TELBİYE

(التلبية)

İhrama girenlerin lebbeyk şeklinde başlayan zikir cümlelerini söylemesi.

Sözlükte “çağrıda bulunana cevap vermek, bir davete icabet etmek” anlamındaki telbiye fıkıh terimi olarak hac veya umre niyetiyle ihrama giren kimsenin aşağıdaki sözleri söylemesini ifade eder: “Lebbeyk Allāhümme lebbeyk lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk inne’l-hamde ve’n-ni‘mete leke ve’l-mülk lâ şerîke lek” (Rabbim! Davetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icabet ettim, emrine boyun eğdim. Rabbim! Senin davetine icabet boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur. Rabbim! Bütün varlığımla sana yöneldim; hamd senin, nimet senin, mülk senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur). İslâm’dan önceki dönemde hac sırasında Araplar tarafından telbiye getiriliyordu. Ancak üzerinde ittifak edilen bir telbiye şekli mevcut olmayıp kabilelere ve putlarına göre değişiklik gösteriyordu. Kabileleri esas alarak yapılan bir incelemeye göre (Ya‘kūbî, I, 255-256) on yedi Arap kabilesine ait on yedi, bir başka derlemeye göre de (Cevâd Ali, VI, 375-376) yirmi put için yirmi ayrı telbiye çeşidi vardı. Biri dışında bunların hepsi “lebbeyk” ifadesiyle başlıyor ve çoğunlukla “lebbeyk Allāhümme lebbeyk” şeklinde söyleniyordu. Bazı Arap kabileleri ise “lebbeyk an Hüzeyl” diye kabilesinin adına telbiye getiriyordu. Telbiyeye katılan tevhid inancına aykırı unsurlar İslâm’ın gelişiyle birlikte ayıklanmıştır. Hadis kaynaklarında Resûl-i Ekrem’in telbiyesi yukarıda kaydedildiği gibidir (Buhârî, “Ĥac”, 26; Müslim, “Ĥac”, 19-21; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 26). Telbiyenin “icabet üstüne icabet” anlamına geldiği, birinci icabetin, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitabının (el-A‘râf 7/172) cevabı, ikinci icabetin, “İnsanlar arasında haccı ilân et” emri gereğince (el-Hac 22/27) Hz. İbrâhim tarafından yapılan hac çağrısının karşılığı olduğu söylenmiştir. Fakihler, çoğunlukla bu ikinci hususu öne çıkarıp telbiyenin “Allah’ın emrine itaati ve davetine icabeti sürdürmede ısrarlı olmak” anlamına geldiğini belirtmiştir.

Hanefîler’e göre ihrama girmek ancak niyetle birlikte telbiye (veya tesbih, tehlîl, tekbir) okumak, yola koyulmak, Harem’e kurban göndermek gibi hac ve ihrama ilişkin bir söz ve fiille gerçekleşir. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ihram için sadece niyet yeterlidir; telbiye rükün değil sünnettir. Mâlikî mezhebinde biri Hanefî, diğeri Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin görüşüyle uyuşan iki ictihad mevcuttur. İbn Hazm ise bazı hadislerin zâhirine dayanarak (Tirmizî, “Ĥac”, 15; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 27; İbn Mâce, “Menâsik”, 16) en az bir defa yüksek sesle telbiye getirmeyi hac ve umrenin farzları arasında saymış, gücü yettiği halde bunu yüksek sesle söylemeyen kimsenin hac ve umresinin geçerli olmayacağını ileri sürmüştür.

Telbiyeye, hac veya umreye niyet edilerek mîkāt mahallinde iki rek‘at ihram namazı kılındıktan sonra başlanır. Telbiyenin söylenmesiyle ihrama ilişkin hükümlerin yürürlüğe gireceği hususunda bütün mezhepler görüş birliği içindedir. Telbiyenin sona erme vakti, üç mezhebe göre eğer hac yapılıyorsa kurban bayramının birinci günü Akabe cemresine ilk taşın atıldığı, umre yapılıyorsa Hacerülesved istilâm edilerek tavafa başlandığı andır. Mâlikî mezhebinde ise farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre hac ibadetinde tavafa başlayıncaya kadar telbiyeye devam edilir; diğer bir görüşe göre Mekke’ye gelindiğinde telbiye kesilir, tavaf ve sa‘y tamamlanınca yeniden başlanır ve arefe günü güneş batıncaya kadar sürer. Yine Mâlikîler’e göre umre yapan âfâkîler ve hac ibadetini geçirdiği için umre yapmak zorunda kalanlar Harem bölgesine girince telbiyeyi bırakırlar; Ten‘îm ve Ci‘râne gibi Harem bölgesinde ikamet edenler ise Kâbe’yi görünceye kadar telbiyeye devam ederler.

Hz. Peygamber’den rivayet edilen şekliyle telbiye okumanın müstehap olduğu konusunda görüş birliği vardır. Ancak telbiyeye ilâveler veya eksiltmeler yapmanın hükmü konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre ilâvede bulunmakta bir sakınca yoktur; çünkü Abdullah b. Ömer ve Enes b. Mâlik gibi sahâbîler telbiyeye bazı sözler eklemişlerdir. Mâlik’ten gelen bir rivayete göre Resûl-i Ekrem’den nakledilen şekil üzerine ilâvede bulunmak mekruhtur. Hanefî mezhebine göre ise ilâve yapmak mendup, bazı kelimeleri eksiltmek mekruhtur. Hanefîler, Şâfiîler ve Hanbelîler’e göre erkeklerin telbiyeyi yüksek sesle söylemesi müstehaptır. Çünkü Resûlullah, Cebrâil’in uyarısıyla ashabından haccın şiârlarından olan telbiyede seslerini yükseltmelerini istemiştir (Tirmizî, “Ĥac”, 15; Ebû


Dâvûd, “Menâsik”, 27; İbn Mâce, “Menâsik”, 16). Uygulamanın da bu yönde olduğunu gösteren rivayetlere göre Hz. Peygamber ve ashabı telbiyede seslerini öyle yükseltirlerdi ki Ravhâ denilen mevkiye gelmeden sesleri kısılırdı. Ayrıca Resûl-i Ekrem, yüksek sesle telbiye söylenen (acc) ve kurban kesilen (secc) haccın daha faziletli olduğunu belirtmiştir (İbn Mâce, “Menâsik”, 6). Mâlikîler telbiyede orta yolu tutar. Onlar sadece Mescid-i Harâm ile Mina Mescidi’nde sesin yükseltilmesinin mendup olacağı, çünkü bu iki mescidin hac için inşa edildiği görüşündedir. Kadınların ise seslerini yanlarındaki arkadaşlarının duyabileceğinden fazla yükseltmelerinin mekruh olduğu konusunda görüş birliği vardır. Ancak İbn Hazm bu konuda kadınlarla erkeklerin durumları arasında fark bulunmadığı kanaatindedir. Hanefîler’e ve Şâfiîler’e göre telbiyeyi Arapça söylemeye gücü yeten kişi de başka bir dilde telbiye getirebilir, fakat Arapça aslını söylemesi daha faziletlidir. Mâlikîler ve Hanbelîler ise yalnızca Arapça söylemeye gücü yetmeyenlerin başka bir dilde telbiye getirmesini câiz görür. Hac ibadetinin en önemli şiârlarından biri kabul edilen telbiyenin sıkça tekrar edilmesi Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre müstehaptır; Mâlikîler ise bu hususta da orta yolu tutmanın mendup olduğu görüşündedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “lby” md.; Ya‘kūbî, Târîħ, I, 255-256; İbn Hazm, el-Muĥallâ (nşr. Abdurrahman el-Cezîrî), Kahire 1349, VII, 93, 196; Ebû İshak eş-Şîrâzî, el-Müheźźeb (nşr. Muhammed ez-Zühaylî), Dımaşk-Beyrut 1416/1996, II, 702-705; Kâsânî, BedâǿiǾ (nşr. Ali M. Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1418/1997, III, 152-157; İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), III, 288-293, 430-431; Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, I, 137-139, 147, 176; Nevevî, el-MecmûǾ (nşr. M. Necîb el-Mutîî), Riyad 1423/2003, VII, 148-149; Şehâbeddin el-Karâfî, eź-Źaħîre (nşr. Muhammed Bû Hubze), Beyrut 1994, III, 217-219; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, II, 437-439; Hattâb, Mevâhibü’l-celîl (nşr. Zekeriyyâ Umeyrât), Beyrut 1423/2003, IV, 61-63; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, III, 268-274; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, II, 419-421, 498; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerĥu Muħtaśarı Ħalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), II, 324, 328-329; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, Kahire 1318, II, 160-165, 184; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, VI, 375-376; Mustafa Saîd el-Hın, Eŝerü’l-iħtilâf fi’l-ķavâǾidi’l-uśûliyye fi’ħtilâfi’l-fuķahâǿ, Beyrut 1402/1982, s. 305-306; Leylâ el-Umerî, “et-Telbiye Ǿinde ǾArabi’l-câhiliyye-cemǾ ve taĥķīķ”, Dirâsâtü’l-Ǿulûmi’l-insâniyye ve’l-ictimâǾiyye, XXIX/2, Amman 1423/2002, s. 349-375; “Telbiye”, Mv.F, XIII, 260-266.

Salim Öğüt