SİYER

(السير)

Fıkıh kitaplarının devletler hukuku hükümlerini içeren bölümüne veya bu konuda yazılan kitaplara verilen ad.

Sözlükte “hal, durum, davranış, idare, yol, hareket, yürüme” gibi anlamlara gelen siyer sîret kelimesinin çoğuludur. Hem klasik fıkıh literatürü içinde özel bir türün hem fıkıh sistematiği içinde özel bir bölümün ismi olarak siyer, günümüzde devletler genel ve devletler özel hukuku diye adlandırılan alanlara dair doktriner görüşlerin bütününü ifade eden bir terim anlamı kazanmıştır. Sîret kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde “durum” mânasında (Tâhâ 20/21) ve hadis kaynaklarındaki bazı rivayetlerde “tutum, davranış biçimi” anlamında (Dârimî, “Muķaddime”, 18; Müsned, I, 75, 128) geçer. Ayrıca siyer ve tarih kaynaklarında aktarılan Resûl-i Ekrem’e ait bazı ifadelerde sîret kelimesinin siyer terimine temel teşkil edecek kullanımlarına rastlanır (aş.bk.). İslâm hukukçuları, müslüman bir toplumun gayri müslim toplum ya da bireylerle ilişkilerde izleyeceği

tutum, siyaset ve hukuk rejimini özellikle Hz. Muhammed’in ve onu takiben Hulefâ-yi Râşidîn’in bu konuda benimsedikleri davranış ve gittikleri yoldan (sîret) çıkardıkları için ilgili hükümleri de siyer terimi altında bir araya getirmişlerdir (kelimenin sözlük anlamlarıyla siyer konularının karakteristik özellikleri arasında bağ kuran bazı izahlar için bk. İbnü’l-Hümâm, V, 435; Şehhâte, s. 12-13). Bu yaklaşım, İslâm kültüründe devletler hukuku uygulamalarının Hz. Peygamber gibi ideal bir örneğe dayandığı, dolayısıyla bu alanda günlük siyasetin ve keyfîliğin değil hukukîliğin hâkim olması gerektiği mesajını içermektedir.

Kaynakların verdiği bilgiye göre sîret kelimesi siyer teriminin bu anlamına temel teşkil edecek biçimde bizzat Hz. Peygamber tarafından kullanılmıştır. Meselâ sıcak çatışmayı gerektiren bir devletlerarası sorunu çözmek üzere Abdurrahman b. Avf kumandasındaki orduyu sevki sırasında şöyle buyurmuştur: “Ey Avf oğlu, sancağı tut! Topluca Allah yolunda gazâ edin ve Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. Fakat hıyanet etmeyin, anlaşmayı bozmayın, insan bedenine saygısızlıkla işkence yapmayın ve çocuklarla kadınlara dokunmayın. İşte bu Allah’ın emridir ve elçisinin sizin aranızdaki sîretidir” (İbn Hişâm, III-IV, 632). Yine Resûl-i Ekrem’in Abdülkays kabilesi lideri Ekber b. Abdülkays’a yazdığı, savaş ve barış hukukuna dair hükümler içeren mektubundaki şu cümlesi siyer teriminin arka planına ışık tutmaktadır: “… (kabile mensuplarının) feyden paylarını almaları, yargılamada adaletin sağlanması ve ilişkilerde hakkaniyete göre davranılmasından (el-kasdü fi’s-sîreti) her iki toplum hakkında bağlayıcı olmak üzere müslümanların ordusu sorumludur. Allah ve resulü onlara şahitlik yapar” (İbn Sa‘d, I, 283). Kelimenin benzer kullanımlarına Hz. Ömer ve Osman’ın yazışmalarında da rastlanmaktadır (Taberî, III, 585; IV, 245).

Fıkıh literatürünün ilk örneklerinden itibaren başta cihad olmak üzere haraç, emvâl, ganimet (ganâim), cizye, eman, ridde, daha sonraları siyâset-i şer‘iyye ve ahkâm-ı sultâniyye gibi terimler de yer yer aynı içeriği karşılamak üzere kullanılmakla birlikte daha kuşatıcı olması yönüyle siyer bir üst terim olma hüviyetini hep korumuştur. Bu noktada bir ayrıntıya işaret edilmesi uygun olur: “Kitâbü’l-cihâd” başlığını taşıyan bazı eserlerin veya genel fıkıh kitaplarının bu bölümlerinin alt başlıklarında zaman zaman siyer veya sîret kelimelerine rastlanmaktadır. Fakat bu kullanımlarda, meselâ Mâlikî fakihi İbn Ebû Zeyd’in eserinde yer alan “Bâbü sîreti’l-imâmi’l-adl fî mâlillâh”, “Zikru ba‘dı mâ ruviye mine’s-sîreti fî mâlillâh” şeklindeki başlıklarda (Kitâbü’l-Cihâd, s. 487, 497) devletler hukuku içeriği değil kelimenin kök anlamı kastedilmektedir. Siyerle bu konudaki düzenlemelerin dayanağı niteliğindeki rivayet ve olayları konu edinen megāzî ilmi arasında yakın bir ilişki vardır. “Savaş ve savaş alanı, gazve” anlamlarına gelen mağzât kelimesinin çoğulu olan megāzî, daha çok Hz. Peygamber’in özellikle gazveleri ve seriyyeler başta olmak üzere hayatına ilişkin ayrıntıları ele alan ilim dalının ve ilgili literatürün özel adı olmuştur (bk. SİYER ve MEGĀZÎ).

Fıkıh terimi olarak siyerin ilk defa ne zaman ve kimin tarafından kullanıldığına dair kesin bilgiler olmamakla birlikte bazı tarihî veriler terimleşmenin II. (VIII.) yüzyılın ortalarına doğru Ebû Hanîfe’nin gözetiminde gerçekleşmiş olabileceğini göstermektedir (aş.bk.). Birçok tabakat ve ilimler tarihi kaynağının verdiği bilgiye göre Ebû Hanîfe, Kûfe’deki fıkıh mektebinde es-Siyer adını verdiği bir kitabı öğrencilerine yazdırmış, bu isimle şöhret bulan kitaba aynı adla reddiyeler yazılmıştır (meselâ bk. İbn Hacer, Tevâli’t-teǿsîs, s. 153). Bu tür bilgilere dayanan Muhammed Hamîdullah, siyer teriminin “devletler hukuku” anlamında ilk defa Ebû Hanîfe tarafından kullanıldığı hususunda daha kesin bir kanaate sahiptir (İslâm’da Devlet İdaresi, s. 43; ayrıca bk. Kruse, Islamische Völkerrechtslehre, s. 63). Bazı istisnaları olmakla birlikte Irak ve Şam fakihlerinin siyer terimine, diğer bölge âlimlerinin ise cihad terimine bu alana özel bir isim olarak yer vermeleri Hamîdullah’ın kanaatini desteklemektedir. İlgili literatürün gelişim seyrine bakıldığında ilk grup içinde özellikle Hanefîler’in bir üst başlık olarak siyer kelimesini kullanmada ısrarlı oldukları görülmektedir. Bu bilinçli tercihte mezhebin ilk imamlarından aynı adla yazılmış kitapların intikal etmiş olmasının etkisi açıktır.

Siyer terimi, toplumlararası ilişkilerin hemen her boyutuna dair hükümleri kuşatan bir muhteva zenginliğine sahiptir. Bu geniş muhteva içinde savaş, barış, diplomatik ilişkiler, uluslararası ticaret, kanunlar ihtilâfı, yabancılar hukuku gibi günümüz devletler hukuku konuları yanında zimmet sözleşmesi, İslâm dininden dönenler (mürtedler) ve meşrû siyasî otoriteye baş kaldıranlarla (bâgīler) ilişkiler gibi fıkhın kendine özgü yapısı gereği işlenen konular da bulunmaktadır. Siyer edebiyatının önde gelen yazarlarından


Şemsüleimme es-Serahsî’nin çizdiği şu çerçeve bu noktada yeterince fikir vermektedir: “Müslümanların gayri müslimlere yönelik muamelelerde izledikleri yolu açıkladığı için siyer ismini alan bu kitapta kendileriyle fiilen savaşılanlar (ehl-i harb), müste’men veya zimmî sıfatlarıyla barış anlaşması yapılanlar (ehl-i ahd), inandıktan sonra inkâr ettikleri için kâfirlerin en kötüsü olan mürtedler ve gayri müslimlere göre daha yakın konumda bulunan isyankârlarla (ehl-i bağy) ilgili hükümler yer almaktadır” (el-Mebsûŧ, X, 2). Farklı ülke ve yönetimlere sahip olsalar da müslümanların kendi aralarında tek bir ümmet sayılması karşılıklı ilişkilerinde ayrı bir hukukî düzenlemeye ihtiyaç bırakmadığı için müslümanlar başkalarıyla yani gayri müslimlerle ilişkilerinde hak ve sorumlulukları belirleme çabasına girmişlerdir; dolayısıyla İslâm devletler hukuku esasta gayri müslimler merkeze alınarak yapılandırılmıştır. Bunun yanında kişi veya grup olarak İslâm toplumuna düşman yahut muharip hale gelenlerle ilgili hükümler de siyer kapsamında ele alınmıştır.

Bu genel çerçeveden de anlaşılacağı üzere siyer, özeli ve geneliyle devletler hukukunun bütün konularını kapsadığı gibi gerçekte bir iç hukuk sorunu olan, fakat doktrine göre kişilerin müslüman toplumun hukukî korunmaya sahip birer üyesi olma niteliğini kaybetmelerine sebep sayılan irtidad ve isyanla esasta malî hukuku ilgilendiren ganimet konusunu da kuşatmaktadır. Bu açıdan siyer teorisinde barışa yer olmadığı, onun sadece savaş hukukuyla ilgilendiği ve ele aldığı kişilerin de sadece gayri müslimler olduğu yönündeki şarkiyatçı yaklaşımlar doğru değildir. Aynı şekilde siyer geleneğinin, temelde dârülislâmın dârülharp aleyhine sürekli genişlemesini öngören ve bütün dünya halkları müslüman oluncaya veya İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar sürdürülmesi gereken kutsal savaş anlamındaki cihad ideolojisi üzerine bina edildiği şeklindeki iddialar da (Khadduri, s. 45, 52-53, 144, 202; Schacht, s. 130; Kruse, Islamische Völkerrechtslehre, s. 9, 170) gerçeği yansıtmamaktadır (bk. CİHAD; DÂRÜLHARP; DÂRÜLİSLÂM). Uluslararası ilişkilerin tarihçesini objektif bir bakış açısıyla inceleyen birçok uzmanın da belirttiği gibi devletler hukuku, insanlık tarihinde ilk defa sadece ilkelerinin tesbit edilmesiyle kalmayarak uygulama imkânı bulmuş ve sonuç olarak yalnız müslümanları değil gayri müslim toplulukları da hak süjesi olarak ele almış bağımsız bir disiplin kimliğiyle bir “müslüman ilmi” şeklinde doğmuştur (meselâ bk. Crozat, s. 200-202; Sevig, s. 33; Turnagil, s. 26; Boisard, I/2 [1978], s. 4). İslâm dünyası dışında doktriner anlamda devletler hukuku Batı’da ancak XV ve XVI. yüzyıllarda doğmaya başlamış, üstelik Francisco Victoria, Vasquez de Menchaca, Baltazar de Ayala, Francisco Suarez, Alberico Gentili ve Hugo Grotius gibi ilk kurucuları da (Crozat, I, 204; Meray, I, 24 vd.; Turnagil, s. 27) İslâm düşüncesinin Endülüs ve Sicilya üzerinden Batı’ya uzun yıllar ışık tuttuğu bölgeler olan İspanya ve İtalya’dan çıkmıştır (Yaman, s. 23-24; Wilson, XXXV/2 [1941], s. 205). Gerçekten devletler hukukunun tarihsel gelişimine bakıldığında onun evrensel hale gelmesinde, siyasetin konusu olmaktan kurtarılıp hukuk ilminin kapsamına alınmasında ve nihayet uygulanabilir bir kimliğe kavuşturulmasında büyük ölçüde İslâm hukukçularının emeği bulunmaktadır.

İslâm devletler hukuku kaynak, amaç ve yaptırım bakımından diğer hukuk sistemlerindekine göre daha nitelikli ve gerçekçi bir karakter taşımaktadır. Bu bağlamda siyerin aslî kaynaklarını tıpkı iç hukukta olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm ve Resûl-i Ekrem’in sünneti oluşturur. Hulefâ-yi Râşidîn uygulamalarının özel bir öneme sahip olduğu siyer konularında başlıca yardımcı kaynaklar -İslâm’ın temel ilke ve amaçlarıyla çatışmamak kaydıyla- anlaşmalar, uzman hukukçuların görüşleri yani doktrin, uluslararası ilişkilerde teamül haline gelmiş âdetler ve mütekābiliyet esasıdır.

Batı düşüncesine dayalı devletler hukuku doktrinleriyle siyer arasında mukayeseler yapan yazarlar Batılı anlayışa göre bu alandaki kural ve düzenlemelerin hedefinin devletler arasındaki çıkar çatışmalarını dengeleme olmasına mukabil siyerin adaleti gerçekleştirmeyi, bütün insanlığın menfaatlerini korumayı ve vicdan özgürlüğünün hâkim olduğu bir barış ortamının oluşmasını amaç edindiğine dikkat çekerler. Bu karşılaştırmalar esnasında modern devletler hukukunun yaptırım gücünden yoksun olduğu hatırlatılarak (Meray, II, 375) siyer kurallarının işlerliğini sağlamada âhirette Allah tarafından hesaba çekilme inancından beslenen mânevî müeyyidenin etkisine de vurgu yapılır (Khadduri, s. 46-47; Kruse, JPHS, III/4 [1955], s. 233). Kur’ân-ı Kerîm’deki şu iki âyet siyerin temel felsefesini özetlemektedir: “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletle davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. Allah yalnızca din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa işte bunlar kendilerine yazık etmiştir” (el-Mümtehine 60/8-9).

Literatür. Siyer alanındaki ilk tedvin hareketinin ne zaman, nerede ve kimlerin elinde başladığı konusunda henüz kesin sonuçlara ulaşılamamıştır. 122 (740 [?]) yılında vefat eden Zeyd b. Ali’ye nisbet edilen el-MecmûǾ içinde “Kitâbü’s-Siyer” isimli bir bölüm bulunmakla birlikte (el-MecmûǾu’l-ĥadîŝî ve’l-fıķhî, s. 238-244) fıkıh-hadis eserlerinin çok sonraları yerleşik hale gelmiş sistematiğine II. (VIII.) yüzyılın hemen başları gibi çok erken bir dönemde sahip oluşunun doğurduğu şüpheler ve râvisine ilişkin kuşkular bu eserin daha sonraki dönemlere ait olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir (bk. el-MECMÛ‘). Yine Yahyâ b. Hüseyin el-Bathânî, Ebû Abdullah el-Alevî gibi bazı Zeydî âlimleri tarafından 145 (762) yılında vefat eden Muhammed en-Nefsüzzekiyye’nin siyere dair bir kitap yazdığı ve hatta Hanefîler’in siyer literatürünün bu esere dayandığı söylense de (Rıdvân es-Seyyid, s. 171) bu iddia henüz kanıtlanabilmiş değildir.

Buna karşılık çeşitli kaynaklarda devletler hukuku alanında siyer ismiyle ilk tedvin girişiminin Ebû Hanîfe’nin Kûfe Medresesi’nde olduğu yönünde daha kesin ifadeler yer alır (Şeybânî, neşredenin girişi, s. 38, 55, 68; Hamîdullah, İslâmda Devlet İdaresi, s. 43, 65; Kruse, JPHS, III/4 [1955], s. 243). Şâfiî âlimi Beyhakī’nin de bu yönde anlaşılabilecek bir tesbiti vardır (İbn Hacer, Tevâli’t-teǿsîs, s. 153). Bunlara göre Ebû Hanîfe, içlerinde oğlu Hammâd’ın da bulunduğu gözde öğrencilerine es-Siyer isimli bir kitap imlâ etmiş ve burada Hz. Peygamber’in devletlerarası ilişkilerde izlediği yolla ilgili olarak Abdullah b. Ömer’in yaptığı nakilleri bir araya getirmiştir. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye nisbet edilen zâhirü’r-rivâye eserleri içindeki es-Siyerü’ś-śaġīr de esasen Ebû Hanîfe’nin siyer kültürünü yansıtan bir eserdir. Hatta onun bu eseri bizzat Ebû Hanîfe’den rivayet ettiği gelen bilgiler arasındadır (Ebû Yûsuf, neşredenin girişi, s. 4; Kevserî, s. 62; Ebû Zehre, s. 241). Ancak bu iki eser günümüze ulaşmamıştır. Mahmûd Ahmed Gāzî’nin Kitâbü’s-Siyeri’ś-śaġīr adıyla neşrettiği metin (İslâmâbâd 1998) aslında Hâkim eş-Şehîd tarafından Şeybânî’nin eserlerinden derlenen el-Kâfî’nin siyer bölümüdür. V. (XI.) yüzyıl Hanefî âlimlerinden Serahsî’nin ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla


adı geçen es-Siyerü’ś-śaġīr onun el-Mebsûŧ isimli geniş eserinin “Kitâbü’s-Siyer” bölümünde şerhedilmiştir (el-Mebsûŧ, X, 144).

Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen bu ilk ürünler, rivayete bağlı şifahî kültür yanında muhtemelen bazı yazılı metinlere de istinat ediyordu. Zira bazı sahâbî çocukları ya da torunları, kendilerine atalarından intikal eden siyer-megāzî risâleleri olduğunu belirterek onlardan alıntılar yapmışlardır. Abdullah b. Amr b. Âs’ın eś-Śaĥîfetü’ś-śâdıķa’sında siyer-megāzî hadislerinin yer aldığı, Berâ b. Âzib’in aynı konudaki rivayetlerinin yazıya geçirildiği, sahâbeden Sa‘d b. Ubâde, Alâ b. Hadramî ve Humeyd’in megāzîye dair kitapları olduğu anlaşılmaktadır (Fayda, s. 360-361; Sezgin, GAS, I, 253; Abdülazîz ed-Dûrî, s. 20 vd.). Esasen megāzînin bağımsız bir ilmî disiplin olarak algılandığı Ali b. Hüseyin’in şu sözünden de anlaşılmaktadır: “Biz Kur’an’dan bir sûreyi öğrendiğimiz gibi Allah resulünün megāzîsini de öğrenirdik” (İbn Kesîr, III, 242). Yine Hz. Osman’ın oğlu Ebân’ın 701-702 yıllarında veliaht Süleyman b. Abdülmelik için büyükçe bir megāzî kitabını çoğaltması, Mûsâ b. Ukbe’nin (ö. 141/758) bazı parçaları 1904’te (Almanca tercümesiyle, nşr. Edward Sachau), tam neşri 1997’de gerçekleştirilen (nşr. Muhammed Baksîs Ebû Mâlik, Akādîr 1997) el-Meġāzî’si Ebû Hanîfe’nin yazılı kaynaklara dayandığı fikrini kuvvetlendirmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Ebû Hanîfe bütün bu malzemeyi kullanarak fıkıh edebiyatının ilk siyer ürününü vermiştir.

Ebû Hanîfe’nin görüşlerini yansıtan bu ilk eserler, aynı dönemlerde konuyla ilgili başka kitapların da yazılmasını sağlamıştır. Iraklılar’da siyer-megāzî bilgisinin eksik olduğu iddiasıyla Evzâî (ö. 157/774) daha sonra Siyerü’l-EvzâǾî diye anılacak bir eser kaleme almış, Ebû Yûsuf da buna er-Red Ǿalâ siyeri’l-EvzâǾî adlı çalışmasıyla cevap vermiştir (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî, Kahire 1357). İki müctehid arasındaki tartışmalara sonradan katılan Şâfiî bu eserleri kendi tercihlerini ekleyerek “Siyerü’l-EvzâǾî” başlığıyla el-Ümm’üne (VII, 333-368) dercetmiştir. Fakat ganimet, yabancılar ve savaş hukukuyla ilgili otuz beş kadar meselenin taraflarca tartışıldığı el-Üm içindeki bu bölüm, gerçekte Evzâî’nin yazdığı siyer kitabı değil Şâfiî’nin kendi görüşleriyle zenginleştirdiği er-Red Ǿalâ siyeri’l-EvzâǾî’dir. Bu açıdan en eski siyer eserinin Evzâî’ye ait olduğu ve bunun günümüze tam olarak ulaştığı yönündeki bilgi (Khadduri, s. 24; Şafak, s. 72; DİA, XI, 548) izaha muhtaç görünmektedir. Nitekim Beyhakī de el-Üm’deki “Siyerü’l-EvzâǾî”nin yazılış macerasını anlatırken bu gerçeği ortaya koymuştur (İbn Hacer, Tevâli’t-teǿsîs, s. 153). Ebû Hanîfe ile Evzâî arasındaki görüş ayrılıklarını birlikte ele alan, fakat günümüze ulaşmayan bir başka eser Mûsâ b. A‘yen el-Cezerî’nin (ö. 177/793) Kitâbü İħtilâfi’l-EvzâǾî ve Ebî Ĥanîfe’sidir (a.g.e., a.y.).

Bunların ardından II. (VIII.) yüzyılın ikinci yarısında Süfyân es-Sevrî, Mâlik b. Enes (İbn Ferhûn, I, 126) ve Ebû İshak el-Fezârî’nin siyere dair eserler telif ettikleri bilinmektedir. Bunlardan Sevrî ve Mâlik’in kitapları günümüze ulaşmamıştır. Bununla birlikte Sevrî’nin görüşleri büyük oranda Abdürrezzâk es-San‘ânî (el-Muśannef) ve İbn Cerîr et-Taberî (İħtilâfü’l-fuķahâǿ) tarafından aktarılmıştır. Mâlik’in görüşlerini ise onun diğer eseri el-Muvaŧŧaǿdaki “Kitâbü’l-Cihâd” bölümünde ve öğrencisi İbnü’l-Kāsım’ın gözetiminde hazırlanan el-Müdevvenetü’l-kübrâ’da görmek mümkündür. Aynı zamanda Evzâî ve Sevrî’nin öğrencisi olan Ebû İshak el-Fezârî’nin (ö. 188/804 [?]) Kitâbü’s-Siyer’i günümüze ulaşan kısmî nüshası esas alınarak yayımlanmıştır (nşr. Fârûk Hamâde, Beyrut 1987). Fakat bu yayın aslında beş cüz olan eserin ikinci cüzüyle sınırlı kalmıştır. Abdullah b. Mübârek’in aynı yıllarda kaleme aldığı Kitâbü’l-Cihâd ise (nşr. Nezih Hammâd, Beyrut 1971) cihadın faziletiyle ilgili 260 kadar rivayeti ihtiva etmekte olup fıkhî bir özellik taşımamaktadır.

Konuyla ilgili olarak II. (VIII.) yüzyılda yazılan en önemli eser, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin Kitâbü’s-Siyeri’l-kebîr’idir. Muhtevası, etkisi ve tarihî değeri dolayısıyla ilgili literatüre damgasını vuran ve müellifine devletler hukukunun kurucusu unvanını kazandıran eser (Kruse, JPHS, III/4 [1955], s. 264; Yaman, s. 40; Taş, s. 46-47) müstakil olarak günümüze ulaşmamıştır (bk. es-SİYERÜ’l-KEBÎR). Serahsî’nin bu esere yazdığı Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr neşredilmiş olmakla beraber (I-IV, Haydarâbâd 1335-1336; I-III, Kahire 1957-1960, eksik; I-V, Kahire 1971) şârihin beyanından anlaşıldığı gibi (I, 251; IV, 1466; V, 1850) kaynak eseri bütünüyle kapsamamaktadır. Leknevî’nin okuduğunu söylediği (el-Fevâǿidü’l-behiyye, s. 163) es-Siyerü’ś-śaġīr ve es-Siyerü’l-kebîr bunların Serahsî tarafından yapılan şerhleri olmalıdır. Bu noktada Şeybânî’nin el-Mebsûŧ diye de bilinen el-Aśl isimli zâhirü’r-rivâye eserinin siyer bölümünün Kitâbü’s-Siyer ve’l-ħarâc ve’l-Ǿuşr ismiyle bağımsız olarak yayımlanmış olduğu da kaydedilmelidir (bk. bibl.). Şeybânî’nin öğrencilerinden Ebû Süleymân el-Cûzcânî’ye (ö. 200/ 816 [?]) atfedilen Kitâbü’s-Siyer ile (Kureşî, III, 519) Ebû Abdurrahman Ahmed b. Yahyâ’nın Şâfiî’den rivayet ettiği ve Beyhakī’nin incelediğini söylediği Kitâbü’s-Siyer de (İbn Hacer, Tevâli’t-teǿsîs, s. 156) günümüze kadar gelmemiştir. Şâfiî’nin çok beğendiğini ifade ettiği Ebû İshak el-Fezârî’nin siyerindeki tertibi esas alarak hazırladığı söylenen kitap da (İbn Hacer, Tehźîbü’t-tehźîb, I, 152) bu son eser olmalıdır.

Hissedilir bir nicelik azalması görülmekle birlikte siyer literatürü III. (IX.) yüzyılda ürünler vermeye devam etmiştir. Bu döneme ait eserler arasında ilk megāzî yazarlarından Vâkıdî’nin (ö. 207/823) Kitâbü’s-Sîret’i (İbnü’n-Nedîm, s. 99), Mâlikî mezhebini kayda geçiren Sahnûn’un oğlu İbn Sahnûn’un yirmi bölümü bulduğu söylenen Kitâbü’s-Siyer’i ile (Zehebî, XIII, 61; İbn Ferhûn, II, 171) İbn Ebû Âsım eş-Şeybânî’nin Kitâbü’l-Cihâd’ı özellikle zikredilir. Günümüze ulaşmayan ilk iki eserden Vâkıdî’ye ait olanının Şâfiî tarafından yapılan tenkidi el-Üm içinde (IV, 260-291) “Siyerü’l-Vâķıdî” başlığıyla yer almaktadır. Yayımlanmış olan İbn Ebû Âsım’ın kitabı ise (nşr. Ebû Abdurrahman Müsâid b. Süleyman er-Râşid el-Hamîd, Medine 1989) fıkhî bir içeriğe sahip değildir. IV. (X.) yüzyılın başlarında vefat eden Taberî’nin İħtilâfü’l-fuķahâǿ adlı geniş eserinin devletler hukukunu ilgilendiren bölümlerinin de Kitâbü’l-Cihâd ve kitâbü’l-cizye ve aĥkâmi’l-muĥâribîn ismiyle ayrıca yayımlandığı belirtilmelidir (nşr. J. Schacht, Leiden 1933). Bu son eser sadece yazarının değil İbrâhim en-Nehaî, Şa‘bî, Hasan-ı Basrî, Evzâî ve Ebû Sevr gibi kendisinden önceki birçok âlimin görüşlerini nakletmesi açısından özel bir öneme sahiptir.

Bazı araştırmacılar, III. (IX.) yüzyılla birlikte konunun artık eskisi kadar müstakil eserlerde ele alınmamasının arkasında fetihlerin duraklamasının, sınırların doğu ve batı yönünde kısmen sabitlenmiş olmasının, dolayısıyla fakihlerin daha çok iç hukuka ve idarî-malî alanlara yönelmesinin yattığını söyler (Rıdvân es-Seyyid, s. 168), bazıları da Emevî ve Abbâsî yönetimlerinin rejim ve ideoloji farklılığının bu sonucu doğurduğunu ima eder (Muhammed Hamîdullah, İslâm Medeniyeti, II/20 [1969], s. 26). Söz konusu yorumlara fıkıh konularının belli bir mezhep disiplini içinde bir bütün halinde incelenmesi yöntemine ağırlık verilmiş olmasının etkisi de eklenebilir. Gerçekten II. yüzyılın son yarısından itibaren


görülmeye başlanan mezhepleşme aşamasından sonra menâsik, vakıf, edebü’l-kādî vb. alanlarda görüldüğü gibi devletler hukuku konuları da Serahsî’nin Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Aĥkâmü ehli’z-zimme’si (nşr. Subhî es-Sâlih, Dımaşk 1961) gibi bazı çalışmalar dışında bağımsız biçimde ele alınmamış, genel fıkıh eserlerinin “kitâbü’s-siyer, kitâbü’l-cihâd, aĥkâmü’l-muhâribîn, kitâbü’l-cizye” bölümlerinde incelenmiştir. Günümüzde ise değişik dillerde uluslararası ilişkiler ve devletler hukuku bağlamında siyerin değişik boyutlarıyla incelenmesine devam edilmektedir (bk. FIKIH [Literatür]).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehźîbü’l-luġa, “syr” md.; Cevherî, eś-Śıĥâĥ, “syr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “syr” md.; Tehânevî, Keşşâf, I, 663; Müsned, I, 75, 128; Zeyd b. Ali, el-MecmûǾu’l-ĥadîŝî ve’l-fıķhî (nşr. Abdullah b. Hammûd el-İzzî), San‘a 1422/2002, s. 237-244; Ebû Yûsuf, er-Red Ǿalâ siyeri’l-EvzâǾî (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Kahire 1357, neşredenin girişi, s. 1, 4; Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Kitâbü’s-Siyer ve’l-ħarâc ve’l-Ǿuşr min kitâbi’l-Aśl el-maǾrûf bi’l-Mebsûŧ (nşr. Mecîd Haddûrî), Karaçi 1417, neşredenin girişi, tür.yer.; Şâfiî, el-Üm, Kahire 1961, IV, 260-291; VII, 333-368; İbn Hişâm, es-Sîre2, III-IV, 632; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 283; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), III, 585; IV, 245; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Flügel), s. 99, 135; İbn Ebû Zeyd, Kitâbü’l-Cihâd min kitâbi’n-Nevâdir ve’z-ziyâdât (nşr. Mathias von Bredow), Beyrut 1994, s. 487, 497; Kudûrî’nin Şerhu Muhtasari’l-Kerhî Adlı Eserinin Siyer Bölümünün Edisyon Kritiği (haz. Necmeddin Güney, yüksek lisans tezi, 2006), SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 84-91; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 2, 144; a.mlf., Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Kahire 1958, I, 1, 251; ayrıca bk. neşredenin girişi; (nşr. Abdülazîz Ahmed), IV, 1466; V, 1850; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, XIII, 61; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 242; Kureşî, el-Cevâhirü’l-muđıyye, Kahire 1993, III, 519; İbn Ferhûn, ed-Dîbâcü’l-müźheb, I, 126; II, 171; İbn Hacer, Tehźîbü’t-Tehźîb, I, 152; a.mlf., Tevâli’t-teǿsîs li-meǾâlî Muĥammed b. İdrîs (nşr. Ebü’l-Fidâ Abdullah el-Kādî), Beyrut 1406/1986, s. 153, 156; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, V, 435; Leknevî, el-Fevâǿidü’l-behiyye, s. 163; M. Zâhid Kevserî, Bulûġu’l-emânî, Kahire 1355, s. 62; Charles Crozat, Devletler Umumi Hukuku (trc. Edip Çelik), İstanbul 1950, s. 200-204; Muhammed Şehhâte, Risâletü’l-cihâd (âlimiyye tezi, 1954), Câmiatü’l-Ezher Külliyyetü’ş-şerîa ve’l-kānûn, s. 12-13; Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore 1955, tür.yer.; Muammer Raşit Sevig, Devletler Umumi Hukuku, İstanbul 1958, s. 33; Seha L. Meray, Devletler Hukukuna Giriş, Ankara 1965, I, 24 vd.; II, 375; J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, Oxford 1971, s. 130; M. Ebû Zehre, Ebû Ĥanîfe, Kahire 1977, s. 241; Ahmet Reşit Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul 1977, s. 26, 27; Ali Şafak, İslâm Hukukunun Tedvini, Erzurum 1978, s. 72; Muhammed Hamîdullah, İslâmda Devlet İdaresi (trc. Kemal Kuşçu), Ankara 1979, tür.yer.; a.mlf., “Profesör Majid Khadduri’nin ‘İslâm Devletler Hukuku’: Şeybânî’nin Siyeri” (trc. Yusuf Ziya Kavakcı), İslâm Medeniyeti, II/20, İstanbul 1969, s. 26; H. Kruse, Islamische Völkerrechtslehre, Bochum 1979, s. 9, 30, 63, 170; a.mlf., “The Notion of Siyar”, JPHS, I (1954), s. 16-25; a.mlf., “The Foundation of Islamic International Jurisprudence”, a.e., III/4 (1955), s. 231-267; Mustafa Fayda, “Siyer Sahasındaki İlk Telif Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, İzmir 1985, s. 357-366; Sezgin, GAS, I, 253, 430-431; Abdülazîz ed-Dûrî, Baĥŝ fî neşǿeti Ǿilmi’t-târîħ Ǿinde’l-ǾArab, Beyrut 1993, s. 20 vd.; Rıdvân es-Seyyid, “Kütübü’s-siyer ve mesǿeletü dâreyi’l-ĥarb ve’s-silm”, et-TeşrîǾu’d-devlî fi’l-İslâm (nşr. Fârûk Hamâde), Rabat 1997, s. 165-183; Ahmet Yaman, İslâm Hukukunda Uluslararası İlişkiler, Ankara 1998, tür.yer.; Osman b. Cum‘a ed-Damîriyye, Uśûlü’l-Ǿalâķāti’d-devliyye fî fıķhi’l-İmâm Muĥammed b. el-Ĥasan eş-Şeybânî, Amman 1999, s. 235 vd.; Aydın Taş, İmam Muhammed’in Hukuk Anlayışı (doktora tezi, 2003), EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 46-47; G. G. Wilson, “Grotius: Law of War and Peace”, The American Journal of International Law, XXXV/2, Washington 1941, s. 205-226; M. A. Boisard, “The Conduct of Hostilities and the Protection of the Victims of Armed Conflicts in Islam”, HI, I/2 (1978), s. 3-17; a.mlf., “On the Probable Influence of Islam on Western Public and International Law”, IJMES, XI/4 (1980), s. 429-450; M. Hinds, “al-Maҗћāzī”, EI² (İng.), V, 1161-1164.

Ahmet Yaman