TAFDÎL

(التفضيل)

İnsan-melek, peygamberler, sahâbe ve diğer insanlar arasında üstünlük açısından tercih yapmayı ifade eden bir terim.

Sözlükte “artmak, fazlalaşmak; üstün gelmek” anlamındaki fazl (fadl) kökünden türeyen tafdîl; “bir kimseyi veya bir şeyi üstün tutmak, onu diğerlerinden üstün kabul etmek” demektir. Fazl ayrıca “karşılıksız iyilik, lutuf; üstünlük” mânasına gelir. Aynı kökten türeyen fazîlet “güzel ahlâkta üstün derece; bir şeyin kendine özgü üstünlüğü ve fonksiyonları” anlamında kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fđl” md.; el-MuǾcemü’l-vasîŧ, “fđl” md.). Fazl kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de 104 yerde geçer. Bunların beşi hariç hepsi zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “fđl” md.). İlgili âyetler incelendiğinde ve hayatın seyri göz önünde bulundurulduğunda Cenâb-ı Hakk’ın insanları maddî imkânları, fiziksel ve ruhsal nitelikleri bakımından eşit yaratmadığı anlaşılır. Nisâ sûresinde (4/32, 34) insan türünü meydana getiren kadın ve erkek cinsinden her birinin diğerinde bulunmayan üstünlüklere sahip olduğu beyan edilir. Nahl sûresinde de (16/71) insanların maddî imkânlar bakımından eşit seviyede tutulmadığı bildirilir. Ruhî/mânevî bakımdan peygamberlerin hem diğer insanlara göre üstün bir konum taşıdığı (el-En‘âm 6/83-86) hem de kendi aralarında fazilet derecelerinin bulunduğu belirtilmiştir (el-Bakara 2/253; el-İsrâ 17/55). Ayrıca iman, sâlih amel ve özellikle cihad faaliyeti açısından (en-Nisâ 4/95) insanlar arasında farklılıkların bulunduğu haber verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de tafdîlden başka ictibâ, ihtiyâr, ıstıfâ (seçmek, tercih etmek) kavramları Allah’a nisbet edilerek bunların peygamberler, müminler ve bilhassa Muhammed ümmetine yönelik ilâhî fiiller olduğu (el-Hac 22/78) vurgulanmıştır (a.g.e., “cby”, “ħyr”, “śfv” md.leri). Buhârî, el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’in “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî” bölümünde (62. kitab) Hulefâyi Râşidîn’in faziletleriyle hepsi muhacir arasında yer alan yirmiyi aşkın sahâbînin faziletine dair rivayetler zikretmiştir. Müslim, el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’in “Feżâǿil” bölümünde (43. kitab) Hz. Peygamber’in bütün varlıkların en hayırlısı olduğuna işaret eden hadisleri kaydettikten sonra şemâili hakkındaki rivayetleri sıralamış, ardından Hz. Îsâ, İbrâhim, Mûsâ, Yûnus, Yûsuf ve Zekeriyyâ ile Hızır’a dair rivayetlere yer vermiştir. Eserin “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe” bölümünde (44. kitab) dört halifeden sonra muhacirlerden ve ensardan otuzu aşkın sahâbî ile Bey‘atürrıdvân’a katılan sahâbîler, ensar, bunların bazı kabilelerinin ve Kureyş kadınlarının faziletleriyle ilgili rivayetleri nakletmiştir. Wensinck’in el-MuǾcem’inde yirmi bir sütunluk bir yer kaplayan fazl kavramının birçok hadis rivayetinin kaynağında bulunduğu görülmektedir. Burada imanın yanı sıra namaz, oruç, hac, zekât (sadaka), dua, zikir vb. ibadetlerin ve ahlâkî davranışların gerçekleştirilme biçimleri arasında üstünlüklerin bulunduğu ifade edilmektedir. Hadis rivayetlerinde peygamberler ve ümmetleri arasındaki fazilet farklılıklarına da sıkça temas edilmektedir (Wensinck, el-MuǾcem, “fžl” md.).

Kur’ân-ı Kerîm’de genel anlamda kurtuluşun iman ve sâlih amele bağlı olduğu ifade edilir. Bunun yanında imanın ve amellerin makbul oluş şartlarının ve derecelerinin bulunduğu beyan edilir. Hadislerde ise daha ayrıntılı bilgiler verilir. Literatürde tafdîl konusunda ileri sürülen görüşleri şöylece özetlemek mümkündür. 1. İnsan-Melek Arasında. Mu‘tezile âlimlerinin çoğunluğu, meleklerin Allah’a yakınlıkları ve günahtan korunmuş olmaları dolayısıyla peygamberlerden ve insanlardan üstün olduğunu kabul etmiştir. Az sayıda Eş‘arî kelâmcısı ve İslâm filozofları da bu kanaattedir. Ehl-i sünnet ve Şîa kelâmcıları ise bazı nasların işaretiyle istidlâl ettikten başka kötülük işlemeye eğilimi bulunan insanların iman edip sâlih amel işledikleri takdirde meleklerden üstün olacağını ifade etmiştir. Buna göre efdaliyet derecesi şöyledir: Başta Hz. Peygamber olmak üzere resuller, büyük melekler, nebîler, takvâ sahibi müminler, diğer müminler ve melekler (Teftâzânî, s. 196-199; DİA, XXIX, 41).

2. Peygamberler Arasında. Peygamberlerin Allah katındaki dereceleri itibariyle en üstün insan konumu taşıdıkları ve meleklerden de üstün oldukları


-Mu‘tezile’ye mensup küçük bir grup dışında- İslâm âlimleri tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Peygamberler arasındaki üstünlük dereceleri ise vahye muhatap olma şekilleri, görevlerinin süresi, bir bölgeye veya âlemlere mahsus olmaları, bir kısmına büyük kitaplar, bir kısmına sahîfeler verilmesi, bazılarının doğrudan vahye mazhar olması gibi özelliklere bağlı kılınmıştır. İslâm âlimlerine göre peygamberlerin üstün meziyetlerini kendinde toplaması, bütün insanlığa şâmil tebliğinin kıyamete kadar devam edecek olması sebebiyle Hz. Muhammed peygamberlerin en faziletlisidir. Ardından Hz. İbrâhim, Mûsâ, Dâvûd (veya Nûh), Îsâ gelir (Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, s. 164-166; Fahreddin er-Râzî, VI, 195). Resûl-i Ekrem’in bazı hadislerde yer alan (Müsned, III, 14, 47, 53; Buhârî, “Enbiyâǿ”, 35; “Ħuśûmât”, 1; Müslim, “Feżâǿil”, 159-163), Allah’ın nebîleri arasında üstünlük tartışması yapılmamasına dair sözleri karışıklığa yol açabilecek tartışmaları önleme amacını gütmektedir.

3. İnsanlar Arasında. Hucurât sûresinde (49/13) insanlar arasında üstünlüğün takvâ derecesine bağlı olduğu ifade edilmiş, bu husus Vedâ hutbesinde de yer almıştır. Buna göre üstünlük soya, ülkeye, makama veya servete değil mânevî üstünlüklere, iman, ihlâs, sâlih amellere bağlıdır ve üstünlük ölçüleri ilâhî ve nebevî beyanlardan çıkarılmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de mevcut tafdîl âyetlerinde Benî İsrâil’in diğer milletlere üstün kılındığı belirtilir (el-Bakara 2/47, 122; el-A‘râf 7/140). Müfessirler, özellikle Bakara sûresindeki âyetin bağlamını göz önünde bulundurarak İsrâiloğulları’na verilen üstünlüğün Hz. Mûsâ dönemine ait olduğu, ayrıca bu kavmin neslinden bazı peygamberlerin geldiği biçiminde yorumlamışlardır, nitekim Câsiye sûresindeki âyet de (45/16) bu anlayışı desteklemektedir (Taberî, I, 377-378). Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, söz konusu üstünlüğü yine Bakara sûresindeki âyetin bağlamı çerçevesinde son peygamber Hz. Muhammed’e yetişmiş olmalarına bağlar (Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, I, 118-119).

4. İmâmette Tafdîl. Resûl-i Ekrem ashaptan bir kısmının üstün yönlerini belirtmiş, Ebû Bekir’in Allah’ın cehennemden âzat ettiği bir kimse olduğu yolundaki ifadesi (Tirmizî, “Menâķıb”, 16), önceki ümmetlerde kalplerine ilham verilmiş insanların bulunduğunu, ümmetinin içinde öyle biri varsa onun Ömer olabileceğini söylemesi (Buhârî, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 6), Hz. Osman’ın haya duygusunu övmesi ve Tebük Seferi için yaptığı büyük fedakârlıkları takdirle anması (Müsned, I, 516; Tirmizî, “Menâķıb”, 19), Hz. Ali ile arasındaki yakınlığın Mûsâ’nın Hârûn’la yakınlığı gibi olduğuna, fakat kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğine dair sözleri (Buhârî, “Feżâǿilü aśĥâbi’n-nebî”, 9, “Meġāzî”, 78; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 30-31) sahâbîlerle ilgili tafdîl örnekleri arasında zikredilmiştir. Bu dört sahâbî ile birlikte anılan ve cennetle müjdelenen on kişinin (aşere-i mübeşşere) diğer altısı için de tafdîl söz konusu olmaktadır. Bunların dışında Resûl-i Ekrem’in Huzeyfe b. Yemân için ümmetin emini olduğu, Selmân-ı Fârisî için kendi aile fertlerinden biri sayıldığı şeklinde iltifat sözleri kullandığı bilinmektedir. Ayrıca Abdullah b. Mes‘ûd ve Zeyd b. Sâbit gibi kültürlü sahâbîlerin bu yönlerini takdir etmiştir.

Hz. Peygamber’in vefatı üzerine imâmet konusunda beliren ihtilâflarda Resûlullah’ın halifesi seçilecek kişinin müslümanların en faziletlisi olması gerektiği düşüncesi ileri sürülmüş, ilk dört halifenin meşruiyetinin buna göre değerlendirilmesi istenmiştir. Özellikle mezheplerin ortaya çıkmasının ardından çeşitli gruplar, kendi inançları çerçevesinde en üstün insan olarak değerlendirilen kimsenin halifeliğini meşrû kabul etmiştir. Esasen müslümanlar arasında ihtilâfların zuhur etmesine yol açan tafdîl meselesi ilk dört halife konusunda düğümlenerek mezheplerin farklı düşünceleriyle birlikte zamanımıza kadar gelmiştir. Genellikle Hulefâ-yi Râşidîn ashabın en faziletlileri sayılmakla birlikte onların derecelendirilmesi ihtilâflı bir konudur. Zira bir kimsenin diğerlerinden daha faziletli olduğunu söylemek onun Allah katındaki derecesinin daha yüksek olduğunu ileri sürmek demektir; bu ise yalnız Allah ve resulünün haber vermesiyle bilinebilecek bir husustur. Öte yandan fazilet iddiaları için kullanılan deliller kesinlik taşımayıp övgü ve iltifat belirten sözlerden ibarettir.

İlk Basra Mu‘tezilîleri’nden Amr b. Ubeyd, Nazzâm, Câhiz, Sümâme b. Eşres, Hişâm b. Amr el-Fuvatî, Ebû Ya‘kūb eş-Şahhâm gibi şahsiyetler Hz. Peygamber’den sonra insanların en faziletlilerinin sırasıyla Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali olduğunu söylemiştir. Onlardan sadece Vâsıl b. Atâ, Hz. Ali’yi Osman’a tercih etmiştir. Buna karşılık Bağdat Mu‘tezilesi mensuplarının tamamı Hz. Ali’nin Ebû Bekir’den üstün olduğunu iddia etmiştir. Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf ise Ebû Bekir, Ömer ve Ali arasında bir tercih yapamamış, fakat bu üç kişiden her birinin Osman’dan üstün sayıldığını ifade etmiştir. Ebû Ali el-Cübbâî ile oğlu Ebû Hâşim, Hulefâ-yi Râşidîn hakkında zikredilen faziletlerin hemen hepsinde bulunduğunu belirterek bu konuda bir üstünlük sıralaması yapmamıştır. Ebû Abdullah el-Basrî, Hulefâ-yi Râşidîn içinde en üstün kişinin Ali, ardından sırasıyla Ebû Bekir, Ömer ve Osman olduğunu ileri sürmüştür. Bu konuda önceleri tereddüt ettiğini söyleyen Kādî Abdülcebbâr daha sonra Hz. Ali’nin sahâbenin en faziletlisi olduğu yolundaki görüşü benimsediğini kaydeder. Ona göre Ali’nin takvâ, ilim, cömertlik ve cesaret gibi üstünlükleri, ayrıca Ehl-i beyt’in bu konudaki icmâı onun en üstün derecesine delâlet eder (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 767). İlk Basra Mu‘tezilîleri gibi düşünen Câhiz’in er-Risâletü’l-Ħaŧŧâbiyye’sinde naklettiği, Hâkim en-Nîsâbûrî’nin de benimsediği belirtilen (İbn Hazm, IV, 172), ashabın ve Hulefâ-yi Râşidîn’in en faziletlisinin Ömer b. Hattâb olduğu şeklindeki telakki şâz kabul edilmiştir (Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XX/2, s. 113).

Bütün Şîa fırkalarına göre Hz. Peygamber’den sonra ümmetin en faziletlisi, dolayısıyla meşrû imamı Hz. Ali’dir. Genellikle Şiî fırkaları -Zeydiyye hariç- diğer üç halifeyi Hz. Ali’nin imâmet hakkını gasbeden kimseler olarak görmektedir. İmâmiyye ve İsmâiliyye’ye göre ümmetin başına geçecek kişinin ümmeti kemale ulaştıracak en olgun kimse olması gerekir. Halbuki Ebû Bekir mâsum sayılmayıp şeytanın kendisine ârız olabileceğini söylemiş, sadece istikamet üzere hareket ettiği takdirde kendisine yardım edilmesini istemiş, yine kendisinin en hayırlı kişi olmadığı halde hilâfete geçirildiğini ifade etmiş ve ölümü sırasında ensarın hilâfet konusunda bir payının bulunup bulunmadığını Hz. Peygamber’e sormadığı için üzüntüsünü beyan etmiştir. Ömer de Ebû Bekir’e acele ile biat edildiğini ve Allah’ın müslümanları bundan doğacak şerden koruduğunu belirtmiştir. Şîa’ya göre Hz. Peygamber’in ölümüne yakın günlerde Üsâme ordusunu hazırlayıp Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın bu orduya katılmasını istemesi onların Medine dışına çıkarılarak Ali’ye ait olan hilâfeti gasbetmelerini önleme amacına yönelikti. Fakat olaylar istenilen yönde gelişmemiştir. Ömer’in Resûl-i Ekrem’in vefatı esnasında onun ölmediği ve yakında geri döneceği şeklindeki sözlerinin ilminin noksanlığına işaret ettiğini belirten Şiî kaynaklarında (meselâ bk. İbnü’l-Mutahhar, s. 196) Hz. Ali’nin onu uyardığı, bu uyarı olmasaydı Ömer’in helâke sürükleneceği kaydedilmektedir. Ramazanda teravihin


cemaatle kılınması bid‘atını çıkarmak suretiyle sünnet sınırını aşması da Şîa’nın onun hakkında ileri sürdüğü iddialardan biridir. Öte yandan Osman’ın câiz olmayan birçok iş yaptığını, bundan dolayı müslümanların onu katlettiğini iddia eden Şîa, Osman’ı imâmet ve fazilet sınırları içinde mütalaa etmemiştir (a.g.e., s. 194-197). Zeydiyye, Hz. Ali’nin Hulefâ-yi Râşidîn’in ve ashabın en üstün kişisi olduğunu kabul etmekle birlikte ortaya çıkan şartlar gereği Ebû Bekir ve Ömer’in hilâfetlerinin meşruiyetini benimsemiştir. Onlara göre daha faziletlisi varken de başka birinin imâmeti sahihtir. Zeydiyye’nin Cerîriyye fırkası, Ebû Bekir ve Ömer’in fazilet ve imâmetini kabul eder, Ya‘kūbiyye de aynı kanaati taşır, fakat onları sevmeyenlerden teberrî etmez. Cârûdiyye ise mezhebin ana görüşünden ayrılarak Ebû Bekir ile Ömer’i küfürle itham eder. Hâricîler genellikle Hulefâ-yi Râşidîn’in ve ashabın en faziletlilerinin Ebû Bekir ve Ömer olduğu kanaatindedir. Osman’ı ilk altı yıllık hilâfet devresinde meşrû halife kabul etmekle beraber ikinci altı yıllık devresinde Emevî ailesine aşırı imkânlar tanıdığı ve fitneye yol açtığı gerekçesiyle onu tekfir etmişlerdir. Hz. Ali’yi tahkîme kadar olan dönemde meşrû halife görmelerine karşılık tahkîmi benimsemesiyle onun da meşruiyetini kaybedip küfre girdiğini ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple her ikisiyle de ilgiyi kesmeyi en yüksek taat saymışlardır (Bağdâdî, el-Farķ, s. 104; Şehristânî, I, 115).

Ehl-i sünnet, Hulefâ-yi Râşidîn’i Hz. Peygamber’den sonra ümmetin en üstün kişileri kabul etmiştir. Buna göre İslâm ümmeti ve Hulefâ-yi Râşidîn içinde en faziletli kimse, Bekriyye diye bilinen bir fırkanın da tercihi olarak Hz. Ebû Bekir, daha sonra Ömer’dir. Ehl-i sünnet, Ebû Bekir ile Ömer’in bu üstünlüğünün imandan kaynaklandığını belirten haberler ve Resûl-i Ekrem’in kendisinden sonra Ebû Bekir ile Ömer’e uyulmasını ifade ettiği çok sayıda naklî delille istidlâlde bulunmuştur (Nesefî, II, 909). Ehl-i sünnet arasında Ömer’in fazilet itibariyle Ebû Bekir’in önüne geçirilmesi yahut bu konuda tereddüt edilmesi câiz görülmemiştir. Hulefâ-yi Râşidîn içinde Osman ve Ali konusunda çeşitli naklî deliller ileri süren Sünnî âlimleri (a.g.e., II, 910-912) bunlardan hangisinin daha üstün olduğu hususunda kesin bir neticeye ulaşamamışsa da genellikle imâmetteki sıranın aynı zamanda üstünlükteki sıra kabul edildiği belirtilmiştir (İbn Hazm, IV, 224; Gazzâlî, s. 153; Nesefî, II, 910; krş. İbn Teymiyye, IV, 435-436). Bu arada Abbâsiyye adıyla anılan ve Abbas b. Abdülmuttalib’i ashabın en üstünü sayan bir topluluğun varlığı da zikredilmelidir.

Peygamberler dışında insanların Allah nezdinde en faziletlisi kâmil bir imana ve sâlih amellere sahip olan kimsedir. Kişilerin bağlı bulunduğu ırk, kabile, sülâle, yaşadıkları yerler vb. hususların üstünlük için bir tercih sebebi sayılmayacağı naslarla sabittir. Tafdîl konusuna devlet başkanlığı (imâmet) açısından bakış yapıldığında da durum aynıdır. İslâm tarihinin en hayırlı dönemi Asr-ı saâdet, ondan sonra ashap devridir. Resûlullah’ın vefatı üzerine devlet merkezinde bulunan ve Kur’ân-ı Kerîm’de kendilerinden övgüyle söz edilen muhâcirlerle ensar (et-Tevbe 9/100; el-Haşr 59/8-9) o günkü şartlarda bir tür demokrasiyi andıran bir yöntemle ilk halifeyi seçmiş, aynı yöntem bazı farklılıklarla birlikte Hulefâ-yi Râşidîn’in hepsinin belirlenmesinde uygulanmıştır. Bu seçim sırasında -Şîa’nın öne sürdüğü- efdaliyet veya Ehl-i beyt’e mensubiyet tercih sebebi yahut hilâfete hak kazanma delili olarak öne sürülmemiştir. On dört asırlık İslâm tarihi içinde büyük çoğunluğu Sünnî olan İslâm devletleri kurulmuş ve bütün değerleriyle İslâmiyet yaşatılmaya çalışılmıştır. Bu gerçeği görmezlikten gelip başka teorik açıklamalara önem verilmesi büyük sorunlara yol açtığı gibi İslâm nurunun hiçbir zaman sönmeyeceği ve hak dinin diğer bütün dinlere hâkim olacağı şeklindeki ilâhî beyanla da bağdaşmamaktadır (et-Tevbe 9/32-33; es-Saf 61/8-9; ayrıca bk. Topaloğlu, s. 78-84).

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 516; III, 14, 47, 53; V, 227, 248; VI, 49; Müslim, “Mesâcid”, 5; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 7; Tirmizî, “Siyer”, 5, “CumǾa”, 54; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, I, 377-378; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 102; Mâtürîdî, Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, I, 118-119; Sâhib b. Abbâd, Nuśretü meźâhibi’z-Zeydiyye (nşr. Nâcî Hasan), Beyrut 1981, s. 81-90, 91-100; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 766-767; a.mlf., el-Muġnî, XX/2, s. 112-115; Bağdâdî, el-Farķ (Abdülhamîd), s. 73, 104; a.mlf., Uśûlü’d-dîn, İstanbul 1346/1928, s. 164-166; İbn Hazm, el-Faśl (Umeyre), IV, 171-173, 223-224; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-MuǾtemed fî uśûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 261-262; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İķtiśâd fîmâ yetaǾallaķu bi’l-iǾtiķād, Necef 1399/1979, s. 331-333; Gazzâlî, el-İķtiśâd fi’l-iǾtiķād, Beyrut 1403/1983, s. 153-154; Nesefî, Tebśıratü’l-edille (Saláme), II, 896-897, 909-912; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 115, 120-121; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, VI, 195; İbn Ebü’l-Hadîd, Şerĥu Nehci’l-belâġa (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Kahire 1385/1965, I, 7-9; İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Minhâcü’l-kerâme (Takıyyüddin İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne [nşr. M. Reşâd Sâlim], I içinde), Kahire 1962, s. 194-198; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, IV, 435-436; Teftâzânî, Şerĥu’l-ǾAķāǿid, İstanbul 1315, s. 196-199; M. Rızâ Hasan ed-Düceylî, Fırķatü’l-Ezâriķa, Necef 1393/1973, s. 77-78; D. M. Ronaldson, ǾAķīdetü’ş-ŞîǾa (trc. A. M.), Beyrut 1410/1990, s. 34-35, 139; Bekir Topaloğlu, Emâlî Şerhi, İstanbul 2008, s. 78-84; M. Sait Özervarlı, “Melek”, DİA, XXIX, 41.

Mustafa Öz