SİHİR

(السحر)

Sözlükte “bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek, aldatmak, oyalamak; birinin ilgisini çekmek, gönlünü çelmek” mânalarında masdar olan sihr kelimesi “hile, aldatma; sebebi gizli kalan iş” anlamlarında isim olarak da kullanılmaktadır (Lisânü’l-ǾArab, “sĥr” md.; Kāmus Tercümesi, II, 381-383). Râgıb el-İsfahânî’nin açıklamalarından hareketle sihir terimini “el çabukluğu, göz boyama ve yaldızlı sözler söyleme yoluyla gerçekleştirilen hile ve aldatma işi, şeytanla yakınlık kurup ondan yardım alma ve nesnelerin şeklini değiştirme iddiası” diye tanımlamak mümkündür (el-Müfredât, “sĥr” md.). Sihir ayrıca “kötü ruhlu varlıklar tarafından ortaya konan bazı eylemler ve gösteriler, meydana geliş şekli açık olmayan bir olayı gerçeğe aykırı biçimde gösteren işlemler” şeklinde de tanımlanmıştır (Cessâs, I, 51-57; Fahreddin er-Râzî, III, 187; Ebü’l-Bekā, s. 510). İbn Haldûn’a göre sihir, bazı insanların semavî yardımcılara başvurmadan doğrudan (nefsânî güçleriyle) etkide bulunmasından ibarettir (Muķaddime, s. 482-486). Taşköprizâde Ahmed Efendi ise astronomi olayları ile gök cisimlerinin özelliklerini ve bunların yeryüzü olaylarıyla bağlantısını inceleyen bilgi dalına sihir adını verir (Miftâĥu’s-saǾâde, I, 364-370). Türkçe’de sihir karşılığında büyü kelimesi kullanılmakla birlikte el çabukluğu ve illüzyon gibi teknikleri içine alan sihrin büyüden daha kapsamlı olduğunu söylemek mümkündür. Sihir uygulayan kimseye sâhir denir.

İlkel toplumların hayatında önemli bir yeri bulunan sihir Mısır, Bâbil, Hint ve Grek medeniyetlerinde geniş biçimde icra edilmiş, yahudi ve hıristiyan otoritelerinin büyücülere ağır cezalar vermesine rağmen bu uygulamanın önüne geçilememiştir. Câhiliye Arapları’nda kehanet gibi sihir de yaygın olup bunlar, Tanrı adına yeryüzünde iş gördüklerine inandıkları cin ve şeytan gibi görünmeyen varlıklarla irtibat kurarak sihir yapıldığını düşünüyorlardı. Putperestlik gibi sihri de başka kültürlerden alan İslâm öncesi Araplar’ı tılsım, havas, rukye, azâim ve şa‘beze gibi büyü çeşitlerinden de haberdardı. Ancak en fazla uyguladıkları sihir türü cinlerle irtibat kurarak yapıldığına inanılan azâimdi. Câhiliye döneminde daha çok yahudiler sihirle meşgul oluyordu. Bununla birlikte kaynaklarda Necran Arapları’nın da sihir eğitimi aldıkları, yine Cürhüm kabilesinin Eski Mısırlılar gibi yapay yılanlarla insanları korkuttukları ve Yemenliler’in kalelerini tılsımlar sayesinde Farslar’a karşı korudukları şeklinde bilgilere rastlanmaktadır (Müslim, “Zühd”, 73; İbn Kesîr, II, 181, 217). Usta şairlerin ve gaipten haber veren kişilerin bu yeteneklerini “takipçi” (reîy / tâbî) diye anılan cinler vasıtasıyla elde ettikleri sanıldığından müşrikler çeşitli mûcizeler gösteren Hz. Peygamber hakkında kâhin veya sâhir hükmünü vermişlerdi (bk. BÜYÜ).

Kur’ân-ı Kerîm’de sihir ve türevleri terim anlamıyla altmış yerde geçmekte, bunların kırktan fazlası Hz. Mûsâ, Hârûn ve Hz. Muhammed’le ilgili âyetlerde yer almaktadır. Ayrıca Hz. Sâlih, Şuayb ve Îsâ’nın muhataplarınca büyücü veya büyülenmiş diye nitelendirildiğini belirten âyetlerde sihirle ilgili kelimeler kullanılmış, bu iddiaların iftiradan ibaret olduğu, inkârcıların eskiden beri peygamberler hakkında böyle sözler söyledikleri bildirilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “sĥr” md.). Kur’an’da sihrin üç şekline değinildiğini söylemek mümkündür. 1. Mısırlılar’ın Sihri. Hz. Mûsâ döneminde Mısır’da sihirbazlar bazı tekniklere başvurarak hayal ettirme (illüzyon) şeklinde sihir yapıyorlardı (Tâhâ 20/66). Mûsâ, kardeşi Hârûn’la birlikte ilâhî mesajı iletmek üzere Firavun ve taraftarlarına gönderildiğinde Firavun onların mûcize göstermesini istemiş, bunun üzerine asâ ve yed-i beyzâ mûcizeleri gerçekleşmiştir. Mûsâ’yı sihirbazlıkla suçlayan Firavun çevresindeki güçlü sihirbazlar sayesinde onu mağlûp edebileceğini düşünmüş, fakat Mûsâ asâsıyla sihirbazların kullandığı büyü araçlarının tamamını etkisiz hale getirmiş, böylece gösterilerinin bir aldatmacadan ibaret olduğu ortaya çıkmış, işin aslını bilen sihirbazlar iman etmiştir (el-A‘râf 7/106-122; eş-Şuarâ 26/31-48). Kur’ân-ı Kerîm birçok âyette Hz. Mûsâ’nın sihirbaz olmadığını, rakiplerinin sihrini sihirle değil Allah’ın izniyle etkisiz hale getirdiğini ve diğerlerinin ortaya koyduğu gösterilerin aldatmacadan ibaret bulunduğunu açıklamaktadır (el-A‘râf 7/103-105, 116-117; Yûnus 10/76-77, 81; Tâhâ 20/ 60-69).

2. Bâbilliler’in Sihri. Bu sihir semavî güçlerden yardım alarak yapılan sihir çeşidi olup Bakara sûresinin 102. âyetinde bunun üzerinde durulmuştur. Burada Hz. Süleyman’ın hükümranlığının sihre dayandığını söyleyen yahudiler eleştirilmekte, bazı kişilerin topluma zararı dokunan ve karı kocanın arasını ayırmayı hedefleyen şeyleri öğrendikleri, halbuki Allah’ın izni olmadıkça kimsenin kimseye zarar veremeyeceği bildirilmektedir. Âyette şeytanlar, onlara uyan insanlar, Hârût ve Mârût sihirle ilişkili taraflar olarak gösterilmektedir. Burada şeytanlara tâbi olanlarla Hz. Süleyman (veya Hz. Muhammed) devrinde yaşayan yahudilerin, Hârût ve Mârût ile de iki meleğin veya Bâbilli iki kralın yahut iki taifenin kastedilmiş olabileceği belirtilmektedir. Bu kelimelere yüklenen mânalara göre âyette sözü edilen sihrin türü ve mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Meselâ buradaki sihrin semavî olduğu söylendiği gibi (Taberî, I, 455; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 189; Fahreddin er-Râzî, III, 199-200) beşer kaynaklı olduğu (Kurtubî, II, 48, 57; Âlûsî, I, 532, 539; Ateş, I, 203; Muhammed Esed, I, 28) ve özellikle yahudilerce ortaya konduğu da (Reşîd Rızâ, I, 401) söylenmiştir. Âyette sihrin öğretilebilen ve karı koca arasını açıp zarar doğuran bir şey olarak nitelendirilmesi, ilk bakışta onun bir gerçekliğinin bulunduğunu düşündürse de aynı eylem ve sonuçların herhangi bir kurala bağlı olmayan tekniklerle meydana getirilebileceği ve yapılan işin “küfür” olarak nitelendirilmesi bunun bâtıl bir inanç olduğu görüşünü desteklemektedir. Buna göre âyette sihrin etkisi, onun hakikat olmasından değil muhatap üzerinde bıraktığı psikolojik etkiden kaynaklanmaktadır (bk. HÂRÛT ve MÂRÛT).

3. Düğümlere Üfleme Suretiyle İcra Edilen Sihir. Felak sûresindeki ilgili âyette sihir kelimesi kullanılmaksızın düğümlere üfleyenlerin şerrinden Allah’a sığınılması istenmektedir. Burada “üfürükçüler” anlamında “neffâsât” kelimesi geçmektedir. Türkçe’de bu kişilere ayrıca efsuncu (afsuncu), yaptıkları işe de efsun (afsun) denilmektedir (bk. RUKYE). Hz. Peygamber döneminde okudukları duaları ellerindeki ipliklere üfleyip düğüm atan ve bu suretle büyü yapan kişiler vardı. İbn Haldûn, Mısır’da bu tür kimselere rastladığını kaydetmektedir (Muķaddime, s. 484). “Düğümlere üfleyenler” ifadesi, Küreyb b. Ebû Müslim’e göre mecazen “çeşitli naz ve işvelerle erkeklerin fikirlerini çelen kadınlar” anlamına da gelmektedir (Fahreddin er-Râzî, XXXII, 179). Bazı müfessirler, Hz. Âişe ve Zeyd b. Erkam kanalıyla nakledilen iki değişik hadise dayanarak (Müsned, IV, 367; VI, 57, 63, 96; Buhârî, “Ŧıb”, 47; Müslim, “Selâm”, 43; İbn Mâce, “Ŧıb”, 45; Nesâî, “Taĥrîm”, 20) Felak sûresindeki âyeti Resûl-i Ekrem’e sihir yapıldığını ileri süren rivayetlerle ilişkilendirmiştir. Bu rivayetlerde Lebîd b. A‘sam adında birinin


Hz. Peygamber’e büyü yaptığı, bunun etkisiyle Resûlullah’ın yapmadığı şeyleri yapmış gibi hayal etmeye başladığı, ardından iki melek tarafından durumun kendisine haber verilip büyü malzemesinin Zervân Kuyusu’na atıldığı bildirilmektedir. Ancak bazı âlimler tarafından söz konusu rivayetlere hadis tekniği açısından eleştiriler yöneltildiği gibi bunların içeriği de tebliğ görevinin mahiyetine ve icaplarına aykırı bulunmuştur. Zira bir peygamberin sihrin etkisinde kalması, ilâhî vahye beşerî unsurların karışabileceği ihtimalini ortaya çıkaracağı gibi inkârcıların peygamberi büyüyle ilişkilendirme iddialarını da haklı çıkarır. Halbuki birçok âyette Resûl-i Ekrem’in Allah’ın koruması altında olduğu ve Kur’an’ın, zihnine iyice yerleşmesini sağlamak üzere kendisine peyderpey indirildiği belirtilmiştir. Eski ve yeni dönem âlimlerinin bir kısmı, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığı yönündeki rivayetin haber-i vâhid olması sebebiyle kesin bilgi değeri taşımadığını, ayrıca Felak sûresinin Mekke’de indiğini, sihir olayının ise Medine’de vuku bulduğunun söylendiğini hatırlatarak Resûlullah’a sihir yapıldığı iddiasını reddetmişlerdir (Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, vr. 907a; Cessâs, I, 60; Muhammed Abduh, s. 181-183; Cemâleddin el-Kāsımî, XVII, 304; Seyyid Kutub, VI, 4008; Derveze, I, 199). Âlimlerin çoğunluğu söz konusu rivayetlerin sahih olduğunu, ancak sihrin Resûl-i Ekrem’in zihnini ve gönlünü değil sadece bedenini etkilediğini, sonuçta vahyin korunmuşluğuna zarar vermediğini söylemiştir (İbn Kuteybe, s. 178-186; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, vr. 907a; Kādî İyâz, II, 865-868; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 44-51). Diğer bazı âlimler ise Hz. Peygamber’e sihir yapılmışsa da ilâhî koruma altında bulunduğundan sihrin kendisine etki yapmadığını belirtir. Bu yorum, sonuç itibariyle Resûlullah’a sihir yapıldığına dair rivayeti reddeden birinci görüşle birleşmektedir (Hadîdî, s. 100-104; ayrıca bk. FELAK SÛRESİ; MUAVVİZETEYN).

Âyet ve hadislerin genel muhtevası göz önünde bulundurulduğunda sihrin bazı çeşitlerinin olağan üstü bilgi ve güç iddiasına dayanması sebebiyle tevhide aykırı bir inanç olarak değerlendirilmesi gerekir. Bazıları ise hile ve sahtekârlık gibi ahlâk dışı davranışlardan ibarettir. Bunun yanında sihir sosyal hayatın bir olgusu gibi görülerek onun daha çok iman ve ahlâk açısından doğuracağı sonuçlar üzerinde durulmuştur. Nitekim hadislerde sihir helâk edici yedi büyük günahtan biri kabul edilmiş (Buhârî, “Veśâyâ”, 23; “Ŧıb”, 48; Müslim, “Îmân”, 145), fal ve kehanet gibi o da yasaklanmıştır (Tayâlisî, s. 50). Bu tavır Hz. Peygamber’den sonra sahâbe tarafından devam ettirilmiş, Hz. Ömer hilâfeti sırasında büyücülük yapanların cezalandırılacağını ilân etmiştir (Muhammed Hamîdullah, s. 509-510). Konuyu kamu düzeni açısından ele alan fıkıh âlimleri dinî bakımdan inkârla sonuçlanan sihrin irtidad suçuna denk tutulmasını, bu sonucu doğurmayan sihirlerde ise sihirbaza toplum hayatında meydana getirdiği zarara göre işlem yapılmasını öngörmüşlerdir (el-Muvaŧŧaǿ, “ǾUķūl”, 19; Şâfiî, I, 226-227; Cessâs, I, 61-72; İbn Kudâme, VIII, 151).

Pozitif bilim mensupları da sihir karşısında kararlı bir tutum sergilemişlerdir. Bilim ve felsefede sihir, temelde akla ve tecrübeye dayanan pratik düşüncenin bazı nesnelerden mantık öncesi usullerle yararlanması yöntemi olarak görülmüştür (Ülken, I, 3-6). Sihirbazlar, tabiatta meydana gelen olayları fizik kuralları ile açıklayan bilim adamlarının aksine gizli sebeplere dayandırırlar. Bu tutum bir yönüyle bilimin gelişmesine engel olurken diğer yönüyle ona katkıda bulunmuştur. Nitekim tarihte astroloji, simya, havâs ilmi gibi okült uygulamaların astronomi, kimya, tıp, eczacılık vb. ilimlerin gelişmesine yardımcı olduğu bilinmektedir. Günümüzde de tecrübî metotları aşan telepati, telekinezi ve parafizik olaylar parapsikoloji tarafından araştırma konusu yapılmaktadır. Bu alandaki çalışmaları ile tanınan Hans Holzer paranormal fenomenlerin, mahiyetleri şimdilik bilinmeyen bazı tabiat kanunları çerçevesinde meydana geldiğini ve ileride bilinme ihtimallerinin bulunduğunu belirtir (DİA, XVI, 185-188). Bu bilgilerden büyüye meşruiyet çıkarma yerine evrende henüz keşfedilmeyen birçok alanın bulunduğu anlamı çıkarılmalıdır. Fakihlerin ve bilim adamlarının karşı tavırlarına rağmen fal ve kehanet gibi sihir de halk kültüründe tarih boyunca yaşayagelmiştir. Bu ise Câhiliye geleneğinin değişik şekillerde yaşamaya devam etmesinden başka bir şey değildir. Bu sebeple yıldızların etkisine dayanan gizemli sihir çeşitlerini dinin dejenerasyonu sonucu ortaya çıkmış metafizik anlayışları yansıtan sahte bir inanç, mûcizeye bir nevi alternatif ortaya koymaya çalışan büyücüyü de tarihte benzerlerine çok rastlanan sahte peygamber olarak değerlendirmek mümkündür. Sihrin göz bağcılığa (şa‘beze) dayanan türlerinin ise doğrudan imanla değil amel ve ahlâkla ilgili eylemler niteliği taşıdığı, burada bazı gizli yetenek ve bilgilerin kullanılması suretiyle insanların aldatılması, istismar edilmesi ve zarara uğratılmasının söz konusu olduğu söylenebilir. Öte yandan zaman zaman insanoğlunun tabiatın gizliliklerini veya sebebi bilinmeyen olayları (paranormal fenomenler) kavrama çabasının sihir olarak isimlendirildiği de bilinmektedir. Bu tür olayların tekrar edilememesi onların bilimin alanına girmesine engel teşkil etmektedir.

Literatür. Sihir konusunda eski Mısır, Yunan, Bâbil ve Hint kültürlerinde birçok eser yazılmış, İslâmî dönemde de bu gelenek devam ettirilmiştir. Bununla birlikte İslâmî literatür daha çok sihrin gerçekliğinin olup olmadığı noktasında odaklanmıştır. İbnü’n-Nedîm azâim, şa‘beze, sihir, nîrencât, hiyel ve tılsım konusunu işlerken Hz. Süleyman’ın yaptığı gibi cinleri istihdam ederek gerçekleştirilen işlere azâim adını verir ve bunun dinen câiz sayıldığını belirtir. Buna karşılık İblîs veya torunu Bîzah’ın yardımlarıyla yapılan işleri sihir diye isimlendirip dinen yasak olduğunu kaydeder (el-Fihrist, s. 445-447). İbn Haldûn, Bâbil’de Süryânî ve Keldânîler’in, Mısır’da Kıptîler’in ve başkalarının sihir konusunda birçok eser yazdığını, ancak bunların çok azının Arapça’ya tercüme edildiğini, Bâbil sihrini konu edinen el-Filâĥatü’n-Nabaŧiyye’nin bunlardan biri olduğunu ve daha sonra gelen müelliflerin bu eserlerden yararlandıklarını belirtir. Doğu’da Câbir b. Hayyân’ı, Batı’da Ebü’l-Kāsım Mesleme b. Ahmed el-Mecrîtî’yi örnek gösterir (Muķaddime, s. 482-483). Taşköprizâde ise sihri Hint, Bâbil, Yunan ve İbrânî-Kıptî-Arap gelenekleri olmak üzere dörde ayırdıktan sonra birinciye Rükneddin el-Âmidî’nin Mirǿâtü’l-meǾânî li-idrâki’l-Ǿâlemi’l-insânî adlı eserini, ikinciye İbn Vahşiyye’nin Kitâbü Siĥri’n-Nabaŧ’ını, üçüncüye Aristo’nun İskender’e yazdığı mektupların yanında Kitâbü’l-Vuķūfât li’l-kevâkib, Kitâbü’t-Tîmavus adlı eserleriyle Mecrîtî’nin Ġāyetü’l-ĥakîm’ini, dördüncüye Halef b. Yûsuf’un Kitâbü’l-ǾAmâ, Ebû Bekir el-Hârizmî’nin Kitâbü’l-Cemhere, Endelüsî’nin el-Îżâĥ adlı eserleriyle Kitâbü’l-Besâtîn li’stiħdâmi’l-ins li-ervâĥi’l-cin ve’ş-şeyâŧîn, Buġyetü’n-nâşid ve Maŧlabü’l-ķāsıd gibi eserleri örnek gösterir (Miftâĥu’s-saǾâde, I, 338-339). Malfred Ullmann da Gehezim-wissenschaften im Islam adıyla neşrettiği kitabında (Leiden 1972) konuya geniş bir bölüm ayırmıştır. Burada zikrettiği literatür içinde Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî’nin Kitâbü’l-Ħavâś ve Risâle fî śanǾati’ŧ-ŧılasmât’ı, Câbir b. Hayyân’ın


Kitâbü’l-Baĥŝ ve Kitâbü’l-Ħamsîn’i, İbn Vahşiyye’nin Kitâbü’s-Siĥri’l-kebîr’i, Ebü’l-Kāsım el-Mecrîtî’nin Ġāyetü’l-ĥakîm ve eĥaķķu’n-netîceteyn bi’t-taķdîm’i, Fahreddin er-Râzî’nin es-Sırrü’l-mektûm fî esrâri’n-nücûm’u, Ahmed b. Ali el-Bûnî’nin Şemsü’l-maǾârifi’l-kübrâ’sı ve İbnü’l-Hâc et-Tilimsânî’nin Şümûsü’l-envâr ve künûzü’l-esrâr’ı dikkat çekmektedir. Basılan klasik eserler arasında Fahreddin er-Râzî’nin Ķıśśatü’s-siĥr ve’s-seĥare fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (nşr. Muhammed İbrâhim Selîm, Kahire 1985), İbn Kayyim el-Cevziyye’nin DefǾu’ş-şer mine’l-ĥased ve’s-siĥr (Riyad 1991) ve İbn Hacer el-Askalânî’nin es-Siĥr ve’l-kehâne ve’l-ĥased’ini (Kahire 1990) zikretmek gerekir.

Sihir ve büyü hakkındaki modern çalışmalar arasından öne çıkanları şöylece sıralamak mümkündür: Avanzâde Mehmed Süleyman, Tılsım Sihir Büyü: Bizdeki Te’sîrât ve Tedkīkātı (İstanbul 1330); Ahmed Hasan Müslim, Ķażıyyetü’s-siĥr ve Hârût ve Mârût (Kahire 1983); Selvâ Ali Selim, es-Siĥr ve’d-dîn: Dirâse fî taĥlîli’l-mażmûn (Kahire 1989); Sa‘d Muhammed Muhammed Mersifî, es-Siĥr ve’s-seĥare fî đavǿi’l-ĥadîŝi’n-nebevî (Küveyt 1409/1989); Züheyr Hamevî, el-İnsân beyne’s-siĥr ve’l-Ǿayn ve’l-cin (Küveyt 1410/1990); İbrâhim Kemal Edhem, es-Siĥr ve’s-seĥare min minžâri’l-Ķurǿân ve’s-Sünne (Beyrut 1991); Tâceddin Nevfel, es-Siĥr ve’s-seĥare ve’l-viķāye mine’l-fecere (Kahire 1993); Seyyid Cümeylî, es-Siĥr ve taĥżîrü’l-ervâĥ beyne’l-bidaǾ ve’l-ĥaķāǿiķ (Kahire 1993); İbrahim Akgün, Kur’an’da Sihir Kavramı (yüksek lisans tezi, 1993, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Yusuf Özbek, İslâm Açısından Sihir (İstanbul 1994); Fethi Yeken, Ĥükmü’l-İslâm fi’s-siĥr ve müşteķķātih (Beyrut 1994); Hayat Saîd Ömer Ba Ehzâr, Mevķıfü’l-İslâm mine’s-siĥr: Dirâse naķdiyye Ǿalâ đavǿi Ǿaķīdeti Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (Cidde 1415/1995); Ömer Süleyman Eşkar, ǾAlemü’s-siĥr ve’ş-şaǾveźe (Amman 1418/1997); Sevim Asımgil, Büyü-Sihir-Fal-Yıldızname-Kehanet-Nazar: İnsanlık Tarihinin Gizemli Dünyası (İstanbul 1999); Mahmûd Kāsım Hamûd, es-Siĥr fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (Amman 2001); Âbidin Zeynel Tambağ, Cin Sihir Büyü (İstanbul 2004); Abdülfettah es-Seyyid Tûhî, Siĥru Hârût ve Mârût fi’l-elǾâbi’s-siĥriyye (Beyrut, ts.); Cemal Anadol, Tarihten Günümüze Kadar Doğu ve Batı Kültürlerinde Halk İnanışları ve Büyü (İstanbul 2006); Reşîd Leyzûl, el-Cin ve’s-siĥr fi’l-manžûri’l-İslâmî (Beyrut, ts.).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, I, 648; Kāmus Tercümesi, II, 381-383; Müsned, IV, 367; VI, 57, 63, 96; Tayâlisî, Müsned, Haydarâbâd 1321, s. 50; Şâfiî, el-Üm, I, 226-227; İbn Kuteybe, Teǿvîlü muħtelifi’l-ĥadîŝ (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Kahire 1386/1966, s. 178-186; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Bulak), I, 455; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 189; a.mlf., Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 20b, 907a; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, I, 51-57, 60-72; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, Kahire 1348, s. 445-447; Kādî İyâz, eş-Şifâǿ, II, 865-868; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, III, 187, 193, 199-200; XXXII, 179; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Riyad, ts. (Mektebetü’r-Riyâdi’l-hadîse), VIII, 151; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-CâmiǾ (nşr. M. İbrâhim M. Hifnâvî - Mahmûd Hâmid Osman), Kahire 1416/1996, II, 48, 57; Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Baĥrü’l-muĥîŧ, Kahire 1329, I, 329; İbn Kayyim el-Cevziyye, Tefsîrü’l-MuǾavviźeteyn (nşr. Seyyid b. İbrâhim), Kahire 1989, s. 44-51; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 181, 217; İbn Haldûn, Muķaddime (nşr. Dervîş el-Cüveydî), Beyrut 1415/1995, s. 482-486; Taşköprizâde, Miftâĥu’s-saǾâde, I, 338-339, 364-370; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 510; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, I, 532, 539; Muhammed Abduh, Tefsîru cüzǿi ǾAmme, Kahire 1904, s. 181-183; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, I, 401; Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkürü Tarihi, İstanbul 1933, I, 3-6; Cemâleddin el-Kāsımî, Tefsîrü’l-Ķāsımî: Meĥâsinü’t-teǿvîl (nşr. M. Fuâd Abdülbâkī), Beyrut 1978, II, 210; XVII, 304; M. Ebü’n-Nûr el-Hadîdî, Ǿİśmetü’l-enbiyâǿ, Kahire 1399/1979, s. 100-104; Muhammed Hamîdullah, el-Veŝâǿiķu’s-siyâsiyye, Beyrut 1403/1983, s. 509-510; Seyyid Kutub, Fî Žılâli’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, VI, 4008; Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1988, I, 203; Muhammed Esed, Kur’an Mesajı (trc. Cahit Koytak - Ahmet Ertürk), İstanbul 1996, I, 28; M. İzzet Derveze, et-Tefsîrü’l-Hadîs: Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri (trc. Şaban Karataş), İstanbul 1997, I, 199; Ali Köse, “Hârikulâde”, DİA, XVI, 185-188.

İlyas Çelebi