve küçük ölçekte ticaret yapan tâcirler, orta halli esnaf, küçük dükkân sahipleri ve kalabalık zanaat erbabı şehirlerde ayrı ayrı loncalar halinde teşkilâtlanmıştı. Zanaatlar şehrin ekonomik hayatı içerisinde önemli bir yer tutmaktaydı. Çinicilik, demir işçiliği, boya sanayii ve kâğıt imalâtı oldukça gelişmişti. Dokuma tezgâhları, demir fırınları, deri işleme atölyeleri, kâğıt imalâthaneleri, çini, cam gibi maddeler üreten fırın ve imalâthaneler ülkede yayılmıştı. Pamuklu ve ipekli dokumacılık şehirlerdeki iş kollarının başında geliyordu. Bilhassa Horasan ile Mâverâünnehir’in pamuklu ve yünlü dokumaları bu dönemde şöhret kazanmıştı ve bunlar ihraç edilmekteydi.

Şehirlerde fakirlerden, işsizlerden ve serserilerden oluşan kalabalık zümrelere de rastlanmaktaydı. Kendi aralarında özel bir teşkilât meydana getiren bu zümreler fırsat buldukça karışıklık çıkarmaktan geri durmuyordu. Bununla birlikte dâhilî mücadeleler ve âni hücumlar karşısında bu zümrelerden zaman zaman ücretli asker olarak istifade edilmekteydi. XII. yüzyılda Herat’ta bunlara “rind”, Tûs gibi diğer bazı Horasan şehirlerinde “ayyâr” deniliyordu. Ortaçağ İslâm dünyasında ise “şuttâr” ve “fityân” gibi isimler verildiği bilinmektedir.

Selçuklu şehirleri din ve mezhep faaliyetleri açısından oldukça canlıydı. Halk umumiyetle mensup olduğu dine, hatta bazan mezhebe göre farklı mahallelerde oturuyordu. Mezhepler dinî ve ilmî işleri yürüten nüfuzlu ailelerin etrafında örgütlenmişti. Sünnî İslâm mezheplerinin yanı sıra XI. yüzyılın sonlarına doğru İran’da faaliyetlerini arttıran İsmâilîler de Selçuklu hânedan üyeleri arasındaki taht kavgalarından istifade ederek büyük şehirlerde iyice güçlenmiştir. Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî ve Râvendî, İsmâilîler’in propagandaları neticesinde sadece İsfahan’da bu mezhebe girenlerin sayısının 30.000 kişiyi bulduğunu bildirmektedir. Selçuklu şehirlerinde müslümanların yanı sıra Mecûsî, hıristiyan ve yahudiler diğer önemli dinî zümreleri oluşturuyordu.

Büyük şehirlerde bayramlarda zafer şenlikleri sırasında ve hükümdarların cülûsunda çarşı ve pazarlar donatılmakta, her tarafta zafer takları kurulmaktaydı (İbnü’l-Esîr, X, 174). Dinî bayramların yanı sıra eski İran kültürünün önemli günleri olan Nevruz ve Mihrican da halk arasında canlı bir şekilde yaşıyor ve büyük törenlerle kutlanıyordu (Muhtârî, s. 115-121, 284, 290, 309; Muizzî, s. 623, 630).

İktisadî hayat geniş bir coğrafyada siyasî istikrarın sağlanabilmesi, yeni su kanalları inşa edilmesi, üretimin arttırılması ve ticaretin gelişmesi sayesinde parlak bir seviyeye erişmişti. Ticaret kervanları Mâverâünnehir, Hârizm, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu’da güvenli bir şekilde sefer yapabiliyordu. Şehirlerde üretilen mallar ticaret yolları vasıtasıyla pek çok yere kolayca pazarlanmaktaydı. Kervanların güvenliği genellikle askerî muhafızlar tarafından sağlanıyordu. Selçuklular’ın ticaret yollarına vermiş olduğu önem özellikle Anadolu’da daha ileri bir seviyeye ulaşmış ve milletlerarası ticaretin gelişmesine yardımcı olmuştur.

Sultan Melikşah zamanında ticarî vergiler ve gümrük vergilerinin yekünü 600.000 dinarı bulmuştu. Eyaletlerin merkeze ödedikleri vergi, İlhanlı devri müellifi Hamdullah el-Müstevfî’nin Risâle-i Melikşâhî adlı eserden yaptığı nakle göre 215 milyon dinara ulaşmıştı (Nüzhetü’l-ķulûb, s. 27). Bu miktarın, XIV. yüzyıl başlarında yaklaşık aynı coğrafyaya hükmeden ve Gāzân Han tarafından uygulanan reformlardan sonra ancak 21 milyon dinara çıkarılabilen İlhanlı Devleti vergi gelirlerinin on katından daha fazla olması XI. yüzyılın son çeyreğinde Selçuklu ekonomik gücünün


hangi noktaya eriştiğini göstermektedir. Bu mukayesede İlhanlı dinarının gümüş, Selçuklu dinarının altın parayı ifade ettiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Eyaletler ve tâbi devletlerden gelen vergilerin yanı sıra Sultan Melikşah zamanında Bizans Devleti de Selçuklular’a haraç ödemekteydi (İbnü’l-Esîr, X, 154). Vergilerin bir kısmıyla ülke imar edilmiş, büyük vakıf ve hayır eserleri kurulmuştur. Yâkūt el-Hamevî, Sultan Sencer’in Merv’de inşa ettirdiği, içerisinde sultanın türbesinin yanı sıra pek çok imaretin yer aldığı büyük bir külliyeden bahsetmektedir (MuǾcemü’l-büldân, IV/1, s. 509). Selçuklular zamanında sağlanan ekonomik canlılık sayesinde toplumsal refah artmış, sağlık, eğitim ve kültür faaliyetlerinde büyük gelişme kaydedilmiştir. İlk Selçuklu hastahanesi Nizâmülmülk zamanında Nîşâbur’da açılmış, bunu başka hastahaneler takip etmiştir. Selçuklu sultanları, hatunlar ve önemli devlet adamları pek çok hastahane inşa ettirmiştir. Bu dönemde dârüşşifâların yanı sıra ordu bünyesinde seyyar hastahaneler kurulmuştur (bk. BÎMÂRİSTAN).

Eğitim faaliyetleri şehirlerde hızla yayılan medreselerde yürütülmekteydi. Merv, Nîşâbur Bağdat, İsfahan, Rey gibi şehirlerde çok sayıda medrese ve büyük kütüphane mevcuttu. Yâkūt el-Hamevî, Merv’de on büyük kütüphanenin olduğunu, dünyada bir eşi görülmeyen bu kütüphanelerden 200 cilt kadar kitabın okunmak üzere eve götürülebildiğini kaydetmektedir (a.g.e., IV/1, s. 509-510). Ayrıca Selçuklu sultanlarının saraylarında özel kütüphanelerinin bulunduğu anlaşılmaktadır (bk. KÜTÜPHANE). Selçuklular zamanında resmî yazışmalarda Amîdülmülk el-Kündürî ve Nizâmülmülk’ün vezirliği döneminden itibaren Farsça kullanılmış, resmî yazışmaların yanı sıra birçok edebî eser de bu dilde yazılmıştır. XII. yüzyıl Farsça makāmât yazarı Hamîdî okuyucunun ilgisine göre eserini Farsça kaleme aldığını kaydetmekte, Ömer b. Sehlân es-Sâvî de Sultan Sencer’in isteğiyle yazdığı er-Risâletü’s-Senceriyye adlı eserin girişinde devlet erkânı ve hassa kıtaları kumandanlarının anlayabilmesi için eserini Farsça telif ettiğini söylemektedir. Arapça ise önceki dönemlere göre etkinliğini kaybetmekle birlikte ilim, hukuk ve eğitim dili olarak yerini korumuştur.

Büyük Selçuklu sultanlarının teşvik ve desteğiyle İran edebiyatının seçkin simaları bu dönemde önemli eserler vermiştir. Günümüzde İran edebiyatının önde gelen eserleri arasında yer alan birçok kitap Selçuklu sultanlarının himayesiyle kaleme alınmıştır. Nizâmülmülk’ün Sultan Melikşah için yazdığı Siyâsetnâme İslâm dünyasında türünün en iyi örneklerinden biridir. Gazzâlî, Naśîhatü’l-mülûk adlı eserini Sultan Muhammed Tapar adına kaleme almıştır. Sultan Sencer zamanında Ebü’l-Muzaffer Hibetullah b. Erdeşîr b. Keykubad tarafından kaleme alınan Tuĥfetü’l-mülk fi’l-bâh Selçuklu sultanlarının isteğiyle yazılmıştır. Bu eserlerin yanı sıra Selçuklular’ın menşeinden bahseden ve müellifi bilinmeyen Farsça manzum Meliknâme, Sultan Melikşah adına kaleme alınan, müellifi meçhul Risâle-i Melikşâhî, şair Ebû Tâhir-i Hâtûnî tarafından yazılan Târîħ-i Âl-i Selçûķ, Alî-yi Kazvînî tarafından Sultan Sencer adına kaleme alınan Mefâħirü’l-Etrâk, şair Muizzî tarafından Sultan Sencer adına yazılan manzum Siyer-i Fütûĥ-i Sulŧân Sencer, yine Sultan Sencer adına kaleme alınan ve müellifi bilinmeyen Sencernâme gibi eserler ise zamanımıza ulaşmamıştır. Ayrıca yalnız Selçuklu tarihine dair eserler de yazılmıştır (bk. SELÇUKNÂME).

Kaynaklar Sultan Melikşah, Sencer, Süleyman Şah, II. Tuğrul ve Melik Togan Şah gibi hânedan üyelerinin İran şiirinden hoşlandığını ve bu alanda edebî bir zevke sahip olduğunu ortaya koymaktadır (Nizâmî-i Arûzî, s. 43; Enverî, II, 610; Avfî, I, 34; Devletşah, s. 58-59). Melikşah, Sencer, Süleyman Şah ve II. Tuğrul gibi sultanlara ait bazı Farsça rubâîler günümüze ulaşmıştır. Bir rivayete göre son Irak Selçuklu hükümdarı II. Tuğrul, Hârizmşahlar’a karşı yenilgiye uğramasının ardından savaş meydanında Şâhnâme okurken öldürülmüştür. Sultan Alparslan devrinde Burhânî, Sultan Melikşah ve Sencer zamanında Emîr Muizzî “melikü’ş-şuarâ” unvanıyla tanınmış, bu dönemde İran edebiyatının birçok önemli şairi Selçuklu sultanlarının meclislerinde bulunmuştur. Sultan Sencer’in, kızı Mâhmelek Hatun’un vefatından sonra mersiye yazması için Am‘ak-ı Buhârî’yi Mâverâünnehir’den huzuruna davet ettiği bilinmektedir. Bu esnada şair yaşlandığını bildirerek yazdığı mersiyeyi oğlu Hâmidî ile Selçuklu başşehri Merv’e göndermiştir (Dîvân, s. 14-15). Selçuklu sultanlarının yanı sıra Selçuklu melikleri de şair ve edipleri himaye etmiştir. Nizâmî-i Arûzî, şiire ilgisiyle tanınan Selçuklu şehzadesi Melik Togan Şah b. Alparslan’ın şair Ezrakī-i Herevî’ye bir şiiri için 500 dinar verdiğini kaydetmektedir (Çehâr Maķāle, s. 44). Devrin önde gelen şairleri Emîr Muizzî, Ömer Hayyâm, Edîb Sâbir, Am‘ak-ı Buhârî, Enverî, Senâî, Abdülvâsi-i Cebelî, Eşref-i Gaznevî ve Ezrakī’nin Selçuklu sarayı ile ilişki içerisinde olduğu bilinmektedir. Bu şairlerin yanı sıra Selçuklular zamanında yetişen diğer önemli şair ve edipler arasında Lâmiî-i Gürgânî, Nâsır-ı Hüsrev, Mes‘ûd-i Sa’d-i Selmân, Nizâmî-i Gencevî, Hâkānî-i Şirvânî, Ebû Tâhir-i Hâtûnî, Ebîverdî, Evhadüddîn-i Enverî, Esîrüddîn-i Ahsîkesî, Zahîr-i Fâryâbî, Cemâleddîn-i İsfahânî, Refîuddîn-i Lunbânî ve Şerefeddin Şefrevih-i İsfahânî’yi saymak mümkündür. Vezir ve devlet adamları da edip ve şairleri himaye ederek edebî faaliyetlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Daha Selçuklu Devleti’nin kuruluş döneminde İbn Hassûl, Kitâbü Tafżîli’l-Etrâk Ǿalâ sâǿiri’l-ecnâd adlı risâlesini Tuğrul Bey’e okunmak üzere Vezir Amîdülmülk el-Kündürî’ye takdim etmiştir. Vîs ü Râmîn isimli manzum eserini 446 (1054-55) yılında Selçuklu Veziri Amîdülmülk el-Kündürî adına kaleme alan Fahreddîn-i Gürgânî, eserinin giriş kısmında Tuğrul Bey’e bir methiye yazmıştır. Vezir Nizâmülmülk’ün devrin âlim, şair ve ediplerini himaye ettiği bilinmektedir. Ali b. Hasan el-Bâharzî, Dümyetü’l-ķaśr adlı eserinde devrin tanınmış şairlerinin Nizâmülmülk için kaleme aldığı pek çok methiyeye yer vermiştir. Sultan Sencer’in vasalı Hârizmşah Atsız, Muhammed b. Ömer er-Râdûyânî’nin Tercümânü’l-belâġa’sına ilgi duymuş ve benzer eserlerin kaleme alınmasını teşvik etmiş, bütün bu gelişmeler, Selçuklular döneminde İran edebiyatında “sebk-i Selçûkī” denilen yeni bir edebî tarzın ortaya çıkmasına vesile olmuştur.


BİBLİYOGRAFYA:

Eski Oğuzca Sözlük: Bahşayiş Lügati (haz. Fikret Turan), İstanbul 2001, s. 105, 169; Nerşahî, Târîħ-i Buħârâ (nşr. Ch. Schefer), Amsterdam 1976, tür.yer.; Hâkim en-Nîsâbûrî, Târîħ-i Nîşâbûr (trc. Muhammed b. Hüseyin Halîfe-i Nîşâbûrî, nşr. M. Rızâ Şefîî Kedkenî), Tahran 1375 hş., s. 221-222, 259; Muhammed b. Hüseyin el-Beyhakī, Târîħ (nşr. Ali Ekber Feyyâz), Meşhed 1375 hş., s. 728-729; Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (nşr. M. Debîr-i Siyâkī), Tahran 1375 hş., tür.yer.; Nizâmülmülk, Siyerü’l-mülûk: Siyâsetnâme (nşr. H. Darke), Tahran 1372 hş., s. 43, 139; Gazzâlî, Mekâtib-i Fârsî-yi Ġazzâlî (nşr. Abbas İkbâl), Tahran 1362 hş., s. 38-44; İbnü’l-Belhî, Fârsnâme (nşr. G. le Strange - R. A. Nicholson), London 1921, tür.yer.; Muhtârî, Dîvân (nşr. Rükneddin Hümâyûn Ferruh), Tahran 1336 hş., s. 15-18, 115-121, 274-279, 284, 290, 309; Muizzî, Dîvân (nşr. Nâsır Heyyirî), Tahran 1362 hş., s. 211-213, 623, 630, 648; Senâî, Mekâtib (nşr. Nezîr Ahmed), Tahran 1362 hş., s. 18-27, 61-69; Am‘ak-ı Buhârî, Dîvân (nşr. Saîd-i Nefîsî), Tahran, ts., s. 14-15, 188-189; Nizâmî-i Arûzî, Çehâr Maķāle (nşr. Mirza M. Kazvînî), Leyden 1910, s. 43-44; Müntecebüddin Bedî‘, ǾAtebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvînî - Abbas İkbâl), Tahran 1329 hş., s. 20, 23-24, 29, 41, 56, 80-85; Hamîdî Ömer b. Mahmûd el-Belhî, Maķāmât-ı Ĥamîdî (nşr. Rızâ İnzâbî Nejâd), Tahran 1372 hş., s. 21-22; Beyhakī, Târîħ (Behmenyâr), s. 20, 273; Enverî, Dîvân (nşr. M. Takī Müderris-i Razavî), Tahran 1337-40 hş., I, 195-198, 200-205; II, 570, 610, 628, 727-728; Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî, Selcûķnâme (nşr. A. H. Morton), Warminster 2004, s. 46; Hâkānî-i Şirvânî, Dîvân (nşr. Cihangîr Mansûr), Tahran 1375 hş., s. 105-107, 162, 179-180, 242-244, 306-307, 646; Râvendî, Râĥatü’s-sudûr (nşr. Muhammed İkbâl), Tahran 1364 hş., s. 39, 157; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân (nşr. F. Wüstenfeld), Leipzig 1867 → (ed. Fuat Sezgin), Frankfurt 1994, III/1, s. 231; IV/1, s. 509-510, 858; Avfî, Lübâb, I, 34; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1987, X, 154, 174; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), tür.yer.; Müstevfî, Nüzhetü’l-ķulûb (Strange), s. 27; Devletşah, Teźkiretü’ş-şuǾarâǿ (nşr. Muhammed Ramazânî), Tahran 1366 hş., s. 26, 58-60; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 164; a.mlf., “Selçuklular”, İA, X, 353-416; H. Horst, Die Staatsverwaltung der Grosselğūqen und Horazmšāhs (1038-1231), Wiesbaden 1964, s. 126-127, 164-165, 167; R. W. Bulliet, The Patricians of Nishapur, Cambridge 1972, s. 7-18, 249-255; R. Mottahedeh, “Administration in Būyid Qazvīn”, Islamic Civilisation: 950-1150 (ed. D. S. Richards), Oxford 1973, s. 33-45; A. K. S. Lambton, “Aspects of Saljūq-Ghuzz Settlement in Persia”, a.e., s. 105-125; a.mlf., “The Internal Structure of Saljuq Empire”, CHIr., V, 203-282; a.mlf., “Atabetü’l-Ketebeye Göre Sancar İmparatorluğunun Yönetimi” (trc. N. Kaymaz), TTK Belleten, XXXVII/147 (1973), s. 365-394; Mehmet Altay Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul 1976, tür.yer.; a.mlf., Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1979-92, I, tür.yer.; III, 348, 364-365; V, tür.yer.; a.mlf., “Selçuklu Devri Kaynaklarına Dâir Araştırmalar II: Risâle-i Senceriyye”, DDl., I/3 (1969), s. 15-55; M. Kretschmar, Pferd und Reiter im Orient: Untersuchungen zur Reiterkultur Vorderasiens in der Seldschukenzeit, Hildesheim-New York 1980, s. 124-125, 132; S. G. Agadήanov, Selğukiden und Turkmenien im 11.-12. Jahrhundert (trc. R. Schletzer), Hamburg 1990, s. 27-57; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, tür.yer.; a.mlf., Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul 2001, tür.yer.; G. M. Kurpalidis, Gosuderstvo Velikikh Seldjoukidov, Moskva 1992, tür.yer.; Jean-Michel Mouton, Damas et sa Principauté sous les Saljoukides et les Bourides (468-549/1076-1154), La Caire 1994, s. 15-17, 121-376; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1996, tür.yer.; Osman G. Özgüdenli, Ortaçağ Türk-İran Tarihi Araştırmaları, İstanbul 2006, tür.yer.; J. M. Smith, “Turanian Nomadism and Iranian Politics”, Ir.S, XI (1978), s. 57-81.

Osman Gazi Özgüdenli




C) Dinî, İlmî, Fikrî ve Tasavvufî Hayat. Dinî ve İlmî Hayat. Selçuklular, İslâm dünyasının siyasî liderliğini ele aldıktan sonra iç politikada Şiî Fâtımîler, dış politikada Bizanslılar’la mücadele etmeyi temel ilke kabul etmişlerdi. Şiî Fâtımîler’e karşı Sünnîliğin hâmisi olmuşlardı ve Sünnîlik ülkenin her yerinde gelişip yayılmıştı. Türkler’in büyük çoğunluğu gibi Selçuklu sultanları da Sünnîliğin Hanefî yorumunu tercih etmişler ve bu konuda son derece titiz davranmışlardır. Mezheplerine olan bağlılıkları 1055’te Bağdat’a geldiklerinde kādılkudât tayininde de kendini göstermiş, vefat eden Şâfiî âlimi İbn Mâkûlâ’nın yerine Hanefî âlimi Ebû Abdullah ed-Dâmegānî kādılkudâtlığa getirilmiştir. Otuz yıl boyunca bu görevi yürüten Dâmegānî ile Hanefîlik önemli bir gelişme göstermiş, ülkenin değişik yerlerine tayin edilen Hanefî kadıları mezheplerinin yayılması için çalışmışlardır. Melikşah’ın son dönemlerine kadar hilâfet merkezi Bağdat’ta Hanefî bir kādılkudâtın bulunması bu konuda Selçuklular’ın etkinliğini göstermektedir. Tuğrul Bey’in Nîşâbur’da inşa ettirdiği medreseden sonra Sultan Alparslan, Bağdat’ta Ebû Hanîfe’nin kabrinin yanında Hanefîler için bir medrese yaptırmıştır. Bu medresede ilk dersi Hanefîler’in önemli şahsiyetlerinden Ebû Tâhir İlyâs ed-Deylemî vermiş, Ebû Tâlib Hüseyin ez-Zeynebî de elli yıl boyunca müderrislik yapmıştır. Hanefî mezhebinin asıl yayılma sahası Belh, Rey, Buhara, Semerkant, İsbîcâb ve Nîşâbur gibi Horasan ve Mâverâünnehir’in önemli şehirleridir. Selçuklular döneminde Ebû Nasr Ahmed b. Mansûr el-İsbîcâbî, Ebü’l-Usr el-Pezdevî, Ebû Bekir Hâherzâde ve Şemsüleimme es-Serahsî gibi önemli âlimler bu bölgelerden yetişmiştir. Irak bölgesi de Hanefîliğin yayıldığı alan olmuştur. İkinci büyük Sünnî mezhep olan Şâfiîlik daha çok Hicaz ve Mısır’da yayılmakla birlikte sonraları Suriye ve Irak bölgelerinde de etkin bir konuma gelmiştir. Şâfiîler’in bu bölgelerde Hanefîler’le beraber fetva ve öğretim işlerini paylaşmaya başlamaları Selçuklular dönemine denk gelir. Fâtımîler’in açmış olduğu Ezher Medresesi’nden yetişen Şiî-Bâtınî dâîlerin çalışmalarına karşı Selçuklular, Nizâmiye medreselerini inşa ettirmişlerdir. Şiîlik propagandaları Hicaz ve Suriye gibi halkı Arap olan bölgelerde yaygın olduğu için Selçuklular, Arap topluluklarının daha çok benimsediği Şâfiî mezhebi esaslarına göre eğitim yapan medreselerin açılmasını sağlamışlardır. Böylece Şiî propagandalarının etkisiz hale getirilmesi amaçlanmıştır. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Ebû İshak eş-Şîrâzî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed eş-Şâşî, İmam Gazzâlî, İlkiyâ el-Herrâsî ve Muhammed b. Yahyâ en-Nîsâbûrî gibi şahsiyetler bu medreselerde müderrislik yapmıştır. Endülüs’ten Mâverâünnehir’e, Kafkaslar’dan Yemen’e kadar çeşitli bölgelerden gelen öğrenciler Bağdat, Nîşâbur, Merv, Herat ve İsfahan gibi şehirlerde nizâmiyelerde okuyarak memleketlerine dönmüş ve Sünnîlik üzerinde ortak bir kültürün gelişmesine hizmet etmiştir. Hanbelî mezhebi ise gerek arkasında siyasî desteğin olmaması gerekse Hanbelîler’in kendi mezhep anlayışları yüzünden fazla yayılma imkânı bulamamıştır. Daha çok Bağdat ve çevresinde görülen Hanbelî mezhebinin Selçuklular dönemindeki en büyük temsilcisi Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Suriye ve Harran’daki diğer önemli temsilcisi sûfî müellif Hâce Abdullah-ı Herevî’dir. Mâlikî mezhebi de Selçuklular’ın hâkim olduğu Irak, Bağdat ve Suriye’de mensupları az olmakla beraber varlığını sürdürmüştür. Ebü’l-Fazl Muhammed b. Abdullah el-Mâlikî ve Ebû Ya‘lâ Ahmed b. Muhammed el-Abdî dönemin önemli Mâlikî âlimleridir. Bu dört Sünnî mezhebin yanında Evzâî ve Zâhirî mezhepleri de varlıklarını kısmen devam ettirmiştir.

Selçuklular döneminde açılan medreselerde dinî ilimlerin yanı sıra edebiyat, riyâziye, astronomi ve felsefe okutulmuş, Ebû İshak eş-Şîrâzî, Cüveynî, Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi din âlimleri yanında diğer ilimlerde de söz sahibi âlimler yetişmiştir. Bu dönem edebiyat sahasında büyük şahsiyetlerin yetiştiği çağ olmuştur. Tuğrul Bey’in divanında görev alan Ali b. Hasan el-Bâharzî, Alparslan ve Melikşah’a hizmet eden Tuğrâî gibi edipler bunlar arasında sayılabilir. Hatîb et-Tebrîzî ve


Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī gibi edipler aynı zamanda müderrislik görevi yapmıştır. Abdülkāhir el-Cürcânî gibi edebiyatçılar yanında el-Muĥîŧ fî luġāti’l-Ķurǿân’ın müellifi Ebû Ca‘fer Ahmed b. Ali el-Beyhakī ve Zemahşerî gibi edip ve din âlimleri de yetişmiştir. Fars yazı dili ve edebiyatı Selçuklular devrinde altın çağını yaşamış; Muizzî, Enverî, Hâkānî ve Nizâmî gibi şairler Fars edebiyatının en güzel örneklerini vermiştir. Selçuklular dönemi fen bilimleri alanında da önemli başarıların elde edildiği bir devirdir. Ömer Hayyâm, Melikşah’ın emriyle kurduğu rasathânede astronomi çalışmalarını yürütmüş, Melikşah’ın lakabına nisbetle güneş yılını esas alan Celâlî takvimini hazırlamıştır. Bu alandaki çalışmalar Muhammed b. Ahmed el-Beyhakī tarafından Sultan Muhammed Tapar döneminde İsfahan rasathânesinde sürdürülmüş, Bedî‘ el-Usturlâbî çalışmaları tamamlayıp zîcleri tesbit etmiştir. Sultan Sencer döneminde Abdurrahman el-Hâzinî, Selçuklu ülkesinin enlem ve boylamlarını gösteren “Zîc-i Sencerî”yi hazırlamış ve sahasında önemli bir çalışma olan Mîzânü’l-ĥikme adlı kitabı kaleme almıştır. Bu gelişmeler Nasîrüddîn-i Tûsî’nin Merâga’daki rasathânesini kurmasına zemin hazırlamıştır. Selçuklular devrinde tıp sahasında da önemli gelişmeler olmuştur. Sultan Alparslan zamanında yeni hastahaneler açılmış, Sâbûr b. Sehl ve İbnü’t-Tilmîz gibi ünlü hekimler burada hizmet vermiştir. Sefer esnasında askerlerin tedavileri için 100 deve ile taşınan seyyar hastahanelerin kurulduğu belirtilmektedir. Bu dönemde Bağdat’a gelen Constantin Africanus müslüman hekimlerin eserlerini Salerno’ya götürerek Latince’ye çevirmiş, bu eserler Avrupa tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Eczacılık, kimya, botanik ve biyoloji gibi fen bilimleri yanında mimarlık ve güzel sanatlar konusunda da Selçuklular devrinde önemli başarılara tanık olunmaktadır.

Fikrî Hayat. Selçuklular döneminde özellikle Mu‘tezile düşüncesinden kaynaklanan fikrî hareketlerin toplumu etkilediği görülmektedir. Selçuklular amelde Hanefîliği, itikadda Mâtürîdîliği benimsemişti. Hanefîliğin aklı ve nakli ayrı ayrı birer bilgi kaynağı kabul etmesinden dolayı Mu‘tezile mezhebi mensuplarının bir kısmı amelde Hanefîliği kabul etmişti. Tuğrul Bey ve Alparslan’ın vezirliğini yapan Amîdülmülk el-Kündürî amelde Hanefî, itikadda Mu‘tezilî idi. Şâfiî ve Eş‘arî olan Ebû Sehl Muhammed b. Hibetullah’ın (İbnü’l-Muvaffak) Nîşâbur Şâfiîleri’nin reisliğine tayini Kündürî’yi rahatsız etmiş, onun vezirlik makamına getirilmesi ihtimalini ortadan kaldırmak amacıyla Tuğrul Bey’den ehl-i bid‘ata minberlerden lânet edilmesi için izin aldıktan sonra lânete Eş‘arîler’i de katmıştır. Böylece ülkede uzun yıllar sürecek bir fikrî çatışma ve kargaşa başlamıştır. Bu durum Eş‘arî âlimlerini rahatsız etmiş, Tuğrul Bey’le görüşüp bu haksız uygulamanın kaldırılmasını talep etmişlerdir. Abdülkerîm el-Kuşeyrî yapılanların yanlışlığını göstermek için bir risâle kaleme almış, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Kündürî’ye bir mektup yazarak baskıların kaldırılmasını istemiştir. Bu girişimlerden bir sonuç alınamadığı gibi uygulama daha da genişletilmiş, Şâfiîler de ehl-i bid‘at sayılmış, kitap yazma, vaaz, hutbe ve ders verme gibi faaliyetleri yasaklanmıştır. Bazı Eş‘arîler yakalanarak hapsedilmiş, İmam Cüveynî ve Beyhakī gibi âlimler memleketlerini terketmek zorunda kalmıştır. Ancak bu uygulama diğer Sünnî âlimlerince tepkiyle karşılanmış, Şâfiî Ebû İshak eş-Şîrâzî ve Hanefî Ebû Abdullah ed-Dâmegānî uygulamanın câiz olmadığına ve sorumluların cezalandırılması gerektiğine dair fetva vermiştir. Eş‘arîler’e lânet edilmesi olayı Sultan Alparslan’ın tahta geçmesine kadar devam etmiş, Alparslan, Kündürî’nin yerine Şâfiî ve Eş‘arî olan Nizâmülmülk’ü getirmiştir. Nizâmiye medreselerinin açılması ve Şâfiî-Eş‘arî ulemâsına geniş imkânlar tanınmasıyla mesele tarihe karışmıştır. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Eş‘arîliğe te’vil metodunu getirmiş, öğrencisi Gazzâlî kelâmın kapılarını felsefe ve mantığa açmış, Ehl-i sünnet dışı fikirlerle mücadele etmiş, aklın çözemediği meselelerde vahye dayanmak gerektiğini söyleyerek mutasavvıf kişiliğini ortaya koymuştur. Eş‘arî kelâmının nihaî zaferi Gazzâlî ile temin edilmiş, daha sonra gelen Fahreddin er-Râzî gibi âlimler de aynı yolda yürümüştür. Özellikle Râzî kelâmı iyice aklîleştirerek Eş‘arî kelâmına yeni ufuklar açmış, felsefeyi kelâmla birleştirip felsefî kelâm dönemini başlatmıştır. Bu devirde Hanbelîler’le Eş‘arîler arasında da fikrî ihtilâflar yaşanmış, bu ihtilâflar Sultan Melikşah döneminde devam etmiştir. Mu‘tezilî Ebû Ali b. Velîd’in mezhebin görüşlerini yaymaya çalıştığı sırada benzer durumlar yaşanmış, tartışmalar halk kesimlerine yayılınca olaylar çıkmış, halifenin ve Nizâmülmülk’ün araya girmesiyle bu olaylar yatıştırılmıştır. Bütün bunlara rağmen Mu‘tezile’nin varlığını devam ettirebilmesi kısmen Selçuklular’ın hoşgörüsü sayesinde olmuştur. Nitekim Sultan Sencer’in dostlarından Şehristânî ve müfessir Zemahşerî, Mu‘tezilî olup itibar görmüşlerdir. Selçuklular sadece Mu‘tezile’ye değil diğer felsefî düşüncelere de hoşgörüyle yaklaşmışlardır. Türkler’in Bağdat’a intikali ve bir siyasî güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte uygulamadaki halifelik ve saltanat kurumlarının meşruiyet meselesi dönemin âlimlerini meşgul etmiş ve konu siyaset bağlamında ele alınarak iki kurumun hukukî durumları, yetki ve sorumlulukları belirlenmeye çalışılmıştır. Mâverdî, İslâm tarihinde kapsamlı bir devlet teorisi geliştirme konusunda ilk teşebbüs olan el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye’de İslâm amme hukukunun teorik meseleleri üzerinde durarak halifenin gerekliliğini delillerle savunmuş, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî Ġıyâŝü’l-ümem (el-Ġıyâŝî) adlı eserinde Şiîler’in hilâfet konusundaki görüşlerini reddetmiş ve, “İmam Kureyş’tendir” şeklindeki klasik görüşü devam ettirmiştir. Nizâmülmülk’ün, Siyâsetnâme adlı eserinde saltanatın meşruiyetini savunurken hilâfet kurumundan hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir. Gazzâlî hilâfeti kabul eden, fakat saltanatı da benimseyen yeni bir görüş ortaya koymuş, ulemâyı halife ve sultan arasında üçüncü bir güç kaynağı kabul etmiş, devlet yönetiminde bilginlerin yol gösterici niteliğine vurgu yapmıştır.

Tasavvufî Hayat. Selçuklular, İslâm dünyasının siyasî liderliğini ele aldıktan sonra Kitap ve Sünnet’e dayalı tasavvuf anlayışını koruma ve gelişmesine yardım etme hususunda gayret göstermişlerdir. Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklu sultanları mutasavvıflara karşı büyük saygı göstermiştir. Tuğrul Bey dönemin şeyhlerinden Baba Tâhir-i Uryân’ın nasihatlerini dinler, Melikşah âlimlere ve şeyhlere bol ikramlarda bulunur, onların gönüllerini hoş tutmayı severdi. Nizâmülmülk de ulemâya ve sûfîlere büyük itibar gösterirdi. Horasan sûfîliğinin görüşlerini temsil eden Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, hocası Nasrâbâdî’nin, “Tasavvufun aslı Kitap ve Sünnet’e dört elle sarılmaktır” şeklindeki görüşünü devam ettirerek Selçuklular döneminin önemli âlim ve sûfîsi Abdülkerîm el-Kuşeyrî’yi etkilemiştir. Kuşeyrî önce Ebû Ali ed-Dekkāk’tan, daha sonra Horasan’ın ünlü şeyhi Sülemî’den tasavvuf terbiyesi alarak yetişmiştir. Kuşeyrî’nin öğrencisi ve daha sonra Nakşibendiyye adıyla anılan Hâcegân silsilesinin önemli bir halkası olan Ebû Ali el-Fârmedî, Kuşeyrî ile Gazzâlî’yi birbirine bağlayan köprü vazifesi görmüştür. Nîşâbur’da iken Ebû Ali el-Fârmedî’nin


sohbetlerine katılan Gazzâlî hayatının son zamanlarında tam mânasıyla tasavvufa yönelmiştir. Tasavvuf onunla birlikte yeni bir döneme girmiş ve İslâm kültüründe âdeta resmî bir hüviyet kazanmıştır. Nizâmiye medreselerinin müderrisleri ve öğrencileri arasında sayıları çok az olmakla birlikte tasavvufa yönelenler de olmuştur. Bu müderrislerden biri olan Ahmed el-Gazzâlî tasavvufî yönü kardeşinden çok daha ileride önemli bir şahsiyettir. Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin talebesi olan Yûsuf el-Hemedânî, Ebû Ali el-Fârmedî’ye intisap edip onun müridi olmuş, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir’de halkı irşad etmiştir. Yûsuf el-Hemedânî, Abdullah-ı Berkî, Hasan-ı Endâkī, Ahmed Yesevî ve Abdülhâliķ-ī Gucdüvânî gibi dört büyük halife yetiştirmiştir. Yeseviyye tarikatını kurarak Türkler arasında İslâm’ı yayan Ahmed Yesevî, Haydarîlik ve Bektaşîlik üzerinde etkili olmuştur. Abdülhâliķ-ī Gucdüvânî yine bir Türk tarikatı olan Hâcegân tarikatının kurucusudur. Bu tarikat XIV. yüzyıldan sonra Bahâeddin Nakşibend’e nisbet edilerek Nakşibendiyye adını almış, Türkler arasında en yaygın tarikat haline gelmiştir. Kādiriyye tarikatının pîri Abdülkādir-i Geylânî, Selçuklular devrinde Bağdat’ta yaşamıştır. Kurduğu tarikat sonraki dönemlerde Kuzey Afrika’dan Çin’e ve Anadolu’ya kadar İslâm dünyasının hemen her tarafına yayılmıştır. Selçuklular devrinde ülkenin çeşitli yerlerinde zâviye ve hankahlar inşa edilerek sûfîlerin hizmetine verilmiştir. Aynı amaç için kullanılan ribâtlar, sûfîlerin barınma ve eğitim merkezleri olmanın yanında seyahat eden âlimler ve talebeler için konaklama mekânları görevini de sürdürmüştür. Selçuklular döneminde inşa edilenlerle birlikte sûfîlere ait ribâtların sayıları artmıştır. Sadece Sultan Melikşah devri ve sonrasında yapılan ribâtların sayısı otuz beş civarındadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye: İslâmda Hilâfet ve Devlet Hukuku (trc. Ali Şafak), İstanbul 1976, s. 5 vd.; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Ġıyâŝî (nşr. Mustafa Hilmî - Fuâd Abdülmün‘im), İskenderiye 1989, s. 59 vd.; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 75; İbnü’l-Kalânisî, Târîħu Dımaşķ (Zekkâr), s. 200; Râvendî, Râhatü’s-sudûr (Ateş), I, 17-18; Fahreddin er-Râzî, İǾtiķādâtü fıraķı’l-müslimîn ve’l-müşrikîn (nşr. Muhammed Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1407/ 1986, s. 33 vd.; Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), I-V, tür.yer.; Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkıyye (Lugal), s. 47 vd.; İbnü’s-Salâh, Ŧabaķātü’l-fuķahâǿi’ş-ŞâfiǾiyye (nşr. Muhyiddin Ali Necîb), Beyrut 1413/ 1992, II, 562 vd.; İbn Hallikân, Vefeyât, I-VIII, tür.yer.; Kureşî, el-Cevâhirü’l-muđıyye, I-IV, tür.yer.; İbn Receb el-Hanbelî, eź-Źeyl Ǿalâ Ŧabaķāti’l-Ĥanâbile, Kahire 1372/1952-53 → Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), III, tür.yer.; İbn Kutluboğa, Tâcü’t-terâcim fî ŧabaķāti’l-Ĥanefiyye (nşr. M. Hayr Ramazan Yûsuf), Dımaşk 1413/1992, tür.yer.; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 237-246; C. Zeydân, Târîħ, II, 222; Kāsım Ganî, Târîħu’t-taśavvuf fi’l-İslâm, Kahire 1970, s. 671; Hasan İbrâhim Hasan, Târîħu’d-devleti’l-Fâŧımiyye, Kahire 1981, s. 378 vd.; Abdurrahman Bedevî, Meźâhibü’l-İslâmiyyîn, Beyrut 1983, I, 222, 666 vd.; Abdülmecîd Ebü’l-Fütûh Bedevî, et-Târîħu’s-siyâsî ve’l-fikrî, Cidde 1403/1983, s. 9 vd.; Ömer Ferruh, Târîħu’l-fikri’l-ǾArabî, Beyrut 1983, s. 337; A. K. S. Lambton, State and Government in Medieval Islam, Oxford 1985, s. 105, 106; Ahmed Kemâleddin Hilmî, es-Selâciķa fi’t-târîħ ve’l-ĥađâre, Küveyt 1406/ 1986, s. 378-405; Müreyzin Saîd Müreyzin el-Useyrî, el-Ĥayâtü’l-Ǿilmiyye fi’l-ǾIrâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûkī, Mekke 1407/1987, s. 282 vd.; Şevkī Dayf, Târîħu’l-edebi’l-ǾArabî, Kahire 1990, V, 41, 312; A. Miquel, İslâm ve Medeniyeti (trc. Ahmet Fidan - Hasan Menteş), İstanbul 1991, I, 247; H. Gibb, İslâm Medeniyeti Üzerine Araştırmalar (trc. Kadir Durak v.dğr.), İstanbul 1991, s. 176 vd.; Muhammed ez-Zühaylî, el-İmâmü’l-Cüveynî, Dımaşk 1412/1992, s. 36 vd.; Hasan Ahmed Mahmûd - Ahmed İbrâhim eş-Şerîf, el-ǾÂlemü’l-İslâmî fi’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsî, Kahire, ts. (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 542 vd.; E. I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi (trc. Ali Çaksu), İstanbul 1996, s. 42; Ahmet Ocak, Selçukluların Dinî Siyaseti: 1040-1092, İstanbul 2002, s. 51-155; a.mlf., “Selçuklular Döneminde Bağdat ve Çevresinde Tasavvuf Hareketleri”, Irak Dosyası (haz. Ali Ahmetbeyoğlu v.dğr.), İstanbul 2003, I, 87-108; a.mlf., “Osmanlı Medreselerinde Eş‘arî Geleneğinin Oluşmasında Selçuklu Medreselerinin Tesirleri”, TTK Bildiriler, XIII (2002), III/2, s. 763 vd.; Ramazan Şeşen, “Selçuklular Devrindeki İlme Genel Bir Bakış”, III. Uluslar Arası Mevlâna Kongresi: Bildiriler (haz. Nuri Şimşekler), Konya 2004, s. 233-244; M. Şerefeddin, “Selçuklular Devrinde Mezâhib”, TM, I (1925), s. 101; Ahmet Yaşar Ocak, “Zâviyeler”, VD, sy. 12 (1978), s. 248; Bedî‘ullâh Debîrî Nejâd, “Selçuklular Devrinde Kültürel Durum” (trc. Mürsel Öztürk), Erdem (Atatürk Kültür Merkezi Dergisi), III/8, Ankara 1987, s. 483-490.

Ahmet Ocak




II. KİRMAN SELÇUKLULARI (1048-1187)

A) Tarih. İran’da Kirman bölgesi Selçuklular’dan önce Büveyhîler’in elindeydi. Çağrı Bey’in oğullarından Kavurd Bey, 5-6000 Türk atlısıyla Kirman’ın kuzey kesimine girerek yörenin merkezi Berdesîr’i kuşatınca bölgeyi Büveyhîler adına idare eden Behrâm b. Leşkersitân şehri Kavurd Bey’e teslim etti; böylece Kirman Selçuklu Devleti’nin temelleri atılmış oldu (440/1048). Kirman’ın Germsîr denilen güney kesimi Kufs adlı soyguncu bir kavmin elindeydi. Kavurd Bey, Kufslar’ı Kirman’ın doğusundaki dağlarda bastırıp çoğunu yok ederek Güney Kirman’ı da ele geçirdi. Onun bu başarısı üzerine Hürmüz adasının emîri Bedir Îsâ Selçuklular’a tâbi oldu. Ardından Kavurd Bey, Arabistan’ın güney doğu kısmındaki Uman topraklarını fethetti. İbrâhim Yinal’ın ayaklanmasını bastırmaya çalışan Tuğrul Bey’in isteğiyle Kavurd Bey de kardeşleri Alparslan ve Alp Sungur Yâkūtî gibi amcasının yardımına gitti; Tuğrul Bey yeğenlerinin yardımıyla Yinal’ın isyanını bastırabildi (451/1059). Şîraz ve civarı da Türk askerleri ve Deylemliler tarafından Kavurd Bey’e teslim edildi (454/1062). Şebânkâre emîri Fazlûye’yi bozguna uğrattıktan sonra Şîraz’a dönen Kavurd Bey hutbeyi amcası Tuğrul Bey adına okutup ona hediyeler gönderdi. Ertesi yıl 20.000 Deylemli’nin başında Şîraz’a yürüyen Fazlûye’nin karşısına 4000 Türk askeriyle çıkan Kavurd Bey, Fazlûye’yi tekrar yenerek birçok esir aldı. Alparslan Rey’de Tuğrul Bey’in yerine geçince (455/1063) Kavurd Bey Kirman’da Alparslan adına hutbe okuttu ve amcasından kalan hazineden ve mallardan pay istedi. Kavurd Bey tahriklere kapılarak saltanat davasına kalkışınca Alparslan 459 (1067) yılında Kirman’a yürüdü. Öncü kuvvetinin Alparslan’ın öncü birliğine yenildiğini görüp korkuya kapılan Kavurd Bey, Cîruft şehrine kaçtı ve bağışlanmasını istedi. Alparslan onu affederek ülkesini geri verdi. Kavurd Bey iki yıl sonra tekrar isyan ettiyse de yine başarılı olamadı. Sultan Alparslan ölüm döşeğinde iken Fars’ın Kavurd’a bırakılmasını, hazineden ona hisse ayrılmasını ve başkadını Seferiye Hatun’un onunla evlendirilmesini vasiyet etti. Kavurd Bey, Alparslan’ın ölümünü (465/1072) Uman’da duyunca Kirman’a döndü ve 2000 atlı, 4000 yaya ile Hemedan’a doğru yola çıktı. Melikşah ordusunun kendi tarafına geçeceğinden emindi, zira askerlerden birçok davet mektubu almıştı. Onun Rey ile Hemedan arasında yaşayan kalabalık Türkmen boylarına ulaşmak istediğini anlayan Melikşah ile Vezir Nizâmülmülk, Türkmenler’e ondan önce ulaşıp Rey Kalesi’nden aldıkları 500.000 altınla 5000 elbise ve silâhı onlara dağıtıp kendi taraflarına çektiler. Buna rağmen Kavurd Bey savaşa girişmekten çekinmeyip yiğitçe savaştı, uğradığı bozgunun ardından Hemedan dağlarında yakalanarak öldürüldü (Şâban 465 / Nisan 1073). Melikşah’ın amcasını serbest bırakmak istediği, ancak Nizâmülmülk’ün bunu önlediği rivayet edilir. Kavurd Bey cesur ve mahir bir kumandan, ülkenin imarına önem veren bir hükümdardı. Bastırdığı paralar tam ayarlı olduğu için çok sonraları bile diğer paralara tercih edilmiştir. Çeşitli mimari eserleri inşa ettirmiş, yollar boyunca kuyular, havuzlar, kuleler ve kervansaraylar yaptırmıştır.


Kavurd Bey’den sonra yerine oğullarından Kirmanşah geçti. Kirmanşah bir yıl sonra ölünce önce küçük oğlu Hüseyin, ardından Sultan Şah (İshak) Kirman meliki oldu (467/1074). Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın 472 yılı başında (Temmuz 1079) Kirman üzerine yürüdüğünü haber alan Sultan Şah, Berdesîr’den çıkarak Melikşah’ı karşılayıp itaatini bildirdi ve değerli armağanlar sundu. Bundan çok memnun kalan Melikşah onu kızıyla evlendirip Kirman’dan ayrıldı. Kirman Selçukluları tarihçisi Efdalüddin Ebû Hâmid-i Kirmânî, Melikşah’ın Kavurd Bey’in soyunu yok etmek amacıyla sefere çıktığını, Berdesîr’i yıkmak için and içtiğini, ancak Sultan Şah’ın gösterdiği itaat üzerine düşüncesinden vazgeçtiğini söyler. Sultan Şah’tan sonra yerine kardeşi I. Turan Şah geçti (Ramazan 477 / Ocak 1085). Turan Şah Fars’a iki sefer düzenledi; ilkinde mağlûp oldu, ikincisinde galip geldi. Uman’ı Hâricîler’in istilâsından kurtardı. I. Turan Şah Zilkade 490 (Ekim 1097) tarihinde vefat etti. Turan Şah imar faaliyetleriyle ilgilenen bir hükümdardı. Berdesîr çarşısı onun zamanında tesis edilmiştir. Yaptıracağı cami, saray ve türbenin yerlerini belirlemiş, daha sonra Mescid-i Câmi-i Melik adıyla anılan caminin yanına bir medrese, hankah, bîmâristan ve hamam yaptırmıştır.

Turan Şah’tan sonra oğlu Îrânşâh, Kirman tahtına oturdu (490/1097). Bir mülhidin tesirinde kalarak dinin cevaz vermediği sözler söyleyip bazı davranışlarda bulunan Îrânşâh kendisini uyaran kadı ve âlimleri öldürttü. Kirman halkı Türk emîrlerinden Bâzdâr’ın etrafında toplanarak Îrânşâh’ın katline dair şeyhülislâmdan fetva aldı. Îrânşâh sapık düşüncelerinden vazgeçtiğini söylemesine rağmen sözlerinin dikkate alınmadığını görerek şehirden kaçtıysa da bir süre sonra yakalanıp öldürüldü (494/1101). Yerine Kirmanşah’ın oğlu I. Arslanşah geçti (22 Muharrem 495 / 16 Kasım 1101). Arslanşah, kırk iki yıl süren hükümdarlık döneminde Kirman’ı dirayetle yönetti. Fars’ı zaptetti ve buranın valisi Çavlı Sakavu’yu perişan duruma getirdi. Vergilerin mâkul bir seviyede tutulması ve halkın konuk severliğinden dolayı bu dönemde Kirman milletlerarası ticaret yollarının geçtiği bir ülke oldu. Anadolu’dan, Horasan’dan, Irak’tan gelip Hindistan’a, Çin’e, Zengibar’a giden ticaret kervanları Kirman sahillerine iniyordu. Âlimlerle birlikte olmaktan hoşlanan Arslanşah dış işlerinde de başarılı bir hükümdardı. Uman onun tayin ettiği bir vali (şahne) tarafından idare ediliyordu. Büyük Selçuklu Hükümdarı Muhammed Tapar’ın kızlarından biriyle evlenen Arslanşah’ın Sultan Sencer’le münasebetleri iyi idi, Gazneliler’le dostça geçiniyordu. Bu dönemde Yezd şehri de Kirman Selçuklu Devleti’nin hâkimiyeti altına girdi.

Safer 537’de (Eylül 1142) Arslanşah’ın oğlu Muhammed babasını hapsederek Kirman Selçuklu tahtına geçti. Melik Muhammed Şah da âlimlerle ilgileniyordu ve ilm-i nücûma çok meraklıydı. Cami, medrese, bîmâristan başta olmak üzere birçok eser inşa ettiren, 5000 ciltlik bir kütüphane kuran Melik Muhammed Şah’tan sonra oğlu Tuğrul Şah hükümdar oldu (6 Cemâziyelevvel 551 / 27 Haziran 1156). Efdalüddîn-i Kirmânî, Tuğrul Şah’ın da şefkatli ve âdil bir hükümdar olduğunu söyler. 565’te (1170) vefat eden Tuğrul Şah’ın Arslanşah, Türkân Şah, Turan Şah ve Behram Şah adlı dört oğlu yedi yıl süren saltanat mücadelesine girişti. En küçükleri olan Behram Şah saray hocalarından Müeyyedüddin Reyhân’ın yardımıyla tahta geçti (565/1170). Ağabeyleri onun hükümdarlığını tanımayıp mücadeleye giriştiler. Bu arada Behram Şah, Türkân Şah’ı öldürttü. Bu mücadeleler Kirman’ı harap duruma getirdi.

Bu olaydan sonra Kirman Selçukluları’nın fetret devri başladı. Bu dönem Behram Şah, Arslanşah ve Turan Şah arasında mücadelelerle geçti. Behram Şah üçüncü defa tahtı ele geçirdikten sonra 571’de (1175) öldü; yerine yedi yaşındaki oğlu II. Muhammed Şah getirildi. Ancak bu sırada Yezd’de bulunan II. Arslanşah, Berdesîr’e gelerek üçüncü defa tahta çıktı. Ardından II. Turan Şah, Salgurlular’ın desteğiyle II. Arslanşah üzerine yürüdü. II. Arslanşah savaş meydanında hayatını kaybedince (572/1177) Atabeg Kutbüddin, Arslanşah’ın çok küçük yaştaki oğlu Yavlak’ı tahta çıkardı. II. Turan Şah kısa bir süre sonra Yavlak’ın gözüne mil çektirerek Kirman Selçuklu tahtına oturdu. II. Turan Şah, çok geçmeden Sultan Sencer’i yenip esir alan Oğuzlar’dan kalabalık bir grubun Kirman topraklarına girdiğini gördü. Nüfuslarının 10.000 hâne olduğunu ve sultanın hizmetine girmek istediklerini söyleyen Oğuzlar’a dirlik verilmesi kararlaştırıldı. Ancak iki taraf da birbirine güven vermemişti. Oğuzlar dirlik bahanesiyle dağıtılacakları kanaatine varmıştı. Bu sebeple Berdesîr’in güneybatısına gidince onların bu davranışı sultana itaat etmeyecekleri şeklinde yorumlandı. II. Turan Şah, Oğuzlar’ı ülkeden çıkarmak için Fars hâkimi Salgurlu Tekele’den yardım istedi. Oğuzlar, Kirman-Fars kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra (575/1179) güneye inip Cîruft şehrini yağmaladılar. Ertesi yıl Kirman’da büyük bir kıtlık baş gösterdi. Oğuzlar başşehre yöneldiler, maksatları ise barış yapmaktı. II. Turan Şah’tan kendi hükümdarları olmasını ve aralarında yaşamasını istiyorlardı. İstekleri kabul edildi ve beylerine hil‘at giydirildi. Ancak II. Turan Şah’ın kendilerine yabancı bir topluluk gibi bakmasına öfkelenen Oğuzlar, Nesâ ve Nermâsîr bölgesine gidip yağmalarda bulundular. Daha sonra da bölgeyi imar etmeye, toprakları ekip biçmeye ve ticareti canlandırmaya çalıştılar. II. Turan Şah 579 (1183) yılında kendi adamlarından biri tarafından öldürülünce yerine Behram Şah’ın oğlu II. Muhammed Şah ikinci defa tahta çıkarıldı. Bu dönemde Horasan’daki tanınmış Oğuz beylerinden Melik Dînâr, Oğuzlar’ın daveti üzerine Kirman’a geldi (21 Ramazan 581 / 16 Aralık 1185). Oğuzlar’ın başına geçip bazı şehirleri hâkimiyeti altına aldı. Yardım almak için Irak’a giden Muhammed Şah bir daha geri dönmedi. Melik Dînâr başşehir Nermâsîr’i istilâ edip Kirman Selçukluları Devleti’ne son verdi (583/1187). II. Muhammed Şah, Kirman Selçukluları’nı canlandırmak için büyük gayret göstermiş, fakat Irak Selçukluları, Salgurlular ve Hârizmşahlar’dan istediği yardımı alamadığı için amacına ulaşamamıştır.


BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Hâmid Efdalüddin Ahmed el-Kirmânî, Târîħ-i Efđâl yâ BedâǿiǾu’l-ezmân fî veķāyiǾi Kirmân (nşr. Mehdî Beyânî), Tahran 1326 hş.; İbnü’l-Cevzî, el-Muntažam, VIII, 247, 279; Aħbârü’d-devleti’s-Selcûķıyye, s. 55, 56-58; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX, 645; X, 6, 41, 76-79, 115, 128, 224, 281, 519-521; Bündârî, Zübdetü’n-Nuśra, s. 16, 31, 47, 48, 49; a.e. (Burslan), s. 13, 30, 46, 48, 49, 50; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirǿâtü’z-zamân (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968, bk. İndeks; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, CâmiǾu’t-tevârîħ (nşr. Ahmed Ateş), Ankara 1960, II/5, s. 20, 43, 44, 45; Müstevfî, Târîħ-i Güzîde (Nevâî), s. 429, 432, 434; Gaffârî, Cihânǿârâ (nşr. Müctebâ Mînovî), Tahran 1343 hş., s. 117-119; Muhammed b. İbrâhim, Târîħ-i Selcûķıyân-ı Kirmân (nşr. M. Th. Houstma), Leiden 1886; Ahmed Ali Hân-i Vezîrî, Târîħ-i Kirmân (nşr. M. İbrâhim Bâstânî-yi Pârîzî), Tahran 1340 hş./1961; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, tür.yer.; CHIr., V, tür.yer.; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, İstanbul 1980, s. 123-124; Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları, Ankara 1989; Abdülkerim Özaydın, “Kavurd Bey”, DİA, XXV, 72-73.

Faruk Sümer




B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat. Kirman Selçukluları’nın hüküm sürdüğü Kirman’da sosyal yapı Türkler’den oluşan askerî sınıf (ehl-i seyf), sivil devlet erkânı (ehl-i kalem, hâcegân) ve genellikle Tazik (Tacik) adıyla anılan yerli halktan meydana geliyordu. Kirman Selçukluları, bölgede kendilerinden önce bozulan iktisadî ve ticarî hayatı canlandırmak amacıyla gerekli tedbirleri almış, Melik Kavurd Bey ülkeye hâkim olur olmaz fiyatları sabit tutmak ve üretimi arttırmak için çalışmalar başlatmış, bastırdığı paranın ayarını korumaya dikkat göstermiş, ölümünden sonra da parası değerini kaybetmemiştir. Selçuklu melikleri, Horasan ve Orta Asya’dan Basra körfezi sahillerine kadar ulaşan ticaret yollarında kervansaraylar inşa ettirmiştir. Kavurd Bey’in Kirman’dan geçerek Sîstan, Hindistan ve Fars bölgesinden giden transit ticareti teşvik ettiği görülmektedir.

Selçuklular’ın idaresi döneminde başşehir Berdesîr başta olmak üzere Kirman bölgesi refah içindeydi. Kirman’ın önemli yerleşim yerlerinden biri olan Cîruft verimli topraklara sahipti. Rûdbâr vadisindeki geniş otlaklarda hayvan sürüleri yetiştirilirdi. Cîruft aynı zamanda Horasan ve Sîstan için önemli bir ticaret merkeziydi. Derfârid kasabasında üretilen çeşitli meyveler, hurma ve şeker kamışı Cîruft’tan ihraç ediliyordu. Derfârid’in kuzeybatısındaki dağlarda gümüş ve diğer maden yatakları vardı. Kirman’ın önemli bir ticaret merkezi de Hindistan, Habeşistan, Mısır, Uman, Bahreyn’den gelen ticaret gemilerinin uğrak yeri olan Basra körfezindeki Tiz Limanı idi. Tiz’den misk, amber, çivit, kırmızı boya ağacı, baharat, köleler, değerli kumaş ve eşyalar ihraç ediliyordu. Hürmüz Limanı, Irak’tan gelen kafilelerin ve tüccarların uğradıkları bir ticaret merkeziydi. Ziraî ürünler, hurma, kimyon ve çivit buradan ihraç edilmekteydi. Büyük bir ticaret merkezi olan Bem’de dokunan pamuklu kumaşlar, keçi kılından meşhur şallar ve sarık için ince kumaşlar civar ülkelere gönderiliyordu. Kaynaklarda Bem’de üretilen kumaşların hükümdarlar tarafından çok beğenildiği ve hazinelerde saklandığı kaydedilmektedir. Nermâsîr, Uman ile ticaret yapan Horasanlı tüccarların yaşadığı verimli topraklara sahip, meyve ve ipeğiyle meşhur bir şehir ve Sîstan’dan Mekke’ye giden hac yolu üzerinde bulunduğundan Hindistan ticaretinin önemli bir pazar yeriydi. Zerend ve Sîrcân da iktisadî ve ticarî açıdan önemli şehirlerdi. Selçuklular devrinde Kirman’daki şehirler surlar dışına taşmış, şehirlerin dış mahallelerinde büyük ticaret ve yerleşim merkezleri oluşmuştur. Melik Muhammed Şah Berdesîr, Cîruft ve Bem şehirlerinin dış mahallerinde yeni binalar yaptırarak bu şehirleri geliştirmiştir. Özellikle Cîruft’un dışındaki Kumadin birçok ülkeden gelen değerli malların depolandığı büyük bir alışveriş merkezi haline gelmiştir. Ancak Oğuzlar’ın Kirman’a gelişi ve 1180 yılında yaşanan büyük kıtlık Kirman’ı ekonomik bakımdan zayıflatmış ve fakirleştirmiştir.

Kirman Selçukluları dönemindeki dinî hayat hakkında bilgi veren Efdalüddîn-i Kirmânî, Kirman halkının Sünnî-Hanefî olduğunu, ayrıca bölgede Şâfiîler’in de bulunduğunu söyler. Melik Sultan Şah ve I. Turan Şah devirlerinde Bâtınî propagandası başlamış, Melik Îrânşâh’ın Bâtınîliği benimsemesiyle Bâtınîler Kirman’da kuvvetli bir destek bulmuştur. Sünnî ulemânın fetvası ve halkın ayaklanmasıyla Melik Îrânşâh öldürülmüş (1101), böylece Bâtınîliğin Kirman’da yayılması önlenmiştir.

Selçuklu melikleri edip ve şairleri himaye etmiştir. Tarihçi ve şair Efdalüddîn-i Kirmânî sarayda nedimlik yanında devletin çeşitli kademelerinde görev yapmıştır. Ezrakī-i Herevî kasidelerinde şehzade Togan Şah b. Alparslan ve Mîrân Şah b. Kavurd’u methetmiştir. Vezir Mükerrem b. Alâ’yı öven birçok şair vardır. Bunlar arasında Abdülmelik Burhânî ve oğlu Muizzî, İbrâhim b. Osman el-Gazzî, Şiblüddevle Ebü’l-Heycâ, Mücîrî, Kıvâmî, Abbâsî, Şihâbî sayılabilir. Şairlerden Mübarekşah, Atabeg Aybeg Dirâz’ı, İbnü’l-Hebbâriyye, Melik Îrânşâh ile Vezir Mükerrem b. Alâ’yı öven kasideler yazmıştır. Melik I. Arslan Şah ile Vezir Mücîrüddevle Ebü’l-Muzaffer Hüseyin için kasideler yazan diğer bir şair Muhtârî’dir. Melik I. Arslan Şah’ı öven şairlerden biri de Abdülvâsi-i Cebelî’dir.

Kirman Selçuklu melikleri ilim ve kültür seviyesinin yükselmesi için çaba göstermiştir. Melik I. Arslan Şah’ın ilme ve âlimlere gösterdiği ilgi sebebiyle esnaf ve zanaatkârların çocuklarını fakih olmaları için medreselere gönderdikleri bilinmektedir. I. Arslan Şah’ın oğlu Melik Muhammed Şah ilm-i nücûma meraklıydı. Halk onu devrin Batlamyus’u saymaktaydı. Onun döneminde halkın öğrenmeye ve ilme merakının arttığı, hükümdarın öğrenimi teşvik edici ödüller koyduğu, ayrıca bir kütüphane yaptırarak 5000 kitap vakfettiği belirtilmektedir. Melik Kavurd Bey, Kirman’ı ele geçirdikten sonra bölgede sûfîler için daha müsait bir ortam oluşmuş, I. Turan Şah, Berdesîr’de hankah ve ribât yaptırarak vakıflar tahsis etmiştir. Vezir Nâsıhuddin Ebü’l-Berekât’ın bir ara siyasetten uzaklaşıp tasavvuf hırkası giyerek inzivaya çekildiği kaydedilmektedir. Ünlü sûfî Evhadüddîn-i Kirmânî, Selçuklular devrinde Kirman’da doğmuş ve burada tahsil görmüştür.

Kirman Selçukluları ilk hükümdarları Kavurd Bey’den itibaren imar faaliyetleriyle yakından ilgilenmişler, derbendler, miller (yol boyunca mesafeleri gösteren işaretler), minare adı verilen yol işaretleri, kervansaray, han ve havuzlar inşa ettirmişlerdir. Kavurd Bey çeşitli yerlerde su kuyuları açtırmış, Tiz Limanı’nı tamir ettirmiştir. Melik I. Turan Şah, Berdesîr’de kendisi için bir saray ve köşk, ayrıca bir cuma mescidi, medrese, hankah, bîmâristan ve hamamdan oluşan bir külliye yaptırarak bunlara vakıflar tahsis etmiştir. I. Melik Arslan Şah, Kirman’ın çeşitli şehirlerinde medrese ve


ribât gibi birçok eser yaptırmıştır. Hanımı Zeytûn Hatun, Berdesîr’de bir medrese (Medrese-i Derb-i Mâhân) ve ribât (Ribât-ı Yezdiyân) inşa ettirmiş, bunlara vakıflar ayırmıştır. I. Muhammed Şah Berdesîr, Bem ve Cîruft’ta medrese, bîmâristan ve mescidler yaptırmıştır. Tuğrul Şah başta Belûcistan olmak üzere birçok yerde hayır eserleri kurmuştur. Ayrıca Atabeg Bozkuş ile Müeyyedüddin Reyhân’ın da hankah, ribât, minare, saray, bîmâristan ve medreseler yaptırdığı ve bunlar için vakıflar tahsis ettiği bilinmektedir. Kirman’da minare tarzında bir ekol oluştuğu, tuğla ve çini işçiliğinin üstün kalitesiyle dikkat çektiği belirtilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Nizâmî-i Arûzî, Çehâr Maķāle (nşr. Muhammed Muîn), Tahran 1333 hş., s. 32-33, 66, 76-77, 127-128, 198, 217; Ebû Hâmid Efdalüddin Ahmed el-Kirmânî, Ǿİķdü’l-Ǿulâ li-mevķıfi’l-aǾlâ (nşr. Ali Muhammed Nâînî), Tahran 1311 hş., s. 8-9, 14, 27, 52, 69-75, 77, 88, 94; a.mlf., Târîħ-i Efđâl yâ BedâǿiǾu’l-ezmân fî veķāyiǾi Kirmân (nşr. Mehdî Beyânî), Tahran 1326 hş., s. 4-5, 10-11, 14-18, 22, 27-29, 41, 44, 51-52, 61, 69, 71, 74, 86, 95, 102; Nâsırüddin Münşî-i Kirmânî, Simŧu’l-Ǿulâ li’l-ĥażreti’l-Ǿulyâ (nşr. Abbas İkbâl), Tahran 1328, s. 18; Müstevfî, Târîħ-i Güzîde (Nevâî), s. 472; Muhammed b. İbrâhim, Târîħ-i Kirmân, Selcûķıyân ve Ġuz der Kirmân (nşr. Bâstânî-yi Pârîzî), Tahran 1343 hş., s. 4, 11, 13, 17-21, 24-25, 27, 34, 38-39, 42, 52, 62, 66, 77-78, 89, 100, 103, 108, 113-114, 118, 124, 131, 146-147; G. le Strange, The Lands of Eastern Caliphate, Cambridge 1930, s. 313-316; Abbas İkbâl, Vezâret der ǾAhd-i Selâŧîn-i Büzürg-i Selcûķī (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1338 hş., s. 76-77, 87-91, 200; M. İbrâhim Bâstânî-yi Pârîzî, Vâdî-yi Heftvâd: Baĥŝî der Târîħ-i İctimâǾî ve Âŝâr-ı Târîħî-yi Kirmân, Tahran 2535 şş., I, 44, 217-218, 221, 228, 305-306, 313; Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, Ankara 1989, s. 145-147, 184-185, 192-200, 210-218; J. Aubin, “La ruine de Sîrâf et les routes du golfe persique aux XIé et XIIé siècles”, Cahiers de civilisation médiévale, II/3, Poitiers 1959, s. 300-301; J. H. Kramers, “Kirman”, İA, VI, 817-818; C. E. Bosworth, “Saldjūķids”, EI² (İng.), VIII, 945-946, 956-957.

Erdoğan Merçil




III. ANADOLU SELÇUKLULARI (1075-1308)

A) Tarih. Kaynaklarda Selâcıka-ı Rûm (Selcûkıyân-ı Rûm) adıyla geçen Anadolu Selçukluları için günümüzde Türkiye Selçukluları ifadesi de kullanılmaktadır. Malazgirt zaferinden sonra üç dört yıl içinde Anadolu’nun büyük bir kısmı fethedildi. Bu fetihlerde en önemli rolü Selçuklular’dan Arslan Yabgu’nun torunu Kutalmış’ın oğlu Süleyman Şah oynadı. Süleyman Şah zorlu bir mücadelenin ardından İznik’i başşehir yaparak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdu (1075-1080). Süleyman Şah, Bizans’ın içine düştüğü siyasî buhrandan faydalanarak devletinin sınırlarını İstanbul Boğazı’na kadar genişletti. Bizans kaynaklarında Selçuklu hükümdarının Boğaziçi kıyılarında gümrük daireleri kurdurarak gemilerden vergi aldığı bildirilir. 1081 yılında Süleyman Şah ile Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos barış antlaşması imzaladılar. Buna göre iki devlet arasında İzmit-İstanbul arasındaki Drakon çayı sınır kabul edilecekti. Türkmen beylerinden Saltuk Bey Erzurum-Bayburt bölgesi, Mengücük Gazi Kemah Erzincan yöresi, Dânişmend Gazi Sivas-Tokat-Amasya yöreleri, Kara Tegin Çankırı-Sinop, Çubuk, Harput yöresi, Buldacı Elbistan yöresi, Çavuldur Elbistan-Bayburt, Tanrıbermiş Efes yöresini ele geçirerek Anadolu’nun fethinde önemli rol oynadılar. Anadolu’da başarılı fetih hareketlerinde bulunan ünlü kumandan Artuk Bey, Sultan Melikşah tarafından geri çağrıldı. Malazgirt Savaşı’nın hemen ardından Orta Anadolu’da fetih hareketlerinde bulunan beylerden biri de Tutak’tır.

Malazgirt zaferinden sonra batıda Ege ve Marmara denizlerine kadar giden Türkmen oymakları ilk yıllarda şehirlerin civarında yaşıyordu. Fetih hareketlerinin başlamasıyla birlikte Türkistan ile Anadolu arasında bir göç kanalı kuruldu. Bu göçler bazan çok güçlü geliyor, bazan azalıyor, bazan da kesiliyordu. Anadolu’nun Giresun-Sivas-Maraş ve İskenderun çizgisinin batısındaki büyük kısmında nüfus çok azdı, şehirlerin çoğu kasaba ve köylerden farksızdı. Nüfus azlığı yüzünden devletler tarafından tehcir hareketleri uygulanıyordu. Meselâ Selçuklular, Bizans idaresinde bulunan Batı Anadolu’ya akın yaptıklarında Rum ailelerini Selçuk ülkesine göç ettiriyor, bu ailelere geniş araziler, çiftçilik araçları veriyor ve beş yıl vergiden muaf tutuyordu. Bazan da Selçuklular’ın din ve milliyet farkı gözetmeden bütün tebaasına eşit muamele ettiğini öğrenen Bizans idaresindeki Rumlar kendiliklerinden göç ederek Selçuklu idaresine giriyordu. Dânişmendliler ile Artuklular savaşırken birbirlerinin topraklarındaki hıristiyanları kendi ülkelerine göç ettirip sahipsiz topraklara yerleştiriyordu. Yerli hıristiyan halk doğu ve güneydoğuda Ermeniler, Orta ve Batı Anadolu’da Rumlar’dan oluşuyordu. Güneydoğu Anadolu’da çok sayıda Süryânî yaşıyordu. Orta Anadolu’nun doğu kesiminde Çukurova’nın kuzeyindeki dağlık bölgelerde Ermeniler vardı. Ermeniler, buralara Doğu Anadolu’daki beyliklerinin varlığına Bizans tarafından son verilmesi üzerine gelmişlerdi.

1082’de sultan unvanını alan I. Süleyman Şah aynı yıl Çukurova’ya bir sefer düzenleyerek Tarsus, Adana, Aynizerbâ, Misis şehir ve kalelerini fethetti (1082-1083). Antakya halkının şehri kendisine teslim edeceği haberi üzerine Ebü’l-Kāsım Bey’i İznik’te vekil bırakıp oğulları Kılıcarslan ve Dâvud ile birlikte Antakya’ya gitti ve şehri kolayca ele geçirdi (477/1084). Musul-Halep Ukaylî Hükümdarı Şerefüddevle Müslim b. Kureyş, Süleyman Şah’tan vergi isteyince aralarında savaş çıktı. Müslim yenildi ve hayatını kaybetti (478/1085). Süleyman Şah, Halep’i kuşattığı sırada Suriye Selçuklu Hükümdarı Tutuş bölgeye intikal etti. İki Selçuklu hükümdarı Halep’e yakın bir yerde Aynüseylem’de karşılaştı. Emîr Çubuk’un askerleriyle birlikte Tutuş tarafına geçmesi ve Tutuş’un ordusuna kumanda eden Artuk Bey’in ustaca manevraları sonucunda Süleyman Şah’ın ordusu bozguna uğradı (18 Safer 479 / 4 Haziran 1086). Bir rivayete göre muharebe esnasında ölen, diğer bir rivayete göre ise intihar eden Süleyman Şah Halep Mezarlığı’n-da defnedildi. Tutuş amcasının oğlunun hanımını, iki oğlunu, vezirini Antakya’ya gönderdi. Bunlar Anadolu’ya dönmedikleri için bir süre sonra bölgeye gelen Sultan Melikşah tarafından İsfahan’a götürüldü. Süleyman Şah, Anadolu fâtihi ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu olarak takdire lâyık bir hükümdardır.

Melikşah, 485 (1092) yılında Urfa Valisi Bozan’ı kalabalık bir ordunun başında Anadolu’ya gönderdi. Bozan İznik’i kuşattıysa da alamadı, buna karşılık Bizans’tan dönmekte olan Ebü’l-Kāsım’ı ele geçirip öldürdü. Melikşah’ın aynı yıl ölümü üzerine oğlu Berkyaruk, Süleyman Şah’ın oğulları Kılıcarslan ve Dâvud’u serbest bıraktı. Kılıcarslan, Yâvegiyye Türkmenleri’nden kalabalık bir topluluğu yanına alarak İznik’e döndü ve 485 yılı sonlarında (1092 sonları 1093 başları) şehri Ebü’l-Kāsım’ın kardeşi Ebü’l-Gāzî’den teslim aldı. Kendisi gelmeden önce barışı bozmuş olan Bizanslılar’la mücadeleyi sürdüren Kılıcarslan daha sonra İmparator Aleksios Komnenos ile barış yaptı. Bu arada, çağdaş Bizans tarihçisi Anna Komnena’nın verdiği bilgiye göre imparatorun sözlerine kanarak kayınpederi ve İzmir Beyi Çaka’yı bir ziyafet esnasında öldürttü (488/1095 [?]).

I. Kılıcarslan, keşiş Pierre l’Ermite’in idaresinde köylüler, maceracılar ve haydutlardan oluşan Haçlılar’ın hemen hemen tamamını imha ettikten sonra (1 Zilkade 489 / 21 Ekim 1096) Dânişmendliler’in de göz diktiği Malatya’yı ele geçirmek için


ordusunu yanına alarak İznik’ten ayrıldı, Malatya önlerine varıp şehri kuşattığı sırada güçlü Haçlı ordularının yola çıktığını öğrendi. Hızla İznik’e hareket ettiyse de geldiğinde şehir kuşatılmıştı. Kuşatmayı yaramadığı için geri çekilme kararı aldı ve İznik kaybedildi (Haziran 1097); Eskişehir yakınında yapılan savaş da bozgunla sonuçlandı (Temmuz 1097). Kılıcarslan, İznik’in ardından Konya’yı devletin merkezi yaptı. Bu yenilgilerden sonra Selçuklular, Marmara ve Batı Anadolu bölgelerini Bizans’a terkedip Orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldılar.

Kılıcarslan, Dânişmendli Gümüştegin Gazi ile ittifak yaparak Antakya Prinkepsi Bohemound’u kurtarmak için Niksar’a doğru yürüyen ve Lombardlar’dan oluşan Haçlılar’a karşı 1101 yılında parlak bir zafer kazandı. Diğer Haçlı güçleri de Ereğli (Konya) yakınlarında yok edildi. Bu başarılar Türkler’in mâneviyatını kuvvetlendirdiği gibi Haçlılar’ın Anadolu’dan geçme isteklerini uzun bir müddet önledi. Kılıcarslan, daha sonra Haçlılar’dan zulüm görmüş olan Elbistan Ermenileri’nin ricası üzerine Haçlılar’ı buradan ve Maraş’tan uzaklaştırdı (1103). Dânişmendli Gümüştegin Gazi’nin ölümünün ardından doğunun en mâmur şehirlerinden olan Malatya’yı ele geçirdi (1 Muharrem 500 / 2 Eylül 1106). Kendisine çok cazip gelen Güneydoğu Anadolu yörelerine sahip olmak isteyen Kılıcarslan, Meyyâfârikīn (Silvan) şehrinden aldığı davet üzerine oraya gitti. Hemen bütün Güneydoğu Anadolu beyleri Kılıcarslan’a bağlandı. Kısa bir süre sonra Musul hâkimi Çökürmüş’ün oğlu Zengî’nin davetiyle Musul’a geçti. Kendisine tâbi Güneydoğu Anadolu beylerinin sözlerine inanıp Büyük Selçuklu Hükümdarı Muhammed Tapar’la mücadeleyi göze aldı. Askerinin çoğu Rumeli’de müttefiki Aleksios Komnenos’un düşmanlarıyla savaşırken kendisi Muhammed Tapar’ın Musul valisi Çavlı Sakavu ile savaşa girişti. Savaştan önce yanındaki Güneydoğu Anadolu beylerinin ayrılmasına rağmen yiğitçe savaşı sürdüren Kılıcarslan esir düşmemek için karşıya geçmek amacıyla atını Habur çayına sürdü ve sulara gömülerek hayatını kaybetti (500/1107).

Kılıcarslan’ın ölümü üzerine en küçük oğlu Tuğrul Arslan Malatya’da tahta çıkarıldı. Tuğrul Arslan henüz çocuk yaşta olduğundan devleti annesi idare ediyordu. Devletin ayakta kalması için kuvvetli bir şahsiyete ihtiyaç bulunduğunu anlayan annesi Artuklu Prensi Belek b. Behrâm ile evlendi (1113). Belek’in 518’de (1124) ölümünden sonra şehir Dânişmendliler’in eline geçti. Tuğrul Arslan zamanı Malatya halkı için sıkıntılı bir dönem oldu. Aleksios Komnenos, Kılıcarslan’ın ölümünden sonra Orta Anadolu’da meydana gelen otorite boşluğunu fırsat bilerek barışı bozup Selçuklu ülkesine hücum etti. Anadolu’da durumun ciddi olduğu Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a bildirilince Tapar, Kılıcarslan’ın büyük oğlu Melikşah’ı (Şâhinşah) Anadolu’ya gönderdi. Konya’ya gelerek tahta oturan Melikşah (503/1110) Aleksisos Komnenos ile altı yıl mücadele etti. Kardeşi Mesud, dirayetli bir hükümdar olan kayınpederi Dânişmendli Emîr Gazi’nin yardımıyla hükümdarlığı Melikşah’ın elinden aldı (510/1116). Melikşah yakalanıp gözlerine mil çekildi ve ertesi yıl öldürüldü. Yenilerek Bizans’a giden diğer kardeşi Melik Arab orada öldü.

Sultan Mesud, Dânişmendli Emîr Gazi’nin oğlu Melik Muhammed’in ölümünün (1143) ardından Dânişmendliler arasında başlayan taht mücadelesinden faydalanarak üstünlüğü eline geçirdi. Bu arada Batı Anadolu ile Marmara bölgelerine uçlardaki Türkmenler tarafından sık sık akınlar yapılıyordu. Bizans İmparatoru Manuel bu akınlara karşılık vermek için büyük bir orduyla Konya’ya kadar geldiyse de başarı gösteremeyip geri döndü (1146) ve bir daha Mesud’la savaşmadı. Ertesi yıl Alman İmparatoru Konrad ile Fransa Kralı Saint Louis kalabalık ordularla İstanbul’a geldiler. Hemen Anadolu’ya geçerek Eskişehir yöresine kadar ulaşan Alman ordusu burada ağır bir yenilgiye uğradı. İmparator çok az bir kuvvetle İstanbul’a dönebildi. Orta Anadolu’dan geçilemeyeceğinin anlaşılması üzerine Batı Anadolu’dan Antalya’ya gitmeye karar veren Fransa Kralı Saint Louis de Türk hücumlarından dolayı ağır kayıplar verdi. Türkler, Sultan Mesud devrinde Anadolu’ya sağlam bir şekilde yerleştiler. Anadolu’da ilk Selçuklu parası Sultan Mesud tarafından bastırılmıştır. Sultan Mesud hükümdar olduğu zaman Selçuklu ülkesi Konya, Niğde ve Afyonkarahisar bölgelerinden ibaretti. Öldüğünde Eskişehir, Ankara, Çankırı, Kastamonu bölgeleri ile doğuda Elbistan yöresi ve diğer bazı yerler de Selçuklu hâkimiyetine girmiş durumdaydı.

Sultan Mesud’un ölümü üzerine (550/ 1155) yerine geçen oğlu II. Kılıcarslan önemli başarılar kazandı. Bunlardan biri Dânişmendliler’in ortadan kaldırılmasıdır. Dânişmendliler beyliği Kayseri, Sivas, Niksar, Tokat, Amasya, Malatya gibi Orta Anadolu şehirlerine sahipti. Anadolu Selçuklu Devleti’nin gelişmesine büyük engel oluşturan bu beylik bazan devletin varlığını tehdit ediyordu. 574’te (1178) Dânişmendli topraklarının Selçuklu topraklarına katılmasıyla hem siyasî ve millî birlik kurulmuş hem de Anadolu Selçuklu Devleti büyük bir devlet durumuna yükselmiştir. Bu dönemde Bizans ucunda yaşayan Türkmenler’in nüfusu çok artmıştı. Türkmenler toprak ve ganimet elde etmek için sık sık Bizans topraklarına akınlar yapıyor, elde ettikleri esirleri tâcirlere satıyordu. Bizans İmparatoru Manuel Komnenos, Türkmenler’in akınlarına kesin biçimde son vermek için çok iyi donatılmış kalabalık bir orduyla üzerlerine yürüdü. Ancak Türkmenler gece baskınlarıyla on binlerce Bizans askerini saf dışı bırakarak Manuel’i geri dönmeye mecbur bıraktı. Bu uç Türkmenler’inin ünü Horasan’a kadar yayılmıştı. Akınlara engel olmak için Eskişehir-Isparta yöresindeki Uluborlu önlerinde istihkâmlar yaptıran İmparator Manuel, Kılıcarslan’dan Türkmenler’in akınlarını durdurmasını ve kendisine sığınmış olan sultanın kardeşi Şâhinşah ile Dânişmendli Zünnûn’a ülkelerini geri vermesini istedi. Kılıcarslan’ın bu istekleri yerine getirmemesi üzerine büyük bir orduyla Konya’ya yürüdü. Bizans ordusu Miryokefalon denilen yerde ağır bir yenilgiye uğradı (17 Eylül 1176). Sultan imparatorun barış isteğini kabul etti. Anadolu’nun Türkleşmesi açısından bir dönüm noktası teşkil eden Miryokefalon zaferinin en önemli sonucu Bizans’ın askerî gücünü ve Anadolu’yu geri alma ümitlerini yitirmiş olmasıdır. Altın para darbettiren, medrese yaptıran, kervansaray inşa ettiren ve kendisine kitap ithaf edilen ilk Anadolu Selçuklu sultanı olan II. Kılıcarslan hayatının son yıllarında ülkesini on bir oğlu arasında taksim etti. Böylece kendisinin büyük gayretlerle meydana getirdiği Selçuklu ülkesi on bir parçaya bölündü.

588’de (1192) vefat eden II. Kılıcarslan’ın yerine oğlu I. Keyhusrev geçti. Ondan sonra kardeşi II. Süleyman Şah, kardeşlerinin topraklarını ellerinden alarak ülkenin siyasî birliğini kurmaya çalıştı ve bunda başarılı oldu. Ancak 1202’de yaptığı Gürcistan seferinden bir netice elde edemedi. 1204’te vefat etti. Oğlu III. Kılıcarslan’ın yedi sekiz ay süren hükümdarlığı sırasında Isparta yöresi fethedildi. I. Gıyâseddin Keyhusrev’in ikinci sultanlığı döneminde Denizli ve Antalya yöreleri ele geçirildi (603/1207). Çukurova’daki Ermeni Krallığı devlete bağlandı. I. Gıyâseddin Keyhusrev’in büyük oğlu ve halefi I. Keykâvus Sinop Limanı’nı fethetti (611/1214).


Antalya ve Sinop’un fethinin gelişmekte olan Selçuklu ticaretine büyük katkıları oldu.

I. Keykâvus’un kardeşi ve halefi I. Keykubad devri Anadolu Selçukluları tarihinin altın devridir. Bu dönemde yapılan fetihler sonucunda devletin sınırları doğuda Erzurum ötesine ve Van gölü havzasına ulaştı. Güneyde Antalya’nın doğusundaki Kalonoros Kalesi alınıp (619/1222) yeniden inşa edildi ve buraya Alâiye adı verildi. Alâiye’de bir tersane kuruldu. Karadeniz’in kuzeyindeki Suğdak şehri Hüsâmeddin Çoban tarafından fethedildi (1224). Hüsâmeddin Çoban burada bir cami yaptırdı; şehre görevliler tayin ettikten sonra yine donanmayla Sinop’a döndü. Suğdak seferi Selçuklular’ın ticarete verdikleri değeri gösteren bir örnektir. I. Keykubad imar faaliyetleri ve hayır severliğiyle tanınmıştır. Orta Anadolu’daki şehirlerde inşa ettirdiği ulucamiler, biri Konya-Aksaray, diğeri Kayseri-Sivas arasındaki iki kervansaray muhteşem yapılardır. Onun Konya’da da bir hastahane yaptırdığı bilinmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yükseliş devri I. Keykubad’ın ölümüyle sona erdi (634/ 1237) ve yerine geçen oğlu II. Keyhusrev ile birlikte çöküş devri başladı. II. Keyhusrev’in hükümdarlığının ilk yıllarında Âmid Selçuklu topraklarına katıldı (1240). Bu tarihte devletin sınırları Erzurum’un doğusundan başlayarak Van gölüne iniyor, oradan Âmid önündeki Dicle’ye, güneyde Urfa ve Ayıntab’ın kuzeyinden geçerek Maraş’ın güneyindeki Nur dağlarına uzanıyor, batıda Dalaman çayından başlayıp Denizli önünden geçerek kuzeyde Sakarya’ya ulaşıyordu.

Çukurova’daki Ermeni Krallığı, Halep Eyyûbî Melikliği, Artuklular, Trabzon Rum Devleti, İznik Bizans Devleti bu dönemde Anadolu Selçuklu Devleti’ne tâbi oldu. Ancak devlet maddî bakımdan kudretli olmasına rağmen mânen çökmüştü. II. Keyhusrev devlet işleriyle ilgisiz, korkak, siyasî zekâdan mahrum, sefahate düşkün bir hükümdardı. Devlet adamları ve emîrler arasında da israf ve sefahat yaygındı. Bilhassa Malatya ve Maraş yörelerinde yaşayan Türkmenler ise yoksulluk içindeydi. Moğol istilâsından kaçarak Anadolu’ya gelen Türkmenler sürüleri için uygun otlaklar bulamamışlardı. İslâmiyet anlayışları ise çok yüzeyseldi. Malatya bölgesindeki Türkmenler 1240 yılında Horasanlı Baba İshak’ın işareti üzerine ayaklanıp devlet kuvvetlerini mağlûp ettiler, Baba İshak yakalanıp asıldığı halde ayaklanmalarını sürdürdüler. Sultan korkudan Beyşehir gölündeki Kubadâbâd sarayına kaçtı. Sonunda Baba İshak Türkmenleri’nin ayaklanması Kırşehir’in Malya ovasında kanlı bir şekilde bastırıldı.

Baba İshak ayaklanması Selçuklu ordusunun mânen kuvvetli olmadığını açıkça ortaya koymuştu. Azerbaycan’daki Moğol kumandanı Baycu Noyan, Anadolu’ya yürüyüp Selçuklu ordusunu Sivas’ın kuzeydoğusundaki Kösedağı eteklerinde kolayca yendi (Muharrem 641 / Temmuz 1243). Bu mağlûbiyet üzerine Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollar’a yıllık vergi vermeyi kabul etti ve barış yapıldı, fakat devlet bir türlü kendini toparlayamadı. 643’te (1246) vefat eden II. Keyhusrev’in yerine devlet adamları oğullarından II. Keykâvus’u tahta çıkardılar. II. Keykâvus 1249 yılına kadar müstakil olarak hüküm sürdü. Aynı yıl kardeşi IV. Kılıcarslan, Moğol Hanı Güyük Han’dan aldığı yarlık ile Sivas’ta hükümdarlığını ilân etti. Emîr Celâleddin Karatay ortaya çıkan krizi çözmek için üç kardeşi (II. İzzeddin Keykâvus, IV. Rükneddin Kılıcarslan ve II. Alâeddin Keykubad) birlikte sultan ilân etti, üçü adına hutbe okutup para bastırdı. Böylece Anadolu Selçuklu Devleti tarihinde müşterek saltanat devri başladı (1249-1254). Celâleddin Karatay ve II. Keykubad’ın ölümünden sonra II. Keykâvus ile IV. Kılıcarslan anlaşmazlığa düştü. IV. Kılıcarslan kendini Kayseri’de müstakil sultan ilân etti (652/1254). Ertesi yıl Kayseri yakınlarındaki Ahmedhisarı denilen yerde yapılan savaşta Kılıcarslan yenildi. Sultan Keykâvus, Antalya’da bulunduğu sırada Moğol kumandanı Baycu’nun Selçuklu topraklarına girdiğini öğrenince hemen harekete geçti, ancak Aksaray yakınlarında Sultanhanı’nda meydana gelen savaşta mağlûp oldu (654/1256). Bunun üzerine Burgulu’da (Uluborlu) bulunan IV. Kılıcarslan Konya’ya getirilerek tahta çıkarıldı (655/1257). Baycu’nun Anadolu’dan ayrılmasından sonra II. Keykâvus Konya’da tekrar tahta oturtuldu (14 Rebîülâhir 655 / 1 Mayıs 1257). Ardından Mengü Han’ın yarlığıyla ülke İzzeddin Keykâvus ile Kılıcarslan arasında ikiye bölündü (657/1259). Ülkenin Moğol hâkimiyeti altında kalmasını kabul etmeyen Keykâvus mücadelesini sürdürdü; elinden geleni yaptıktan sonra askerleri ve kendine bağlı Türkmenler’le birlikte İstanbul’a gidip Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Palaiologos’a sığındı (660/1262). Onunla birlikte Bizans’a giden çok sayıda Türkmen Dobruca’da yerleştirildi. Bunların arasında Sarı Saltuk da vardı. Bugün önemli bir kısmı Moldavya’da yaşayan Gagavuz (< Keykâvus) adlı hıristiyan Türkler İzzeddin Keykâvus ile Bizans’a sığınan Türkmenler’in torunlarıdır. II. Keykâvus’tan sonra tek başına hüküm süren IV. Kılıcarslan kabiliyetsiz bir hükümdardı. Vezir Muînüddin Pervâne, Sinop’un kendisine mülk olarak verilmesine zorla razı olan Kılıcarslan’ı Moğollar’a öldürtüp (664/1266) yerine onun çocuk yaştaki oğlu III. Keyhusrev’i geçirdi. Devlete rakipsiz olarak hâkim olan Muînüddin Pervâne, Moğollar’ın sonu gelmez isteklerine tahammül edemeyerek Memlük Sultanı Baybars’ı yardıma çağırınca Baybars Kayseri’ye geldi (675/1277). Elbistan ovasında meydana gelen savaşta Moğollar ağır bir yenilgiye uğradı (Zilkade 675 / Nisan 1277). Baybars, Kayseri’de büyük sevgi gösterileriyle karşılandı. Ancak Muînüddin Pervâne’nin hem Baybars hem de Abaka Han ile ilişkilerini sürdürme konusundaki kararsız tutumu yüzünden Baybars’ın Anadolu’yu Moğol tahakkümünden kurtarma teşebbüsü sonuçsuz kaldı. Sultan III. Keyhusrev ile Tokat’a kaçmış olan Pervâne de kendisine yardımcı olmayınca geri döndü. Baybars’ın ayrılmasından sonra büyük bir orduyla Anadolu’ya gelen İlhanlı Hükümdarı Abaka Han, Memlükler’le iş birliği yaptıkları gerekçesiyle devlet adamlarından, halktan ve Türkmenler’den 200.000 kişiyi katletti. İlhanlılar, Pervâne’nin de ihanetini anlayarak hayatına son verdiler ve Anadolu Selçuklu Devleti’ni Tebriz’den gönderdikleri memurlarla idare etmeye başladılar. Bu dönemde Anadolu’da aileleriyle birlikte çok sayıda Moğol askeri vardı. Moğollar’ın nüfusu İran’dan gelenlerle gittikçe arttı.

Bu yıllarda Moğollar’ın zulmüne karşı mücadele eden Karamanoğlu Mehmed Bey,


Eşrefoğulları ve Menteşeoğulları’yla ittifak yaparak hâkimiyet sahasını genişletti ve mücadelesine meşruiyet kazandırmak için II. Keykâvus’un oğlu olduğunu iddia eden Alâeddin Siyavuş’u (Cimri) Selçuklu sultanı ilân etti, 9 Zilhicce 675’te (14 Mayıs 1277) Konya’yı ele geçirip ertesi gün Alâeddin’i tahta oturttu. Ancak Alâeddin ile Karamanoğlu Mehmed Bey, Moğol-Selçuklu kuvvetleri karşısında tutunamadılar. Mehmed Bey 17 Muharrem 676’da (20 Haziran 1277), Alâeddin Siyavuş ise iki yıl sonra 17 Muharrem 678’de (30 Mayıs 1279) öldürüldü.

II. Keykâvus’un oğlu ve veliahdı II. Mesud 679’da (1280) Sinop’a geldi. Ardından İlhanlı başşehrine giderek Abaka Han’ın huzuruna çıktı. Abaka Han Erzurum, Erzincan, Sivas, Diyarbekir ve Harput’un idaresini ona verdi. Kısa bir süre sonra Ahmed Teküder, İlhanlı hükümdarı olunca (680/1282) Selçuklu topraklarını II. Mesud ile III. Keyhusrev arasında taksim etti. Durumdan hoşnut olmayıp Ahmed Teküder ile görüşmek üzere yola çıkan III. Keyhusrev, İlhanlılar’daki saltanat mücadelesi sebebiyle Erzurum’da bir süre bekledi. Bu esnada İlhanlı tahtı için giriştiği mücadeleden galip çıkan Argun Han o sırada Tebriz’de bulunan II. Mesud’u sultan ilân etti (681/1282) ve III. Keyhusrev’i öldürttü. II. Mesud, Anadolu’ya dönüp önce Kayseri’de, ardından Konya’da Selçuklu sultanı olarak tahta çıktı (683/1284). Onun tahta çıkışı Anadolu halkı için bir ümit ışığı oldu, ancak o da “gölge hükümdar” olmaktan ileri gidemedi, ülke Moğol kumandan ve valilerinin tahakkümü altına girdi. Ağır vergiler ödemek zorunda bırakılan halk sefil duruma düştü. II. Mesud’un Kayseri’de ikamet etmesini fırsat bilen III. Keyhusrev’in annesi çocuklarını Konya’da sultan ilân ettirdiyse de bunlar çok geçmeden bertaraf edildi (684/1285). Sultan II. Mesud bir yandan III. Keyhusrev’in çocukları, bir yandan da Karamanoğulları, Eşrefoğulları ve Germiyanoğulları gibi Anadolu beylikleriyle mücadele etmek zorunda kaldı. İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han müslüman olunca Anadolu halkı rahat nefes alabildi. Gāzân Han, Anadolu’ya gönderdiği Baltu Noyan’ın kendisine karşı isyankâr bir tavır içine girmesi üzerine Kutluğ Şah kumandasında 30.000 kişilik bir ordu yolladı (695/1296). Baltu mağlûp oldu ve idam edildi. Mesud’un hareketlerinden rahatsız olan Gāzân Han, Kutluğ Şah’tan onu Tebriz’e göndermesini istedi. II. Mesud hükümdarlıktan uzaklaştırılıp Hemedan’da ikamete mecbur edildi. İki yıl sonra kardeşi Ferâmurz’un oğlu III. Keykubad tahta çıkarıldı (697/1298). III. Keykubad, Osman Gazi’ye beylik vermiş bir hükümdar olarak tanınmaktadır. Bir rivayete göre III. Keykubad, Karacahisar’ın zaptı, diğer bir rivayete göre Bilecik, Yarhisar ve İnegöl’ün fethi üzerine Osman Gazi’ye sancak, davul, kılıç, at ve hil‘at göndererek beylik tevcih etmiştir. III. Keykubad’ın Moğol valileri gibi halktan zorla para toplaması halkı usandırdı. Sonunda tahttan uzaklaştırılıp II. Mesud ikinci defa tahta çıkarıldı (702/1302). İkinci hükümdarlık dönemi de başarısız geçen II. Mesud 708’de (1308) öldü. Onun ardından tahta çıkarılan Kılıcarslan b. III. Keyhusrev, hem Moğollar hem Selçuklu hânedanı ve halk tarafından tanınmadığı için II. Mesud son hükümdar kabul edilir. Son Anadolu Selçuklu sikkeleri de ona aittir. Makrîzî’nin Anadolu Selçuklu Devleti’nin sona erdiği tarih olarak 718 (1318) yılını göstermesi (es-Sülûk, II, 186) Demirtaş’ın Selçuklu şehzadelerini öldürtmesiyle ilgili olabileceği gibi yanlış bir değerlendirme de olabilir.

BİBLİYOGRAFYA:

A. Comnena, The Alexiad (trc. E. A. S. Dawes), London 1967; İbnü’l-Kalâniî, Târîħu Dımaşķ (Amedroz), tür.yer.; Azimî Tarihi: Selçuklularla İlgili Bölümler: h. 430-538 (nşr. ve trc. Ali Sevim), Ankara 1988; İbnü’l-Ezrak el-Fârikī, Târîħu Meyyâfâriķīn ve Âmid, British Museum, Or., nr. 5803, tür.yer.; Michel le Syrien, Chroniques (trc. J. B. Chabot), Paris 1905, I-III; Ioannes Kinnamos, Historia (trc. Işın Demirkent), Ankara 2001, tür.yer.; N. Khoniates, Historia (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1995, tür.yer.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X-XII; S. de Saint-Quentin, Histoire des Tartares (nşr. J. Richard), Paris 1965; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirǿâtü’z-zamân (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968; İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-ĥaleb, II-III; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-ǾAlâǿiyye; İzzeddin İbn Şeddâd, Baypars Tarihi (trc. Şerefeddin Yaltkaya), İstanbul 1941; Ebü’l-Ferec, Târih, I-II; Hasan b. Abdülmü’min el-Hûî, Ġunyetü’l-kâtib ve münyetü’ŧ-ŧâlib (nşr. Adnan Sadık Erzi), Ankara 1963; İbn Vâsıl, Müferricü’l-kürûb, I-V, tür.yer.; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, CâmiǾu’t-tevârîħ (nşr. Abdülkerim Alioğlu Alizâde), Bakü 1957; Aksarâyî, Müsâmeretü’l-aħbâr, bk. İndeks; Târîh-i Âl-i Selçuk (trc. Feridun Nafiz Uzluk), Ankara 1952; Niğdeli Kadı Ahmed, el-Veledü’ş-şefîk, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 4518; Müstevfî, Târîħ-i Güzîde (Nevâî), s. 473-480; Makrîzî, es-Sülûk (Ziyâde), I-II, tür.yer.; Urfalı Mateos Vekayinâmesi (952/1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1152) (trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962; Müneccimbaşı, Câmiuddüvel: Selçuklular Tarihi (nşr. ve trc. Ali Öngül), İzmir 2002, II, 1-143; İsmâil Galib, Takvîm-i Meskûkât-ı Selçukiyye, İstanbul 1309; Ahmed Tevhid, Meskûkât-ı Kadîme-i İslâmiyye Kataloğu, İstanbul 1321, s. 104-356; Halil Edhem [Eldem], Kayseriye Şehri, İstanbul 1334; a.mlf., “Anadolu’da İslâmî Kitâbeler”, TOEM, III (1330-31), s. 135-158, 449-478; İsmail Hakkı [Uzunçarşılı], Kitâbeler, İstanbul 1345-47/1927-29, I-II; R. Grousset, Histoire des Croisades et du royaume France de Jérusalem, Paris 1934-36, I-III; M. Halil Yinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I: Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1958; a.mlf., Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971; Konyalı, Konya Tarihi; a.mlf., Niğde Aksaray Tarihi, I-III; Nejat Kaymaz, Pervâne Muînüddin Süleyman, Ankara 1970; G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1981, tür.yer.; Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, II, tür.yer.; Cl. Cahen, la Turquie près Ottomane, Istanbul 1988; Vl. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti (trc. Azer Yaran), Ankara 1988; Ali Sevim - Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilât ve Kültür, Ankara 1995, s. 419-494; Erdoğan Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, Ankara 2000; a.mlf., Selçuklular’da Hükümdarlık Alametleri, Ankara 2007, tür.yer.; Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, İstanbul 1996; Işın Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara 1996; Tuncer Baykara, I. Gıyaseddin Keyhusrev (1164-1211): Gazi-Şehit, Ankara 1997; Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykâvus (1211-1220), Ankara 1997; Şevki Nezihi Aykut, Türkiye Selçuklu Sikkeleri I: I. Mesud’dan I. Keykubad’a Kadar (510-616/1116-1220), İstanbul 2000; M. F. Brosset, Gürcistan Tarihi (trc. H. D. Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil), Ankara 2003,


bk. İndeks; Emine Uyumaz, Sultan I. Alâeddîn Keykubad Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237), Ankara 2003; Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi: Sultan I. Mesud Dönemi (1116-1155), Ankara 2003; Selim Kaya, I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192-1211), Ankara 2006; Mehmed Fuad Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, TTK Belleten, VII/27 (1943), s. 379-522; Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Ankara 1969, s. 1-147; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İA, X, 379-385.

Faruk Sümer




B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat. Anadolu Selçuklu Devleti, Malazgirt zaferinden (1071) sonra Bizans’ın bir anlamda Malazgirt’le kaybettiklerini geri almak düşüncesiyle giriştiği Miryokefalon Savaşı’na (1176) kadar geçen bir asır boyunca bir taraftan Bizans’ı ve Haçlı taarruzlarını bertaraf etmek, diğer taraftan komşusu Türk beylikleriyle, özellikle Dânişmendliler’le ve Suriye’deki Eyyûbîler’le mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu durum sosyal ve ekonomik alanda ilerlemeyi geciktirmiş, Anadolu Selçukluları ancak Bizans’ı dize getirdikten (1176) ve Dânişmendliler’i ortadan kaldırdıktan (1178) sonra rahat nefes alabilmiştir. Siyasî istikrarsızlığa rağmen Selçuklu sultanlarının âdil davranışları yerli halk üzerinde olumlu etkilerini göstermiştir. Devrin gayri müslimlere ait kaynaklarında bu dönemde Türkmenler’in yerli halkla ticarî ilişkilere girdiklerine, Süryânî, Ermeni ve Rumlar’ın Türkmenler’i Bizans yönetimine tercih ettiklerine dair bilgilere rastlanmaktadır.

XII. yüzyılın sonlarından itibaren Batılı yazarların Anadolu’ya “Turchia, Turquia” demeye başlaması (Cahen, s. 100-101; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 352) buradaki Türk varlığının önemli bir işaretidir. Selçuklu Türkleri fetih şartlarına göre mevcut bir şehre veya şehrin dışına yerleşiyor ya da yeni bir şehir kuruyordu. Şehirler iç kale, sur içi ve sur dışı yerleşimden oluşmaktaydı. Kale camisi, ulucami, gayri müslimlerin ayrı oturduğu mahalleler ve sur dışındaki gökmeydan Selçuklu şehrinin özellikleriydi. Yerleşilen veya yeni kurulan bir şehirde yapılan ilk işler güvenliği sağlamak, idarî, malî ve adlî yöneticileri belirlemek, vergi tahsili için tahrir yapmaktı (Baykara, I, 275-291).

İç ve dış ticareti geliştirmek için ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Bu amaçla Karadeniz sahilinde iki önemli liman şehri Amisos (Samsun) (1185 civarı) ve Sinop (1214), Akdeniz sahilinde Antalya (1207, 1216) ve Kalonoros (Alâiye, Alanya) (1222) fethedilmiş, Sinop ve Alanya’da tersane kurulmuştur. Deniz ticaretine, dolayısıyla dış ticarete hâkim olan Venedikliler ve Kıbrıs Frankları’yla ticarî anlaşmalar yapılmış, siyasî istikrarın temininin bir devamı olarak Saltuklular, Erzincan Mengücüklüleri ve Harput Artukluları ortadan kaldırılmış, Kilikya Ermenileri ile Trabzon Rumları dize getirilmiştir. Yine ticarî faaliyetleri canlandırmak ve yol güvenliğini sağlamak amacıyla ticaret yolları üzerinde kervansaraylar ve köprüler yaptırılmıştır. Selçuklu sultanları ticarî faaliyetlere engel olanları bertaraf etmek için seferler düzenlemiş, tâcirlerin zararlarını karşılamış, vergi muafiyeti veya indirimi sağlamıştır. Ancak bu gayretlerin sonucunda elde edilen içtimaî huzur ve iktisadî gelişme uzun sürmemiş, Anadolu Selçukluları’nın en parlak dönemi kabul edilen I. Alâeddin Keykubad’dan sonra devlet adamlarının takip ettiği siyaset, devleti ve ülkeyi kargaşaya sürüklemiştir. Sosyal ve ekonomik bakımdan ihmal edilen Türkmenler’in Vefâî şeyhi Horasanlı Baba İlyas’ın öncülüğünde çıkardığı Babaî İsyanı (1240) devleti sarsmış, bu durum zaten Selçuklu sınırlarına dayanmış bulunan Moğollar’ın Anadolu’yu işgalini kolaylaştırmıştır. Kösedağ Savaşı’nın kaybedilmesiyle (1243) Anadolu Selçukluları, Moğollar’ın tahakkümü altına girmiştir. Şehzadelerin iktidar mücadeleleri Moğollar’ın işini kolaylaştırmış, devleti sultanlar değil Moğollar’la iş birliği yapan devlet adamları yönetmeye başlamış, merkezî idaredeki bu ikilik ve Moğollar’ın tahsil ettiği ağır vergiler çöküşü hızlandırmıştır. Diğer taraftan merkezdeki otorite boşluğundan faydalanan uçlardaki Türkmenler XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendi siyasî hâkimiyetlerini oluşturmaya başlamıştır.

Anadolu Selçukluları’nda iktisadî faaliyet olarak hayvancılık başta gelmekte; koyun, keçi, sığır, deve, at ve katır yetiştirilmekteydi. Süt ve yağ, peynir, yoğurt gibi mâmullerin üretimi, dericilik, halı ve kilim dokumacılığı çok yaygındı. İran, Irak ve Suriye’ye koyun ve at, deri ve mâmulleri, Avrupa’ya Ankara tiftiği, ipek, pamuklu kumaş, halı ve börk ihraç edilmekteydi. Gümüş, bakır, demir, şap ve tuz Anadolu’da çıkarılan başlıca madenlerdi. Avrupa’ya ayrıca şap, Mısır’a kereste ihraç ediliyordu. Karadeniz’in kuzeyinden getirilen köleler, kürk ve bal, bunun yanında Çin ipeği ve Hint kumaşları ile baharat Anadolu’da pazarlanmaktaydı. Ekili araziler üzerinde iktâ sistemi uygulanmaktaydı. Tahıllardan daha çok buğday, meyvelerden kayısı üretiliyor ve ihraç ediliyordu. Selçuklu Türkiyesi’nin sosyal ve ekonomik gelişmesinde vakıf müessesesinin büyük rolü olmuştur. Devlet bu kuruluşlara özellikle arazi temliki yoluyla destek sağlıyordu.

Müslüman halk itikadda Mâtürîdîlik ve Eş‘arîliği, amelde Hanefîliği ve Şâfiîliği benimsemişti. Gayri müslimler ise Hıristiyanlığın çeşitli mezheplerine mensuptu. Türkler arasında hâkim mezhepler Mâtürîdîlik ile Hanefîlik, diğerlerinde Eş‘arîlik ve Şâfiîlik’ti. Vakıf kurucuları yaptırdıkları medreselere kendi mezheplerine mensup müderrisler tayin etmekteydi. Ülkede Türkler’in dışında özellikle Moğol istilâsından sonra gelip yerleşen önemli bir şehirli nüfus vardı. XII. yüzyılın sonlarından itibaren yaygınlaşan medreselerdeki eğitime Eş‘arî kelâmı ile Şâfiî fıkhının hâkim olduğu görülmektedir. Şehirlerden uzakta yaşayan konar göçer Türkmenler geldikleri ve halen yaşamakta oldukları yerlerdeki çeşitli inançların etkisiyle Sünnî İslâm ile pek bağdaşmayan bir inanca sahipti. Babaî İsyanı’na katılan Türkmenler’in bakiyeleri Baba İlyas’ın halifeleri öncülüğünde Anadolu’ya yayılmıştı. Bu çevreye mensup olan Hacı Bektâş-ı Velî’ye bağlı Türkmenler XV. yüzyılın sonlarından itibaren Safevî propagandasının tesiri altında kalınca kırsal kesimdeki halk kızılbaş olarak anılmaya başlanmıştır.

XIII. yüzyıl Selçuklu Anadolusu’nda tasavvufun yoğun biçimde yaşandığı görülür. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî ve Hacı Bektâş-ı Velî dönemin büyük sûfîleridir. Horasan kökenli tasavvufî cereyanlar Anadolu’ya daha ziyade bu akımların Moğol istilâsından kaçan temsilcileri vasıtasıyla girmiştir. Necmeddîn-i Kübrâ’nın kurduğu Kübreviyye Anadolu’ya onun halifeleri tarafından getirilmiştir. Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled ve halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî ile Mirśâdü’l-Ǿibâd müellifi Necmeddîn-i Dâye bunlardandır. Bilhassa vahdet-i vücûd hakkındaki görüşleriyle İslâm düşüncesini derinden etkileyen Muhyiddin İbnü’l-Arabî bu dönemde Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ile Bağdat’tan Anadolu’ya gelmiş, Malatya ve Konya’da ilim ve irfan meclisleri düzenlemiş, talebe yetiştirmiş, devrin sultanlarına nasihatlerde bulunmuştur. Sadreddin Konevî, Müeyyidüddin Cendî, Saîdüddin el-Fergānî ve Afîfüddin et-Tilimsânî onun çizgisini devam ettiren önemli şahsiyetlerdir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Konya’da müderrislik


yaparken Şems-i Tebrîzî’nin etkisiyle coşkulu bir tasavvuf anlayışı geliştirmiş, yazdığı eserlerle bütün halkı, aydınları ve yöneticileri derinden etkilemiştir. Bu dönemde Anadolu’da Rifâiyye’den Seyyid Ahmed-i Kebîr, Seyyid Ahmed-i Kûçek, Evhadiyye’den Evhadüddîn-i Kirmânî, Vefâiyye’den Baba İlyas ve Kalenderiyye’den Ebû Bekr-i Niksârî gibi önemli isimlere de rastlanır.

Ahîlik Selçuklu Türkiyesi’nin önemli bir sosyal teşkilâtıdır. Ahîliğin Anadolu’da ortaya çıkışı, Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh’ın elçisi Şehâbeddin es-Sühreverdî vasıtasıyla fütüvvet teşkilâtına girdiği döneme rastlar (1214). Nitekim fütüvvetin ilkelerini belirleyen fütüvvetnâme geleneği Ahîlik safhasında da devam etmiştir. Ahî unvanını taşıyan isimler arasında daha sonraları Ahî Evran unvanıyla anılan şahsın Şeyh Nasîrüddin Mahmûd el-Hûyî olduğu ve I. Alâeddin Keykubad döneminde bu esnaf teşkilâtını kurduğu belirtilmektedir. Keykubad’ın ölümünün ardından siyasî dengelerin değişmesinden ahîlerin de zarar gördüğü anlaşılmaktadır. İleriki yıllarda adları öne çıkan Ahî Çoban, Ahî Ahmed, Ahî Ahmed Şah, Ahî Kayser gibi şahıslar siyasal ve sosyal olaylar sırasında farklı taraflarda yer almıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Elvan Çelebi, Menâkıbü’l-kudsiyye, tür.yer.; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971; a.mlf., Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1988; a.mlf., Târihî Akışı İçinde Din ve Medeniyet, İstanbul 1998, s. 38-77; a.mlf., Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 2005, s. 352; Aydın Taneri, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, Konya 1977; Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, İstanbul 1990, I, 85-127; Sadi S. Kucur, Sivas, Tokat ve Amasya’da Selçuklu ve Beylikler Devri Vakıfları -Vakfiyelere Göre- (doktora tezi, 1993), MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü; Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye’de Tarihin Saptırılması Sürecinde Türk Sûfîliğine Bakışlar, İstanbul 1996; a.mlf., Babaîler İsyanı, İstanbul 2000; a.mlf., “XIII.-XVI. Yüzyıllarda Anadolu Şehirlerinde Dini-Sosyal Hayat (Selçuklulardan Osmanlılara Genel Bir Bakış)”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı (haz. Ahmet Yaşar Ocak), Ankara 2006, I, 249-263; a.mlf., “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Tasavvufî Düşünce”, a.e., I, 429-439; Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu (trc. Erol Üyepazarcı), İstanbul 2000; M. Sait Polat, “Selçuklu Türkiyesi’nde Ticaret”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, VII, 375-385; Tuncer Baykara, “Türkiye Selçuklu Döneminde Toplum ve Ekonomi”, a.e., VII, 223-257; a.mlf., “Türkiye Selçuklularında Şehir / Kent ve Şehirliler / Kentliler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, I, 275-291; Ramazan Şeşen, “Selçuklular Devrindeki İlme Genel Bir Bakış”, III. Uluslar Arası Mevlâna Kongresi: Bildiriler (haz. Nuri Şimşekler), Konya 2004, s. 233-244; Mikâil Bayram, Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya 2005; Ahmet T. Karamustafa, “Yesevîlik, Melâmetîlik, Kalenderîlik, Vefâîlik ve Anadolu Tasavvufunun Kökenleri Sorunu”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler (haz. Ahmet Yaşar Ocak), Ankara 2005, s. 61-88; Haşim Şahin, “Selçuklular Döneminde Ahîler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, I, 299-307; Hasan Yüksel, “Anadolu Selçuklularında Vakıflar”, a.e., I, 309-325; İhsan Fazlıoğlu, “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Türk Felsefe-Bilim Tarihine Önsöz”, a.e., I, 413-427; M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, XX, 494-495, 513.

Sadi S. Kucur




IV. SURİYE SELÇUKLULARI (1079-1117)

A) Tarih. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, 471 (1078) yılında kardeşi Tutuş’a Suriye’yi ve bu ülkeye yakın bölgelerde fethedeceği yerleri iktâ etti. Tutuş aynı yıl Halep’i kuşattığı sırada bir Fâtımî ordusu da Dımaşk’ı kuşattı. Bunun üzerine Dımaşk hâkimi Atsız b. Uvak, Tutuş’tan yardım istedi. Tutuş’un geldiğini haber alan Fâtımî kuvvetleri geri döndüler. Tutuş kendisini karşılamakta geç kaldığını bahane ederek Atsız’ı öldürüp şehri ele geçirdi. Böylece Suriye Selçuklu Devleti kurulmuş oldu (471/1079). Tutuş, Halep’e hâkimiyet meselesinden dolayı Anadolu Selçuklu Sultanı I. Süleyman Şah ile mücadeleye girdi. Halep yakınlarında Aynüseylem denilen yerde meydana gelen savaş Tutuş’un galibiyeti ve Süleyman Şah’ın ölümüyle sonuçlandı (18 Safer 479 / 4 Haziran 1086). Tutuş kardeşi Melikşah’ın ölümünün ardından Musul, Halep ve Diyarbekir bölgelerini ele geçirdi. Ancak Büyük Selçuklu tahtı için giriştiği mücadele sırasında Berkyaruk ile yaptığı savaşta hayatını kaybetti (16 Safer 488 / 25 Şubat 1095). Tutuş’un ölümünden sonra Suriye Selçukluları, Halep ve Dımaşk Selçuklu melikliği olmak üzere ikiye ayrıldı. Oğullarından Rıdvan Halep’te, Dukak Dımaşk’ta hüküm sürmeye başladı. 507 (1113) yılına kadar Halep’te hükümdarlık yapan Rıdvan b. Tutuş, Haçlılar’la mücadelede başarılı olamadı, hatta onlara vergi vermek zorunda kaldı. Rıdvan, Bâtınîler’e karşı çok müsamahalı davrandı, Halep’te bir dârü’d-da‘ve açmalarına izin verdi, kendini onların dostu gibi gösterdi. Bu yüzden çok sayıda Halepli hayatından endişe ettiği için Bâtınî oldu veya öyle göründü. Rıdvan, Fâtımîler’in desteğini sağlamak için Fâtımî halifesi adına hutbe okuttu (17 Ramazan 490 / 28 Ağustos 1097); ancak Sünnî İslâm dünyasından gelen tepkiler üzerine dört hafta sonra bu kararından vazgeçti (12 Şevval 490 / 22 Eylül 1097).

Rıdvan b. Tutuş ölünce (507/1113) yerine oğullarından Alparslan Tâcüddevle el-Ahras geçirildi. Alparslan, Muhammed Tapar’la iş birliği yaparak Halep’teki Bâtınîler’in önemli bir kısmını ortadan kaldırdı. Dımaşk Atabegi Tuğtegin’den kendisine yardımcı olmasını istedi, o da bunu kabul etti. Tuğtegin’in Halep işlerine karışmaya başlamasından hoşlanmayan atabeg emîr Lü’lü’, Alparslan’ı öldürüp (508/1114) yerine kardeşi Sultan Şah’ı geçirdi. Ancak Lü’lü’, Halep’in meselelerini halledecek yeteneklere sahip değildi. Hayatının tehlikede olduğunu görünce servetini yanına alıp doğu ülkelerinden birine gitmek isterken uşakları tarafından öldürüldü (510/1116). Bu olayın ardından Mardin Artuklu Hükümdarı Necmeddin İlgazi, Halep ileri gelenlerinin kendilerini Haçlılar’ın baskısından kurtarmasını istemeleri üzerine Halep’e gelip şehre hâkim oldu. Böylece Suriye Selçukluları’nın Halep kolu sona erdi (511/1117).

Babası Tutuş’un ölümünün ardından Emîr Savtegin’in davetiyle Dımaşk’ta Suriye Selçukluları’nın Dımaşk şubesini kuran Dukak (488/1095) dokuz yıl hükümdarlık yaptı. Dukak’ın ölümüyle (10 Ramazan 497 / 6 Haziran 1104) atabeg Tuğtekin onun yerine çok küçük yaştaki oğlu II. Tutuş’u geçirdi. Tuğtegin bir ay sonra Tutuş’un on iki yaşındaki ağabeyi Ertaş’ı (Bektaş) tahta oturtma gereğini duydu. Ertaş’ın Tuğtegin’in kendisini öldüreceğinden korkup annesi ve bir emîrle birlikte şehirden gizlice ayrılmasıyla (Safer 498 / Ekim-Kasım 1104) Dımaşk Selçuklu Melikliği de sona ermiş oldu. Dımaşk’ta bu tarihten sonra Böriler (Tuğteginliler) adıyla bilinen Dımaşk Atabegleri hüküm sürdü.

SURİYE SELÇUKLU HÜKÜMDARLARI

Tutuş 471/1079

a) Halep Selçuklu Melikliği

Rıdvan 488/1095

Alparslan el-Ahras 507/1113

Sultan Şah 508-511 (1114-1117)

b) Dımaşk Selçuklu Melikliği

Dukak 488/1095

II. Tutuş 497/1104

Ertaş (Bektaş) 497-498/1104


BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Kalânisî, Târîħu Dımaşķ (Amedroz), tür.yer.; Azimî Tarihi: Selçuklularla İlgili Bölümler: h. 430-538 (nşr. ve trc. Ali Sevim), Ankara 1988, bk. İndeks; İbnü’l-Ezrak el-Fârikī, Târîħu Meyyâfâriķīn ve Âmid (nşr. Bedevî Abdüllatîf Avad), Kahire 1959, tür.yer.; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X-XII; İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-ĥaleb, I-III; a.mlf., Buġyetü’ŧ-ŧaleb (Zekkâr), bk. İndeks; İzzeddin İbn Şeddâd, el-AǾlâķu’l-ħaŧîre fî źikri ümerâǿi’ş-Şâm ve’l-Cezîre (nşr. Yahyâ Zekeriyyâ Abbâre), Dımaşk 1978, III, tür.yer.; Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1008-1118), İstanbul 1974, bk. İndeks; Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1983; Coşkun Alptekin, Dimaşk Atabegliği (Togteginliler), İstanbul 1985, tür.yer.; Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, II, bk. İndeks; Suhayl Zakkar, The Emirate of Aleppo (1004-1094), Beyrut 1972; Erdoğan Merçil - Ali Sevim, Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilât ve Kültür, Ankara 1995, s. 337-418; Taef Kamal el-Azhari, The Saljuqs of Syria: During the Crusades, 463-549 A.H./ 1070-1154 A.D., Berlin 1997.

Faruk Sümer




B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat. Suriye Selçukluları’nın kurucusu Tâcüddevle Tutuş Suriye, Filistin, Diyarbekir ve el-Cezîre’yi ele geçirdikten sonra hâkim olduğu şehirlerde huzur ve sükûneti sağlamaya çalışmış, halka adaletle muamele etmiş ve çeşitli imar faaliyetlerine girişmiştir. 471 (1079) yılında Dımaşk’a hâkim olan Tutuş halkın refah seviyesini yükseltip gönlünü kazanmak için seferber olmuştur. Bir yandan şehrin imarıyla ilgilenmiş, bir yandan da tarım alanlarında ekim yapılması için çalışmıştır. Yol güvenliğinin sağlanmasından sonra ticarî faaliyetler yoğunlaşmış, çeşitli sebeplerle Dımaşk’ı terkedenler şehre dönmeye başlamıştır.

Melik Rıdvan b. Tutuş devrinde Suriye bölgesi Haçlılar tarafından işgal edildiğinde Rıdvan, Haçlılar’ın Halep ve civarını da işgal etmesine engel olmak için Antakya Prinkepsi Tancred ile çok ağır şartlarda bir antlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Bu antlaşma Halep’te ekonomik krize yol açmış, gıda maddelerinin temininde büyük sıkıntılarla karşılaşılmıştır. Haçlı tehdidi yüzünden Halep ve civarında oturan halkın bir kısmı güvenli yerlere göç etmeye başlamış, Melik Rıdvan göçü önlemek ve halkın toprağa bağlanmasını sağlamak için Halep beytülmâline ait işlenmemiş araziyi halka satmak zorunda kalmıştır. Bir nevi toprak reformu sayılabilecek bu uygulamayla bölge halkı vatanlarına bağlanmış, aynı zamanda boş toprakların işlenmesiyle ülke mâmur hale getirilmiştir (Sevim, s. 214-215).

Suriye Selçukluları döneminde taht kavgaları ve Haçlı istilâsına rağmen başta Halep ve Dımaşk olmak üzere çeşitli şehirlerde medreseler, mescidler, hankah ve ribâtlar, bîmâristan ve hamamlar inşa edilmiştir. Dımaşk’ta açılan yedi medreseden beşi Hanefîler’e, ikisi Şâfiî ve Hanbelîler’e aitti. Tutuş, Dımaşk’ta bir mescid (Mescidü Tutuş) yaptırmış (İzzeddin İbn Şeddâd, s. 159; Nuaymî, II, 356), Hankāhü’s-Sümeysâtiyye adıyla bilinen hankahın tamirini emretmiştir (Nuaymî, I, 12; II, 153). Tutuş ulemâya büyük saygı gösterirdi, Hanbelî fakihi Ebü’l-Ferec eş-Şîrâzî onun itibar ettiği âlimlerden biriydi (a.g.e., II, 65-66). İmam Gazzâlî de 488 (1095) yılında Dımaşk’ta Emeviyye Camii’nde ders vermiştir. Dımaşk’ta Şâfiîler için inşa edilen ilk medrese, Emînüddevle Rebîülislâm Gümüştegin b. Abdullah el-Atabekî tarafından 514’te (1120) yaptırılan Emîniyye Medresesi’dir (İzzeddin İbn Şeddâd, s. 12, 121, 231-232). Emînüddevle yine Dımaşk’ta Bâbülhayl karşısında kendi adıyla anılan bir mescid inşa ettirmiştir. Dımaşk’ta ilk Hanefî medresesi, Şücâüddevle Sâdır b. Abdullah tarafından 491 (1098) yılında yaptırılan Sâdıriyye Medresesi’dir ve medresenin ilk müderrisi Ali b. Mekkî el-Kâşânî’dir (a.g.e., s. 200). Halep’te ilk Şâfiî medresesi, Nizâmiyye Medresesi’nde yetişen ve İbnü’l-Acemî diye tanınan Ebû Tâlib Şerefeddin Abdurrahman b. Hasan el-Halebî’nin inşa ettirdiği Züccâciyye Medresesi’dir. Halep’teki Şerefiyye Medresesi’nin de onun tarafından yaptırıldığı rivayet edilir (M. Es‘ad Tales, s. 90-91).

Bu devirde bölgede birçok hankah inşa edilmiştir. Bunların başında Melik Dukak’ın annesi Safvetülmülk Hatun’un 504’te (1110) Dımaşk’ta yaptırdığı Tavâvisiyye Hankahı gelir (İzzeddin İbn Şeddâd, s. 149, 192). Dımaşk’ta bu dönemde inşa edilen hankahlardan biri de Ebü’l-Kāsım Ali b. Muhammed es-Sümeysâtî’ye nisbetle anılan Sümeysâtiyye Hankahı’dır (a.g.e., s. 191). Halep’te yapılan ilk hankah ise Melik Rıdvan’ın âzatlısı Şemsü’l-Havâs Lü’lü’ el-Hâdim tarafından inşa ettirilen Balat Hankahı’dır. 509 (1115) yılında yaptırılan bu hankah özellikle Halep dışından gelen fukaraya tahsis edilmiştir (M. Es‘ad Tales, s. 251). Dımaşk’taki ilk hastahane (dârüşşifâ) Melik Dukak zamanında Bâbülberîd yanında yapılmıştır. Müsbet ilimler sahasında yetişen meşhur âlimler arasında matematikçi ve mühendis Muhammed el-Kayserânî ile ünlü hekim Circîs b. Yuhannâ’nın adları zikredilebilir. Tarihçi İbnü’l-Kalânisî de bu dönemde Dımaşk’ta yetişen âlim ve idareciler arasında yer alır.

Selçuklular döneminde Dımaşk ve Halep’te demir ve cam sanayii, zeytin ve susam yağı atölyeleri, kâğıt ve sabun sanayii gelişmiştir.

Suriye Selçukluları’nın hâkim olduğu yıllarda Halep, Bâtınîler’in yoğun bir şekilde faaliyette bulunduğu merkezlerden biriydi. Melik Rıdvan, İran’dan gelerek Halep’e yerleşen Bâtınîler için bir dârü’d-da‘ve (propaganda merkezi) yaptırmış ve Halep Bâtınîler’in karargâhı haline gelmiştir. Bu durum Fâtımîler’le iyi ilişkilerin kurulmasına zemin hazırlarken Sünnî İslâm dünyasında büyük tepkilere yol açmıştır. Mısır Fâtımî Halifesi Müsta‘lî-Billâh, Melik Rıdvan’a özel bir elçi heyeti gönderip kendi adına hutbe okutması halinde malî ve askerî yardımda bulunacağını bildirmiş, Rıdvan bu teklifi kabul ederek Sünnî kadı ve hatip Ebû Gānim Muhammed b. Hibetullah’ı azledip yerine Şiî Ebû Türâb Haydere b. Ebû Ürâme’yi hatip, Şiî Fazlullah ez-Zevzenî’yi kadı tayin etmiştir. Bu anlaşmadan sonra 17 Ramazan 490’da (28 Ağustos 1097) Halep ve civarındaki camilerde hutbe Fâtımî halifesi adına okunmuştur. Böylece tarihte ilk defa bir Selçuklu meliki Mısır Fâtımî halifesini metbu tanımış oluyordu. Ancak Sünnî İslâm dünyasının şiddetli tepkisi ve tehdidi karşısında zor durumda kalan Rıdvan hutbeyi tekrar Abbâsî halifesi ve Büyük Selçuklu sultanı adına okutmaya başlamıştır (12 Şevval 490 / 22 Eylül 1097). Rıdvan’ın yerine geçen Alparslan el-Ahras, Bâtınîler’in reisi Ebû Tâhir İsmâil ed-Dâî ve Hakîm el-Müneccim gibi liderlerini öldürtmüş, ayrıca 200 kadar Bâtınî’yi hapsedip mallarını müsadere etmiş, böylece Bâtınîler, Sultan Muhammed Tapar’ın desteğiyle bertaraf edilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’l-Kalânisî, Târîħu Dımaşķ (Zekkâr), bk. İndeks; İbnü’l-Adîm, Buġyetü’ŧ-ŧaleb (Zekkâr), bk. İndeks; a.mlf., Zübdetü’l-ĥaleb, II, bk. İndeks; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, tür.yer.; İzzeddin İbn Şeddâd, el-AǾlâķu’l-ħaŧîre fî źikri ümerâǿi’ş-Şâm ve’l-Cezîre (nşr. Sâmî ed-Dehhân), Dımaşk 1375/1956, s. 12, 121, 149, 159, 191-192, 200, 231-232; Nuaymî, ed-Dâris fî târîħi’l-medâris (nşr. Ca‘fer el-Hasenî), Kahire 1988, I, 12, 177 vd., 537 vd.; II, 65-66, 153, 356, ayrıca bk. İndeks; Müneccimbaşı, Câmiu’d-düvel (nşr. ve trc. Ali Öngül), İzmir 2000, I, 221-233; M. Es‘ad Tales, el-Âŝârü’l-İslâmiyye ve’t-târîħiyye fî Ĥaleb, Dımaşk 1376/1956, s. 90-92, 251; Suhayl Zakkar, The Emirate of Aleppo (1004-1094), Beyrut 1971, bk. İndeks; Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1983; Coşkun Alptekin, Dimaşk Atabegliği (Togteginliler), İstanbul 1985, s. 172-189; Taef Kamal el-Azhari, The Saljuqs of Syria: During the Crusades, 463-549 A.H./1070-1154 A.D., Berlin 1997, s. 279-329.

Abdülkerim Özaydın





V. IRAK SELÇUKLULARI (1118-1194)

A) Tarih. Irak Selçukluları’nın ilk hükümdarı Mahmûd b. Muhammed Tapar, İsfahan’da tahta çıkarıldığında (511/1118) on dört yaşındaydı ve iyi bir tahsil görmüştü. Mahmud gençliği yanında dirayetli vezir ve emîrlere sahip olmadığından kardeşlerinin isyanlarıyla karşılaştı. Bu isyanlar bastırıldıysa da amcası Horasan Hükümdarı Sultan Sencer ile Sâve’de yapılan savaş Mahmud’un yenilgisiyle sonuçlandı (2 Cemâziyelâhir 513 / 10 Eylül 1119). Sultan Sencer, Sâve galibiyetinden sonra Mahmud’u kendine tâbi kıldı; Mâzenderan, Taberistan, Kūmis, Damgan ve Rey bölgelerini kendi ülkesine kattı. Sâve, Âbe, Kazvin, Zencan, Ebher ve daha birçok yeri Sultan Mahmud’un kardeşi Tuğrul’a, Fars ile Hûzistan ve İsfahan yöresinin yarısını diğer kardeşi Selçuk’a tahsis etti; böylece yeğeni Sultan Mahmud’u iyice zayıf bir duruma düşürmüş oldu. Musul ile Azerbaycan’da bazı yerler Mahmud’un kardeşlerinden Mesud’un elindeydi.

Halife Müsterşid-Billâh, Sultan Mahmud’un zayıflığından faydalanarak müstakil şekilde Irak’a sahip olmak için faaliyet göstermeye, Alparslan’dan Mahmud’a kadar geçen süre içinde herhangi bir harekette bulunmayan Gürcüler de Kıpçak (Kıfçak) Türkleri ile ittifak ederek İslâm topraklarına akınlar yapmaya başladılar. Gürcüler 514 (1120) yılında, Kıpçaklar’la birlikte Tiflis’e yakın bir yerde başlarında Arrân Meliki Tuğrul, atabegi Gündoğdu, Artuklu İlgazi, Mezyedî Emîri Dübeys b. Sadaka’nın bulunduğu Türk ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattılar ve Tiflis’i ele geçirip korkunç bir şekilde yağmaladılar (515/ 1121). Sultan Mahmud bölge halkından gelen şikâyetler üzerine sefere çıkmak zorunda kaldı. Savaştan önceki gece Kıpçaklar’la aralarında kavga çıktığı için Gürcüler savaş meydanından bozguna uğramış gibi çekildiler (Cemâziyelevvel 517 / Temmuz 1123), dolayısıyla Gürcüler takip edilmeden geri dönüldü.

525 (1131) yılında vefat eden Sultan Mahmud iyi kalpli bir hükümdar olmakla birlikte dirayetsizliği yüzünden hiçbir meseleyi halledemedi. Yerine vezir ve atabeg Aksungur el-Ahmedîlî tarafından oğlu Dâvud geçirildi. Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’da Dâvud için hutbe okunduysa da bu çok devam etmedi. Sultan Sencer’in Rey’e yönelmesi üzerine Sultan Mahmud’un kardeşleri Melik Mesud ve Selçuk Şah ile halife arasında Bağdat’ta bir ittifak kuruldu. Buna göre başarılı olunduğu takdirde Mesud sultan, Selçuk Şah veliaht olacak ve Irak halifenin vekilleri tarafından idare edilecekti. Mesud ve Selçuk Şah amcalarıyla yapılacak savaşta en çok Emîr Karaca’ya güveniyordu. Sultan Sencer, kendisiyle savaşmaktan çekinerek Azerbaycan’a gitmekte olan yeğenlerini Dînever yakınlarında bozguna uğrattı (8 Receb 526 / 25 Mayıs 1132). Mesud’u çağırıp ona merkezi Gence olan Arrân’ı verdi, Mesud’un kardeşi Tuğrul’u Irak Selçuklu tahtına geçirdikten sonra Horasan’a döndü. Mücadeleyi sürdüren Mesud, bir ara Hemedan’da hükümdarlık tahtını elde ettikten sonra Tuğrul’un vefatı üzerine onun yerine geçti (Muharrem 529 / Kasım 1134). Ardından Halife Müsterşid-Billâh hizmetine giren Selçuklu emîrlerine güvenerek Mesud’un üzerine yürüdü. Fakat bu emîrlerin muharebe vuku bulacağı sırada hükümdarlarının tarafına geçmesi üzerine esir düştü ve çok geçmeden Bâtınîler tarafından öldürüldü. Sultan Mesud, kendisine tahakküm etmek isteyen emîrleri ortadan kaldırdıktan (542/1147) sonra güçlü bir hükümdar olarak saltanat sürdü ve 1 Receb 547 (2 Ekim 1152) tarihinde vefat etti. İbnü’l-Esîr, Sultan Mesud’un son büyük Selçuklu hükümdarı olduğunu, ondan sonra Selçuklular’ın bayrağını kaldıran olmadığını söyler.

Sultan Mesud’dan sonra Sultan Mahmud’un oğlu Melikşah tahta çıkarıldı. Fakat hükümdarlık yapacak kabiliyete sahip bulunmadığı anlaşılınca yerine ağabeyi Muhammed geçirildi. Muhammed de hastalıklı olduğundan genç yaşta öldü (554/ 1159). Bunun üzerine emîrler Muhammed Tapar’ın hayatta kalan tek oğlu Süleyman Şah’ı tahta çıkardılar. Süleyman Şah da Melikşah gibi kabiliyetsiz olduğu için bazı emîrler, o sırada Arrân ile Azerbaycan’da bazı yerlere hükmeden ve Şemseddin İldeniz’in yanında bulunan Sultan Tuğrul’un oğlu Arslanşah’ı tahta çıkarmak için harekete geçtiler. Arslanşah tahta çıkarıldı (556/1161), İldeniz de onun atabegi oldu. Böylece Irak Selçukluları tarihinde atabeglik devri başladı. İldeniz ile oğlu ve halefi Cihan Pehlivan Muhammed zamanında halk rahat bir dönem geçirdi. Cihan Pehlivan, Arslanşah’ın ölümü üzerine yerine çocuk yaştaki oğlu II. Tuğrul’u getirdi ve II. Tuğrul’un saltanatının ilk yıllarında Eyyûbîler’le nüfuz mücadelesine girişti, ancak Selâhaddîn-i Eyyûbî karşısında başarılı olamadı. Onun ölümü üzerine atabeglik makamına kardeşi Kızılarslan Osman getirildi (581/1186). Atabeglerin tahakkümünden bıkmış olan Sultan II. Tuğrul, Kızılarslan ile mücadeleye giriştiyse de başarılı olamadı ve bir kalede hapsedildi. Kızılarslan’ın öldürülmesinden sonra hapisten çıkarılan II. Tuğrul (588/ 1192), bu defa Irak Selçuklu topraklarında gözü olan Hârizmşah Alâeddin Tekiş ile savaşmak zorunda kaldı. Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh da onu Selçuklular’a karşı savaşa teşvik etmekteydi. Rey şehri yakınlarında meydana gelen savaşta yenilen II. Tuğrul öldürüldü (590/1194). Böylece Irak Selçukluları tarih sahnesinden çekilmiş oldu.

BİBLİYOGRAFYA:

Azimî Tarihi: Selçuklularla İlgili Bölümler: h. 430-538 (nşr. ve trc. Ali Sevim), Ankara 1988; Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî, Selcuķnâme (nşr. A. H. Morton), Warminster 2004; İbnü’l-Cevzî, el-Muntažam, VIII-IX; Râvendî, Râĥatü’ś-śudûr; a.e. (Ateş), I-II; Aħbârü’d-devleti’s-Selcûķıyye; a.e. (Lugal); İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IX-XII; Bündârî, Zübdetü’n-Nuśra; a.e. (Burslan); Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirǿâtü’z-zamân (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968; İbn Hallikân, Vefeyât, I-VIII, tür.yer.; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, CâmiǾu’t-tevârîħ (nşr. Ahmed Ateş), Ankara 1960, I; Müstevfî, Târîħ-i Güzîde (Nevâî); Necmeddin Ebü’r-Recâ Kummî, Târîħu’l-vüzerâǿ (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1363 hş.; Uzunçarşılı, Medhal, bk. İndeks; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965; Hüseyin Emîn, Târîħu’l-Irâķ fi’l-Ǿaśri’s-Selcûķī, Bağdad 1385/1965; CHIr., V, tür.yer.; Abbas Pervîz, Târîħ-i Selâciķa ve Ħârizmşâhân, Tahran 1351 hş.; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1975-92, I-III; a.mlf., Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1982; K. Shimizu, Bibliography on Saljuq Studies, Tokyo 1979; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, tür.yer.; Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993; a.mlf., Selçuklularda Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara 2007; a.mlf. - Ali Sevim, Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilât ve Kültür, Ankara 1995; Ahmet Ocak, Selçuklular’ın Dinî Siyaseti: 1040-1092, İstanbul 2002; S. G. Agacanov, Selçuklular (trc. Ekber N. Necef - Ahmet Annaberdiyev), İstanbul 2005; M. F. Brosset, Gürcistan Tarihi (trc. H. D. Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil), Ankara 2003; Coşkun Alptekin, “Selçuklu Paraları”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 1971, s. 435-574; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İA, X, 373-378.

Faruk Sümer





B) Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat. Irak Selçuklu Devleti’nde sosyal, ekonomik ve kültürel hayat Büyük Selçuklu Devleti’yle benzerlikler göstermektedir. Sosyal yapı Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi şehirliler, köylüler ve göçebelerden oluşuyordu. Sultan Sencer, Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra Selçuklu tahtına müdahale ederek hâkimiyeti ele geçirince Büyük Selçuklu Devleti’nin başşehrini Horasan’daki Merv’e taşımış, İsfahan şehri ise Mahmûd b. Muhammed Tapar’ın başında bulunduğu Irak Selçuklu Devleti’nin başşehri olarak kalmıştır. Sultan Mahmud’un ölümünün ardından ortaya çıkan taht kavgaları Hemedan şehrinin stratejik önemini daha da arttırmış, başşehir I. Tuğrul zamanında Hemedan’a nakledilmiştir. İsfahan ve Hemedan’ın yanı sıra Rey, Sâve, Kâşân, Kum, Kazvin, Zencan, Tebriz, Merâga, Erdebil, Bağdat, Musul ve Erbil, Irak Selçuklu Devleti’nin önemli yerleşim merkezleriydi.

Şehirlerde nüfusun bir kısmını devlet görevlileri oluşturuyor, halk ticaret, zanaat ve el sanatlarıyla meşgul oluyordu. İlmî ve hukukî görevler genellikle köklü ailelerin, askerî işler Türk asıllı gulâmların elindeydi. Büyük şehirlerin birçoğunda idarî, iktisadî ve ticarî faaliyetlerin ortaya çıkardığı, âyan denilen zengin aileler mevcuttu. Geçimlerini el sanatları ve çeşitli zanaatlarla temin eden meslek grupları kendi aralarında örgütlenmişlerdi. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu, kaynaklarda “ayyâr, rind” ya da “evbaş” diye zikredilen kitle, merkezî otoritenin zaafa uğradığı durumlarda şehirlerdeki karışıklıklarda önemli rol oynamaktaydı.

Irak Selçuklu hazinesinin imkânları Büyük Selçuklu hazinesine oranla oldukça kısıtlıydı. Sultan Muhammed Tapar öldüğünde Büyük Selçuklu hazinesinde değerli eşyaların dışında nakit olarak 18 milyon dinar mevcuttu. Halbuki Irak Selçuklu Devleti’nin kurulmasının ardından Sultan Mahmud zamanında zaruri giderler için hazinede nakit para bulmakta güçlük çekilmişti (Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkıyye, s. 69). Taht kavgaları ve iç mücadeleler Sultan Mes‘ûd b. Muhammed Tapar döneminde hazinenin iyice boşalmasına yol açmıştır. Hazinenin boşalmasının bir sebebi de sultanların eğlence ve israfa aşırı derecede düşkün olmalarıydı. Ekonomik durum siyasî istikrar bir türlü sağlanamadığı için zamanla daha da kötüye gitmiş, Büyük Selçuklu Devleti zamanındaki refah XII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde yok olmuş, halk gittikçe fakirleşmiştir. İç mücadelelerin yanı sıra kıtlık, kuraklık ve deprem gibi doğal âfetler de halkın ekonomik durumunu olumsuz yönde etkilemiştir. Râvendî, İsfahan şehrinde 570 (1174-75) yılından beri büyük bir kıtlık yaşandığını, şehrin asil ailelerinin bile sefil duruma düştüğünü kaydetmektedir (Râĥatü’ś-śudûr, s. 39). Devrin önemli şairlerinden Cemâleddîn-i İsfahânî’nin tasvirleri de kıtlığın şehirde ne kadar etkili olduğunu ortaya koymaktadır (Dîvân, s. 193-196). Ticarî hayatta muhtelif paralar kullanılıyordu. İsfahan, Rey, Bağdat, Hemedan ve Nihâvend bu dönemde darphânelerin bulunduğu önemli şehirlerdi. Irak Selçuklu sultanlarının bastırdığı sikkelerin yanı sıra önceki dönemlerde Büyük Selçuklu sultanları tarafından darbedilen sikkeler de tedavüldeydi. Bu durum, büyük ticarî ilişkilerde ve alım satım senetlerinde paranın miktarının yanında cinsinin ve darphânesinin de belirtilmesini gerektiriyordu.

Büyük şehirlerde dinî faaliyetler oldukça canlıydı. Yerleşim merkezlerinin birçoğunda dinî ve ilmî işleri yürüten güçlü aileler oluşmuştu. Özellikle taht kavgaları yüzünden merkezî otoritenin zayıflamasından sonra siyasî güç yavaş yavaş bu ailelerin eline geçmiştir. Şehirlerde halk genellikle mensup olduğu din ve mezhebe göre farklı mahallelerde oturuyordu. Otoritenin iyice zayıflamasıyla birlikte İsfahan ve Rey gibi şehirlerde Şâfiî ve Hanefîler arasında çıkan mezhep kavgaları birçok insanın hayatını kaybetmesine ve şehirlerin büyük zarar görmesine sebep olmuştur.

Ülke nüfusunun en kalabalık grubunu tarım ve hayvancılıkla geçinen köylüler oluşturuyordu. Tarım yağışın yetersiz olması yüzünden genellikle su kanallarından istifade edilerek yürütülüyordu. Sultan Mesud tarafından 536 (1141-42) yılında Nehrevan yakınlarında inşa ettirilen bir su kanalı için 70.000 dinar harcanmıştı (İbnü’l-Esîr, XI, 77). İsfahan ve çevresi, Fars ve Irak yaptırılan su kanalları sayesinde tarımın geliştiği bölgelerdi. Sosyal yapı içerisindeki üçüncü topluluk büyük çoğunluğunu Türkmenler’in oluşturduğu göçebelerdi. Boylar halinde yaylak-kışlak hayatı yaşayan göçebeler hayat tarzları için en elverişli bölgeler olan Elburz dağlarının güneyi, Irâk-ı Acem’in kuzeybatısı, Musul-Kerkük ve Azerbaycan bölgesinde toplanmıştı. XII. yüzyıl sonlarından günümüze ulaşan belgeler bu dönemde Azerbaycan coğrafyasında sayıları az da olsa yerleşik hayata geçmiş Türkmenler’in varlığını ortaya koymaktadır. Yerleşik hayata geçiş sonraki dönemlerde de hızlı bir şekilde devam etmiştir. Göçebelerin en önemli mal varlığı koyun sürüleriydi. Koyunun yanı sıra keçi, at, deve ve sığır da yetiştirilen hayvanlar arasındaydı.

Irak Selçuklu sultanları başşehir Hemedan’da çok sayıda medrese yaptırmış, Sultan Mahmud ve Sultan Mesud, Bağdat’ta birer medrese inşa ettirmiştir. Sultanların yanı sıra devlet adamları da önemli şehirlerde medreseler yaptırarak ilmî faaliyetlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Hazinedar Kemâleddin Ebü’l-Fütûh b. Talha Bağdat’ta, Atabeg Şemseddin İldeniz ile Emîr Şerefeddin Girdbâzû Hemedan’da birer medrese inşa ettirerek bunlar için vakıflar kurmuşlardı (Râvendî, s. 292, 301; İbnü’l-Esîr, XI, 80). Bu medreselerin önemli bir kısmında kütüphane mevcuttu.

Büyük Selçuklu hükümdarları gibi Irak Selçuklu sultanları da ilme ve edebiyata ilgi duymuş, âlim, edip ve şairleri himaye etmiştir. Sultan Mahmud’un çok iyi Arapça bildiği, şiir ve meseller ezberlediği, Sultan Mesud’un şair Eşref-i Gaznevî’nin hac dönüşünde memleketine gitmesine izin vermeyip yanında alıkoyduğu, Süleyman Şah’ın şiire ilgi duyduğu, Farsça şiirler kaleme aldığı, Sultan II. Tuğrul’un savaş meydanlarında Şâhnâme okuduğu, güzel şiirler yazdığı ve hat sanatıyla uğraştığı kaydedilmektedir. Muhammed b. Mahmûd b. Ahmed-i Tûsî, ǾAcâǿibü’l-maħlûķāt ve ġarâǿibü’l-mevcûdât adlı eserini II. Tuğrul adına kaleme almıştır. II. Tuğrul’un Nizâmî-i Gencevî’den kendisi için bir mesnevi yazmasını istediği bilinmektedir. Esîrüddîn-i Ahsîkesî, Şerefeddin Şefrevih-i İsfahânî,


İmâdî-i Gaznevî, Mücîrüddîn-i Beylekānî, Zahîr-i Fâryâbî, Cevherî-yi Zerger, Nizâmeddin Mahmûd Kamer-i İsfahânî, Refîuddîn-i Lunbânî, Felekî-yi Şirvânî, Cemâleddîn-i İsfahânî, Hâkānî-i Şirvânî ve Nizâmî-i Gencevî gibi İran edebiyatının önemli şairleri Irak Selçuklu Devleti hâkimiyetindeki topraklarda yetişmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Necmeddin Ebü’r-Recâ Kummî, Târîħu’l-vüzerâǿ (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1363 hş., s. 47-269; Müntecebüddin Bedî‘, ǾAtebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvînî - Abbas İkbâl), Tahran 1329 hş., s. 20, 23-24, 29, 41, 56, 80-85; el-Muħtârât mine’r-resâǿil (nşr. Gulâm Rızâ Tâhir - Îrec Efşâr), Tahran 1378 hş., s. 442-443, 457-460; Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî, Selcûķnâme (nşr. A. H. Morton), Warminster 2004, s. 70-122; Râvendî, Râĥatü’ś-śudûr (nşr. Muhammed İkbâl), Tahran 1364 hş., s. 39, 220-375; Cemâleddîn-i İsfahânî, Dîvân (nşr. Vahîd Destgirdî), Tahran 1362 hş., s. 109-115, 158-160, 192-196, 347, 364, 410; Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkıyye (Lugal), s. 68-138; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân (nşr. F. Wüstenfeld), Leipzig 1867 → (ed. Fuat Sezgin), Frankfurt 1994, II/1, s. 893-894; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1987, XI, tür.yer.; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), s. 121-272; Avfî, Lübâb, I, 40-42; Devletşah, Teźkiretü’ş-şuǾarâǿ (nşr. Muhammed Ramazânî), Tahran 1366 hş., s. 91, 93; Ebû Bekir Mutahhar b. Muhammed Cemâlî-yi Yezdî, Ferruhnâme (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1346 hş., s. 119-171; H. Horst, Die Staatsverwaltung der Grosselğūqen und Horazmšāhs (1038-1231), Wiesbaden 1964, tür.yer.; B. Fragner, Geschichte der Stadt Hamadān und ihrer Umgebung in den ersten sechs Jahrhunderten nach der Hiğra, Wien 1972, s. 121-135; M. Gronke, Arabische und Persische Privaturkunden des 12. und 13. Jahrhunderts aus Ardabil (Aserbeidschan), Berlin 1982, s. 94-151; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1991, V, tür.yer.; a.mlf., “Son Irak Selçuklu Hükümdarı II. Tuğrul ve Zamanı”, EFAD, sy. 13 (1985), s. 215-234; A. K. S. Lambton, Landlord and Peasant in Persia, London-New York 1991, tür.yer.; a.mlf., “The Internal Structure of Saljzuq Empire”, CHIr., V, 203-282; a.mlf., “Atabetü’l-Ketebe’ye Göre Sancar İmparatorluğunun Yönetimi” (trc. N. Kaymaz), TTK Belleten, XXXVII/147 (1973), s. 365-394.

Osman Gazi Özgüdenli


VI. SELÇUKLULAR’DA DEVLET TEŞKİLÂTI

Büyük Selçuklular’da devlet teşkilâtı Tuğrul Bey zamanından itibaren düzenli bir şekle konulmuştur. Bunda, Türk beylerinde kuvvetle yaşayan hâkimiyet telakkisiyle devlet teşkilâtı geleneklerinin önemli rolü vardır. Selçuklular’da hâkimiyetin yegâne temsilcisi “es-sultânü’l-a‘zam” (es-sultânü’l-muazzam) unvanıyla anılan hükümdardır. Vezir Nizâmülmülk Siyâsetnâme adlı eserinde (s. 6), Tanrı’nın her yüzyılda insanlar arasından padişahlık vasıflarıyla bezediği birini seçtiğini, dünya işlerini ve halkın barış içinde yaşamasını ona tevdi ettiğini söyler. Nizâmülmülk’ün bu ifadesinden hükümdarın kudretini doğrudan doğruya Tanrı’dan aldığı ve onun adına saltanat sürdüğü anlaşılmaktadır. Türk töresine göre hükümdarlar Tanrı bağışı, yani “kut” yoluyla yeryüzündeki insanları yönetmekle görevlidir. Bu geleneği sürdüren Selçuklu hükümdarları görevin kendilerine Tanrı tarafından verildiğine inanırlardı. Sultan Alparslan’a göre Tanrı, kendisine teveccüh göstererek onu insanlar arasında dünya işlerini düzene koyması için seçmiştir (Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, III, 69). Hükümdarın fermanları, hatta ağzından çıkan sözler kanun hükmündeydi. Hükümdar danışma meclisleri kurar ve burada çeşitli meseleler tartışılırdı. Ancak kesin karar verme veya alınan kararları uygulayıp uygulamama yetkisi hükümdara aitti. Anadolu Selçukluları döneminde de yöneticiliğin hükümdarlara Tanrı tarafından verildiğine inanılıyordu. Muhammed b. Ali er-Râvendî, İbn Bîbî ve Kerîmüddin Aksarâyî gibi dönemin tarihçileri eserlerinde bunu ifade etmişlerdir. Ayrıca bu durum sikkelerde de görülmekte, meselâ I. Keykâvus’a ait bir sikkede “es-sultan bi-rızâi’llâh el-gālib bi-emri’llâh” ifadesi yer almaktadır (Aykut, s. 167).

Hâkimiyet Sembolleri. Selçuklular’da mânevî ve maddî unsurlar olmak üzere başlıca iki grup hâkimiyet sembolünden söz edilebilir. Mânevî unsurların en önemlisi unvan ve lakaplardır. Selçuklular başlangıçta eski Göktürk teşkilâtının uygulayıcısı Oğuz Yabgu Devleti’nin izindeydiler. Devletin başındaki hükümdar “yabgu” unvanı taşıyordu. Selçuk Bey’in oğulları Arslan ve Mûsâ da yabgu unvanını kullanmışlardır. Selçuklular’ın Horasan’a geçip çevredeki müslüman ve Türk devletleriyle temasa geçmesinden sonra bu unvanlarda değişiklikler görülmeye başlanmıştır. Tuğrul Bey önceleri emîr ve melik unvanlarını (el-emîrü’l-ecel, el-melikü’l-celîl) kullanıyordu. Nitekim 433’ten (1041-42) itibaren bastırdığı sikkelerde de emîr unvanı bulunmaktadır. Halife Kāim-Biemrillâh’ın 438’de (1046-47) Horasan üzerindeki hâkimiyetini onaylamasının ardından aynı yıl içinde bastırdığı paralarda “es-sultânü’l-muazzam şâhânşâh” unvanına yer verildiği görülmektedir (Artuk, I, 342; Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 74-76; Alptekin, III [1971], s. 443 vd.). Paralarında “es-sultânü’l-muazzam” unvanını kullanan ilk Türk-İslâm hükümdarı olan Tuğrul Bey’den sonra Büyük Selçuklu ve Irak Selçuklu sultanları da genellikle aynı unvanı kullanmıştır. Kirman Selçukluları’nın kurucusu Kavurd Bey de Kirman bölgesine hâkim olduktan sonra melik unvanı kullanmaya başlamış ve halefleri bu unvanı kullanmaya devam etmiştir (Merçil, Kirman Selçukluları, s. 147-148). Anadolu Selçukluları’nın ilk hükümdarı Süleyman Şah’ın sultan unvanını kullandığı ileri sürülmektedir. I. Mesud, II. Kılıcarslan ve I. Keyhusrev’in Büyük Selçuklular’da olduğu gibi “es-sultânü’l-muazzam” unvanını taşıdığı bilinmektedir. I. Keykavus ile I. Keykubad’ın “sultânü’l-ber ve’l-bahreyn” unvanını kullandıkları, çöküş döneminde ise daha çok “es-sultânü’l-a‘zam” unvanına yer verildiği görülmektedir.

Selçuklu hükümdarlarından Tuğrul Bey’in lakabı “rüknü’d-dîn melikü’l-İslâm ve’l-müslimîn, burhânü emîri’l-mü’minîn, melikü’l-meşrik ve’l-mağrib”, Alparslan’ın lakabı ise “Adudüddevle” idi. Ani şehrini fethinden sonra Alparslan’a “Ebü’l-feth” lakabı verilmiştir. Sultan Melikşah’ın lakabı “celâlüddevle muizzü’d-dîn ebü’l-feth” idi. Oğullarından Berkyaruk “rüknü’d-dünyâ ve’d-dîn ebü’l-muzaffer”, Muhammed Tapar “gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn”, Sencer “muizzü’d-dünyâ ve’d-dîn ebü’l-hâris” lakaplarını kullanmış, Irak Selçuklu hükümdarları da bu lakapları kullanmaya devam etmiştir. Kirman Selçuklu melikleri de çeşitli lakaplarla zikredilmiştir (a.g.e., s. 8, 46, 51, 55, 64, 68, 73, 95). Suriye Selçukluları’nın kurucusu Tutuş’un lakabı “tâcü’d-devle”, oğullarından Rıdvan’ın “fahrü’l-mülûk”, Dukak’ın “şemsü’l-mülûk” idi. Rıdvan’ın oğlu Alparslan Tâcüddevle el-Ahras “Ebû şücâ” lakabını, Anadolu Selçuklu sultanları ise “rüknü’d-dîn, izzü’d-dîn, gıyâsü’d-dîn ve alâüddin” lakaplarını kullanmıştır.

Hükümdarlık alâmetlerinden biri de hutbedir. Selçuklular’da ilk hutbe Çağrı Bey adına Merv şehrinde 428 yılı Receb ayının ilk cuma günü (22 Nisan 1037) okunmuş, bunu Tuğrul Bey adına yaklaşık bir ay sonra Nîşâbur’da okunan hutbe izlemiştir. Hutbede önce Abbâsî halifesinin, ardından Selçuklu sultanının adı zikredilirdi. Halep Selçuklu Meliki Rıdvan bu geleneğe aykırı hareket ederek Fâtımî halifesi adına hutbe okutmuş, ancak Sünnî İslâm dünyasından gelen tepkiler üzerine bir ay sonra bu uygulamadan vazgeçmiştir. Anadolu Selçukluları’nda kendi adına hutbe okutan ilk sultan I. Kılıcarslan’dır (İbnü’l-Esîr, X, 427). Hutbe konusunda dikkat çekici bir olay II. Keyhusrev’in ölümünden sonra


görülmüş, hutbe bir ara müştereken tahta oturtulan üç oğlu (IV. Kılıcarslan, II. Keykâvus ve II. Keykubad) adına okunmuştur.

Taht ve taç hükümdarlığın önemli maddî sembollerindendir. Selçuklu sultanları resmî törenlerde, vasal hükümdar ve elçi kabullerinde, nikâh merasimlerinde tahta otururlardı. Tuğrul Bey, kendisini Bağdat dışında karşılamaya gelen halifenin vezirini tahtında oturarak kabul etmişti. Sultanlar ikamet ettikleri yerlere ve seferlerine göre değişik tahtlar kullanmışlardır. Abbâsî halifesi diğer hâkimiyet alâmetleri yanında Tuğrul Bey’e bir de taç vermişti. Sultanlar cülûs merasimlerinde, elçi kabullerinde, resmî törenlerde ve meydanlardaki gösterilerde taç giyerlerdi. Önemli bir hükümdarlık sembolü de sikkedir. Tahta çıkan hükümdarın ilk işlerinden biri üzerinde adının, unvanının ve lakaplarının bulunduğu sikke bastırmaktı. Selçuklular’da tesbit edilebilen ilk dinar Sultan Tuğrul Bey’e ait olup 433 (1041-42) yılında Nîşâbur’da basılmıştır. İstisnalar hariç bütün Selçuklu paralarının ön üst yüzünde Oğuzlar’ın hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işareti bulunmaktadır. Türkler’de ok ve yayın hükümdarlık sembolü olarak kullanımı Oğuz Han zamanına kadar gitmektedir. Tuğrul Bey 429’da (1038) Nîşâbur şehrine girdiğinde kolunda bir yay ve göğsünde üç ok bulunuyordu. Kirman Selçuklu Devleti’nin kurucusu Kavurd Bey’in tuğrası isim ve elkābı üzerine konan ok, yay ve yaycıktan ibaretti. Saltanat çadırı veya otağ da önemli hükümdarlık sembolleri arasındadır. Kaynaklarda “hargâh, serâperde, sürâdık” gibi kelimelerle ifade edilen saltanat çadırının hazineden çıkarılıp kurulması sefere çıkma veya harekete geçme işaretidir. Çadırın kurulacağı yer seferin yönünü göstermesi bakımından önemlidir. Selçuklu saltanat çadırlarının rengi kırmızıydı. Hükümdarlık sembollerinden olan yüzük (mühür) evrak ve hazinenin mühürlenmesi, sultanın emrinin yerine getirilmesi için yetki verdiği bir şahsı gösteren nişan, bir hükümdarın öldüğünün ispat işareti gibi amaçlarla kullanılmıştır. Yüzük altından yapılır, yakut, fîrûze ve zümrüt gibi kıymetli taşlarla süslenirdi. Bayrak, sancak, hükümdar sefere veya alayla bir yere giderken başı üzerinde tutulan şemsiye (çetr), çizme, kemer, kılıç, eyer örtüsü (gāşiye), halife tarafından verilen hil‘at, nevbet, tevkī‘ ve tuğra da birer hükümdarlık sembolüdür.

Büyük Selçuklular’ın Rey, Bağdat, İsfahan, Merv, Nîşâbur ve Hemedan gibi şehirlerde sarayları vardı. Anadolu Selçukluları ise Konya, Kubâdâbâd, Keykubâdiye, Antalya ve Alâiye’de (Alanya), daha başka yerlerde saray ve köşkler yaptırmıştır. Saray teşkilâtındaki görevliler doğrudan sultana bağlıydı. Bu görevlilerin yetkileri ve protokoldeki yerleri tesbit edilmiş olup bunların aşılmasına izin verilmezdi. Görevliler genelde asker (gulâm) kökenliydi. Saray teşkilâtında sultandan ve vezirden sonra en üst görevli büyük hâcibdi ve emrinde hâcibler bulunmaktaydı. Vekîl-i der sultanla vezir arasında haberleşmeyi sağlar, ayrıca bir çeşit nedimlik yapardı. Vekîl-i hâs sarayın masraflarını, mutfağını, ahırı kontrol ederdi; hükümdarın oğulları ve maiyetine ait işler de onun görevleri arasındaydı. Muhtemelen üstâdüddâr da aynı görevleri yapıyordu. Nedimler sultanın hoşça vakit geçirmesini sağlamakla görevliydi. Saray muallimleri çocukların ve gulâmların eğitiminden sorumluydu. Mutribler sarayda çalgı çalıp şarkı söyleyerek eğlence meclislerine katılanları eğlendirirler, sâkîler sultana ve davetlilere şerbet ve içecek sunarlardı. Bunların dışında av işleriyle görevli bâzdâr, hükümdarın elbiselerine nezaret eden câmedâr, saray mutfağından ve hükümdarın sofrasının hazırlanmasından sorumlu hânsâlâr (çavuş), leğen ve ibriği tutan taştdâr (ibrikdâr, âbdâr), saraya ve özellikle hükümdara ait hayvanlarla ilgilenen emîr-i âhûr (mîrâhur), hükümdarın bayrağını taşımakla görevli emîr-i alem (mîr-i alem), hükümdar ve sarayı korumakla görevli muhafızların kumandanı emîr-i cândâr, hükümdar sofralarına nezaret edip yemekleri kontrol eden emîr-i çaşnigîr, sultanla devlet erkânının katıldığı önemli meclisleri tertipleyen emîr-i meclis, hükümdarın silâhını taşıyan ve silâh depolarından sorumlu emîr-i silâh (silâhdar), sultanın av işlerini tanzime memur emîr-i şikâr, sarayı koruyan ve hükümdarın vereceği cezaları infaz etmekle görevli olan emîr-i hares ve sultanın içeceklerini ve şerbetlerini hazırlayan şarabdâr gibi görevliler saray kadrosu içinde yer almaktaydı. Ayrıca kihterân (saray küçükleri) denilen pasbânân (gece bekçileri), nevbetiyân-ı hâs (nöbetçiler), derbânân (kapıcılar), ferrâş ve hadem (hizmetkârlar) vb. de saray görevlileri arasında bulunuyordu.

Merkez Teşkilâtı. Büyük Selçuklular’ın ve diğer Selçuklu devletlerinin idarî teşkilâtında en büyük müessese büyük divandır (Dîvân-ı A‘lâ, Dîvân-ı Saltanat). Vezirin başkanlığındaki bu divan Dîvân-ı İnşâ ve Tuğrâ (başkanı tuğraî), Dîvân-ı Zimâm ve İstîfâ (başkanı müstevfî), Dîvân-ı Arz (başkanı ârızü’l-ceyş) ve Dîvân-ı İşrâf-ı Memâlik (başkanı müşrif) adlı dört divandan oluşuyordu. Sâhib-i Dîvân-ı Saltanat veya hâce-i büzürg denilen vezirler sadece sultana karşı sorumluydu. Vezirler hükümdarlar üzerinde nüfuz sahibiydi, ayrıca sultanın mutlak vekili sıfatıyla geniş yetkileri vardı; çeşitli makamlara tayinler yapıp azillerde bulunabiliyor, sultan nezdinde başkaları için şefaatçi olabiliyorlardı. Vezirler de hükümdarlar gibi sembollere sahipti. Askerî seferlere katılmakta ve ordulara kumanda edebilmekteydiler. Selçuklu devlet teşkilâtında Dîvân-ı A‘lâ’nın dışında başka divanlar da vardı. Bunlardan Dîvân-ı Berîd’in görevi eyaletlerle haberleşmeyi düzenlemek ve ülkede meydana gelen olayları merkeze bildirmekti. Dîvân-ı Hâs hükümdarın sahip olduğu arazinin yönetiminden sorumluydu. Dîvân-ı Evkāf-ı Memâlik merkezdeki vakıfların devlet tarafından kontrolünü sağlıyor ve gereği halinde yönetimlerini üstleniyordu. Haksız mal ve servet edinenlerin mallarına hükümdarın emriyle el konulunca bunlarla ilgilenmek için oluşturulan kuruluşa Dîvân-ı Müsâdere deniyordu. Selçuklu sultanlarının eşleri olan hatunların emrinde de divanlar bulunuyordu. Anadolu Selçukluları’nda başında pervânenin olduğu Dîvân-ı Pervânegî vardı. Büyük divanda atabeg ve sultanın merkezde bulunmadığı sırada devlet işlerini idare eden nâib-i saltanat gibi görevliler de yer alıyordu.

Taşra Teşkilâtı. Selçuklular’da merkezin dışındaki bölgeler eyaletlere ayrılmıştı. Eyaletleri siyaseten şehzadeler, hânedan mensupları, gulâm kumandanlar ve Türkmen beyleri, mülkî açıdan ise merkezden tayin edilen amîd veya valiler idare etmekteydi. Amîd sivil idarenin eyaletteki en büyük temsilcisiydi. Eyaletlerde Dîvân-ı Eyâlet mevcuttu. Bu divan merkezdekinin küçük bir örneğiydi. Taşra teşkilâtında vergi işlerinden âmil ve mutasarrıflar sorumluydu. Şahne bazı büyük şehirlerde ve kabileler arasında emniyeti sağlayan, aynı zamanda askerî vali sıfatıyla hükümdarın temsilcisi olarak görev yapan memurdu. Şahneler asker kökenli olup genelde Türk kumandanları arasından seçilirdi. Eyaletlerde ve yerleşim merkezlerinde belediye hizmetlerini yürütmek muhtesiblerin göreviydi. Şehirlerde valinin emrinde bulunan reis sivil bir görevliydi. Reisler yerli halkın asil aileleri arasından tayin edilirdi. Anadolu Selçukluları’nda eyalet merkezlerinde emniyet ve asayiş subaşılar (serleşker) tarafından sağlanırdı.

Ordu Teşkilâtı. Büyük Selçuklular Ortaçağ’ın en büyük ordularından birine sahipti.


Türkler’den ve çeşitli milletlerden oluşan bu ordunun esasını sultanı ve sarayı korumakla görevli saray gulâmları ve hassa ordusu oluşturuyordu. Saray gulâmları Türk, Arap, Kürt, Deylemli gibi çeşitli kavimlere mensuptu. Küçük yaştan itibaren uzun süreli bir eğitim gören saray gulâmları yılda dört defa maaş alırdı. Saray en büyük gulâm yetiştirme merkeziydi. Gulâmların sayısı yaklaşık 4000 kadardı. Irak, Kirman ve Anadolu Selçukluları’nda da aynı grup mevcuttu. Selçuklu askerlerinin savaşçı kısmını Hassa Ordusu oluştururdu. Türkler’den ve muhtelif unsurlardan toplanan, isim ve künyeleri divan defterlerinde kayıtlı bu ordu normalde başşehirde bulunurdu. Sâlâr denilen kumandanları doğrudan sultanın emrindeydi. Râvendî’ye göre (Râhatü’s-sudûr, I, 128) divan sicillerinde kayıtlı süvari kuvvetlerinin sayısı 46.000 idi. Böylesine büyük bir dâimî orduyu beslemek hazineye ağır yük getirdiği için sultanlar eyalet veya bölgeleri iktâ olarak bağışladılar. İktâ sahipleri de gelirlerinin karşılığında asker (sipahi) beslediler. Bunlar savaş zamanlarında sultanın ordusuna katılırlardı. Tuğrul Bey Bağdat’a girdiğinde ordusunda 50.000, diğer bir kayda göre 120.000 asker bulunuyordu. Sultan Melikşah zamanında Selçuklu ordusu 400.000 kişiydi. Berkyaruk 495’te (1102) İsfahan’a geldiğinde emrinde 15.000 süvari ve 100.000 kişilik bir maiyeti vardı. Kirman Selçukluları için tesbit edilen en büyük asker sayısı 6000’i atlı, 10.000’i yaya olmak üzere 16.000 idi. Anadolu Selçukluları’nda bu sayı 50.000 ile 180.000 arasında değişmektedir (Brosset, s. 404-405). Büyük Selçuklular ile Kirman Selçukluları’nda ordunun başkumandanı sipehsâlâr idi. Anadolu Selçukluları’nda ise başkumandan beylerbeyi (emîrü’l-ümerâ) unvanı taşıyordu. Ayrıca Selçuklu meliklerinin ve emîrlerin kendi orduları ve askerleri vardı. Bunlar savaş sırasında sultanın emriyle esas orduya katılırdı. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluş döneminde askerî güç bakımından başlıca dayanağını konar göçer Türkmenler oluşturuyordu. Türkmenler daha sonra ikinci planda kalmaya başlayınca sultanların emirlerine itaat etmeyip olay çıkarmaya, zaman zaman da isyan eden hânedan mensuplarını desteklemeye başlamış, İran ve Irak’ta maddî zararlara sebebiyet vermeleri üzerine Anadolu ve Suriye’ye sevkedilmiştir. Anadolu Selçukluları’nda da sınır bölgelerinde uç Türkmenler’i denilen Türkmen grupları bulunmaktaydı. Tâbi hükümdarlar, yapılan antlaşmalar gereği savaş zamanlarında daha önce belirlenen sayıda askeri Selçuklu ordusuna gönderiyordu. Özellikle müslüman olmayan ülke ve devletlerle Haçlılar ve Bâtınîler’e karşı yapılan seferler sırasında halktan çok sayıda gönüllü Selçuklu ordusuna katılırdı. Anadolu Selçukluları gerektiğinde orduyu takviye için Frank, Hârizmli, Grek, Rus, Kıpçak, Kürt, Arap ve Ermeniler gibi milletlerden ücretli asker temin etmişlerdir. Selçuklu orduları savaş meydanına devrin diğer Türk ve İslâm orduları gibi merkez, sağ kol, sol kol, öncü kuvvet ve artçı kuvvet şeklinde yerleştirilirdi. Selçuklu tarihinde ilk deniz aşırı seferi Kirman Meliki Kavurd Bey Uman’a yapmıştır. Büyük Selçuklular döneminde ilk gemi Sultan Berkyaruk zamanında Basra yöneticisi Emîr Kumaç’ın (Kamaç) nâibi İsmâil b. Arslancık tarafından inşa ettirilmiştir. Emîr İsmâil, Uman’ın yarısına ve bazı adalara sahip olan Ebû Sa‘d Muhammed ile denizde de savaşmıştır. Anadolu Selçukluları’nda donanmayla ilk ilgilenen yönetici I. Süleyman Şah’ın vekili Ebü’l-Kāsım’dır. Ebü’l-Kāsım, Gemlik’te (Kios) gemi inşa ettirmek istemiş, ancak Bizanslılar bu gemileri daha yapıldığı sırada yakmıştır. Alâiye’nin I. Keykubad tarafından fethi sırasında gemiler kullanılmış ve burada bir tersane yaptırılmıştır. Sinop ve Antalya’da da tersane bulunmaktaydı. I. Keykubad zamanında Suğdak’ın (Sudak) fethiyle Anadolu Selçuklu donanması deniz aşırı seferler gerçekleştirmiştir. Selçuklular’da donanma kumandanlarına “reîsü’l-bahr, melikü’s-sevâhil, emîr-i sevâhil” adı verilmiştir.

Adliye Teşkilâtı. Selçuklu adliye teşkilâtı, şer‘î ve örfî olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Şer‘î yargı sisteminde davalara kadılar bakmaktaydı. Kadı, evlenme ve boşanma işleri, nafaka, miras ve alacak davalarına bakar, yetimlerin, akıl hastalarının, erkek akrabası olmayan kadınların vasîliklerini üzerine alır, noter vazifesi görür, camileri ve bunlara ait tesisleri, vakıfları yönetir, vakfiyeleri tanzim ederdi. Kadılar âlim ve zâhid kişiler arasından seçilir, rüşvet almalarını önlemek için onlara rütbelerine uygun maaş verilirdi. Kādılkudât denilen başkadı sultan tarafından tayin edilirdi. Anadolu Selçukluları’nda Konya kadısı kādılkudât olarak görev yapıyordu. Şer‘î davaların dışında kalan örfî davalara Dîvân-ı Mezâlim denilen mahkeme bakıyordu. Zulme ve haksızlığa uğrayan kişilerin, malları gasbedilen tüccarın, yüksek rütbeli memur ve kumandanlardan şikâyeti olan halkın başvurduğu yer Dîvân-ı Mezâlim’di. Bu divanın en önemli özelliği hüküm verme yetkisinin hükümdarda bulunmasıdır. Büyük Selçuklular’dan itibaren sultanlar haftada iki gün bu mahkemeye başkanlık etmiştir. Daha sonraki dönemde devletin toprakları genişledikçe sultanlar Dîvân-ı Mezâlim başkanlığına vezir, hânedan mensupları ve kadıları vekil olarak tayin etmiştir. Suçluları ve gözden düşen emîrleri sultan adına tutuklama ve ölüm cezası dahil sultan tarafından verilen buyrukları yerine getirmek emîr-i dâdın göreviydi.

BİBLİYOGRAFYA:

Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 6; Râvendî, Râhatü’s-sudûr (Ateş), I, 128; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 427; Uzunçarşılı, Medhal, s. 19-112, 122-123, 125-126; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 143-163; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1958, s. 1-7, 20-32, 35-37, 41-47; a.mlf., Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 217-221; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London 1968, s. 216-248; Artuk, İslâmî Sikkeler Kataloğu, I, 342; Mehmet Altay Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul 1976, s. 71-115; a.mlf., Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1992, III, 68-101, 156-293; a.mlf., “Selçuklu Devri Türk Tarihi Araştırmaları II”, TAD, sy. 2-3 (1964), s. 311-345, 368-377; a.mlf., “Selçuklu Ordusu”, TTK Belleten, LII/202 (1988), s. 91-99; Hasan-ı Enverî, Iśŧılâĥât-ı Dîvânî Devre-yi Ġaznevî ve Selcûķī, Tahran 2535 şş.; M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (nşr. Orhan F. Köprülü), İstanbul 1981, s. 39, 131-145; Erdoğan Merçil, “Gaşiye ve Selçuklular’da Kullanılışına Dair Örnekler”, Ord. Prof. Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985, s. 321-328; a.mlf., Kirman Selçukluları, Ankara 1989, s. 8, 46, 51, 55, 64, 68, 73, 95, 147-148, 188-191; a.mlf., Selçuklular’da Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara 2007; V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti (trc. Azer Yaran), Ankara 1988, s. 249-304; C. E. Bosworth, “The Political and Dynastic History of the Iranian World (A. D. 1000-1217)”, CHIr., V, 80-81, 112-113, 198-199; A. K. S. Lambton, “The Internal Structure of the Saljuq Empire”, a.e., V, 218-219, 226-231, 238, 257-260, 267, 271-272; a.mlf., “Atabetü’l-Ketebe’ye Göre Sancar İmparatorluğunun Önemi” (trc. N. Kaymaz), TTK Belleten, XXXVII/147 (1973), s. 365-394; Ali Sevim - Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilât ve Kültür, Ankara 1995, s. 497-516; Taef Kamal el-Azhari, The Saljuqs of Syria: During the Crusades, 463-549 A.H./1070-1154 A.D., Berlin 1997, s. 279, 292-307; Şevket Nezihi Aykut, Türkiye Selçuklu Sikkeleri: I. Mesud’dan I. Keykubad’a Kadar (510-616/1116-1220), İstanbul 2000, s. 167; Abdülkerim Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/ 1092-1104), İstanbul 2001, s. 177-228; Ahmet Atilla Altan, Selçuklular’da Adliye Teşkilâtı (yüksek lisans tezi, 2001), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Salim Koca, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Teşkilât”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, V, 147-162; a.mlf., Selçuklular’da Ordu ve Askerî Kültür, Ankara 2005; a.mlf., “Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddîn Keykavus’un Aldığı ve Kullandığı Hâkimiyet Sembolleri”,


TTK Belleten, LIX/224 (1995), s. 55-74; M. F. Brosset, Gürcistan Tarihi (trc. H. D. Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil), Ankara 2003, s. 404-405; Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi: Sultan I. Mesud Dönemi (1116-1155), Ankara 2003, s. 118-122, 124-127; S. G. Agacanov, Selçuklular (trc. Ekber N. Necef - Ahmet R. Annaberdiyev), İstanbul 2006, s. 156-164; Seyfullah Kara, Selçuklular’ın Dinî Serüveni: Türkiye’nin Dinî Yapısının Tarihsel Arka Planı, İstanbul 2006, s. 637-648; Selim Kaya, I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192-1211), Ankara 2006, s. 162-180; Aydın Taneri, “Müsâmeretü’l-Ahbâr’ın Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilatı Bakımından Değeri”, TAD, sy. 6-7 (1966), s. 127-171; Coşkun Alptekin, “Selçuklu Paraları”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 1971, s. 443 vd.; Sadi S. Kucur, “Nizâmülmülk’ün Siyaset-Nâme’sine Selçuklu Devlet Teşkilâtı Açısından Bir Bakış: Emîr-i Hares ve Emîr-i Dâd Örneği”, MÜTAD, sy. 12 (2002), s. 41-72; Osman G. Özgüdenli, “Çağrı Bey’in Oğulları Tarafından Bastırılmış Bazı Sikkeler ve Sağladıkları Bilgiler”, a.e., sy. 12 (2002), s. 305-321; M. Said Polat, “Türkiye Selçuklularında Askerî Teşkilat (1071-1243)”, a.e., sy. 17 (2005), s. 17-53.

Erdoğan Merçil




VII. MİMARİ

a) Anadolu Dışı. Büyük Selçuklular’ın ele aldığı plan ve mimari formlar daha sonra İran ve Doğu İslâm dünyasında devam etmiştir. Selçuklu yapıları genellikle tuğla malzemeyle inşa edilmiş, yer yer tuğla, alçı ve çini süslemelere sahip olmuştur.

Camiler. Büyük Selçuklular, cami mimarisinde mihrap önündeki kubbeli mekânların gelişimiyle âbidevî örnekler ortaya koymuştur. Mihrap önündeki kubbeli mekânın bir eyvanla birleşmesinden oluşan köşk tipi cami yanında 1135’ten itibaren dört eyvanlı avlulu düzenleme vazgeçilmez şema haline gelmiştir. XII. yüzyılın ortalarında mihraplarda yapılan alçı süslemeler kabarık ve girift bitkisel motifleriyle dikkat çekicidir. İsfahan Cuma Camii’nde 1080 tarihli Melikşah kubbesi (mihrap önü kubbesi) ve bunun kuzeyindeki 1088 tarihli Terken Hatun kubbeli mekânları yer almıştır. Mihrap önü kubbesinin üç yönde üçlü açıklıklı olması daha sonraki gelişmelere örnek teşkil etmiştir. Ayrıca 1135’te Zevvâre Cuma Camii’nde uygulanan mihrap önü kubbeli ve dört eyvanlı revaklı avlulu şema İsfahan’da ve diğer yapılarda da uygulanmıştır. Gülpâyigân Cuma Camii (1108-1118, XIX. yüzyılda dört eyvanlı avlulu), Kazvin Cuma Camii (1113 veya 1119), Kazvin Haydariye Camii (1105-1118) ve Erdistan Cuma Camii’nde (1158-1160) bu şema görülmektedir. Bersiyân Cuma Camii’nde ise (1134) mihrap önü kubbeli mekânı üç yönde üçlü açıklıklıdır. Yanlarda eklenen birimlerle bağlantılara işaret eden izler mevcut olup yalnızca mihrap önü kubbeli bölümü günümüze ulaşmıştır.

Minareler. Silindirik formlarıyla Karahanlılar’da başlayan gelişimi devam ettiren Büyük Selçuklu minarelerinden Damgan Cuma Camii Minaresi (1058), mavi ve fîrûze sırlı kare parçalarla oluşmuş kabartma örgülü kûfî yazısıyla erken tarihli çinili bir eser olarak dikkat çekmektedir. Sâve Cuma Camii Minaresi (1061), Zevvâre Pâmenar Mescidi Minaresi (1068), Kâşân Cuma Camii Minaresi (1074), Bersiyân Cuma Camii Minaresi (1098), Çâr Minare (1112) ve Sin Minare (1129) bu dönemdeki önemli eserlerdir.

Medreseler. Büyük Selçuklular devrinde ele alınmış olan medreseler eyvanlı avlulu şemalarıyla Karahanlılar’da başlayan gelişimi devam ettirmiştir. Bu dönemde nizâmiye adı verilen çok sayıda medresenin yapıldığı bilinmektedir. Nîşâbur’da Tuğrul Bey zamanında 1046 yılında bir medresenin inşa edilmekte olduğu Tûs, Basra, İsfahan, Herat, Belh ve Bağdat’ta 1067’de medreselerin yapıldığı bilinmektedir. Bunlar günümüze ulaşmamıştır. Horasan’daki Harcird ve Rey medreseleri XI. yüzyılın dördüncü çeyreğine tarihlendirilen eyvanlı avlulu şemada yapılardır.

Kervansaraylar. Ribât adıyla tanınan Büyük Selçuklu kervansarayları genellikle kare planlı, dört eyvanlı revaklı avlulu şemada inşa edilmiştir. Ribât-ı Enûşirvân (1029-1049) ve Ribât-ı Za‘ferânî (XI. yüzyıl) bu şemaya uygun yapılardır. Ribât-ı Enûşirvân’da erken bir hamam yapısı, Ribât-ı Za‘ferânî’de kapalı mekânların arkasındaki tonozlu koridorlar Gazneli devrinden Ribât-ı Mâhî’ye (1019-1020) benzemektedir. Ribât-ı Şerîf’te (1114-1115) arka arkaya revaklı eyvanlı iki avlu sıralanmış olup her iki avlunun girişinde solda birer mescid yer almaktadır. Eyvanların arkasındaki kare mekânların kubbeyle örtülü olması ve eyvanlarla bağlantıları (eyvan-kubbe birleşimi) Ribât-ı Mâhî’ye benzemektedir.

Saraylar. Merv’de Sultankale denilen kalede bir Selçuklu sarayı yapılmıştır. 4 km²’lik alanda 15 metrede bir 4 m. çaplı yarım yuvarlak kulelerle takviye edilmiş, 15 m. yüksekliğindeki duvarlarla çevrili, önü hendekli bu kalede saraylar, kışlalar, yerleşim birimleri, merkezde bir havuz, büyük bir cuma camisi ve Sultan Sencer’in türbesi bulunmaktadır. XI. yüzyıla tarihlenen saraya ait çok gösterişli bir yapının 45 × 39 m. ölçüsünde elli odalı olduğu ve 16 × 16 m. ölçüsündeki avlusunun dört eyvanlı şemada ele alındığı bilinmektedir.

Mezar Anıtları. Büyük Selçuklular devrinde mezar anıtları kümbet ve türbe olarak iki ayrı tipte gelişmiştir. Kümbetler genellikle altta bir mumyalık (kripta) katı bulunan silindirik ya da çokgen gövdeli yapılar olup üzerleri içten kubbe, dıştan külâhla örtülüdür. Türbeler ise kare planlı, üzerleri kubbeyle örtülü yapılardır ve kripta bulunmamaktadır. Damgan’da Kırkkızlar Kümbeti (1054-1055) silindirik gövdeli bir yapıdır. Eberkûh’ta sekizgen planlı Kümbed-i Alî (1056-1057) taş malzemesiyle dikkat çekmektedir. Harekān I (1067) ve Harekān II (1093) kümbetleri sekizgen planlı ve köşe kuleli, cepheleri tuğlaların değişik istifiyle hareketlendirilmiş önemli örneklerdir. Demâvend Kümbeti’nde (XI. yüzyıl) zengin tuğla süslemeler görülmektedir. Dihistan bölgesinde yer alan kümbetlerin


önünde bir hazırlık mekânının varlığı dikkati çekmektedir. Serahs’ta Yartı Kümbet (1098) kare planlı bir yapı olup cephede köşeler kulelidir. Ebü’l-Fazl Türbesi (XI. yüzyıl sonu) eyvan şeklinde bir girişe sahiptir. Vekilbâzâr’da Abdullah b. Büreyde Türbesi’nde (XI. yüzyıl) yükseltilen cepheler kubbeyi bir ölçüde gizler. Merv Hüdâî Nazar Evliya Türbesi’nde de (XII. yüzyıl) süslemeli ön cephe geniş ve yüksek tutulmuştur. Astanababa’da Alemberdâr Türbesi (XI. yüzyıl sonu) sivri bir kubbeyle örtülü olup eyvan şeklinde bir girişe sahiptir. Ser-i Pul’de Yahyâ b. Zeyd (İmam Hurd) Türbesi (XI. yüzyıl sonu ve XII. yüzyıl başı) ve İmam Kalan Türbesi (1117) içerideki alçı süslemeleriyle dikkat çekmektedir. Tûs’ta İmam Gazzâlî’ye nisbet edilen türbe (1111’den sonra) kare planlı olup kubbeli mekânın önünde derin bir eyvan şeklinde giriş ve arkada tonozlu birimlere sahiptir. Türbenin vaktiyle çift kubbeli olduğu bilinmektedir. Meyhene Ebû Said Türbesi’nde (XI. yüzyıl) görülen çift kubbe uygulaması daha sonra Merv Sultan Sencer Türbesi’nde (1157) karşımıza çıkmaktadır. Sultan Sencer Türbesi 27 × 27 m. ölçüsünde kare planlı bir yapı olup duvar kalınlığı 6 metredir. Binanın yıkık olan dış kubbesinin vaktiyle fîrûze renkli sırlı tuğlayla kaplı olduğu bilinmektedir.

b) Anadolu. Anadolu’da yapılan ilk camiler Büyük Selçuklular’a bağlanmaktadır. Ani’deki Menûçihr Camii (1072-1086) erken tarihli bir yapı olup sekizgen gövdeli minareye sahiptir. Diyarbekir Ulucamii (1091-1092) mihraba paralel üç nefli ve bu nefleri mihrap aksında kesen transepte sahip olup önünde revaklı bir avlu bulunmaktadır. Yapı plan itibariyle Şam Emeviyye Camii’nin planını kubbesiz olarak tekrarlar. Siirt Ulucamii’nde (1128’den önce) enine gelişen şemada kıble yönünde yan yana üç kubbe, bunun kuzeyinde ise iki tonozlu neften meydana gelmektedir. Bu nefler dikine bir tonozla kesilmiştir. Mihrap önü kubbeli mekânın önünde çini süslemeli mihrap nişleri ve yapının kuzeyinde yapıdan ayrı olarak inşa edilmiş sırlı tuğla süslemeli minaresiyle dikkat çekicidir. Bitlis Ulucamii’nde (1150’den önce) mihraba paralel üç neften biri mihrap önü kubbesiyle kesilmiştir.

Külliyeler. Kayseri Huand Hatun Külliyesi (1238) cami, medrese, kümbet ve hamamdan oluşmaktadır. Camide mihraba paralel nefler mihrap ekseninde kesintiye uğramıştır. Kuzeyde dikine iki tonoz, ortada küçültülmüş avlu ve güneyde geniş kemerli açıklıklarla mihrap önü kubbesine doğru dikey bir aks oluşturulmuştur. Medrese eyvanlı, revaklı avluludur. Camiyle birleştiği köşede medreseden ulaşılan, fakat cami kütlesi içinde yer alan kümbet sekizgen gövdeli olup mukarnaslı bir kaide üzerindedir. Çifte hamamda erkekler kısmı dört eyvanlı, dört köşe hücreli, kadınlar kısmı ise üç eyvanlı ve iki köşe hücrelidir. Kayseri Hacı Kılıç Camii ve Medresesi’nde (1249) cami mihraba dik beş nefli ve mihrap önü kubbelidir. Önünde yer alan revaklı avlunun etrafında medrese odaları yerleştirilmiştir. Cami ve medrese birleşimi açısından önemli olan bu yapı gibi Amasya Gökmedrese Camii’nde de (1266) iki ayrı fonksiyon tek binada kot farkıyla ele alınmıştır. Camide mihraba dik üç nef kubbe ve tonozlarla örtülüdür. Kuzeybatı köşesinde yer alan kümbeti, kare planlı taş alt yapı üzerinde tuğladan yüksek kasnaklı kırık piramidal külâhlı olup sırlı tuğla ve çini süslemelidir. Sâhib Ata Külliyesi (1258-1283) cami, hankah, türbe, hamam ve çeşmelerden oluşur. Taçkapı taş süslemelerinin yanı sıra iki yanda yer alan çeşme / sebil birimlerine sahiptir. Vaktiyle çifte minareli olduğu anlaşılan kapının üzerinde bugün sırlı tuğla ve çini süslemeli yivli bir minare vardır. Cami mihraba dik beş nefli ve mihrap önü kubbelidir. Daha sonra değişikliğe uğramış olan yapıda ihtişamlı mozaik çinili mihrap devrinden kalmıştır. Hankah dört eyvanlı, avlulu ve dört köşe odalıdır. Avlunun üzerini örten kubbe aydınlık fenerli olup yapı içinde zengin çini süslemeler vardır. Cami ile hankah arasında kalan ve her iki yapıdan ulaşılan türbe, öndeki çapraz tonozlu ara mekâna açılan kare planlı kubbeli bir eyvan şeklindedir. Duvarları zengin mozaik çinili yapıda çinili lahitler mevcuttur. Çifte hamam dört eyvanlı ve dört köşe hücreli sıcaklık bölümüne sahiptir. Afyon Çay’da Ebü’l-Mücâhid Yûsuf Külliyesi (677/ 1278-79) medrese, türbe, çeşme, han ve bugün mevcut olmayan hamamdan oluşmaktadır. Medrese (Taşmedrese olarak da tanınır) iki eyvanlı olup avlunun üzeri sırlı tuğla süslemeli kubbe ile örtülüdür. Kubbe geçişlerinde, giriş eyvanı, ana eyvan ve mihrapta yer alan mozaik çini süslemeler Selçuklu devrinin ilginç örneklerini oluşturur. Taçkapısında bir aslan figürü vardır. Cephenin sağında türbe, solunda çeşme yer almıştır. Kare planlı türbe sırlı tuğla süslemeli kubbe, mumyalık katı ise çapraz tonoz örtülüdür. Önde açık avlulu bölümü günümüze ulaşmamış olan hanın kapalı bölümü mevcuttur. Yapı kitâbeli son Selçuklu hanıdır. Yıkılmış olan hamamın üç eyvanlı ve iki halvet hücreli sıcaklık mekânına sahip olduğu bilinmektedir.

Camiler. XIII. yüzyılda Anadolu Selçuklu mimarisinde ele alınan camiler mihrap önü kubbeleri, enine ve dikine gelişen şemaları içinde küçültülmüş iç avluları ya da bir avlu fikrini verecek olan aydınlık fenerleri, ahşap malzemeleri ve dengeli çini mozaik süslemeleriyle düzenli bir gelişmeyi gösterir. Çeşitli tamir ve eklemelerle değişikliğe uğramış olan Konya Alâeddin Camii (1155-1220) iki bölümden oluşmaktadır. Sağda mihrap önü kubbeli, solda mihraba paralel nefler vardır. Mihrapta ve kubbedeki mozaik çini süslemeler yanında ahşap minberi ve ayrıca dış cephedeki kitâbeleri ile dikkat çekicidir. Caminin kuzeyinde yer alan II. Kılıcarslan Kümbeti (1192’den önce) ongen planlı ve piramidal külâhlı olup içinde çinili lahitler bulunmaktadır. Niğde Alâeddin Camii’nde (620/ 1223) mihraba dik üç tonozlu nef mihrap önünde yan yana üç kubbeyle örtülmüştür. Yapıda kuzeybatı köşesinde ayrı bir girişle ele alınmış olan özel mahfil yer almaktadır. Malatya Ulucamii (1224) tuğla malzemesi ve sırlı tuğla, mozaik çini süslemeleriyle Büyük Selçuklu mimari geleneğini devam ettirir. Mihraba paralel neflere sahip yapıda, ortadaki küçük revaklı avluya açılan güney eyvanı mihrap önü kubbesiyle birleşerek dikine bir aksı vurgulamaktadır. Amasya Burmalı Minare Camii (1237-1246) mihraba dik üç nefli olup orta aks kubbelidir. Taçkapısındaki


figürlü süslemeleriyle dikkat çeken Bünyan Ulucamii (654/1256) mihraba dik üç neflidir. Develi Ulucamii (1281) mihraba dik beş nefli olup mihrap önü kubbelidir. Mihrapta geometrik ve bitkisel süslemeler yanında renkli taş da kullanılmıştır. Akşehir Ulucamii’nin (XIII. yüzyılın başı) planı değişikliğe uğramış olmakla birlikte mihraba dik neflerden ve mihrap önü kubbesinden oluşmaktadır. Yapıda mozaik çinili mihrap dikkat çekicidir. Sinop Ulucamii (XIII. yüzyıl başı) mihraba paralel iki nefli olup mihrap önü kubbeli bir yapıdır. 1268’de Muînüddin Süleyman Pervâne tarafından tamir edilen camide mihrap önünde üç kubbe, ikinci nefte iki uçta birer kubbe yer alır. Diğer birimler çapraz tonozla örtülmüştür. Konya Sâhib Ata Camii (1258), Afyon Ulucamii (1272), Ankara Arslanhane Camii (XIII. yüzyıl) ve Selçuklu geleneği içinde ele alınan Beyşehir Eşrefoğlu Camii (696/1297) ağaç direklerle taşınan ve mihraba dik neflerden oluşan yapılardır. Sivrihisar Ulucamii ise (XIII. yüzyıl ortası) mihraba paralel neflerden meydana gelmiştir. Konya Sâhib Ata, Ankara Arslanhane ve Beyşehir Eşrefoğlu camilerinde itinalı mozaik çini mihraplar yer alır. Eşrefoğlu Camii’nde ayrıca mihrap önü kubbesinde mozaik çini kullanılmıştır. XIII. yüzyıl içinde Anadolu’da özellikle Konya ve civarında görülen tek kubbeli mescidler önlerinde hazırlık mekânlarına sahiptir. Bazılarında mezarların bulunmasıyla türbe görevini alan bu mekânların son cemaat yerinin erken örneklerini oluşturduğu kabul edilmektedir. Konya Taşmescid (1215) kapalı hazırlık mekânının yanında dışta ve içteki taçkapıları ve taş işçiliğiyle, Konya Sırçalı Mescid ise (XIII. yüzyılın ikinci yarısı) tuğla malzemesi yanında sırlı tuğla-çini, mozaik çini mihrabı ve minaresiyle önemli bir yere sahiptir. Alanya Akşebe Sultan Mescidi’nde (1231) devşirme malzemeler değerlendirilmiştir. Akşehir Küçük Ayasofya Mescidi’nde ise (1235) kubbe kasnağında çini mozaik süslemeli yazı kuşağı yer almaktadır. Konya Beyhekim Mescidi’nin (XIII. yüzyıl) gösterişli mozaik çinili mihrabı yurt dışına kaçırılmıştır.

Medreseler. Anadolu Selçuklu devrinde medreseler açık avlulu ve kapalı avlulu (kubbeli) olarak gelişimini sürdürmüştür. Açık Avlulu Medreseler. Anadolu’da XIII. yüzyıl içinde gelişimini sürdüren açık avlulu medreseler eyvanlı avlulu olup eyvan sayıları değişmektedir. Çoğunluğu iki eyvanlı olan bu medreselerde bulunan türbeler eyvan arkası, eyvan yanı, giriş yanı gibi farklı konumlarda ele alınmıştır. Genellikle medresede ana eyvan dershane-mescid olmakla birlikte bazan bu eyvan bitişiğindeki ya da girişin yanındaki kubbeli oda da dershane-mescid olarak düzenlenmiş olabilir. Kayseri Çifte Medrese’de (602/1205-1206) şifâhâne ve tıp medresesi birlikte ele alınmıştır (Gevher Nesibe Dârüşşifâsı ve Tıp Medresesi). Her iki bölüm dört eyvanlı, revaklı avluludur. Medrese bölümünde yan eyvanın bitişiğinde Gevher Nesibe’nin kümbeti (1206) yer almaktadır. Aynı şekilde şifâhâne ve tıp medresesinin birleşiminden oluştuğu anlaşılan Sivas Şifâiye Medresesi’nde (1217) güneydeki şifâhâne bölümü ayaktadır (I. Keykâvus Dârüşşifâsı). Dört eyvanlı revaklı avlulu yapıda güney eyvan tuğla ve sırlı tuğla ile örülerek İzzeddin Keykâvus için türbeye dönüştürülmüştür. Taçkapısında karşılıklı birer aslan, ana eyvan cephesinde ay ve güneşi temsil eden figürlü süslemeler vardır. Çorum-Alaca Kalehisar Medresesi ve Antalya İmaret Medresesi XIII. yüzyılın ilk yarısından iki ve dört eyvanlı, açık avlulu yapılar olarak zamanımıza ulaşmıştır. Konya Sırçalı Medrese (1242) iki eyvanlı, revaklı avlulu ve iki katlı bir yapıdır. Yapının ön cephesi kesme taş malzemeyle, diğer bölümleri tuğla ile inşa edilmiştir. Özellikle eyvan, tonoz ve kemerlerde tuğlaların arasında sırlı tuğla ve mozaik çini kullanımıyla zengin bir bezeme elde edilmiştir. Akşehir Taşmedrese (648/ 1250) üç eyvanlı, revaklı avlulu olup ön cephe kesme taş, revaklar tuğladır. Cephenin solunda medreseye bitişik olarak yer alan mescidi iki kemerli açıklıklı hazırlık mekânından sonra kare planlı ve kubbelidir. Köşede bulunan tuğladan silindirik gövdeli minare baklavalı bir kompozisyona sahip olup sırlı tuğla süslemelidir. Sinop Pervâne Medresesi (661/1263) iki eyvanlı, revaklı avluludur. 1271 yılında Sivas’ta üç medrese birden inşa edilmiştir. Bunlardan günümüzde sadece sırlı tuğla süslemeli minareleri ve zengin taş süslemeli ön cephesi ayakta olan Çifte Minareli Medrese’nin iki katlı ve dört eyvanlı, avlulu olduğu bilinmektedir. Gökmedrese de dört eyvanlı, avlulu ve tek katlıdır. Girişin sağındaki mekân mescid olarak düzenlenmiştir. Mescidde ve yan eyvanda çini süslemeler vardır. Sırlı tuğla süslü çifte minarenin bulunduğu ön cephe zengin taş süslemeye sahiptir. Taçkapının iki yanında hayat ağacı ve kuş figürleri ile hemen başlangıçlarında hayvan figürlü


yaprak motifleri bulunmaktadır. Burûciye Medresesi dört eyvanlı, avlulu olup içte ve dışta taş süslemeleriyle dikkati çeker. Taçkapının solunda çini süslemeli türbe, sağında mescid yer almaktadır. Tokat Gökmedrese (1265-1279) iki eyvanlı, revaklı avlulu ve iki katlıdır. Taçkapıda yer alan iki renkli taş kullanımı cepheyi hareketlendirmiştir. Aynı zamanda mescid olan ana eyvanın sağındaki mekân türbe olarak düzenlenmiştir. Ana eyvan ve revak cephelerinde mozaik çini süslemelerden parçalar kalmıştır. Erzurum Çifte Minareli Medrese (1285-1291) dört eyvanlı, revaklı avlulu ve iki katlı bir yapı olup son Selçuklu medresesidir. Ana eyvan arkasında yapıya bitişik mezar anıtı yer almaktadır. Taş süslemeli cephede tuğladan yivli minareler sırlı tuğla ve çini süslemelidir. Taçkapının iki yanında hayat ağacı, ejder ve kuş figürü yer almış olup soldaki tamamlanmamıştır.

Kapalı Avlulu (Kubbeli) Medreseler. Anadolu’da XIII. yüzyıl içinde gelişimini sürdüren kapalı avlulu medreselerde yüzyılın ilk yarısında üst örtü avludaki dört ayağa oturmaktadır. Yüzyılın ikinci yarısında ise avluyu örten kubbe duvarlara oturur. Afyon Boyalıköy Medresesi (1210) simetrik planlı bir yapı olup hankah işlevli olduğu kabul edilmektedir. Isparta Atabey Ertokuş Medresesi (621/1224) revaklı ve tek eyvanlı olup ortadaki dört ayağa oturan kubbe avluyu örtmektedir. Eyvanın arkasında yer alan Mübârizüddin Ertokuş’a ait kümbet üç açıklık ile eyvanla bağlantılıdır. Yarısı yıkık olan Konya Ali Gav Medresesi’nin de (XIII. yüzyıl ilk çeyreği) revaklı eyvanlı ve avlunun üzeri dört ayağa oturan kubbeyle örtülü bir yapı olduğu bilinmektedir. Konya Karatay Medresesi (1251) ön cephesinde sol köşeye alınmış taçkapısının düzeniyle önemlidir. Bir kısmı yıkık olan yapıda tek eyvanlı havuzlu avlunun üzeri aydınlık fenerli bir kubbeyle örtülü olup ana eyvanın solundaki oda türbedir. Yapıda çok zengin mozaik çini süslemeler bulunmaktadır. Özellikle kubbe içindeki stilize gökyüzü kompozisyonu dikkat çekicidir. Konya İnce Minareli Medrese de (1265’ten önce) yazının hâkim olduğu zengin taş süslemeli taçkapısıyla dikkati çeker. Simetrik planlı yapıda tek eyvanlı, havuzlu avlunun üzeri aydınlık fenerli kubbeyle örtülüdür. İçeride tuğla, sırlı tuğla ve çini kullanımıyla süslü bir mekân elde edilmiştir. Cephede sağda yer alan ve yapıya adını veren sırlı tuğla ve çini süslemeli tuğla minare alt şerefesine kadar yıkıktır. Minarenin arkasında kare planlı, kubbeli bir mescidinin olduğu bilinmektedir. Kırşehir Caca Bey Medresesi (1272) dört eyvanlı, avlulu olup avlunun üzeri açıklıklı kubbeyle örtülüdür. Taçkapının solunda köşede yer alan içten kubbeli, dıştan piramidal külâhla örtülü birim türbe olarak düzenlenmiştir. Yapının, zamanında rasathâne olarak kullanıldığı ileri sürülmektedir.

Kervansaraylar. Anadolu Selçuklu döneminde XII. yüzyıl sonundan başlayarak XIII. yüzyıl boyunca kervansaraylar inşa edilmiştir. Yapılar bazan sultan hanı adıyla anılanlarda olduğu gibi sultanlar tarafından, bazan da devletin ileri gelen kişileri tarafından inşa ettiriliyordu. Genel bir tanımla küçük olan kapalı bölüm (ahır) ve revaklı-tonozlu odalı büyük açık avlularıyla iki bölümden oluşan kervansaraylar erken dönemlerden itibaren yaptırılmıştır. Kapalı bölümler pâyelerle neflere ayrılarak tonozlarla örtülmüş, orta nefte bir aydınlık feneri yer almıştır. Avlularda tonozlu odalar, revaklar, bazı örneklerde hamam, mescid ve çeşme eyvanı gibi mekânlar bulunmaktadır. Yapılar özellikle taçkapılarında ve mescid bölümlerinde itinalı taş işçilikleriyle dikkat çekmektedir. Kervan yolları üzerinde kervanların ve yolun güvenliğini sağlayan bu yapılar dıştan kale görünümlü olup payandalarla desteklenmiştir. Nevşehir-Kayseri yolundaki Alay Hanı (1156-1192) bilinen en erken tarihli sultan hanıdır. Dikdörtgen planlı ve yedi nefli kapalı bölümle avludan oluşan kervansaraydan günümüze sadece kapalı bölüm ve üzerinde aslan figürü bulunan taçkapısı ulaşabilmiştir. Aksaray Sultan Hanı (1229) Anadolu Selçuklu döneminin en büyük kervansarayı olup enine dokuz nefli kapalı bölümle ortasında köşk mescidli avludan oluşmaktadır. Avlunun güneyinde iki ayrı hamam bölümü vardır. Tuzhisarı Sultan Hanı da (1230-1234) aynı planda olup kapalı bölümü enine yedi neflidir. Köşk mescidin güney ve doğu kemerleri üzerinde kıvrımlı gövdeleriyle çift ejder motifleri dikkat çeker. Avlunun batısında hamam yer almaktadır. Ağzıkara Han da (1231, 1239-1240) aynı şemada olup avlu taçkapısı yan cephede yer alır. Avlusunda köşk mescidi bulunmaktadır. İshaklı (Sâhib Ata) Kervansarayı (1249) sultan hanı planında olup avlusu kısmen yıkıktır. Avlu ortasındaki köşk mescid yapının aksına göre çarpık yerleşmiştir. Sultan hanı planına benzer yapılar arasında Kızılören Hanı’nda (1206) köşk mescid giriş cephesinde dışa taşkın iki katlı birimin solundadır. Zazadin (Sadeddin) Hanı (1237) iki renkli taş süslemeli taçkapısı üzerinde mescid yer almıştır. İnsan ve çok sayıda hayvan figürlü süslemeleriyle dikkat çeken Karatay Hanı’nda (638/1240-41) avlu taçkapısının solunda türbe, sağında mescid ve köşede hamam bulunmaktadır. Avlusu yıkılmış olan İncir Hanı’nda (636/1238-39) kapalı bölüm taçkapısı istiridye kabuğu şeklinde düzenlenmiş olup kapının iki yanında sırtlarında güneş yer alan aslan figürleri görülmektedir. Hekim Hanı (1218-1236) ve Mahperi Hatun (Pazar) Hanı (1238-1239) sultan hanı geleneğinde ele alınmıştır. Susuz Han (1237-1246) avlusu yıkık olup kapalı bölümü ayaktadır. Bu bölümün taçkapısında ağzında insan maskı olan ejder figürleri, iki melek figürü ve küçük aslan figürleri vardır. Avanos Sarıhan’da (1238 [?], 1249 [?]) avlu taçkapısı yanında çeşme eyvanı, kapı üzerinde mescid yer almıştır. Avlunun kuzeyinde hamam bölümü vardır. Denizli Akhan’da (1254) avlu ile kapalı mekânın birleştiği köşede eyvan üzerinde mescid yer alır. Ayrıca avlu taçkapısında hayvan figürleri bulunmaktadır. Kesikköprü Hanı’nda (1268) avlu kapısının solunda mescid yer alır. Bu yapıda da hayvan figürlü süslemeler görülür. Günümüzde baraj suları altında kalmış olan Altınapa Hanı (1202), Kuruçeşme Hanı (1208) ve


Ertokuş Hanı’nda (1223) kapalı ve açık bölümler eşit büyüklüktedir. Evdir Hanı (1214-1218) eyvanlı, revaklı tek avludan oluşmaktadır. Kırkgöz Hanı (XIII. yüzyıl) ve Kargı Hanı (XIII. yüzyıl) dar uzun kapalı bölüm önünde avlulu yapılardır. Alara Hanı (1232) ve Afşin Ashâb-ı Kehf Hanı’nda (XIII. yüzyılın ilk yarısı) kapalı avlu etrafında eyvan ve odalar yer almıştır. Ahırlar bu bölümü dıştan çevreler. Alara Hanı’ndaki aslan figürleri ayrıca dikkat çekicidir. Şerefza Hanı (1236-1246), Öresin Hanı (1270), Eğret Hanı (XIII. yüzyıl sonu) ve Iğdır Kervansarayı (XIII. yüzyıl sonu), sadece kapalı bölümlü yapılardır.

Saray ve Köşkler. Anadolu’da Selçuklu saray ve köşkleri mütevazi ölçüde taş ve tuğla malzemeyle inşa edilmiş olmakla birlikte zengin alçı ve çini kaplamaları ile dikkat çeker. Konya’da iç kalede yer alan Selçuklu Sarayı’ndan Kılıcarslan Köşkü (1192’den önce) olarak bilinen yapıya ait çiniler ve alçı süslemelerden bazı parçalar günümüze ulaşmıştır. Bugün küçük bir parçası mevcut olan yapının restitüsyonu Mahmut Akok tarafından yapılmıştır. I. Alâeddin Keykubad, Kayseri Keykubâdiye (1224-1226) ve Beyşehir Kubâdâbâd (1226-1236) saraylarını yaptırmıştır. Keykubâdiye Sarayı’nın küçük ölçüde üç köşkten oluştuğu bilinmektedir. Kubâdâbâd Sarayı zamanla unutulmuş olup 1949 yılında M. Zeki Oral tarafından tesbiti yapılmıştır. 1965’te başlayan kazılar halen devam etmektedir. Ortaya çıkarılan yapıların yanı sıra çok sayıda çini ele geçmiştir. Özellikle son yıllarda değişik kompozisyonlara sahip kullanılmamış çiniler de bulunmuştur. Alanya İçkale’de yer alan saray da son yıllardaki kazılarla ortaya çıkarılmaktadır. Ayrıca çeşitli yerlerde bir kısmı av köşkü olan yapılar inşa edilmiştir. Bunlardan Aspendos Tiyatrosu Sahne Binası, Alara Hamamlı Kasır, Kayseri Erkilet Hızır İlyas Köşkü, Kayseri Argıncık, Haydar Bey Köşkü ve Antalya Yanköy Hisarı (Silyon) Köşkü önemli örneklerdir.

Mezar Anıtları. Anadolu’da Selçuklu mezar anıtları kümbet ve türbe olarak gelişimini sürdürmüştür. Bir külliye bünyesinde ya da cami, medrese, şifâhâneye bağlı olarak ele alınanların dışında müstakil inşa edilmiş olanlar da vardır. Afyon Sincanlı Boyalıköy’de Kureyş Baba Kümbeti (XIII. yüzyıl başı) iki renkli taştan sekizgen gövdeli ve piramidal külâhlıdır. Tokat Ebü’l-Kāsım-ı Tûsî Türbesi (1234) tuğladan kare planlı olup içten kubbe, dıştan piramidal külâhla (bugün yıkık) örtülüdür. Cephesinde pencere üstlerindeki sivri kemerli alınlıklarda mozaik çinili kûfî kitâbe vardır. Kayseri Çifte Kümbet (1247) adıyla tanınan yapılardan biri günümüze ulaşmıştır. I. Alâeddin Keykubad’ın eşi Melike Âdiliye Sultan için yapılmış olan kümbet sekizgen planlı ve piramidal örtülüdür. Kayseri Döner Kümbet kare bir mumyalık üzerinde onikigen gövdeli olup kabarık figürlü süslemeleriyle dikkat çekicidir. Amasya Torumtay Türbesi (1278) dikdörtgen planlı, tonoz örtülü ve kabarık taş süslemelere sahip bir yapıdır. Ahlat’ta çok sayıda mezar anıtı inşa edilmiştir. Bunlardan Şeyh Necmeddin Kümbeti (1222) kare planlı ve piramidal örtülüdür. Ulukümbet (1273) ve Çifte kümbetler (1279 ve 1281) silindirik gövdeli, konik külâhlıdır. XIII. yüzyılda Konya ve Afyon çevresi başta olmak üzere Anadolu’da eyvan biçimli türbeler yapılmıştır. Bu tipin öncüsü Seyitgazi Ümmühan Hatun Türbesi (XIII. yüzyıl başı) olup Alâeddin Keykubad’ın annesine mal edilir. Afyon’da Sincan Boyalıköy’deki Eyvan Türbe (1210), Osmanköy Herdenebaba Türbesi (XIII. yüzyıl ortası) ve Gazlıgöl, Akviran, Saya Baba Türbesi de (XIII. yüzyıl ortası) bu şehirdeki eyvan türbelerdir. Konya Akşehir Emîr Yavtaş Türbesi (1256) taş tuğla karışımı bir yapıdır. Konya Gömeç Hatun Türbesi (XIII. yüzyıl sonu-XIV. yüzyıl başı) mumyalığı taş, üst kısmı tuğladan âbidevî bir yapı olup mozaik çinili süslemeleri bulunduğu anlaşılmaktadır.

Köprüler. Anadolu’da Selçuklu devrinden yirmi kadar köprü günümüze ulaşmıştır. Önemli Selçuklu köprüleri içinde Kayseri’de Kızılırmak üzerinde yer alan 125 m. uzunluğundaki Tekgöz Köprüsü (1202) iki gözlü olup büyük kemerinin açıklığı 27 metredir. Ankara’da Çubuk suyu üzerinde yer alan Akköprü (1222) yedi gözlü, Ankara Kalecik’te Kızılırmak Köprüsü (XIII. yüzyıl) 136,20 m. uzunluğunda yedi gözlü, Tokat’ta Yeşilırmak üzerinde yer alan Hıdırlık Köprüsü (1250) 151 m. uzunluğunda beş gözlü, Kayseri-Boğazlıyan yolunda Kızılırmak üzerinde yer alan Çokgöz Köprüsü (XIII. yüzyıl) 150 m. uzunluğunda on beş gözlü, Sivas’ta Kızılırmak üzerindeki Eğri Köprü (XIII. yüzyıl), 180 m. uzunluğunda on sekiz gözlü ve Meram Köprüsü (XIII. yüzyıl) dört gözlü yapılardır.

Hamamlar. Sıcaklık bölümlerine göre ele alınan Selçuklu devri hamamlarından Kastamonu İbn Neccâr Hamamı (1064-1110) dört eyvanlı, Vakıf Hamamı (1284-1292) nişlerle hareketlendirilmiş altıgen planlı, Frenkşah Hamamı ise (1263) üç eyvanlı şemadadır. Tokat Pervâne Hamamı (1275) çifte hamam olup erkekler bölümü dört eyvanlıdır. Alara Kalesi’ndeki hamam kare planlı kubbeli sıcaklık birimine sahip olup sekizgen çiniler, bitkisel ve figürlü fresklerle süslenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Alanya İçkale Hamamı sekizgen planlı sıcaklık mekânına sahiptir. Ayrıca antik kalıntılar üzerine Alâeddin Keykubad zamanında yapılan ve Sâhib Ata döneminde 1267’de yeniden elden geçirilen Ilgın Kaplıcası iki bölümlü bir yapıdır.

Diğer Yapılar. Anadolu’da Selçuklu devrinde Sinop ve Alanya’da birer tersane inşa edilmiştir. Bunlardan Sinop Tersanesi (1220-1224) günümüze ulaşmamıştır. Alanya Tersanesi (625/1227-28) sivri kemerlerle takviye edilmiş tonoz örtülü beş birimden oluşur. Birimler 7,70 m. genişlik ve 42,30 m. derinliğe sahiptir. Ayrıca Çorum’da Mecitözü Tekke Köyü Elvan Çelebi Zâviyesi (1283), Tokat’ta Ebû Şems Hankahı (1288) ve Sümbül Baba Zâviyesi (1291) Anadolu’da Selçuklu dönemi tarikat yapıları olarak karşımıza çıkmaktadır. Tokat’taki yapılarda eyvan kubbe birleşimiyle oluşan planlar görülür. Konya’daki Mevlânâ Dergâhı (1273) ise daha sonraki dönemlerde yapılan ilâvelerle değişikliğe uğramış ve geniş bir külliye konumuna gelmiştir.


BİBLİYOGRAFYA:

A. Gabriel, Monuments Turc d’Anatolie I, Kayseri-Niğde, Paris 1931; a.mlf., Monuments Turc d’Anatolie II, Amasya-Tokat-Sivas, Paris 1934; K. Erdmann, Das Anatolische Karavansaray des 13. Jahrhunderts, Berlin 1961, I-II; a.mlf. - H. Erdmann, Das Anatolische Karavansaray des 13. Jahrhunderts, Berlin 1976; Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri I, Ankara 1969; a.mlf., “Anadolu’da Ahşap Selçuklu Mimarisi”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1972, s. 179-186; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, İstanbul 1970-72, I-II; Kâzım İsmail Gürkan, “Selçuklu Hastaneleri”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1972, s. 33-47; Cevdet Çulpan, Türk Taş Köprüleri, Ankara 1975, s. 55-84; Ömür Bakırer, Onüç ve Ondördüncü Yüzyıllarda Anadolu Mihrapları, Ankara 1976, tür.yer.; a.mlf., Selçuklu Öncesi ve Selçuklu Dönemi Anadolu Mimarisinde Tuğla Kullanımı, Ankara 1981, I-II, tür.yer.; a.mlf., “Anadolu Selçuklu Dönemi Yapı Kitabeleri”, V. Millî Selçuklu ve Kültür Medeniyeti Semineri Bildirileri (25-26 Nisan 1995), Konya 1996, s. 37-51; Ayla Ödekan, Osmanlı Öncesi Anadolu Türk Mimarisinde Mukarnas Portal Örtüleri (doktora tezi, 1977), İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi; Metin Şahinoğlu, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Yazının Dekoratif Eleman Olarak Kullanılışı, İstanbul 1977; Fügen İlter, Osmanlılara Kadar Anadolu Türk Köprüleri, Ankara 1978; Gönül Öney, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Süsleme ve El Sanatları, Ankara 1978; a.mlf., “Anadolu Selçuklularında Heykel Figürlü Kabartma ve Kaynakları Hakkında Notlar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, Ankara 1969, s. 187-197; Akbar Behdjat, Büyük Selçuklu Cami Mimarisinin Gelişmesi (doktora tezi, 1978), İÜ Ed. Fak. Sanat Tarihi; G. Schneider, Geometrische Bauornamente der Seldschuken in Kleinasien, Wiesbaden 1980; a.mlf., Pflanzliche Bauornamente der Seldschuken in Kleinasien, Wiesbaden 1989; Rahmi Hüseyin Ünal, Osmanlı Öncesi Anadolu-Türk Mimarisinde Taçkapılar, İzmir 1982, tür.yer.; Selçuk Mülayim, Anadolu Türk Mimarisinde Geometrik Süslemeler: Selçuklu Çağı, Ankara 1982; Ayşıl Tükel Yavuz, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Tonoz ve Kemer, Ankara 1983; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı I, İstanbul 1984, s. 49-98; a.e. II, İstanbul 1984, s. 1-7, 38-181; a.mlf., Türk Cumhuriyetleri Mimarlık Abideleri, Ankara 1996, tür.yer.; a.mlf., Türk Sanatı, İstanbul 1997, s. 59-187; Orhan Cezmi Tuncer, Anadolu Selçuklu Mimarisi ve Moğollar, Ankara 1986; a.mlf., Anadolu Kümbetleri: I Selçuklu Dönemi, Ankara 1986; Semra Ögel, Anadolu Selçuklu Sanatı Üzerine Görüşler, İstanbul 1986; a.mlf., Anadolu Selçuklularının Taş Tezyinatı, Ankara 1987; a.mlf., Anadolu’nun Selçuklu Çehresi, İstanbul 1994; Şerare Yetkin, Anadolu’da Türk Çini Sanatının Gelişmesi, İstanbul 1986; a.mlf., “Anadolu’da Selçuklu Şifahaneleri”, TK, I/10 (1963), s. 23-31; a.mlf., “Anadolu Selçuklularının Mimari Süslemelerinde Büyük Selçuklulardan Gelen Etkiler”, STY, II (1966-68), s. 36-48; Antalya 1. Selçuklu Eserleri Semineri: 22-23 Mayıs 1986, Antalya 1986; Ara Altun, Ortaçağ Türk Mimarisinin Ana Hatları İçin Bir Özet, İstanbul 1988; a.mlf., “Türkiye Selçukluları Mimarlığı”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, VII, 820-827; Antalya 2. Selçuklu Eserleri Semineri: 26-27 Aralık 1987, Antalya 1988; Antalya 3. Selçuklu Eserleri Semineri Bildirileri: 10-11 Şubat 1989, İstanbul 1989; Eskişehir I. Selçuklu Eserleri Semineri Bildirileri, [baskı yeri ve tarihi yok]; Eskişehir II. Selçuklu Eserleri Semineri Bildirileri (23-24 Temmuz 1990), Eskişehir 1990; Gönül Cantay, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Darüşşifaları, Ankara 1992, tür.yer.; Zafer Bayburtluoğlu, Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yapı Sanatçıları, Erzurum 1993; Antalya 4. Selçuklu Eserleri Semineri Bildirileri: 13-14 Mart 1992, Antalya 1993; I-II. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri, Konya 1993; III. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri (20-22 Mayıs 1993), Konya 1994; IV. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri (25-26 Nisan 1994), Konya 1995; Zeki Sönmez, Başlangıcından 16. Yüzyıla Kadar Anadolu Türk-İslâm Mimarisinde Sanatçılar, Ankara 1995, s. 177-308; Yılmaz Önge, Anadolu’da XII-XIII. Yüzyıl Türk Hamamları, Ankara 1995; a.mlf., Türk Mimarisinde Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerinde Su Yapıları, Ankara 1997, tür.yer.; Hakkı Önkal, Anadolu Selçuklu Türbeleri, Ankara 1996; Sıtkı Fırat, Selçuklu Sanatı, Ankara 1996; V. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri (25-26 Nisan 1995), Konya 1996; VI. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri (16-17 Mayıs 1996), Konya 1997; Aynur Durukan, “Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi Cami Tipolojisi Üzerine Bir Deneme”, Uluslararası Osmanlı Öncesi Türk Kültürü Kongresi Bildirileri (haz. Azize Aktaş Yasa - Sevay Oktay Atılgan), Ankara 1997, s. 169-175; a.mlf., “Anadolu Selçuklu Döneminde Bânî Sanatçı İlişkileri”, Prof. Dr. Zafer Bayburtluoğlu Armağanı: Sanat Yazıları, Kayseri 2001, s. 247-278; a.mlf., “Anadolu Selçuklu Kaynakları Çerçevesinde Bânîler”, Sanat Tarihi Defterleri, sy. 5, İstanbul 2001, s. 43-132; VII. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri (II. Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazı-Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri, 30 Nisan - 02 Mayıs 1998), Konya 1998, s. 11-19, 89-158, 207-300; Alptekin Yavaş, Ortaçağ Türk Konut Mimarisi Üzerine Bir Araştırma: Anadolu Selçuklu Köşkleri (yüksek lisans tezi, 2000), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Haşim Karpuz, Anadolu Selçuklu Mimarisi, Konya 2001; I. Uluslar Arası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi, Bildiriler (haz. Osman Eravşar), Konya 2001, I-II; Ali Haydar Bayat, “Anadolu’da Selçuklu Dönemi Darüşşifaları Üzerine Toplu Değerlendirme”, a.e., I, 121-148; Ahmet Çaycı, Anadolu Selçuklu Sanatı’nda Gezegen ve Burç Tasvirleri, Ankara 2002; Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı (ed. Doğan Kuban), İstanbul 2002; Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı (ed. Ali Uzay Peker - Kenan Bilici), Ankara 2006, II; Anadolu’da Türk Devri Çini ve Seramik Sanatı (ed. Gönül Öney - Zehra Çobanlı), İstanbul 2007, s. 25-173; Anadolu Selçuklu Dönemi Kervansarayları (ed. Hakkı Acun), Ankara 2007; J. Sauvaget, “Observations sur quelques mosquées seldjoukides”, Annales de l’institut d’études orientales, IV, Paris 1938, s. 81-120; M. Kemal Özergin, “Anadolu Selçuklu Kervansarayları”, TD, XV/20 (1965), s. 141-170; Oluş Arık, “Erken Devir Türk Mimarisinde Türbe Biçimleri”, Anadolu: Anatolia, XI, Ankara 1969, s. 57-119; Sadi Dilaver, “Anadolu’daki Tek Kubbeli Selçuklu Mescitlerinin Mimarlık Tarihi Yönünden Önemi”, STY, IV (1970-71), s.17-29.

Ayşe Denknalbant - Ahmet Vefa Çobanoğlu