ŞÛRÂ SÛRESİ

(سورة الشورى)

Kur’ân-ı Kerîm’in kırk ikinci sûresi.

Mekke döneminde Fussılet sûresinden sonra nâzil olmuştur. İbn Abbas’tan gelen rivayetlerin birinde 23. âyetten itibaren dört âyetin Medine’de nâzil olduğu kaydediliyorsa da bu görüş isabetli bulunmamıştır (Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, IV, 197-199; Şevkânî, IV, 521-523). Adını 38. âyette geçen “şûrâ” kelimesinden almıştır. Hâmîm harfleriyle başlayan (havâmîm) sûrelerden olması dolayısıyla Hâ-mîm-ayn-sîn-kāf veya sadece Ayn-sîn-kāf diye de anılmıştır (Elmalılı, V, 4218; DMT, IX, 374). Elli üç âyet olup fâsılası “ب، د، ر، ز، ص، ق، ل، م” harfleridir. Mekke döneminin ikinci yarısında nâzil olduğu tahmin edilen Şûrâ sûresinin içeriğini Allah’ın varlığı ve birliğiyle âhiret hayatı olmak üzere iki bölüm halinde incelemek mümkündür. Sûrede ayrıca nübüvvet konusuna temas edilmektedir. Ancak bu konular telkin ve etkileme hedefine yönelik biçimde zaman zaman iç içe bulunmakta ve tekrarlanmaktadır.

İlk iki âyetini hâ-mîm-ayn-sîn-kāf harflerinin oluşturduğu sûrenin 3. âyeti hurûf-i mukattaa ile başlayan diğer sûrelerin çoğunda olduğu gibi vahye temas etmektedir. Ardından göklerin ve yerin egemenlik ve yönetiminin Allah’a ait olduğu, O’nun benzerinin bulunmadığı, bu arada Hz. Peygamber’e indirilen Arapça Kur’an’ın vahiy ürünü olduğu vurgulanmaktadır (âyet: 4-12). Yine Allah’ın birliği ve dinin diğer temel ilkelerinde ayrılığa düşmeme çizgisinde Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve son peygambere aynı şey tavsiye edildiği, fakat nefsânî arzularının baskısıyla büyük çoğunluğun buna uymadığı belirtilmekte ve Resûl-i Ekrem’e tevhid inancına çağrı yapması, şahsen de ona riayet etmesi emredilmekte, nihaî hükmün Allah’a ait olduğu bildirilmektedir (âyet: 13-16).

İkinci bölüm kıyametin kopmasını ve âhiret hayatını konu edinmektedir. Burada ebedî hayatın vukuunu müminlerin ciddiye aldığı, buna karşılık inançsızların bunu önemsemediği ifade edilmekte, âhiret hayatında mutluluğu amaç edinenlerin büyük mükâfatlara kavuşturulacağı, sadece fâni hayatın refahı peşinde koşanlara da ondan bir pay verileceği, fakat bunların âhirette hiçbir nasiplerinin olmayacağı haber verilmekte, inançsızlarla iman ve sâlih amel sahibi kişilerin âhiret hayatları hakkında kısa tasvirler yapılmaktadır. Peygamber’in -müşriklerin iddialarının aksine- vahyedilmeyen şeyleri hiçbir şekilde Allah’a nisbet edemeyeceği, Allah’ın zaten buna izin vermeyeceği belirtilmekte, insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarının O’nun tarafından hikmete bağlı şekilde karşılandığı bildirilmektedir (âyet: 17-27). 23. âyette Kur’an ve İslâm mesajının sevgi ve yakınlıktan başka herhangi bir ilkeye ve amaca dayanmadığının ilân edilmesi, bunun davet ve irşad görevi yapacak kimseler tarafından da dile getirilmesinin istenmesi dikkat çekmektedir.

Sûrenin bundan sonraki âyetlerinde tekrar Allah’ın varlığı ve birliği konusuna değinilerek tabiatın kuruluş ve işleyişinden örnekler verilmekte, bunların müşahede edilmesi suretiyle gerçeğe ulaşılması istenmektedir (âyet: 28-35). Ardından dünya metâının geçiciliği hatırlatılarak Allah rızasına yönelik davranışların değeri ve kalıcılığı vurgulanmaktadır. Ebedî mutluluğu simgeleyen bu sonuçun iman etmenin yanında şu erdemlere de sahip bulunanların hakkı olduğu belirtilmektedir: Allah’a tevekkül, büyük günahlardan ve hayâsızlıktan sakınma, öfkesine hâkim olma, namaza devam edme, Allah rızası için harcama yapma, önemli işleri danışma yöntemiyle yürütme, haksızlığa karşı dayanışma içinde bulunma, affedici ve barışçı olma, güçlüklere göğüs gerip sabır gösterme (âyet: 36-43). Tekrar âhiret hayatına temas edilerek kendilerine ve başkalarına zulmedenlerin o günkü acınacak hallerinden söz edildikten sonra (âyet: 44-46) Resûlullah’ın döneminde yaşayan ve sonra gelecek olan inançsızlardan ölüm gelmeden önce ilâhî davete icabet etmeleri istenmekte, yüz çevirdikleri takdirde Hz. Peygamber’in ve ardından gelecek davetçilerin tebliğden başka yapacakları bir şeyin bulunmadığı bildirilmekte, insanlara evlât lutfetme dahil kâinatta her şeyin Allah’ın tasarrufunda olduğu bir defa daha hatırlatılmaktadır (âyet: 47-50). Şûrâ sûresinin son üç âyeti de vahiyle ilgilidir. Bunların ilkinde Allah’ın insanla konuşması şekilleri olan doğrudan psikolojik muhtevaya intikal ettirme, perde arkasından duyurma ve bir elçi (Cebrâil) vasıtasıyla bildirme hususuna temas edilmekte, diğer iki âyette Hz. Peygamber’in önceden herhangi bir hazırlık ve birikime sahip olmadığı halde ilâhî vahye mazhar kılındığı ve Allah’a götüren doğru yola kılavuzluk ettiği ifade edilmektedir. Sûre tevhid ilkesini vurgulayan bir cümle ile sona ermektedir.

Vahyin gelmeye başlamasının üzerinden on yıla yakın bir zaman geçtiği halde Resûlullah’ın muhatapları çoğunlukla vahye karşı direnmeye ve tutumlarını sertleştirmeye devam ediyordu. Nüzûl sırasına göre altmış ikinci sûre olan Şûrâ sûresinde de dinin üç temel ilkesini oluşturan ulûhiyyet, nübüvvet ve âhiret konusunda uyarılar yapılmakta ve defalarca tekrarlanan davet bir defa daha dile getirilmektedir. Bu sûredeki uyarı ve davetlerde şefkat, dostluk, sevgi ve yakınlık öne çıkarılmakta, direnmeye devam edenlere karşı müeyyide olarak hayatın acı tatlı tasvirleri yapılmaktadır. Mekkî sûrelerde dikkat çeken bu yöntem bazı kişilerin kalbini yumuşatmış ve onların müslüman olmasını sağlamıştır. Buradan hareketle, Medine döneminde nâzil olan bazı âyet ve sûrelerde görülen ve savaşa kadar varan sert ifadelerin karşı taraftan başlatılan saldırıları önleme amacına yönelik olduğunu söylemek mümkündür.

Şûrâ sûresinin de içinde yer aldığı otuz kadar sûrenin (mesânî) Hz. Peygamber’e İncil yerine verildiğini ifade eden hadisin sahih olduğu kabul edilmiştir (Müsned, IV, 107; İbrâhim Ali es-Seyyid Ali Îsâ, s. 224-227, 301). Bazı tefsir kitaplarında yer alan (Zemahşerî, IV, 235; Beyzâvî, IV, 98), “Hâ-mîm-ayn-sîn-kāf sûresini okuyan kimse meleklerin, üzerine rahmet okuyup bağışlanmasını ve kendisine merhamet edilmesini talep ettiği gruba dahil olur” meâlindeki hadisin mevzû olduğu kaydedilmiştir


(Muhammed et-Trablusî, II, 721). Şevket Muhammed el-Ömerî, Şûrâ sûresinin çeşitli istidlâl şekillerini kullanarak inanca ulaşma yöntemleri üzerine bir makale yazmıştır (“Esâlîbü’l-Ķurǿâni’l-Kerîm fî tenmiyeti’t-tefkîr-Nemûźecü sûreti’ş-Şûrâ”, Mecelletü’ş-şerîǾa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, XVIII/52 [Küveyt 1423/2003], s. 133-180).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, IV, 107; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXV, 10, 61; Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 235; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, Beyrut 1410/1990, IV, 98; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Beyrut 1385/1966, IV, 197-199; Muhammed et-Trablusî, el-Keşfü’l-ilâhî Ǿan şedîdi’ż-żaǾf ve’l-mevżûǾ ve’l-vâhî (nşr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Mekke 1408/1987, II, 721; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, Kahire 1350, IV, 510, 521-523; Elmalılı, Hak Dini, V, 4218; Ca‘fer Şerefeddin, el-MevsûǾatü’l-Ķurǿâniyye ħaśâǿiśü’s-süver, Beyrut 1420/1999, VIII, 55-76; İbrâhim Ali es-Seyyid Ali Îsâ, Feżâǿilü süveri’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Kahire 1421/2001, s. 224-227, 301; Seyyid Muhammed Hüseynî, “Sûre-i Şûrâ”, DMT, IX, 374-375.

Bekir Topaloğlu