TENKÎT

(التنكيت)

Aynı kapsamda yer alan nesnelerden belli bir amaçla ve özellikle birini nükte gereği zikretmek anlamında edebiyat terimi.

Sözlükte “çalı, çırpı vb. şeylerle toprağı eşeleyip iz bırakmak; zihnini bir noktada yoğunlaştırmak” anlamındaki nekt kökünden türeyen tenkît “zekâ eseri nükteli söz söylemek” demektir. Bu mâna, “نكت في الأرض بقضيبه” (toprağı çubukla eşeleyip iz yaptı) biçimindeki kullanımdan hareketle söz sahibinin dile getirdiği herhangi bir inceliğin (nükte) muhatap üzerinde iz bırakması ilişkisine benzetilmiştir (Lisânü’l-ǾArab, “nkt” md.; İbn Ma‘sûm, V, 353). Terim olarak “söz sahibinin, aynı kapsamda yer alan ve benzer anlamlara gelen nesnelerden özellikle birini belli bir amaçla ve bir nükte gereği zikredip ona dikkat çekmesi” diye tanımlanır (İbn Münkız, s. 56; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 500). Söz konusu unsurun diğerlerine tercih edilmesinde bir inceliğin bulunmaması durumunda onun zikredilmesinin bir anlamı kalmaz ve bu bir kusur sayılır. Sosyokültürel bağlam ve genel kabul unsurun diğerlerine tercih edilmesini haklı kılmalıdır. Tenkît sanatını ilk tanımlayan ve örneklendiren kişi İbn Münkız’dır (ö. 584/1188). İbn Ebü’l-İsba‘, İbn Hicce, İbn Ma‘sûm el-Medenî ve Abdülganî en-Nablusî gibi müellifler onun tanımını ve koyduğu çerçeveyi aynen korumuş, sadece bazı örnekler eklemiştir.

Tenkît sanatı için “وأنه هو رب الشعرى” (Şi‘râ yıldızının rabbi de O’dur) âyeti (en-Necm 53/49) güzel bir örnek teşkil eder. Burada başka bir yıldızın değil özellikle şi‘rânın anılmasının sebebini İbn Abbas şöyle açıklamıştır: “Araplar arasında İbn Ebû Kebşe adlı bir kişinin gökteki en büyük yıldız kabul ederek şi‘râya taptığı ve başkalarını da aynı yıldıza tapmaya davet ettiği biliniyordu. Allah Teâlâ bu durumda şi‘râya tapıldığı için bilhassa onu zikretmiştir” (İbn Münkız, s. 56; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 499; Kurtubî, XX, 62). Şu âyette de tenkît üslûbunun örnekleri bulunmaktadır: “وإن من شئ إلا يسبح بحمده ولكن لا تفقهون تسبيحهم” (O’nu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; ancak siz onların tesbihini anlamazsınız; el-İsrâ 17/44). Burada “لا تعلمون” (bilmezsiniz) yerine لا تفقهون (gereği gibi derinlemesine bilip anlamaz ve kavrayamazsınız) ifadesinin kullanılmasındaki nükte hayvanlar, bitkiler ve bütün cansız varlıkların yaratıcının kudretini ispat etmeleri suretiyle gerçekleşen tesbihi anlamanın bu tür idraki gerektirmesidir. Yine “ومن يعش عن ذكر الرحمن ...” (rahmân olan Allah’ın zikrine karşı gözlerini kapayan kimse) âyetinde (ez-Zuhruf 43/36) “i‘râz” (yüz çevirme) yerine “aşv” (gözü dumanlı görme, perdeli olma) ifadesine yer verilmesinin sebebi, i‘râzın dönüşü ümit edilen ve edilmeyen şeklinde ikiye ayrılmasına karşılık aşvin sadece dönüşü olmayan bir sapkınlığı belirtmesi ve burada bunun kastedilmiş olması nüktesidir. “Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendir” âyetinde (et-Tevbe 9/67) bunların arasındaki dayanışmaya vurgu yapılırken, “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirinin velileridir” âyetinde (et-Tevbe 9/71) Asr-ı saâdet’te münafıkların hemen tamamının yahudi olduğuna ve aralarında kan bağı bulunduğuna işaret eden bir nükte vardır. Şair Hansâ’nın şu beyti de bu sanata güzel bir örnek teşkil eder: “يذكرني طلوع الشمس صخراً / وأذكره لكن غروب شمس” (Güneşin doğuşu Sahr’ı hatırlatır bana/Hatırlarım onu güneşin her batışında da). Kabileler arası savaşlardan birinde öldürülen kardeşi Sahr’ı hiçbir vakit unutmayan Hansâ’nın özellikle güneşin doğuşu ile batışına vurgu yapmasının sebebi, bu iki vaktin Sahr’ın cesaret ve cömertliğini en güçlü biçimde ortaya koyduğu vakitler olmasıyla ifadenin bir edebî incelik barındırmasıdır. Zira güneşin doğuşu onun düşmana karşı akınını, dolayısıyla cesaret ve kahramanlığını, batışı da misafirler için ateş yakıp ikramda bulunmasını, cömertliğini simgelemektedir (İbn Münkız, s. 57; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 500; İbn Hicce, II, 305).

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Münkız, el-BedîǾ fî naķdi’ş-şiǾr (nşr. Ahmed Ahmed Bedevî - Hâmid Abdülmecîd), Kahire 1380/1960, s. 56-58; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1416/1995, s. 499-502; a.mlf., BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 212-221; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-CâmiǾ (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî v.dğr.), Beyrut 1427/2006, XX, 62; İbnü’l-Esîr el-Halebî, Cevherü’l-kenz: Telħîśu Kenzi’l-berâǾa fî edevâti źevi’l-yerâǾa (nşr. M. Zağlûl Sellâm), İskenderiye, ts. (Münşeetü’l-maârif), s. 216-217; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-BedîǾiyye (nşr. Nesîb en-Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 274-275; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb (nşr. Selâhaddin Hevvârî), Beyrut 1426/2006, II, 305-306; Süyûtî, MuǾterekü’l-aķrân fî iǾcâzi’l-Ķurǿân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1973, I, 396-397; İbn Ma‘sûm, Envârü’r-rebîǾ fî envâǾi’l-bedîǾ (nşr. Şâkir Hâdî Şükr), Necef 1388/1968, V, 353; Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, Nefeĥâtü’l-ezhâr, Beyrut 1404/1984, s. 173-174; İn‘âm Fevvâl Akkâvî, el-MuǾcemü’l-mufaśśal fî Ǿulûmi’l-belâġa, Beyrut 1996, s. 399-402.

Halil İbrahim Kaçar