TÂBİÎN

(التابعون)

Sahâbeyi müslüman olarak gören ve müslüman olarak ölen ikinci nesli ifade eden terim.

Sözlükte “bir kimsenin yolundan gitmek, onu izlemek” anlamındaki teba‘ kökünden türeyen tâbi‘in (bir kimseye uyan, onu izleyen) çoğulu olan tâbiîn (tâbiûn) kelimesinin terim anlamı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hâkim en-Nîsâbûrî tâbiîni “sahâbeyle görüşüp konuşan, onlardan dini ve sünenleri öğrenen kişiler” olarak tanımlarsa da sahâbeden semâı olmayıp onları sadece görenleri de tâbiînden saymaktadır (MaǾrifetü Ǿulûmi’l-ĥadîŝ, s. 42, 45). Sahâbeden sonraki bütün tabakalarda yer alan râviler için hadisi duydukları sırada mümeyyiz ve zâbıt olma şartından söz eden Hatîb el-Bağdâdî tâbiîyi, “bir sahâbînin yanında bulunup ona talebelik eden kimse” diye tarif etmektedir (el-Kifâye, s. 22, 52). İbn Hibbân ise bir kimsenin tâbiî sayılabilmesi için sahâbî ile görüştüğü zaman ondan duyduğunu anlayabilecek yaşta olması gerektiğini söylemektedir. Bu sebeple o bazı sahâbîleri çocuk yaşta gören Halef b. Halîfe gibi kişileri tâbiînden saymamıştır. Fakat yerleşik kabule göre bir kimsenin tâbiînden sayılması için sahâbî ile görüşmesi yeterlidir (İbnü’s-Salâh, s. 302; Nevevî, II, 607; İbn Hacer, s. 110-111). Tâbiîn kelimesi ilk defa, “Tâbiînin en hayırlısı Üveys’tir” anlamındaki hadiste Hz. Peygamber tarafından kullanılmıştır (Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 224). Resûl-i Ekrem’den rivayet edilen bazı hadislerde sahâbenin ardından gelenlerin onlardan sonraki en hayırlı nesil olduğu ifade edilmekteyse de (meselâ bk. Buhârî, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 1; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâ-be”, 210-216) bu rivayetlerde tâbiîn lafzı geçmemektedir. Âlimlerin çoğunluğu, tâbiîn adının Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “ve’llezîne’t-tebeûhüm” (onların yolunu samimiyetle izleyenler) ibaresinden (et-Tevbe 9/100) kaynaklandığını söylemektedir. Fakat âyetlerin bağlamı, bu ibarenin ilk müslümanlardan sonra İslâm’ı kabul eden sahâbîlere işaret ettiğini göstermektedir. Ayrıca bu lafzın tâbiîn nesline olduğu gibi kıyamete kadar gelecek bütün müslümanları kapsadığı da belirtilmiştir. Tâbiînden İkrime el-Berberî ise Kur’an’daki “ve âharîne minhüm” (onlardan olan başkaları) ibaresini (el-Cum‘a 62/3) tâbiîn diye yorumlamıştır (Kurtubî, XVIII, 93).

Âlimler tâbiîni çeşitli tabakalara ayırmıştır. Müslim’e ait olan en sade tasnife göre sahâbenin büyükleriyle sohbet eden ve rivayetlerinin çoğunu onlardan alanlara “kibâr-ı tâbiîn”, sahâbe yanında tâbiînden de hadis rivayet edenlere “evsât-ı tâbiîn”, az sayıda sahâbe ile karşılaşıp rivayetlerinin çoğunu diğer tâbiîlerden alanlara “sıgār-ı tâbiîn” denir. İbn Sa‘d tâbiîni önce beldelere göre tasnif etmiş, her beldeyi de tarih sırasına göre tabakalara ayırmıştır. Hadis usulü literatüründe en çok karşılaşılan tasnif ise Hâkim en-Nîsâbûrî’nin on beş tabakalı sınıflandırmasıdır. Bu tasnifin, çoğunluğu muhadramûndan oluşan birinci tabakasında Saîd b. Müseyyeb, Kays b. Ebû Hâzim, Ebû Osman en-Nehdî, Kays b. Ubâde, Ebû Vâil Şakīk b. Seleme, Ebû Recâ el-Utâridî gibi aşere-i mübeşşere ile görüşen kimseler yer almaktadır. Fakat Hâkim’in bu tabakada andığı bazı isimler aşere-i mübeşşere ile görüşmemiş, hatta bazıları onların vefatından sonra dünyaya gelmiştir. İkinci tabakada Esved b. Yezîd, Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Hârice b. Zeyd; üçüncü tabakada Şa‘bî, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Kādî Şüreyh b. Hâris ve akranları bulunmaktadır. Ayrıca muhadramûn, Hz. Peygamber devrinde doğup ondan semâı olmayan çocuklar, herhangi bir sahâbîden semâı olmayan İbrâhim b. Süveyd en-Nehaî gibi kişiler, sahâbeden bazıları ile görüştükleri halde tebeu’t-tâbiînden sayılanlar tâbiînin başka tabakalarını teşkil etmekte, kendi şehirlerinde en son vefat eden sahâbîleri görenler ise on beşinci tabakada yer almaktadır (MaǾrifetü Ǿulûmi’l-ĥadîŝ, s. 44-46). Resûl-i Ekrem devrinde müslüman oldukları halde onu göremedikleri için “muhadram” denilen Esved b. Yezîd en-Nehaî, Ebû Osman en-Nehdî, Alkame b. Kays, Kays b. Ebû Hâzim, Mesrûk b. Ecda‘, Üveys el-Karanî (Veysel Karanî), Kādî Şüreyh gibi kişiler tâbiînin büyüklerinden sayılmıştır.

Tâbiîn döneminin başlangıcı ve sonuyla ilgili tartışmalar izâfîdir. Teoride tâbiîn devri Resûlullah’ın vefat ettiği gün başlamakla birlikte gerçekte bu neslin ağırlıklı olarak yaşadığı dönem olan 65-135 (684-752) yılları arasıdır. 150 (767) yılı civarında tebeu’t-tâbiîn devrinin başladığının belirtilmesi (Sehâvî, III, 351), ayrıca 140’tan (757) sonra vefat edenlerin tâbiînden sayılmayacağı yönünde görüşlerin bulunması yukarıdaki tarihlendirmeyle uyuşmaktadır. Bazı kaynaklarda, son sahâbî kabul edilen Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile’nin 110 (728) yılındaki vefatından hareketle tâbiîn


tabakasının bu tarihten sonra başlatılması ve onu gören son tâbiî sayılan Halef b. Halîfe’nin ölüm tarihine (180/796) kadar sürdürülmesindeki amaç 110 yılına kadar sahâbe, 180 yılına kadar tâbiîn rivayetinin devam ettiğini göstermektir.

En faziletli tâbiînin kim olduğu hususunda genellikle Ahmed b. Hanbel’in Saîd b. Müseyyeb’i Alkame b. Kays ve Esved b. Yezîd’e tercih ettiğine dair rivayetler kaydedilmekle birlikte her beldenin âlimleri kendi beldelerindeki bir tâbiîyi diğerlerinden üstün saymıştır. Meselâ Medineliler’e göre Saîd b. Müseyyeb, Kûfeliler’e göre Üveys el-Karanî, Basralılar’a göre Hasan-ı Basrî, Mekkeliler’e göre Atâ b. Ebû Rebâh en faziletli tâbiîdir. Hz. Peygamber, “Tâbiînin en hayırlısı Üveys’tir” dediği halde gerek Ahmed b. Hanbel’in gerekse diğerlerinin yaptığı farklı tercih ilimde veya başka bir ölçütte üstünlüğün dikkate alındığını düşündürmektedir. Tâbiîn neslinde öne çıkan kadın âlimlerin en meşhurları Hafsa bint Sîrîn, Amre bint Abdurrahman, Âişe bint Talha b. Ubeydullah ve Ümmü’d-Derdâ el-Vassâbiyye’dir. Ömer b. Abdülazîz’in Ebû Bekir b. Hazm’a gönderdiği, hadislerin tedvin edilmesine dair emirde rivayetleri derlenecek kişiler arasında Amre bint Abdurrahman da anılmaktadır.

Tâbiîn nesli daha çok Emevîler döneminde yaşamıştır. Tâbiîn âlimleri, bu devirde bazı olaylar yüzünden idarecilere karşı tavır aldıkları gibi yine siyasî sebeplerle ortaya çıkan problemleri ve bunların toplumsal sonuçlarını dinî ve ilmî açıdan tartışmışlar; toplumu iç savaşa sürükleyecek isyanlardan kaçınmakla birlikte yöneticilerin tasarruflarını eleştirmek suretiyle fikrî mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Bu dönemde yoğun biçimde tartışılmaya başlanan konuların başında iç savaşlardaki ölüm vak‘alarına bağlı olarak büyük günah (kebîre) ve kader meseleleri yer alıyordu. Teorik temelli bu tartışmalarda Hasan-ı Basrî gibi bazı isimler ön plana çıkmakla beraber Emevîler’e karşı fiilen mücadele eden ve sonuçta dönemin idarecileri tarafından öldürülen Saîd b. Cübeyr gibi şahsiyetler de bulunmaktaydı. Tâbiîn devrinde İslâm coğrafyasının sınırları Mâverâünnehir’den İspanya’ya kadar ulaşmış, Arap olmayan unsurlar arasında hızlı bir İslâmlaşma faaliyeti başlamıştır. Fethedilen bölgelerin İslâmlaşmasında buralara devlet tarafından eğitici olarak gönderilen tâbiîn âlimlerinin büyük katkısı olmuş, bu sayede kendilerine mevâlî denilen yeni bir unsur ortaya çıkmıştır. İslâm’a giren bu kişiler, kendi kültür birikimlerini yeni inançlarıyla mezcederek İslâmî ilimlerin gelişmesinde rol oynamıştır.

Bu dönemde ilmî faaliyetler özellikle Hicaz, Irak ve Suriye’de yoğunlaşmıştır. Hicaz’da Medine ve Mekke, Irak’ta Basra ve Kûfe önemli merkezlerdi. Sahâbe devrinde belirginleşmeye başlayan Hicaz-Irak ayırımı tâbiîn döneminin sonuna gelindiğinde artık ehl-i hadis-ehl-i re’y şeklinde biliniyordu. Medine’de hicrî birinci yüzyılın sonlarında “fukahâ-i seb‘a” adıyla anılan yedi âlim tâbiîn neslinin en önemli isimleriydi. Bu devrin başlarında Kûfe’de Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Kādî Şüreyh gibi şahsiyetler bulunmakla birlikte bunların bütün bilgilerine sahip olan Nehaî ile Şa‘bî, Kûfeli tâbiînden ilk akla gelen âlimlerdi. Mekke’de Atâ b. Ebû Rebâh, Tâvûs b. Keysân; Basra’da Hasan-ı Basrî, Muhammed b. Sîrîn, Katâde b. Diâme; Dımaşk’ta Mekhûl b. Ebû Müslim öne çıkan isimlerdi. Tâbiîn içinde zühd ve takvâlarıyla tanınan sekiz kişi (Âmir b. Abdullah, Üveys el-Karanî, Herîm b. Hayyân, Rebî‘ b. Huseym, Ebû Müslim el-Havlânî, Esved b. Yezîd, Mesrûk b. Ecda‘ ve Hasan-ı Basrî) hakkında kendisi de aynı nesilden olan Alkame b. Mersed’den gelen rivayetler müstakil bir eserde toplanmıştır (bk. bibl.).

Tâbiîn İslâmî ilimlerin teşekkülünde en önemli rolü oynayan nesillerdendir. Birçok tâbiîn âliminin görüşleri sonraki yüzyıllar boyunca referans kabul edilmiştir. Meselâ rivayet tefsirinin önemli bir örneği olan İbn Ebû Hâtim’in Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm’inde yaklaşık 16.283 isnaddan 11.829’u tâbiîne ve sonraki âlimlere dayanmaktadır. Sahâbe arasında tefsir bilgisiyle meşhur olan Abdullah b. Abbas’ın yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerinden Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr ve İkrime el-Berberî daha çok tefsir alanında tanınmıştır. Ayrıca Katâde b. Diâme, Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebû Rebâh ve Süddî gibi isimler de tefsirle ilgilenmiştir. Bunlardan bazıları hocalarından duyduklarını aktarmakla kalmamış, müstakil tefsir çalışmaları da yapmıştır. Ehl-i kitap’tan Kâ‘b el-Ahbâr ve Vehb b. Münebbih gibi bazı kimselerin İslâm’a girmesine bağlı olarak İsrâiliyat’ın yaygın biçimde kullanılmaya başlanması, gayba dair yorumlar yapılması, belirli fırkalara mensubiyetten kaynaklanan düşüncelerin ve farklı kültürlerden gelen etkilerin yorumlara aksetmesi tâbiîn tefsirini sahâbe tefsirinden ayıran özelliklerdir. Ayrıca bu dönemde tefsir biçim değiştirmiş, basit ihtiyaçları gözeten soru-cevap yahut kısa açıklamalar şeklindeki yaklaşım yerini Kur’an’ın tamamını tefsir etmeyi hedefleyen anlayışa bırakmıştır.

Bu devrin başlarında hadis rivayeti genelde sözlü olarak devam etmekteydi. Fakat ezberden rivayeti gerekli görüp hadislerin yazılmasına karşı çıkanlar zamanla azınlıkta kalmış ve etkilerini yitirmiştir. Hadislerin Kur’an’la karışma ihtimalinin bulunmadığı bu dönemde hocaların şahsî görüşlerinin hadislerden ayırt edilemeyeceği endişesi ortaya çıkmış, ancak hem yazının giderek gelişmesi hem de hadislerin her geçen gün çok daha fazla kişi tarafından bilinir hale gelmesi bu tür endişelere yer bırakmamıştır. Tâbiîn döneminin ayırt edici unsurlarından biri de isnad sisteminin ve ricâl tenkidinin yaygınlık kazanmasıdır. İsnad uygulamasının başlangıcı için bir tarih belirtmek güçtür. Fakat tâbiîn âlimleri, sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen isnad uygulamasının teorik temellerini oluşturma yolunda en önemli adımı attıkları gibi rivayetleri isnadla birlikte aktarmaya gayret etmişlerdir. Yine de tâbiîn devrinin başlarında hadislerin sonraki dönemler kadar sistemli ve katı bir isnad kullanımının bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Bu devirde mürsel rivayetlerin fazlalığı isnadın henüz her yönüyle sistematik hale gelmediğini göstermektedir. Öte yandan hadis rivayetinde tamamı âdil kabul edilen sahâbe nesliyle sonraki nesiller arasında fark gözetildiği için tâbiîne mensup kişiler cerh ve ta‘dîle tâbi tutulmuştur. Tâbiîn neslinde, ilk ricâl tenkitçilerinden sayılan İbn Sîrîn’in yaptığı gibi rivayetin kimden alındığına dikkat edilmesi gerektiğini söyleyen birçok âlim yetişmiştir.

Hocaların hâfızasında veya yazılı metinlerinde dağınık halde bulunan hadislerin derlenmesine de (tedvîn) bu dönemde başlanmış ve bu faaliyet âdeta tâbiînle özdeşleşmiştir. Tâbiîn devrinde hadis uyduranların çoğalması yanında ileri gelen sahâbe ve tâbiînin vefatı üzerine Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz, Medine Valisi Ebû Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’a gönderdiği bir mektupla tedvîn faaliyetinin başlatılmasını emretmiştir. Tedvînin kapsamı başta tartışma konusu olmuş, Ömer b. Abdülazîz bazı rivayetlere göre sadece Hz. Peygamber’e ait hadislerin toplanmasını istemiş, bazı rivayetlere göre ise sahâbe kavillerinin de yazılmasını emretmiştir. Sadece Resûl-i Ekrem’den gelen rivayetleri toplayanların yanı sıra İbn Şihâb ez-Zührî gibi adı tedvînle özdeşleşenler sahâbe kavillerini ve tâbiîn görüşlerini de derlemiştir. Zührî’nin tercihinin doğruluğu


kısa bir süre sonra anlaşılmış, Resûlullah’ın hadisleri sahâbe kavilleri ve tâbiîn fetvalarıyla birlikte toplanmaya başlanmıştır.

Tâbiîn nesli fıkıh ilminin gelişiminde çok önemli rol oynamış, fıkıh bu devirden itibaren müstakil bir ilim dalı olarak teşekkül sürecine girmiştir. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde sosyal hayatla yakından ilişkili olup pratik karakter arzeden fıkıh tâbiîn devrinde giderek nazarî bir mahiyet kazanmıştır. Abdülmelik b. Mervân ve Ömer b. Abdülazîz dışındaki Emevî halifelerinin dinî ve fıkhî meselelere karşı ilgisiz tavırları fıkhın ferdî gayretlerle ve hoca-talebe ilişkisi içinde ekolleşerek gelişmesine yol açmıştır. Bu dönemde fıkhın öğrencilere okutulması, fetvaların ilim meclislerinde tartışılması ve farklı görüşlerin ortaya çıkması, fıkıh ilminin gündelik hayattan giderek uzaklaşıp nazarî bir ilim haline gelmesinin başlıca tezahürleri arasında yer alır. Tâbiîn görüşlerinin bolca görüldüğü ilk döneme ait fıkıh kitaplarında tâbiîn fetvasının sahâbe kavline tercih edildiği durumlara çokça rastlanır. Tâbiîn âlimlerinin verdikleri hükümlerde bulundukları bölgenin bir dereceye kadar etkisi olmuşsa da bunlarda sahâbe tabakasındaki hocalarının etkisi büyüktür. Ayrıca siyasal ve sosyal ortam, dile hâkimiyet ve etnik durum da âlimlerin dinî konulara yaklaşımını, meseleleri kavrayışlarını ve yorumlamalarını etkileyen unsurlardır. Yine tâbiîn devri kelâm ilminin temellerinin atıldığı bir dönem olmuş, bu devirde revaçta olan tartışma konularıyla ilgili tavırlar Mu‘tezile, Havâric, Mürcie, Kaderiyye, Cehmiyye gibi fırkaların zuhuruna tesir etmiştir. Tâbiîn âlimleri kıraat ilmi açısından da önemli olup meşhur yedi kıraat imamından Mekkeli Ebû Ma‘bed İbn Kesîr, Kûfeli Âsım b. Behdele ve Dımaşklı İbn Âmir bu nesildendir.

İslâm tarihinde yazılan ilk eserler siyer ve megāzî alanına aittir. Tâbiîn neslinden Urve b. Zübeyr de bu sahanın ilk müellifidir. Onu Şa‘bî, İbn Şihâb ez-Zührî ve İbn İshak takip etmiştir. Tefsir alanında ilk eserin Halife Abdülmelik b. Mervân’ın isteği üzerine Saîd b. Cübeyr tarafından 80 (699) yılından önce kaleme alındığı belirtilmektedir. Ayrıca tâbiînden Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Hasan-ı Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh’ın tefsirlerinin olduğu zikredilmekle birlikte bugün Hasan-ı Basrî ve Mücâhid b. Cebr’e nisbet edilerek basılan tefsirlerin onlara aidiyeti ihtilâflıdır. Bu dönemde hadis sahasında yazılan eserlerden günümüze ulaşan en eski örnek Hemmâm b. Münebbih’in eś-Śaĥîfetü’ś-śaĥîĥa’sıdır. Kaynaklarda tâbiîn âlimlerinin fıkıh alanında telif ettikleri eserlerden söz edilmesine rağmen günümüze sadece Zeyd b. Ali’nin el-MecmûǾ fi’l-fıķh’ı ulaşmıştır.

Tâbiîn hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanmıştır. Mübârek b. Seyf b. Mehdî el-Hacerî’nin et-TâbiǾûne’ŝ-ŝiķāt el-mütekellem fî semâǾihim mine’ś-śaĥâbe mimmen lehüm rivâyetün Ǿanhüm fi’l-Kütübi’s-Sitte (elif-ze), (Medine 1411, el-Câmiatü’l-İslâmiyye), Ali Akay’ın Tabiûn Döneminde Tefsir Hareketleri (1996, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) ve Mustafa Macit Karagözoğlu’nun Maktû Hadis ve Delil Değeri (2007, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) adlı yüksek lisans çalışmalarıyla Abdüşşâfî Ali Câbir’in Ħaśâǿiśü’l-fıķhi’l-İslâmî fî Ǿahdi’t-tâbiǾîn (Kahire 1975, Câmiatü’l-Ezher), Mübârek b. Seyf b. Mehdî el-Hâcerî’nin et-TâbiǾûne’ŝ-ŝiķāt el-mütekellem fî semâǾihim mine’ś-śaĥâbe mimmen lehüm rivâyetün Ǿanhüm fi’l-kütübi’s-sitte (sin-Ǿayn) (Medine 1415/1994, Câmiatü’l-İslâmiyye), Yusuf Suiçmez’in Hadiste Ref’ Problemi (Mevkuf ve Maktû Hadislerin Resulullah’a İzâfesi) (2005, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) ve Arif Ulu’nun, Tâbiûnun Sünnet Anlayışı (2006, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) adlı doktora tezleri bunlardan bazılarıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “tbǾa” md.; Alkame b. Mersed, Zühdü’ŝ-ŝemâniye mine’t-tâbiǾîn (nşr. Abdurrahman el-Feryevâî), Medine 1404; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, II, 134; V, 176, 292-293; VI, 70-75; VIII, 484; İbn Ebû Hâtim, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm (nşr. Es‘ad Muhammed et-Tayyib), Mekke 1417/1997, VI, 1869; Hâkim en-Nîsâbûrî, MaǾrifetü Ǿulûmi’l-ĥadîŝ (nşr. Seyyid Muazzam Hüseyin), Medine-Beyrut 1397/1977, s. 41-46; İbn Abdülber en-Nemerî, CâmiǾu beyâni’l-Ǿilm, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), I, 68-70, 148-153; II, 31, 144; a.mlf., et-Temhîd (nşr. Mustafa b. Ahmed el-Alevî - M. Abdülkebîr el-Bekrî), Mağrib 1387/1967, XVI, 280; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, Haydarâbâd 1357, s. 22, 52; İbnü’s-Salâh, ǾUlûmü’l-ĥadîŝ, s. 302; Kurtubî, el-CâmiǾ, Kahire 1372, VIII, 238; XVIII, 93; Nevevî, İrşâdü ŧullâbi’l-ĥaķāǿiķ (nşr. Abdülbârî Fethullah es-Selefî), Medine 1408/1987, II, 607; İbn Hacer el-Askalânî, Nüzhetü’n-nažar fî tavżîĥi Nuħbeti’l-fiker (nşr. Nûreddin Itr), Dımaşk 1414/1993, s. 110-111; Şemseddin es-Sehâvî, Fetĥu’l-muġīŝ, Beyrut 1403/1983, III, 351; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), Beyrut 1399/1979, II, 206-214; M. Accâc el-Hatîb, es-Sünne ķable’t-tedvîn, Kahire 1383/1963, s. 75-99, 293-309, 323-336, 481-527; Rif‘at Fevzî Abdülmuttalib, Tevŝîķu’s-sünne fi’l-ķarni’ŝ-ŝânî el-hicrî, Kahire 1400/1981, s. 60-71; Sezgin, GAS (Ar.), I, 63-82; Ahmet Hasan, İlk Dönem İslâm Hukuk Biliminin Gelişimi (trc. Haluk Songur), İstanbul 1999, s. 33, 47, 80-81; Ahmet Yücel, Hadîs Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi, İstanbul 1996, s. 33; M. Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri (doktora tezi, 2001), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 3, 11, 50, 101, 128; Susan A. Spectorsky, “TābiǾūn”, EI² (İng.), X, 28-30.

Arif Ulu