TÜRKİYE

Topraklarının bir kesimi Avrupa’da, bir kesimi Asya’da bulunan Ortadoğu ve Akdeniz ülkesi.

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

II. TARİH

III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

1. Dil ve Edebiyat

2. Sanat

3. Eğitim ve Öğretim

Üç taraftan denizlerle çevrili olan (Karadeniz, Ege denizi ve Akdeniz), kuzeybatıda Bulgaristan ve Yunanistan; doğuda Gürcistan, Ermenistan, Nahcıvan Özerk Bölgesi (Azerbaycan), İran; güneydoğuda Irak ve Suriye ile komşu olan ülkenin resmî adı Türkiye Cumhuriyeti, yüzölçümü 769.604, göller ve barajlar dahil 780.576 km², nüfusu 73.722.988 (31 Aralık 2010), başşehri Ankara (4.115.187), nüfusu 500.000’i aşan diğer şehirleri İstanbul (12.473.650), İzmir (2.774.103), Bursa (1.667.311), Adana (1.484.740), Gaziantep (1.324.520), Konya (1.036.027), Antalya (928.229), Diyarbakır (843.460), Mersin (843.429), Kayseri (826.523) ve Eskişehir’dir (629.609).

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA

Hem Asyalı hem Avrupalı hem Ortadoğulu hem Akdenizli olan yegâne ülkedir. Türkiye’ye coğrafî, tarihî ve kültürel özelliklerini kazandıran da bu konumundan kaynaklanan ve başka hiçbir ülkeye benzemeyen ayrıcalıklı durumudur. Türkiye’nin bir başka özelliği, ülkenin kara kütleleri ortasında yer almasına rağmen aynı zamanda denizlerle çevrilmiş olmasıdır. Akdeniz, Eski Dünya karaları içine derin biçimde sokulmakta ve kolları ile (Karadeniz, Marmara, Ege ve Boğazlar) Türkiye’yi üç taraftan kuşatmaktadır. Bu durum Türkiye’nin dış dünya ile kolayca ilişki kurmasını sağlar. Coğrafî mevkiinden kaynaklanan diğer bir özellik de ülkenin bazı önemli yollar üzerinde bulunmasıdır. Avrupa ve Akdeniz dünyası ile Hint ve Çin gibi Uzakdoğu ülkelerini birbirine bağlayan yolların tarih boyunca Türkiye’den geçmesi, Akdeniz dünyasını Karadeniz kıyılarına bağlayan Boğazlar’ın varlığıyla ilgili deniz yolunun birinci yolla burada kesişmesi de başka ülkelerde rastlanmayan bir durumdur. Kara sınırlarının uzunluğu 2875 km. olan Türkiye’nin doğu-batı doğrultusundaki uzunluğu 1600 km., kuzey-güney doğrultusundaki genişliği 650 km. kadardır. Ülkenin en doğu ucu, Küçük Ağrı dağının 34 km. doğusunda yer alan Türkiye-İran-Azerbaycan (Nahcıvan) sınırlarının kavşak noktası, en batı ucu Gökçeada’nın (İmroz adası) batısındaki Avlaka Burnu, en kuzey noktası Sinop ilindeki İnceburun, en güney noktası Hatay ili Yayladağı ilçesinin Topraktutan köyünün güneyidir.

Türkiye yüzey şekilleri bakımından yüksek bir ülke, ayrıca yüzey şekilleri çeşitli bir memlekettir. Türkiye’nin ortalama yükseltisi 1131 metredir. Bu rakam Avrupa kıtasının ortalama yükseltisinin (330 m.) yaklaşık 3,5 katı, Asya kıtasının ortalama yükseltisinden (1050 m.) çoktur. Türkiye’de deniz seviyesiyle 250 m. yükseklikler arasındaki alanlar ülkenin ancak %10’u kadar bir yer kaplamakta, buna karşılık 1000 metreden daha yüksek alanlar ülke topraklarının yarısından fazlasını (%55,5) meydana getirmektedir. Türkiye topraklarının %3’ü Trakya’da, %97’si Asya’da bulunmaktadır. 23.721 km² genişliğindeki Trakya günümüzde Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne illeriyle İstanbul ilinin yirmi dört (Bağcılar, Bakırköy, Bahçelievler, Bayrampaşa, Avcılar, Arnavutköy, Başakşehir, Beşiktaş, Beylikdüzü, Beyoğlu, Büyükçükmece, Çatalca, Eyüp, Esenler, Esenyurt, Fatih, Gaziosmanpaşa, Güngören, Kâğıthane, Küçükçekmece, Sarıyer, Silivri, Şişli ve Zeytinburnu), Çanakkale ilinin iki (Eceabat ve Gelibolu) ilçesini sınırları içine alır. Trakya’nın adı eski dönemlerde burada yaşayan Traklar’dan gelir. Milâttan önce ikinci binyılda yöreye hâkim olan bu kavim bağımsızlığını yitirdikten sonra da yerleştikleri alan onların adıyla anılmıştır. Millî sınırlar dışında kalan ve Türkiye Trakyası’nın batıya doğru devamı olan kesime Batı Trakya denir. Lozan Antlaşması’na göre çizilen ve Meriç ırmağının talveg hattını izleyen Türkiye-Yunanistan sınırının batısında kalan Batı Trakya’ya karşılık Türkiye sınırları içinde kalan bölüm için Doğu


HARİTA : Türkiye yüzey şekillerinin ana çizgileri.


HARİTA : Türkiye'nin idarî haritası.


HARİTA : Türkiye'de nüfusu 50.000'in üstünde olan yerleşim yerlerinin dağılımı (31.12.2010).


Trakya ismi kullanılabilirse de günümüzde yalnız Trakya denilmektedir. Trakya için bazı yayınlarda Paşaeli adı kullanılmışsa da tutulmamıştır. Çevresinin uzunluğu 1258 kilometreyi bulan Trakya’nın büyük kesimi denizlerle kuşatılmıştır (Karadeniz kıyısı 177 km., İstanbul Boğazı kıyısı 55 km., Marmara denizi kıyısı 264 km., Çanakkale Boğazı kıyısı 78 km., Ege denizi kıyısı 212 km.) ve deniz kıyıları bütün çevrenin %63’ünü oluşturur. Kara sınırları (472 km.) aynı zamanda Türkiye’nin Yunanistan (203 km.) ve Bulgaristan’la (269 km.) olan sınırlarıdır.

Trakya’nın ortalama yükseltisi (180 m.) Türkiye’nin ortalama yükseltisinin (1131 m.) çok altındadır. Yükseltisi 250 metrenin altında bulunan yerler Trakya yüzölçümünün %83’ünü oluşturur. Bu oran Trakya’da ova ve platoların çok yer tuttuğunu, dağlık alanların ise az yer kapladığını gösterir. Bununla birlikte dağ görünümünde alanlar da vardır. Bunlardan biri, Trakya’nın Karadeniz kıyısına paralel olarak kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Istıranca dağlık kütlesidir. Yeni haritalarda Yıldız dağları diye kaydedilen bu dağların en yüksek noktası Mahya doruğudur (1031 m.). Trakya’nın güneyinde dağ adı verilebilecek iki engebe daha dikkati çeker. Bunlar Marmara kıyılarını izleyen Ganos dağı (Uçakbaşı zirvesi: 924 m.) ve Ege kıyıları (Saros körfezi) yakınında Korudağı’dır (Kuştüneyi zirvesi: 676 m.). Bu dağlar arasına büyük bir çanak biçiminde Ergene havzası girmiştir. Bir geçiş kuşağında yer alan Trakya’nın ikliminde Akdeniz iklimiyle Balkan yarımadasında görülen iklimin (Edirne’de 25 Ocak 1942’de kaydedilen -22°, 2’lik ölçüm, aynı tarihte Lüleburgaz’da -24°, 2’lik ölçüm) ortak etkisi hissedilir. İç kesimlerdeki bu iklim tipine karşılık Karadeniz kıyılarında yağışları bol, kışları epeyce sert, yazları serin bir iklim hâkimdir.

Trakya’da Anadolu’da olduğu gibi kıyı kesimleri ormanların başlıca toplanma alanıdır. Istırancalar’ın kuzey yamaçlarında (Karadeniz’e bakan yamacı) kayın (doğu kayını), Ergene havzasına bakan güney yamaçlarında meşe hâkimdir. Bu yamaçta meşelerin arasına “doğu gürgeni” adı verilen gürgen tipi de karışmıştır. Ganos ve Koru dağlarının Ergene havzasına bakan yamaçlarında da meşe türleri egemendir. Trakya’da az bulunan iğne yapraklı ağaçların en fazla yer aldığı alan güneydeki Korudağı’nın üzeridir. Burada daha çok kızılçam görülür; aralarına seyrek olarak karaçam da karışır. Trakya’nın ortasındaki Ergene havzasının doğal bitki örtüsü step (bozkır) görünüşlüdür. Fakat bu step doğal olmayıp yüzyıllardan beri ormanların tahribi sonucunda oluşan “antropojen step”tir. Trakya’da iyi korunmuş bir orman olarak İstanbul’un kuzeyindeki Belgrad ormanından söz edilebilir. Adını XVI. yüzyılda Belgrad’dan gelen bir grup insan tarafından kurulan Belgrad köyünden alan bu ormanda başlıca elemanlar meşe ve kestanelerdir. Küçük dereler vasıtasıyla sularını Karadeniz’e, İstanbul Boğazı’na ve Marmara denizine ulaştıran alanlar Trakya’da çok sınırlıdır. Buna karşılık Trakya sularının büyük kısmı Ergene ırmağı vasıtasıyla toplanarak Meriç’e ve bu yolla Ege denizine ulaşır. Önemli sayılabilecek göller İstanbul yakınındaki lagünlerdir (deniz kulağı gölleri). Bunlar Marmara kıyısında Küçükçekmece ve Büyükçekmece gölleriyle Karadeniz kıyısına yakın olan Terkos gölüdür (yeni adıyla Durusu gölü). Bu sonuncusu 1885 yılından beri İstanbul’un Avrupa yakasının büyük kısmının suyunu temin eder. Bunların dışında bir göl grubu da Meriç deltasında bulunan küçük delta gölleridir.

2010 yılı nüfus sayımının sonuçlarına göre Türkiye nüfusunun %87’si Anadolu (64.064.709), %13’ü Trakya (9.658.279) toprakları üzerinde yaşar. Buna göre Türkiye’de kilometrekareye düşen nüfus yoğunluğu doksan dört, Anadolu’da 84,5, Trakya’da 407’dir. Trakya’da nüfus yoğunluğunun bu derece yüksek olmasında İstanbul gibi 12 milyon nüfusluk bir şehrin nüfusunun büyük bir kısmının Trakya kesiminde yaşaması, ayrıca Trakya’da beş şehrin daha nüfusunun 100.000’i aşması (Çorlu 215.293, Tekirdağ 141.439, Edirne 138.793, Silivri 126.218, Lüleburgaz 100.412) etken olmaktadır. Trakya’da nüfusun en kalabalık olduğu kesim İstanbul Boğazı ile Marmara denizi kıyıları, orta derecede nüfus yoğunluğuna sahip yerler Ergene havzası, tenha yerler ise Istıranca dağlarının Karadeniz’e bakan yamaçlarıdır. Bu sonuncu alan aynı zamanda Türkiye kıyılarının en az nüfuslu kesimidir. Trakya’nın ekonomik coğrafyasında tarımın ağırlıklı payı vardır. Tarım türleri arasında buğday öncelikli sırayı alır. Buğdayla nöbetleşe ekilen şeker pancarı, ay çiçeği, sulak alanlarda (Meriç kıyılarında) pirinç, elverişli bazı alanlarda pamuk ekimi çeşitlilik kazandırır. Trakya’da Cumhuriyet dönemindeki sanayi faaliyetlerinin öncülüğünü Alpullu’da şeker fabrikası ile Tekirdağ’daki içki fabrikaları yapmış, bunu bitkisel yağ fabrikaları izlemiş, yakın yıllara gelindiğinde Çerkezköy ve Çorlu çevresindeki çok çeşitli sanayi kuruluşları Trakya’nın sanayileşmesinde büyük rol oynamıştır. İstanbul şehri ve çevresiyle Haliç kıyıları Cumhuriyet’ten önceki dönemde de ülkenin en önemli sanayi alanı olarak dikkati çekmiştir. Trakya’nın Türkiye ulaşım coğrafyasındaki rolü Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan yolların başlangıç ve geçiş yeri olması sebebiyle daima önemini korumakta ve bu önem gitgide artmaktadır (Türkiye topraklarının büyük kesimini oluşturan Anadolu’nun fizikî ve beşerî coğrafyası için bk. ANADOLU [Coğrafya]).

BİBLİYOGRAFYA:

Arif Müfit Mansel, Trakya’nın Kültür ve Tarihi, İstanbul 1938, s. 19, 22; Mehmet Oluç, Trakya Ziraat Ekonomisi, İstanbul 1946, s. 65-143; Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, s. 10; Hamit İnandık, Türkiye Bitki Coğrafyasına Giriş, İstanbul 1965, s. 28-32; Yusuf Dönmez, Trakya’nın Bitki Coğrafyası, İstanbul 1968, s. 11, 12; Besim Darkot, Türkiye İktisadî Coğrafyası, İstanbul 1972, s. 4, 5, 6, 7, 14, 22, 28, 49, 53-54, 130, 212; a.mlf.-Metin Tuncel, Marmara Bölgesi Coğrafyası, İstanbul 1981, s. 12, 52, 96, 97, 105; Metin Tuncel, Göllerimiz, İstanbul 1975, s. 3, 21; a.mlf., “Türkiye’nin Farklılığı ve Çeşitliliği”, Globe, sy. 1, İstanbul 1993, s. 162; a.mlf., “Türkiye”, Gelişim: Büyük Coğrafya Ansiklopedisi, İstanbul, ts. (Gelişim Yayınları), III, 721-726; Türkiye İstatistik Yıllığı 2002, Ankara 2003, s. 4, 5, 7; Ali Tanoğlu, “Türkiye’nin İrtifa Kuşakları”, Türk Coğrafya Dergisi, sy. 9-10, İstanbul 1947, s. 43-44; a.mlf., “Türkiye’nin Coğrafî Mevkii ve Bu Mevki ile İlgili Bazı Meseleler”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, VII/13, İstanbul 1963, s. 50-63; Ahmet Ardel, “Trakya’nın Jeomorfolojisi”, Türk Coğrafya Dergisi, sy. 17 (1957), s. 152-158; Sırrı Erinç, “Türkiye: İnsan ve Ortam”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. X/18-19 (1973), s. 1-33; Ajun Kurter, “Istranca (Yıldız) Dağlarının Temel Yapısal ve Jeomorfolojik Özellikleri”, GDAAD, VI-VII (1978), s. 2.

Metin Tuncel




II. TARİH

XI. yüzyılda Anadolu’yu yurt edinen Türkler burada kurdukları devletleri daha çok kurucularının veya bölgenin adıyla anmışlardır. Türkiye adı Batı kaynaklarında II. Haçlı Seferi’nden sonra görülmeye başlanmıştır. Arapça “berrü’t-Türkiyye” ifadesi de XIV. yüzyıl başlarında kullanılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nde milliyetçiliğin ve ayırımcılığın ortaya çıkması Türk aydınlarını da etkiledi, Türk milliyetçiliği imparatorluğun dağılma sürecinin hızlandığı II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıktı. I. Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin parçalanması Türk milliyetçiliğini yeniden canlandırdı ve “Türkler için Türkiye” sonucuna gelindi. Savunulması gereken vatan toprakları


Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlenirken Anadolu’da yeni bir devletin temelleri atıldı. Ankara’da çalışmalarına başlayan meclise Türkiye Büyük Millet Meclisi adı verildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Ermenistan’la imzaladığı Gümrü Antlaşması’yla Türkiye adı ilk defa uluslar arası belgelere girdi. Afganistan’la imzalanan antlaşmada Osmanlı’nın Devlet-i Aliyyesi’ne benzetilerek Devlet-i Aliyye-i Türkiyye ifadesi yer aldı. Rusya ile imzalanan antlaşmada ise Türkiye tabiriyle Mîsâk-ı Millî’nin sınırlarını çizdiği toprakların kastedildiği kaydedildi. Kendini olağan üstü yetkilerle donatan Türkiye Büyük Millet Meclisi fiilî şartların hemen hukukîlik kazandığı bir ortamda çalıştı. Bu durum 20 Ocak 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu ile yasal hale getirildi. II. Meşrutiyet’le birlikte siyasî literatüre giren ve meclisin açılmasıyla doruk noktasına ulaşan millî hâkimiyet ilkesine, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” şeklinde ilk defa bu kanunda yer verildi. Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra saltanat kaldırılıp (1 Kasım 1922) Ankara ile İstanbul hükümeti arasındaki siyasî iktidar mücadelesine son verildi. Türkiye Devleti’nin bağımsızlığının tanındığı Lozan Antlaşması’yla imparatorluk iddiasından vazgeçilerek Arap vilâyetlerinin ayrılmasına ve Anadolu ile küçük bir Avrupa toprağına razı olundu. İşgal kuvvetlerinin İstanbul’u terketmesinin ardından başşehri Ankara, yönetim şekli cumhuriyet olan yeni devlet ilân edildi (29 Ekim 1923).

Cumhuriyetin ilânı öncesinde saltanat kaldırılmakla birlikte Osmanlı hânedanına bırakılan hilâfet müessesesinin hukukî durumu ve devletin yönetim şekli belirlenmemişti. Cumhuriyet ilân edilirken halifenin durumunun açıklığa kavuşturulmamış olması bazı muhalefet akımlarının doğmasına yol açtı. Halifenin hukukî durumunun tesbiti için yoğun bir faaliyet başlatıldı. Rauf Bey cumhuriyetin ilânında acele edildiğini ve bir oldubittiye getirildiğini, en doğru devlet şeklinin halifenin başkanlığını yapacağı devlet olabileceğini söylüyordu. Ali Fuat Paşa, Rauf Bey’in fikirlerine katıldığını açıklarken Kâzım Karabekir Paşa, “Cumhuriyet taraftarıyım ama şahsî saltanatın aleyhtarıyım” diyordu. İstanbul aydınları ve özellikle üniversite çevreleri inkılâplara pek olumlu bakmıyordu. Muhafazakârlar kadar laikler de hem Mustafa Kemal’in otokrasisine karşı hem de milletlerarası itibar kaynağı olarak hilâfetin korunması gerektiğini savunuyor, asıl farkın monarşi ile cumhuriyet arasında değil demokrasi ile despotizm arasında olduğunu yazıyorlardı. Londra İslâm Cemiyeti Başkanı Seyyid Emîr Ali ile Hint müslümanları adına Ağa Han tarafından İsmet Paşa’ya gönderilen mektupta hilâfetin İslâm âlemi açısından önemi ve Türkiye’ye sağlayacağı faydalar anlatılarak korunması isteniyordu. Mektubun İsmet Paşa’nın eline geçmeden bazı İstanbul gazetelerinde yayımlanması, hükümetin muhalefete karşı harekete geçmesine ve hilâfetin kaldırılmasına sebep oldu. Hemen İstanbul’a bir İstiklâl mahkemesi gönderilip halife lehine yazı yazan gazeteci ve yazarlar tutuklandı. “Matbuat davası” diye anılan yargılamalarla basına ve muhalefete gözdağı verildikten sonra hilâfet kaldırıldı (3 Mart 1924). Halife ile birlikte bütün Osmanlı hânedanı sınır dışı edildi. Aynı gün kabul edilen yasalarla Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Vekâleti ile Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak başvekâlete bağlı Genelkurmay Başkanlığı ve Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler kapatıldı, din eğitimi Maarif Vekâleti’ne bağlandı. Şer‘iyye mahkemeleri lağvedildi. Osmanlı Kānûn-ı Esâsîsi’ni yürürlükten kaldıran 1924 anayasası mecliste kabul edilerek yürürlüğe girdi. Yeni anayasa uyarınca Mustafa Kemal Paşa ordu mensubu milletvekillerinin aslî görevlerine dönmelerinde ısrar ediyordu. Kâzım Karabekir dahil bazı paşalar ordudan istifa edip milletvekilliğinde kaldılar. Bunlar Halk Fırkası’ndan ayrılarak Kâzım Karabekir’in başkanlığında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Halk Fırkası da adını Cumhuriyet Halk Fırkası şeklinde değiştirdi. Muhalefetin parti oluşturmasını destekleyen İstanbul basını Mustafa Kemal’in siyasî otoritesinin “tek adam”a dönüşmesinin ancak bu şekilde önlenilebileceğini yazıyordu. Muhalefet eleştirilerini Başvekil İsmet Paşa üzerinde yoğunlaştırdı. İsmet Paşa istifa edince Mustafa Kemal, Fethi Bey’i (Ali Fethi Okyar) başvekil tayin etti (22 Kasım 1924).

Lozan Antlaşması, Musul meselesinin çözümünü Türk-İngiliz görüşmelerine bırakmıştı. Antlaşmayı ancak halifeliğin kaldırılmasından sonra onaylayan İngiltere ile İstanbul’da yapılan görüşmelerden bir netice alınamadı. İngiltere’nin bir yandan konuyu Milletler Cemiyeti’ne taşırken bir yandan da bölge halkını Türkiye’ye karşı kışkırtıp karışıklıklara yol açması ilişkileri gerginleştirdi. Şeyh Said İsyanı iç politikada çok önemli sonuçlar doğurdu. İsmet Paşa tekrar başbakanlığa getirildi ve on dört ilde sıkıyönetim ilân edildi. Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’na dini politikaya alet edenler için bir madde eklendi. Takrîr-i Sükûn Kanunu çıkarıldı (4 Mart 1925). Buna göre hükümet sosyal düzeni bozan bütün kuruluşları kapatabilecek ve yayınları yasaklayabilecek, fâillerini İstiklâl mahkemelerine sevkedebilecekti. Aynı gün biri isyan bölgesinde, diğeri Ankara’da iki İstiklâl mahkemesi kuruldu. Hükümet bazı gazeteleri kapatırken pek çok gazeteci ve yazarı tutuklayarak İstiklâl mahkemelerine sevketti. Programında dinî inanç ve düşünceye saygı gösterileceğini açıklayan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın isyanı körüklediği iddiasıyla merkez şubesi polis tarafından arandı. Şark İstiklâl Mahkemesi fırkanın bölgedeki şubelerinin kapatılmasını isteyince hükümet hiçbir gerekçe göstermeden partiyi kapattı (3 Haziran 1925). Bu sırada İngiltere’nin etkili olduğu Milletler Cemiyeti, Musul’u Irak’a veren kararını açıkladı. Bunu tepkiyle karşılayan Türk basını savaştan bahsediyordu. Türkiye, Millî Mücadele sırasında olduğu gibi tekrar Rusya’ya yaklaştı. Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı imzalandı. Cumhuriyet Halk Fırkası yönetimi Takrîr-i Sükûn Kanunu’ndan yararlanıp köklü reformlara girişti. Şark İstiklâl Mahkemesi görev alanındaki tekke ve zâviyelerin kapatılmasını teklif etti, bunun üzerine ülkedeki bütün tekke ve zâviyeler kapatıldı. Şapka kanunu çıkarıldı. İsviçre’den Medenî Kanun ile Borçlar Kanunu, İtalya’dan Ceza Kanunu ve Almanya-İtalya’dan Ticaret Kanunu alındı. Reformlar toplumda dine karşı uygulamalar şeklinde algılandı ve ülkenin çeşitli yerlerinde tepkilere yol açtı. Bilhassa şapka giyme zorunluluğuna karşı başlayan tepkilerin İstiklâl mahkemelerinin verdiği ağır cezalarla bastırılması toplumsal barışı bozdu. İç ve dış destekten mahrum kalan Türkiye, Musul meselesinde daha fazla direnemedi. Türk-İngiliz antlaşmasını imzalayıp Musul’un Türkiye’den ayrılmasını kabul etti (5 Haziran 1926).

Cumhuriyet Halk Fırkası yönetimi “takrîr-i sükûn” dönemini İzmir suikastı davası ile sürdürdü. İzmir’de cumhurbaşkanına suikast yapılacağı yönündeki ihbar yeni bir sertlik dalgasına yol açtı. İzmir’e gönderilen Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin emriyle eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası milletvekilleri tutuklandı. Mahkeme kırk dokuz tutukludan on beşini idama mahkûm ederken Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal paşalar genç subayların baskısı ile beraat etti. Suikast davası ile eski İttihat ve Terakkî Fırkası arasında ilişki olduğu öne


sürüldü. İstiklâl Mahkemesi bu defa eski İttihatçılar’ı yargılamaya başladı. Suikastla ilgileri kanıtlanamadığı halde eski Maliye nâzırı Cavit Bey, Dr. Nazım, Hilmi ve Nail beyler idama mahkûm edildi. Avrupa’da bulunan Rauf Bey’e gıyabında on yıl sürgün cezası verildi. Yürürlük süresi dolan Takrîr-i Sükûn Kanunu iki yıl daha uzatıldı. İstiklâl mahkemelerinin faaliyetlerine son verilmekle birlikte kanunu yürürlükte tutuldu. Muhalefeti susturan ve ülkede tek parti rejimini kuran Cumhuriyet Halk Fırkası kendi içinde tek sesliliğe doğru sürüklendi. Parti tüzüğünde yapılan değişiklikle milletvekillerinin belirlenmesi yetkisi doğrudan partinin genel başkanı ve cumhurbaşkanına verildi. Mustafa Kemal Paşa muhalifleri seçimlerde aday göstermeyip siyasî hayatın dışında bıraktı. Parti kurultayında değişmez genel başkan seçilen ve “ebedî şef” unvanı verilen Mustafa Kemal Paşa’nın yetkileri genişletildi. İnkılâpların iktidar açısından bir yorumu olan Nutuk bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından kurultayda okundu. Kurultayda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gereği vurgulanarak partinin ilkelerine laiklik de eklendi. Hem ülkenin siyasî hayatında hem kendi içinde otoriter yönetim tarzını kabul ettiren Cumhuriyet Halk Fırkası muhalefetin bulunmadığı mecliste inkılâp kanunlarını çıkarmaya devam etti. “Türkiye Devleti’nin dini İslâm’dır” maddesiyle yemin metinlerindeki dinî ibareler ve meclisin görevleri arasında sayılan dinî hükümleri yerine getirmeyle ilgili ifade anayasadan çıkarıldı (10 Nisan 1928). Arap alfabesi terkedilerek Latin alfabesi benimsendi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı (1930).

Türkiye’nin dış politikasının temel eğilimi Lozan Antlaşması’yla oluşan statükonun sürdürülmesi yönünde gelişti. Lozan’da çözülemeyen Osmanlı borçlarının ödenmesi meselesi Fransa ile imzalanan antlaşmayla bir formüle bağlandı. Türkiye’deki Rumlar’la Yunanistan’daki Türkler’in mübadelesi Türkiye’yi en çok uğraştıran konulardan biri oldu. Yunanistan’ın İstanbul’da fazla sayıda Rum bırakmak istemesi iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştirdi. Uzun süren müzakerelerden sonra İstanbul Rumları’nın hepsini “yerleşik” kapsamına alan bir antlaşma imzalandı (10 Haziran 1930). Türkiye, Rusya’nın teklifiyle 1928’de Silâhsızlanma Konferansı’na ve 1929’da Kellog Paktı’na davet edildi. 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye oldu. Türkiye’nin uluslar arası iş birliğine katılması Batılı devletlerle olan ilişkilerini geliştirdi. Montrö Sözleşmesi’yle Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarına yeniden kavuştu. Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Antantı kuruldu (1933). Türkiye, Afganistan, İran ve Irak arasında Sâdâbâd Paktı imzalandı (1937). Milletler Cemiyeti, İskenderun sancağının Hatay adıyla içişlerinde bağımsız, dışişlerinde Suriye’ye bağlı bir devlet olmasını kararlaştırdı. Hatay’ın hukukî statüsünü tanıyan Türk-Fransız Antlaşması imzalandı (1938). Hataylılar’ın Türkiye ile birleşme istekleri Türk-Fransız ilişkilerini yeniden gerginleştirdi.

Millî Mücadele’nin önde gelen liderleri tasfiye edilip onların dayandığı kitleler dışlanarak birbiri ardına gerçekleştirilen devrimler halk tabanına indirilemedi. Hükümetin reform karşıtlarına uyguladığı şiddet politikası toplumda hoşnutsuzluğu arttırdı. Devlet-halk ilişkileri gerginleşti. 1929 dünya ekonomik krizi zayıf olan ülke ekonomisini etkiledi. Ekonomide doğrudan devletçilik politikasının izlenmesi zorunlu hale geldi. Mustafa Kemal Paşa, Fethi Bey’e bir parti kurmasını önerdi; partinin adını, programını ve üyelerini bizzat kendisi belirledi. Amacı, hem tek parti yönetiminin toplumda yol açtığı huzursuzluğu gidermek hem devletçiliğe karşı olan liberalizm yanlılarını denetim altında tutmaktı. Fethi Bey başkanlığında 12 Ağustos 1930’da İstanbul’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın toplum tarafından coşkuyla karşılanması ve hızla örgütlenmesi hükümeti ve cumhurbaşkanını endişelendirdi. Cumhuriyet Halk Fırkası, Serbest Fırka’yı gericilik ve cumhuriyet düşmanlığıyla suçlamaya başladı. Fethi Bey de kuruluşundan üç ay sonra bir dilekçe ile partinin feshedildiğini bildirdi. Bu sırada kurulan Ahali Cumhuriyet Fırkası da kapatıldı. Otoriter eğilimleriyle tanınan Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın genel sekreterliğine getirildi. Siyasal niteliği olan kuruluşların bir tekel oluşturan Cumhuriyet Halk Fırkası içinde eritilmesine yönelik hazırlanan program uygulamaya konuldu. İttihatçılar’ın kurduğu Türk ocakları kapatıldı ve bütün malları yeni kurulan halkevlerine devredildi. Diğer dernek ve kulüpler de aynı şekilde tasfiye edilip malları Cumhuriyet Halk Fırkası’na aktarıldı. Parti kurultayında mevcut ilkelere devletçilik ve inkılâpçılık da eklenerek partinin temel ilkeleri altıya çıkarıldı. Planlı devletçiliğe geçildi ve ilk beş yıllık Sanayi Kalkınma Planı uygulamaya konuldu (1933). Dünya ekonomik krizi Türkiye’de devletçiliğe hız verirken tek parti sistemini de güçlendirdi. Nihayet Başvekil İsmet Paşa parti ile devletin birleştirildiğini açıkladı (1936). Buna göre Dahiliye vekili aynı zamanda partinin genel sekreteri olurken valiler partinin il başkanları oldu. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı ilkesi anayasaya dahil edildi ve devletin temel ilkeleri haline getirildi. Soyadı kanunu kabul edildi; efendi, bey, paşa gibi lakap ve unvanlar kaldırıldı (1934). Ezanın Arapça okunması ve din adamlarının mâbed dışında dinî kisve giymelerini yasaklayan kanunlar kabul edildi (1932). Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu oluşturuldu.

Atatürk-İnönü arasındaki siyasal birliktelik devletçilik konusunda aralarında çıkan anlaşmazlık yüzünden sona erdi. İş Bankası genel müdürü iken özel teşebbüsün başarısını ispatlayan Celâl Bayar başvekil tayin edildi (25 Eylül 1937). Bayar’ın yaklaşık bir yıl süren görevi, daha ziyade ağır hasta olan Atatürk’ten sonra kimin cumhurbaşkanlığına getirileceği tartışmalarıyla geçti. İnönü muhalifleri, Atatürk’ün sözlü vasiyeti olduğunu ileri sürerek Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ı cumhurbaşkanı yapmak istediler. Bayar ise buna karşı çıkıp İnönü’ye cumhurbaşkanlığına giden yolu açık tuttu. Atatürk ölünce İnönü meclis tarafından ertesi gün cumhurbaşkanı seçildi; İnönü de Bayar’ı başvekil tayin etti. Partinin olağan üstü kurultayında İnönü, Atatürk’ün yerine partinin değişmez genel başkanı seçildi. Atatürk’ün ebedî şef unvanına karşılık İnönü’ye “millî şef” unvanı verildi. İnönü, Atatürk’ün siyasetten uzaklaştırdığı Millî Mücadele önderlerini yeniden kazanmaya çalıştı. Önce Kâzım Karabekir bir ara seçimle milletvekili yapıldı. Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele parti grubuna alındı. Dr. Rıza Nur, Halide Edip ve Adnan Adıvar gibi Atatürk döneminin küskünleri ülkeye dönmeye başladı. Seçimlerin yenilenmesi kararı alınınca Bayar hükümeti istifa etti ve Refik Saydam hükümeti kuruldu. Yeni hükümetin ilk icraatı olarak Dahiliye vekilinin aynı zamanda partinin genel sekreteri olması yönündeki kararı kaldırıldı. Yapılan genel seçimlerde eski muhaliflerin çoğu meclise girerken Atatürk’e yakınlığıyla tanınan isimler tasfiye edildi. İnönü mecliste de denetimini ve otoritesini arttırdı. Yeni bir kararla valilerin Cumhuriyet Halk Partisi il başkanlığı görevlerine son verildi. Bu döneme damgasını vuran önemli girişimlerden biri Köy enstitülerinin açılmasıdır. Aynı dönemde köylerde halk odaları kuruldu.

Avrupa’nın II. Dünya Savaşı’na doğru gittiği süreçte İnönü, Türkiye’nin güvenliğinin


değişimci Mihver kanadı (Almanya-İtalya) tarafından tehdit edilebileceği görüşündeydi ve statükocu güçlerin (İngiltere-Fransa) yanında yer alınması gerektiğini düşünüyordu. Önce Hatay’ın Türkiye ile birleşmesini sağlayan Türk-Fransız antlaşması imzalandı. Ardından İngiltere-Fransa-Türkiye arasında askerî ittifak kurulmasına yönelik bir ortak bildiri yayımlandı. İnönü ittifaka Rusya’nın da katılmasını istiyordu; ancak Stalin ile Hitler’in anlaşarak Polonya’yı işgal etmeleri Türkiye’yi zor durumda bıraktı ve Türk-Fransız-İngiliz üçlü ittifakı imzalandı (19 Ekim 1939). Türkiye, Rusya ile çatışmaya girmemek için aynı zamanda imzalanan ve “Sovyet çekincesi” adı verilen ek protokole dayanarak müttefiklerinin yanında savaşa girmedi; aksine Türk-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandı (18 Haziran 1941). Fakat üç gün sonra Almanya’nın Rusya’ya saldırması bütün dengeleri bozdu. Rusya, İngiltere’nin yanında yer alırken Amerika Birleşik Devletleri de Almanya’ya savaş ilân etti. Müttefikler, Türkiye’yi savaşa zorlarken Almanya kendi tarafına çekmek için toprak vaadinde bulundu. Türkiye ise denge politikasını sürdürdü. Öte yandan savaşa girmediği halde savaşın bütün olumsuzluklarını yaşadı. Yüksek enflasyon ortamında mal yokluğuna dayalı karaborsa ve buna dayalı vurgunculuk devam ediyordu. Millî Koruma Kanunu çıkarılarak (1940) fiyatların yükselmesi nisbeten durdurulduysa da ekonomik sorunlar giderilemedi. Refik Saydam’ın ölümü üzerine kurulan Şükrü Saraçoğlu hükümeti ekonomi ve fiyatlar üzerindeki devlet müdahalesini kaldırdı. Ancak fiyatlar aşırı ölçüde yükselirken karaborsa devam etti. Gelir dağılımını yeniden düzenlemek ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla Varlık Vergisi Kanunu çıkarıldı (11 Kasım 1942). Kırsal kesimde biriken servetin geri alınması için düşünülen toprak mahsulleri vergisi fakir Türk köylüsünün daha da fakirleşmesine yol açtı. Ekonomik ve sosyal sıkıntılar meclis içinde ve dışında eleştirilmeye başlandı. Bir grup milletvekili yanında 1944 yılı bütçe görüşmeleri sırasında hükümetin icraatını eleştiren Celâl Bayar bütçeye ret oyu verip hükümete güvensizliğini ortaya koydu.

Mihver kanadının yenileceği kesin olarak anlaşılınca Almanya ile iş birliği yapılmasını isteyen bazı Turancılar tutuklandı (Mayıs 1944). Türkiye, San Fransisko Konferansı’na katılmak ve Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olmak için Almanya ve Japonya’ya savaş ilân etti (23 Şubat 1945). Stalin, Türkiye’ye bir nota verip 1925 tarihli Saldırmazlık Antlaşması’nı feshedeceğini bildirdi, ayrıca Türkiye’den toprak talebinde bulundu. Bu talep Türkiye-Rusya ilişkilerini gerginleştirdi; öte yandan İngiltere’yle olan ilişkiler de soğumuştu. Bu durum Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesine yol açtı. Uluslar arası politikada beliren yeni güç dengesi Türkiye’nin iç politikasını da etkiledi. Dünya savaşını demokrasi cephesinin kazanması Türkiye’de serbest seçime dayanan liberal demokrasinin canlanmasına vesile oldu; baskıcı millî şeflik rejimi 1945 yılı başlarından itibaren çözülmeye başladı. İnönü demokrasiye geçiş işareti verdi. Toprak Reformu Kanunu mecliste kabul edildi, ancak uygulanamadı. Bu kanun tartışılırken ilk defa iktidar sorunu gündeme geldi. Celâl Bayar, Refik Koraltan, M. Fuad Köprülü ve Adnan Menderes bir önerge vererek millî hâkimiyet ilkesinin uygulanmasını ve parti çalışmalarının demokrasinin temel ilkelerine uygun biçimde yürütülmesini istedi. Önerge sahiplerinden üçü partiden ihraç edildi. Partiden istifa eden Celâl Bayar yeni bir parti kurma konusunda İnönü ile anlaştıklarını söyledi. Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılanlar Celâl Bayar başkanlığında Demokrat Parti’yi kurduklarını açıkladılar (7 Ocak 1946). Parti programında demokrasinin gerçekleştirileceği, yönetimin halkın denetiminde olacağı açıklanıyor, temel hak ve özgürlüklere geniş yer veriliyor, bu arada din özgürlüğünün de önemli olduğu vurgulanıyordu. Ekonomide özel sektöre yer verilmesi Batılı gözlemcilerin dikkatini çekti. Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesi Türkiye’nin demokrasiye geçiş sürecini hızlandırdı. Siyaseti liberalleştirmek için bazı yasaklar kaldırıldı, sosyalist partiler ve sendikalar kuruldu.

Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi muhalefeti hazırlıksız yakalamak için genel seçimleri bir yıl erkene aldı. Çoğunluk sistemine göre yapılan bu seçimi Cumhuriyet Halk Partisi kazandı (21 Temmuz 1946). “Açık oy, gizli sayım” yönteminin uygulandığı ve çeşitli hilelerin karıştırıldığı 1946 seçimleri Türk demokrasi tarihine bu yönüyle geçti. İnönü tekrar cumhurbaşkanlığına ve Kâzım Karabekir meclis başkanlığına seçildi. İnönü’nün Recep Peker’i başvekil tayin etmesi partiler arasında gerginliği arttırdı. Eski komünistler tarafından kurulan sosyalist partiler kapatıldı ve Demokrat Parti solcularla iş birliği yapmakla suçlandı. Diğer taraftan savaş sonrasında Doğu-Batı bloklarından oluşan iki kutuplu bir dünya kuruldu. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry S. Truman, Batı blokunda yer alan ülkeleri kalkındırmak amacıyla Truman doktrini diye anılan bir yardım projesi açıkladı. Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ile imzaladığı yardım antlaşmasıyla artık Batı blokunda resmen yerini aldı (12 Temmuz 1947). Ancak demokrasiye geçiş sürecini tamamlaması gerekiyordu. İnönü, bir bildiri yayımlayıp cumhurbaşkanı sıfatıyla bütün partilere eşit mesafede olduğunu açıkladı. Ayrıca otoriter Recep Peker’in yerine ılımlı Hasan Saka’yı başvekil tayin etti. İktidar-muhalefet ilişkileri yumuşayınca Demokrat Parti iktidara karşı daha sert politika izlenmesini isteyen üyelerini partiden ihraç etti. Bunlar Millet Partisi’ni kurdular. Laiklik politikasını yumuşatmaya karar veren Cumhuriyet Halk Partisi, M. Şemsettin Günaltay’ı başvekilliğe getirdi. Bir taraftan İmam-Hatip kursları açılırken bir taraftan ilkokulların dört ve beşinci sınıflarına din dersi konuldu. Ankara’da İlâhiyat Fakültesi eğitime başladı. İlk defa hacca gideceklere izin verildi. Bazı türbeler ziyarete açıldı. Bu sırada Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğinde Kuzey Atlantik İttifakı ile (NATO) Avrupa Konseyi kuruldu. Avrupa Konseyi’ne üye olan Türkiye yine Batı ittifakı içinde kendine bir yer bulmayı başardı. Ancak bunun devam etmesi Türkiye’nin demokrasiye tam olarak geçmesine bağlıydı. Günaltay hükümeti demokrasinin gelişmesi yönünde adımlar atmayı sürdürdü. Türkiye Büyük Millet Meclisi tek dereceli, eşit ve serbest seçimi öngören yeni seçim yasasını kabul etti (16 Şubat 1950).

14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlere katılım %89,3 gibi çok yüksek bir düzeyde gerçekleşti. Oyların %53,3’ünü alan Demokrat Parti çoğunluk sistemiyle 487 milletvekilliğinden 415’ini kazandı. Oyların %39,9’unu alan Cumhuriyet Halk Partisi ancak altmış dokuz milletvekili çıkarabildi. Yeni oluşan meclis Celâl Bayar’ı cumhurbaşkanlığına, Refik Koraltan’ı meclis başkanlığına seçti. Bayar, Adnan Menderes’i hükümeti kurmakla görevlendirdi. M. Fuad Köprülü Dışişleri bakanı oldu. Yirmi yedi yıllık tek parti yönetiminin seçimle iktidardan uzaklaştırılması beyaz devrim olarak yorumlandı. Demokrat Parti iktidarı, Cumhuriyet Halk Partisi’ne yakın olduklarını iddia ettiği kumandanları değiştirmekle işe başladı. Arapça ezan yasağı kaldırıldı. Genel af çıkarıldı. Ancak Demokrat Parti, antidemokratik öğeleri ayıklamayı vaad ettiği halde tek parti döneminde çıkarılan yasalara ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin programı haline getirilen anayasaya


dokunmadı. Kore savaşına asker göndererek Türkiye’nin NATO’ya girmesini sağladı (1952). Uygulanan sosyal ve ekonomik politikalarla ülkede köklü bir değişim başlatıldı. Yüksek tarım sübvansiyonlarıyla ülke zenginliğinin önemli bir bölümü çiftçilere aktarıldı. Barajlar, sulama kanalları ve makineleşme sayesinde ekili arazi miktarı ve üretim arttı. Bilhassa karayolu yapımına hız verildi. Sanayileşme konusunda da önemli adımlar atıldı. Türkiye Sınaî ve Kalkınma Bankası kuruldu (1950). Yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapması için teşvik kanunları çıkarıldı.

Demokrat Parti 1954 seçimlerinden daha da güçlenerek çıktı. Fakat halkın oylarıyla iktidara gelmenin eleştirisiz ve muhalefetsiz bir yönetim hakkı verdiğini sanarak tek parti dönemini hatırlatan bazı uygulamalara girişti. Bu uygulamalar partinin parçalanmasına yol açtı. Hükümeti eleştirdikleri için partiden çıkarılan milletvekilleri Hürriyet Partisi’ni kurdular (1955). Demokrat Parti’nin eski hüviyetini kaybettiğini ileri sürüp istifa eden M. Fuad Köprülü demokrasiye inanan bütün vatandaşları iş birliği yapmaya çağırdı. İktidar erken genel seçime gitmek zorunda kaldı. 1957 seçimlerinde Demokrat Parti’nin oyları bir önceki seçime göre düşmüş olmakla birlikte yine çoğunluk sistemi sayesinde 610 milletvekilliğinden 424’ünü alarak iktidarını korumayı başardı. 1950-1954 arasında yaşanan hızlı ekonomik gelişmenin sonraki yıllarda sürdürülememesi, plansız ve dengesiz büyüme giderek artan bir enflasyona sebep oldu. Türk lirasının Amerikan doları karşısındaki değerinin 2,80 liradan 9,02 liraya düşürüldüğü (3 Ağustos 1958) büyük devalüasyon kamuoyunda şiddetli tepki uyandırdı. Öte yandan Türkiye uluslar arası planda Kıbrıs sorunuyla ilk defa bu dönemde karşılaştı. Başlangıçta konunun sadece İngiltere’yi ilgilendirdiğini söyleyen Demokrat Parti iktidarı daha sonra adanın Türkiye’ye iadesini istedi, bunu başaramayınca taksim tezini savunmaya başladı. Türkiye-Yunanistan başbakanları tarafından Zürih’te imzalanan, daha sonra bütün tarafların katıldığı II. Londra Konferansı’nda kabul edilen antlaşmayla eşit iki toplumun ortaklığında bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu (Şubat 1959). Dış politika hedeflerini Amerika ve NATO’ya göre belirleyen Demokrat Parti, Ortadoğu’da Batı emperyalizmine karşı başlayan hareketleri desteklemediği gibi Batı uydusu rejimlerle iş birliği yaptı. Amerikan güdümünde Bağdat Paktı’nın kurulması (1955) Sovyet Rusya’nın ve bazı Arap ülkelerinin tepkisine yol açtı. Irak’taki darbeden sonra Bağdat Paktı tartışılmaya başlandı; Amerika Birleşik Devletleri ile üye ülkeler arasında ikili antlaşmalar imzalandı ve mecliste onaylandı (9 Mayıs 1960). Yeni Irak rejimi Bağdat Paktı’ndan çekildiğini açıklayınca örgütün adı Merkezî Antlaşma Teşkilâtı (Central Treaty Organization-CENTO) olarak değiştirildi. Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyelik için resmen başvurdu (31 Temmuz 1959). Fakat 27 Mayıs 1960 darbesi müzakereleri zorlaştırdığından Ankara Antlaşması adı verilen ortaklık antlaşması ancak 1963’te imzalanabildi.

1959 yılı gerilimin tırmandığı yıl oldu. Anayasayı demokratikleştireceğini söyleyen Cumhuriyet Halk Partisi erken seçim isteğiyle propaganda gezilerini başlattı. 1960’a girildiğinde gerilim daha da arttı. Muhalefet iktidarı istibdat rejimi kurmakla, iktidar da muhalefeti ihtilâl kışkırtıcılığı yapmakla suçluyordu. Öte yandan ekonomik sıkıntılar devam ediyordu. Hükümet, Amerika Birleşik Devletleri’nden beklediği yardımı alamayınca Rusya’ya yaklaştı. Yayımlanan ortak bildiride Menderes’in temmuz ayında Moskova’ya resmî bir ziyarette bulunacağı açıklandı. Ziyaretin amacı Amerika’ya karşı denge oluşturmak ve ekonomik sorunları çözecek kaynak bulmaktı. Seçilmiş Demokrat Parti iktidarının askerî darbeyle düşürülmesi karşısında Amerika’nın seyirci kalmasının asıl sebebi bu politika değişikliğidir. Muhalefetin ve basının faaliyetlerini soruşturmak üzere bir tahkikat komisyonunun kurulmasını öngören kanunla bu komisyonun görevlerini belirleyen yetki kanununun mecliste kabul edilmesi gerginliği daha da tırmandırdı. İhtilâlin milletler için bir hak olduğunu söyleyen İnönü’nün, “Sizi ben bile kurtaramam” sözüyle iktidarı açıkça tehdit ettiğinin ertesi günü İstanbul ve Ankara’da öğrenci gösterileri başladı. Kara Harp Okulu öğrencilerinin hükümeti protesto için yürüyüş düzenlemesi ordunun da hükümete karşı tavrının bir göstergesiydi. Menderes halkın nabzını yoklamak için Batı Anadolu gezisine çıktı. Başbakan Eskişehir’de iken Türk Silâhlı Kuvvetleri yönetime el koydu (27 Mayıs 1960).

Kendilerine Millî Birlik Komitesi adını veren darbeciler Cumhuriyet Halk Partili olarak tanınan bir grup hukuk profesörünü Ankara’ya çağırıp bir heyet kurdular. Heyet, iktidarın meşruiyetini yitirdiğine ve askerî yönetimin meşrû olduğuna dair Osmanlı döneminin ulemâ fetvalarını hatırlatan bir bildiri yayımlayarak darbecileri destekledi. Meclis feshedildi ve her türlü siyasî faaliyet yasaklandı. Hareketin hiçbir şahıs veya zümreyi hedef almadığı açıklandığı halde bütün Demokrat Parti milletvekilleri, bazı üst rütbeli subaylar ve bürokratlar tutuklandı. Fiilî rejime hukukî bir nitelik kazandırmak için geçici bir anayasa çıkarılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün hak ve yetkileri Millî Birlik Komitesi’ne devredildi. Demokrat Partililer’i yargılamak üzere Yüksek Adalet Divanı adı verilen olağan üstü bir mahkeme kuruldu. Çeşitli rütbeden 5000 subay ordudan ve 147 öğretim üyesi üniversiteden atıldı. Kendi içinde de tasfiyeye giden komite Alparslan Türkeş dahil on dört üyesini yurt dışına sürgüne gönderdi. Kurucu Meclis tarafından hazırlanan yeni anayasa halkın %61,5 oyu ile kabul edildi (9 Temmuz 1961). Anayasa temel hak ve özgürlükler açısından oldukça demokratik ve liberaldi. Yasama organı Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu şeklinde iki meclise ayrıldı. Millî Birlik Komitesi üyeleri kaydıhayat şartıyla tabii senatör yapıldı. Devletin işleyişinde bir danışma kurulu, gerçekte ise bir askerî vesayet organı halinde Millî Güvenlik Kurulu oluşturuldu. Kanunların ve tüzüklerin anayasaya uygunluğunu denetlemek üzere Anayasa Mahkemesi teşkil edildi. Yassıada duruşmaları sırasında sanıklar hakkında yeterli delil bulunmadığı halde on beş kişiye idam, otuz iki kişiye müebbet ve pek çok kişiye hapis cezası verildi. Millî Birlik Komitesi on iki idamı müebbet hapse çevirirken Başbakan Adnan Menderes ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edildi.

Mahkeme kararlarının olumsuz havası içinde kısıtlı ve sınırlı bir seçim kampanyasının ardından nisbî temsil sisteminin uygulandığı genel seçimler yapıldı (15 Ekim 1961). Askerlerin desteklediği Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçimleri tek başına kazanamaması ciddi bir sorun oldu. Demokrat Parti’nin mirası üzerinde hak iddia eden üç parti, hükümeti kuracak çoğunluğu elde ettikleri halde bir grup subay iktidarı bu partilere vermemek için meclis açılmadan duruma el koymaya kalkıştı. Millî Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel parti liderleriyle kuvvet kumandanlarını Çankaya’da topladı. Parti liderlerinin 27 Mayıs’ı eleştirmeyeceklerine, Yassıada mahkûmlarının affını ve ordudan atılan subayların geri dönmesini istemeyeceklerine, cumhurbaşkanlığı için bir aday göstermeyeceklerine ve Cemal Gürsel’i destekleyeceklerine dair protokolü imzalamalarından sonra


meclis açılabildi. Cemal Gürsel dördüncü cumhurbaşkanı seçilirken İnönü yirmi dört yıl sonra yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu. Türkiye bu dönemde ilk defa koalisyon hükümetiyle tanıştı. 1965 seçimlerine kadar üçü İnönü, biri Suat Hayri Ürgüplü tarafından dört koalisyon hükümeti kuruldu. Siyasetin sivillere geçmesinden rahatsızlık duyan bir grup subay Harp Okulu Kumandanı Albay Talat Aydemir’in önderliğinde darbe girişiminde bulundu (22 Şubat 1962). Aydemir ikna edildi ve arkadaşlarıyla birlikte emekliye sevkedildi. Fakat ertesi yıl bir darbe girişiminde daha bulunan Aydemir, Fethi Gürcan ile birlikte idam edildi. Öte yandan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un anayasayı değiştirmeye kalkışması üzerine başlayan gerginlik kanlı çatışmalara dönüşünce Türkiye müdahale hakkını kullanacağını duyurdu. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Johnson’ın bir mektubu yüzünden müdahale gerçekleştirilemedi. Johnson’ın mektubu Türkiye’nin dış politikasını yeniden gözden geçirmesine yol açtı ve Sovyetler Birliği’ne yaklaşıldı. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin Moskova’yı ziyaret etti. Bunu bazı Sovyetler Birliği üst yöneticilerinin Ankara ziyaretleri izledi.

İnönü hükümeti, Demokrat Parti’nin mirasçısı olduğu anlaşılan Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelmesini engellemek için seçim kanununu değiştirip millî bakiye sistemini getirdi. Ancak 1965 seçimlerinin sonucunda Adalet Partisi tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu elde etti. Adalet Partisi genel başkanı Süleyman Demirel başbakan oldu. Özel sektörü ve yabancı sermayeyi teşvik edeceğini açıklayan Demirel hükümeti döneminde halk-hükümet diyalogu yeniden kuruldu. Ekonomik göstergeler ve sanayideki gelişmeler umut verdi. 1961 anayasasıyla silâhlı kuvvetlere neredeyse tam özerklik verilerek siyasî hayatın belirleyicisi ve denetçisi durumuna getirildi. Mecliste bulunan Millî Birlik Grubu da bir siyasî parti gibi davranıyordu. Askerlerin baskısıyla Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Türkiye’nin beşinci cumhurbaşkanı seçildi (1966). Adalet Partisi iktidarı Sovyetler’le başlayan ilişkileri sürdürdü. Demirel, Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti. Amerika Birleşik Devletleri, ilişkileri düzeltmek amacıyla Türkiye’deki Amerikan üslerinin Türkiye tarafından denetlenmesini kabul etti. Kıbrıs meselesi Amerikan Başkanı Johnson’ın arabuluculuk girişimleriyle son buldu. Adalet Partisi iktidarının ilk dönemi iç politika açısından büyük çalkantılarla geçti. 1961 anayasasının getirdiği geniş özgürlük ortamında yeni fikirlerin tartışmaya açılması daha çok sol düşüncenin yayılmasını sağladı. Millî bakiye sistemi sayesinde ilk defa meclise giren Türkiye İşçi Partisi’nin gençlik üzerindeki etkisinin artması ve Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun giderek güçlenmesiyle sol söylem üniversite öğrencileri arasında yankı buldu. Eğitim sorunlarını duyurmak amacıyla başlatılan öğrenci boykotları giderek üniversite işgallerine, sağ-sol çatışmasına dönüştü (1968). Hükümetin meclisten geçirdiği, eski Demokrat Partililer’e siyasî af sağlayacak anayasa değişikliği teklifi askerlerin tepkisi yüzünden Cumhuriyet Senatosu’nda görüşülemedi. Bu arada seçim kanunu değiştirilerek nisbî temsil sistemi yeniden uygulamaya konuldu. Adalet Partisi 1969 genel seçimlerinde oy kaybetmekle birlikte yine tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağladı. Ancak parti içi çekişmeler ve kişisel hesaplar partinin parçalanmasına yol açtı. Seçimlerde adaylığı kabul edilmeyen Necmettin Erbakan, Millî Nizam Partisi’ni kurup Adalet Partisi içindeki muhafazakârları yanına çekerken milliyetçi grup Ferruh Bozbeyli’nin başkanlığında Demokratik Parti’yi kurdu. Öğrenci hareketlerinin silâhlı eyleme dönüştüğü ve ekonomik durumun kötüye gittiği bir sırada ordunun üst yönetimi hükümete bir muhtıra verdi (12 Mart 1971). Muhtırada ülkenin bu hale gelmesinden hükümet ve parlamento sorumlu tutuluyor, Atatürkçü bir görüşle reform yapacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak bir hükümetin kurulması isteniyor, bunlar yapılmadığı takdirde ordunun yönetime el koyacağı bildiriliyordu. Başbakan Demirel muhtıranın anayasa ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmadığını söyleyerek istifa etti.

Askerler bu defa parlamentoyu dağıtmadan istediklerini yaptırma yolunu seçtiler. İlk icraatları, “9 Martçılar” diye bilinen ve önemli görevlerde bulunan sol cuntacı subayları ordudan ihraç etmek oldu. Bu subayların atılmasıyla Türkiye’nin sol eğilimli bir darbenin eşiğinden döndürüldüğü söylendi. Bu dönemde, 1961 anayasasının öngördüğü temel hak ve özgürlüklere önemli kısıtlamalar getiren olağan üstü bir ara rejim dönemine girildi. 1973 seçimlerine kadar ikisi Nihat Erim, biri Ferit Melen, biri Naim Talu başkanlığında partiler üstü dört hükümet görev yaptı. Şiddet eylemleri durdurulamayınca on bir ilde sıkıyönetim ilân edildi, geniş çaplı tutuklamalara ve yargılamalara başlandı. Çeşitli derneklerin faaliyetleri durduruldu. Millî Nizam Partisi ve Türkiye İşçi Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. 1961 anayasasında değişiklik yapılarak Millî Güvenlik Kurulu’nun sivil otorite aleyhine güç kazanması sağlandı. 12 Mart rejimine karşı çıkıp Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreterliğinden istifa eden Bülent Ecevit, İnönü’yü yenilgiye uğratarak genel başkan seçildi. Demirel ve Ecevit, askerlerin Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı seçtirme planlarını bozup Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesini sağladı (1973). Merkez sağın oylarını bölmek ve Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olmasını önlemek için Millî Nizam Partisi’nin yerine Millî Selâmet Partisi’nin kurulmasına izin verildi. İsviçre’de yaşayan Erbakan seçimlerden beş ay önce yurda gelip Millî Selâmet Partisi’ni kurdu. 12 Mart ara rejimini sona erdiren 1973 genel seçimlerine gidilirken merkez sağ parçalanmış ve merkez sol oldukça toparlanmış durumdaydı.

Cumhuriyet Halk Partisi, nisbî temsil sisteminin uygulandığı 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasına rağmen tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu elde edemedi. Uzun süren bir arayışın ardından Ecevit’in başkanlığında Cumhuriyet Halk Partisi-Millî Selâmet Partisi koalisyonu kuruldu (26 Ocak 1974). Hükümet daha önce yasakladığı haşhaş ekimine yeniden izin verince Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye yaptığı yardımı kesti. Ege sorunu yüzünden Türk-Yunan ilişkileri gerginleşti. Yunanistan’ın teşvikiyle Kıbrıs’ta darbe yapan EOKA terör örgütü Kıbrıs Elen Cumhuriyeti’nin kurulduğunu açıkladı. Türkiye garantörlük hakkını kullanıp Kıbrıs’a asker çıkardı (20-22 Temmuz). Taraflar arasında anlaşma sağlanamayınca Türkiye ikinci bir harekât başlattı; kısa bir süre sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı doğrultusunda ateşkesi kabul etti. Adanın %38’ini ele geçiren Türkiye’nin bu tarihten itibaren tezi harekât öncesindeki hukukî yapının değiştirilmesi üzerine kuruldu. Koalisyon hükümetindeki anlaşmazlık yüzünden Ecevit istifa etti. Meclisteki partiler anlaşamayınca hükümeti kurma görevi kontenjan senatörü Sadi Irmak’a verildi. Amerika Birleşik Devletleri, Kıbrıs’a çıkarma yaptığı gerekçesiyle Türkiye’ye silâh ambargosu uygulamaya başladı (5 Şubat 1975). Türkiye buna Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğunu ilân ederek cevap verdi. Ülke içinde anarşi tırmanışını sürdürüyordu. Öğrenciler, öğretmenler ve işçiler çeşitli ideolojik kamplara ayrılmış


birbirlerine saldırıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Öğretmenler Birliği Derneği (TÖB-DER) ve Devrimci İşçi Sendikaları’nın (DİSK) ülkenin çeşitli illerinde düzenledikleri hayat pahalılığı ve faşizmi protesto yürüyüşleri sırasında çıkan çatışmalarda ölen ve yaralananlar oldu.

Sadi Irmak’ın kurduğu hükümet meclisten güven oyu alamadığı halde dört buçuk ay ülkeyi yönetti. Merkez sağdaki beş partinin oyları hükümet kurmaya yetiyor, fakat Demokratik Parti yönetimi Demirel’le çalışmak istemiyordu. Nihayet dokuz milletvekilinin Demokratik Parti’den istifa etmesinin ardından Demirel başkanlığında Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak anılan koalisyon hükümeti kuruldu (12 Nisan 1975). Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan Ortak Savunma Üsleri Antlaşması iptal edilerek İncirlik dışındaki bütün Amerikan üslerine el konuldu. Amerikan üslerinin teslim alınmasından sonra Rusya Türkiye’nin bu girişimini onayladığını göstermek için Türkiye’ye helikopter satmayı önerdi. Türkiye bu dönemde ilk defa Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye yöneldi. Öte yandan ülkede terör bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hükümetin olaylar karşısında tarafsız bir tutum sergileyememesi saldırganlara cesaret verdi. 1977 yılına girildiğinde öğrenci ve işçilere yönelik siyasî cinayetlere her gün yenileri ekleniyordu. İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlenen 1 Mayıs gösterileri sırasında kimliği belirsiz kişilerin açtığı ateş sonucu otuz dört kişi hayatını kaybetti. İktidar partileri terörün bu tırmanışı karşısında erken seçime gitme kararı aldı.

Cumhuriyet Halk Partisi nisbî temsil sisteminin uygulandığı 1977 seçiminden de birinci parti olarak çıktı. Ancak yine tek başına hükümeti kuracak çoğunluğa sahip değildi. Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti güven oyu alamayınca Demirel ikinci Milliyetçi Cephe hükümetini kurdu. Bu hükümet cumhuriyet tarihinin en ağır zam paketini açıkladı (8 Eylül). Ne pahasına olursa olsun iktidar olmak isteyen Cumhuriyet Halk Partisi işçi sendikalarını ve kitle örgütlerini zamlara karşı protestoya çağırdı. Toplum daha da gerildi. Cumhuriyet Halk Partisi, on bir Adalet Partisi milletvekilini bakanlık vaadiyle partilerinden istifa ettirdikten sonra hükümeti bir gensoruyla devirdi. Bülent Ecevit ikinci defa başbakan oldu. Moskova’yı ziyaret eden, Sovyetler Birliği’yle ekonomik ve siyasî antlaşmalar imzalayan Ecevit, Amerika’ya meydan okudu. Ecevit’in bu tutumu Türk-Amerikan ilişkilerinin düzelmesinde önemli etken oldu. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Carter’ın girişimiyle Amerikan Senatosu ambargoyu kaldırma kararı aldı. Amerikan üslerinin çoğu yeniden faaliyete geçti. Ancak 1978 yılı şiddetin tırmandığı bir yıl oldu. Ayrıca ekonomi tıkanmıştı; kredi bulunamıyor ve dış borçlar ödenemiyordu. Piyasalarda mal darlığı karaborsaya yol açtı. Nihayet ekonominin yönetimi Milletlerarası Para Fonu’na (IMF) teslim edildi. Milletlerarası Para Fonu iki yıl içinde Türkiye’ye dört taksit halinde 450 milyon dolar kredi vermeyi kabul etti. Ara seçimlerde halk desteğini kaybeden Ecevit istifa edince Demirel, Milliyetçi Hareket Partisi ve Millî Selâmet Partisi’nin dışarıdan destekleyecekleri Adalet Partisi azınlık hükümetini kurdu (12 Kasım 1979). Ekonomik ve siyasî istikrarsızlığın yanı sıra günde ortalama yirmi beş-otuz kişinin terör yüzünden hayatını kaybettiği bu dönemde hükümet ekonomiyi yoluna koymak için bir dizi önlemi yürürlüğe koydu (24 Ocak 1980). “24 Ocak kararları” diye anılan bu kararların mimarı Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’dı. Kararlar, daha çok döviz kazanmaya ve ihracatı ön plana çıkarmaya yönelik bir dışa açılma stratejisini öngörüyordu. Dışa açılabilmenin yolu da başta işçi ücretleri olmak üzere üretim maliyetlerinin düşürülmesinden geçiyordu. Kararların uygulamaya konulmasıyla birlikte işçi-iş veren uyuşmazlıkları uzun süreli grevlere dönüştü.

Türk Silâhlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980 tarihinde ülke yönetimine el koydu. Darbe, genelkurmay başkanıyla dört kuvvet kumandanından oluşan ve Millî Güvenlik Konseyi adı verilen cunta tarafından gerçekleştirilmişti. Bütün yurtta sıkıyönetim ilân edildi. Her türlü siyasî faaliyet durduruldu, parlamento ve hükümet feshedildi, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıkları kaldırıldı. Genelkurmay Başkanı ve Millî Güvenlik Kurulu Başkanı Kenan Evren devlet başkanı ilân edildikten sonra emekli oramiral Bülent Ulusu başkanlığında bürokratlardan ve emekli subaylardan oluşan bir hükümet kuruldu. Turgut Özal ekonomiden sorumlu bakanlığa getirilerek 24 Ocak kararlarının uygulanması sağlandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün görev ve yetkilerini kendinde toplayan Millî Güvenlik Kurulu devlet teşkilâtına bütünüyle el koydu. Mahallî idarelerde seçilmiş kişiler görevden alınıp yerlerine emekli subaylar getirildi. Bütün partiler kapatılarak mal varlıkları hazineye devredildi. Daha önceden hazırlandığı anlaşılan şüpheliler listesine göre binlerce kişi tutuklanıp yargılandı ve çeşitli cezalara çarptırıldı. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) oluşturularak üniversiteler sıkı bir merkezî denetim altına alındı ve üniversitelerde çok geniş kapsamlı tasfiye hareketine girişildi. Millî Güvenlik Kurulu tarafından belirlenen 160 üyeli danışma meclisinin seçtiği bir komisyon tarafından hazırlanan anayasa halk oylamasına sunuldu. Aleyhte propagandanın yasaklandığı halk oylaması %91,8 oyla kabul edildi (7 Kasım 1982). Anayasa birçok yönden 1961 anayasasının ters çevrilmiş haliydi. İktidar 1961’in aksine yürütmenin elinde toplandı. Yürütmenin başı kabul edilen cumhurbaşkanının yetkileri arttırılırken sorumlulukları azaltıldı. Yasama organı tek meclisli hale getirildi. Millî Güvenlik Kurulu’nda sivil üye çoğunluğuna son verilirken kararlarının etkisi arttırıldı. Sıkıyönetime geçiş şartları kolaylaştırıldı ve sıkıyönetim kumandanları genelkurmay başkanına bağlandı. 12 Eylül askerî yönetiminin hukuk işlemleri yargı denetimi dışında bırakıldı. Kısacası tam bir askerî vesayet rejimi kuruldu. Anayasanın kabul edilmesiyle birlikte Kenan Evren yedi yıllık bir süre için yedinci cumhurbaşkanı seçilmiş sayıldı. Böylece 1960 darbesiyle başlayan asker kökenli cumhurbaşkanı seçimi uygulamasına devam edildi. Millî Güvenlik Kurulu da Cumhurbaşkanlığı Konseyi oldu. Kapatılan partilerin devamı niteliğinde bir parti kurulması yasaklandı. Eski partilerin genel başkanlarına ve merkez yöneticilerine on yıl süreyle siyaset yasağı konuldu. Ayrıca ülke barajı ve seçim çevresi barajı olmak üzere çifte baraj sistemi getirildi. Merkez sağ ve merkez solda birer parti olmak üzere iki partili bir sistem oluşturmak isteyen konsey kurulan on beş partiden sadece üçünün seçimlere katılmasına izin verdi.

Nisbî temsil sisteminin uygulandığı 6 Kasım 1983 seçimlerine %92,3 gibi rekor seviyede bir katılım oldu. Askerlerin desteklemediği Turgut Özal’ın Anavatan Partisi, 400 milletvekilliğinden 212’sini alarak seçimin galibi oldu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin geleneksel Kemalist kanadını temsil eden Halkçı Parti ikinci, askerlerin açıkça desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi üçüncü sırada yer aldı. Askerî yönetim Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüşüne izin vermişti (20 Ekim 1980). Kıbrıs Türk Federe Meclisi de askerî yönetimin sona erdiği bir sırada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân etti (15 Kasım 1983); Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıdığını açıkladı. Turgut Özal tarafından kurulan ve “mühendisler kabinesi” olarak


tanımlanan Anavatan Partisi hükümeti 24 Aralık 1983’te meclisten güven oyu aldı. Partisinin dört eğilimi temsil ettiğini söyleyen Özal geniş halk kitlelerinin ümit kaynağı oldu. İlk dört yıllık dönemde uyguladığı malî politikalar enflasyonun sürekliliğine yol açarken reel ücretlerin düşmesine sebebiyet verdi. İhracatta önemli gelir artışı yaşandı; buna karşılık yapılan ithalâtla ülkede tüketim malları çoğaldı ve çeşitlendi. Piyasada bir canlılık başladı. Serbest piyasa ekonomisini esas alan devrim niteliğinde reformlar gerçekleştirildi. Ancak dış borçlanmada olağan üstü bir yükseliş ortaya çıktı. Özal dış politikada da ekonomik pragmatizmi esas kabul etti ve dış ekonomik ilişkileri başbakanlık denetimine aldı. Bu arada dünyanın çeşitli ülkeleriyle antlaşmalar imzaladı. Ziyaret ettiği ülkelere yanında kalabalık iş adamlarını götürmeyi âdet haline getirdi. Bu dönemde Türk girişimcisinin öz güveni arttı. Türk iş adamları değişik ülkelerde ihale almaya ve iş kurmaya başladılar. Türkiye terör dönemini kapatıp yeni bir döneme girdiği sırada PKK terör örgütü Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sızarak ilk kanlı eylemini gerçekleştirdi (15 Ağustos 1984). PKK sınır karakollarına ve halka karşı saldırılarını giderek arttırdı. Nihayet geniş yetkilerle Olağanüstü Hal Bölge Valiliği kuruldu (14 Temmuz 1987). Özal, yerel seçimlerden önce Millî Güvenlik Kurulu’nun yasakladığı partilerin de seçime girmesini sağladı. Anavatan Partisi yerel seçimlerde de birinciliğini korurken darbecilerin kurdurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi ile Halkçı Parti siyasetten silindi. Eski partiler değişik adlarla tekrar ortaya çıktığı halde yasaklı olan eski liderleri partilerini perde arkasından yönetiyordu. Özal, eski siyasetçilerin yeniden siyaset sahnesine çıkmasına imkân tanıyan anayasa değişikliğini halk oyuna sundu. Kendisi yasağın sürmesi taraftarı olmasına rağmen %50,24 oyla eski siyasetçilerin siyaset yasağı kaldırıldı. Demirel Doğru Yol Partisi genel başkanı oldu.

Anavatan Partisi, eski liderlerin yeni partilerinin başında iken katıldığı 1987 erken genel seçimlerinde meclisteki salt çoğunluğunu korumayı başardı. Fakat iktidarın yıpranma süreci de başlamıştı. Bilhassa yüksek enflasyon halkı Özal’dan ve Anavatan Partisi’nden uzaklaştırdı. Yerel seçimler Anavatan Partisi için tam bir yıkım oldu. Üçüncü parti durumuna düşen Anavatan Partisi büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını Sosyal Demokrat Halkçı Parti’ye kaptırdı. Turgut Özal, Anavatan Partisi oylarıyla sekizinci cumhurbaşkanı seçilerek Bayar’dan sonra bu makama çıkan ikinci sivil kişi oldu (31 Ekim 1989). Yıldırım Akbulut’u başbakan tayin eden Özal farklı bir cumhurbaşkanlığı sergileyerek iç ve dış siyasetle yakından ilgilenmeyi sürdürdü. Türkiye, Irak’taki Saddam rejiminden kaçıp Türkiye’ye sığınan binlerce Kuzey Iraklı göçmene kucak açtı. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta söz sahibi olması gerektiğine inanan ve kendi Kürt vatandaşlarıyla barışık olmayan bir Türkiye’nin bunu yapamayacağını söyleyen Özal’ın çabalarıyla 12 Eylül yönetiminin koyduğu Kürtçe yasağı kaldırıldı (26 Ocak 1991). Fakat Türkiye hızla istikrarsız bir ortama sürüklendi. 1991 erken genel seçimlerinde hiçbir parti tek başına çoğunluğu elde edemedi. Türkiye yeniden koalisyonlar sürecine girdi. Demirel, en büyük rakibi Cumhuriyet Halk Partisi’nin mirasçısı Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin desteğiyle başbakanlık koltuğuna oturdu. Çankaya-hükümet ilişkilerinin sertleştiği bu dönemde Özal bir kalp krizi sonucu öldü (17 Nisan 1993). Demirel, Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin desteğiyle dokuzuncu cumhurbaşkanı seçildi. DYP-SHP koalisyonuna Doğru Yol Partisi genel başkanlığına seçilen Tansu Çiller başkanlığında devam edildi. 12 Eylül sonrası orta sağ (ANAP, DYP) ve orta solun (SHP, DSP) kendi içlerinde ikişer partiye bölünmesi siyasetin normal akışını engelledi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin üçüncü sol parti olarak ortaya çıkması orta solu iyice zayıflattı.

Öte yandan orta sağdaki bölünmüşlük köktenci partilerin işine yaradı. Bilhassa Erbakan’ın Refah Partisi sağdaki boşluktan yararlanıp yükselişini sürdürdü. Yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazandı. Erken genel seçim şartıyla kurulan DYP-CHP koalisyonu ülkeyi seçime götürdü. Refah Partisi 1995 seçimlerinde ilk defa birinci parti oldu. Erbakan hükümeti kurmakla görevlendirildiyse de Anavatan Partisi lideri Mesut Yılmaz ile Doğru Yol Partisi lideri Çiller birlikte koalisyon kurmak istediklerini ilân edince görevi iade etti. Yılmaz’ın başkanlığında ANAP-DYP koalisyonu kuruldu. Ancak Anayasa Mahkemesi hükümetin aldığı güven oyunu iptal edince Yılmaz istifa etti. Hükümeti kurma görevi yeniden Erbakan’a verildi. Çiller aleyhindeki örtülü ödenek soruşturması Refah Partisi’nin desteğiyle mecliste reddedildikten sonra RP-DYP koalisyonu güven oyu aldı (8 Temmuz 1996). Hükümet, yolsuzluk iddialarıyla köşeye sıkışan Çiller ile ilk defa başbakanlık şansını yakalamış Erbakan’ın bunu bir an önce gerçekleştirme özleminin buluştuğu noktada kurulmuştu. Bu hükümete karşı çıkan Doğru Yol Partisi içindeki muhalefet partiden koparak İsmet Sezgin’in başkanlığında Demokrat Türkiye Partisi’ni kurdu. Çiller hakkındaki yolsuzluk iddiaları daha da büyüdü. Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazası devlet-mafya-siyaset ilişkisini ortaya çıkardı (3 Kasım). Hükümetin Refah Partisi kanadına karşı ordunun tavrı yeniden darbe söylentilerinin çıkmasına yol açtı. Bütün dikkatler Millî Güvenlik Kurulu’nun olağan toplantısına çevrildi (28 Şubat 1997). Kurulun asker kanadı, laik devlet ilkesine aykırı hareketlerin arttığını ileri sürerek Atatürk ilkelerinin ve inkılâp kanunlarının ödünsüz uygulanmasını istedi. Türkiye böylece “28 Şubat süreci” adı verilen bir döneme girdi. Ordu hükümeti çeşitli vesilelerle sıkıştırmaya başladı; irticanın millî birliği tehdit eder boyuta ulaştığını ileri sürdü. Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. “Şeriat tehlikesine karşı” askerlerin desteğiyle Mesut Yılmaz başkanlığında Anavatan Partisi-Demokratik Sol Parti-Demokrat Türkiye Partisi koalisyon hükümetinin kurulmasıyla uzun süredir ülkeye hâkim olan gergin hava bir anda yumuşadı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin dışarıdan desteklediği hükümetin dört ana hedefi devlet içinde yayıldığı iddia edilen şeriatçı kadroları temizlemek, sekiz yıllık zorunlu eğitimi düzenlemek, yolsuzlukla mücadele etmek ve ülkeyi erken seçime götürmekti. Refah Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılırken Genel Başkan Necmettin Erbakan’a beş yıl siyaset yasağı getirildi. Refah Partisi’nin yerine Fazilet Partisi kuruldu. Yenilikçi hareketin başını çeken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Erbakan’ın engellemesi yüzünden Fazilet Partisi genel başkanlığına seçilemedi. Erdoğan, Siirt’te okuduğu bir şiirden dolayı on ay hapis cezasına mahkûm edilerek Pınarhisar Cezaevi’ne girdi. Türkiye yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyordu. Yılmaz hükümeti gensoru oylamasında verilen güvensizlik oyu ile düşürüldü (25 Kasım 1998). Hükümeti kurmakla görevlendirilen Demokratik Sol Parti lideri Bülent Ecevit ve Bursa bağımsız milletvekili Yalım Erez bir sonuç alamayınca Ecevit Demokratik Sol Parti azınlık hükümetini kurdu. Başlıca görevi ülkeyi seçime götürmek olan bu hükümet zamanında PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan yakalanarak Türkiye’ye getirildi (16 Şubat 1999). İmralı adasında


yargılanıp idama mahkûm edildi; idam cezasının kaldırılmasından sonra cezası müebbet hapse çevrildi.

1999 erken genel ve yerel seçimlere yirmi bir parti katıldı. Demokratik Sol Parti birinci olurken Milliyetçi Hareket Partisi ikinciliği elde etti. Üçüncü olan Fazilet Partisi belediye başkanlığı seçimlerinde en çok oyu aldı. Bu sonuç seçmenin Fazilet Partili belediyelere güvendiği, ancak partinin genel politikasını desteklemediği şeklinde değerlendirildi. Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi çok az farkla dördüncülüğü paylaştı. Cumhuriyet Halk Partisi dahil on altı parti %10 ülke barajını aşamadı. Cumhuriyet başsavcısı, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiasıyla Fazilet Partisi’nin kapatılması için dava açtı. Seçimlerden sonra Ecevit’in başkanlığında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kuruldu. Önce hapishanelerde sol eğilimli mahkûmların çıkardığı olaylarla uğraşıldı. Ardından 17.840 kişinin öldüğü, 43.953 kişinin yaralandığı, 285.000 konut ve 40.000’den fazla iş yerinin hasar gördüğü Marmara depremi yaşandı (17 Ağustos 1999). “Kader mahkûmları”nın affı için hazırlanan af yasasının kapsamı verilen önergelerle genişletilerek özellikle çetelerin affına imkân sağlandı. Toplumda büyük huzursuzluk doğuran “türban” meselesi çözülemez hale getirildi. Rektörler komitesi aldığı ortak kararla üniversite içinde türbanı yasakladı. Ecevit’in önerisiyle Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer Türkiye’nin onuncu cumhurbaşkanı seçildi (5 Mayıs 2000). Millî Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer ile Başbakan Ecevit arasında beliren gerginlik piyasalara yansıdı ve ülkede şiddetli bir ekonomik krizin çıkmasına yol açtı. Amerika’dan özel olarak getirilen Kemal Derviş’in aldığı bazı tedbirlerle kriz aşılmaya çalışıldı. Ecevit’in hasta olduğu halde görevini bırakmaması Demokratik Sol Parti’nin parçalanmasına yol açtı. İsmail Cem başkanlığında Yeni Türkiye Partisi kuruldu. Fazilet Partisi’nin birinci kongresinde gelenekçilerle yenilikçiler ilk defa yol ayırımına geldi. Siyasî yasaklı Erbakan’ın desteklediği gelenekçilerin adayı Recai Kutan tekrar genel başkanlığa seçildi. Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra gelenekçi kanat, Erbakan’ın direktifleriyle Recai Kutan başkanlığında kurulan Saadet Partisi’yle yoluna devam etmeyi kararlaştırdı. Yenilikçi kanat ise Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AK Parti) kurdu (14 Ağustos 2001).

3 Kasım 2002 erken genel seçimlerinde sadece iki parti %10 ülke barajını aşabildi. Adalet ve Kalkınma Partisi %34,3 oy oranıyla 363 milletvekili çıkararak tek başına iktidar koltuğuna oturdu. Cumhuriyet Halk Partisi ikinci oldu. Haklarında çeşitli yolsuzluk dosyaları bulunan ve mecliste birbirlerini aklayan koalisyon partileri barajın çok gerisinde kaldılar. Parlamentoda üçte iki çoğunluğa sahip Adalet ve Kalkınma Partisi lideri Erdoğan hüküm giydiği için milletvekili seçilemedi. Bu sebeple hükümeti kurma görevi Kayseri milletvekili Abdullah Gül’e verildi. Bu dönemde Erdoğan hiçbir resmî sıfatı olmadığı halde Avrupa Birliği ülkelerini dolaşıp Türkiye’nin adaylığı konusunda görüşmelerde bulundu. Hukukî durumu halledildikten sonra Siirt milletvekili olarak meclise giren Erdoğan başbakan tayin edildi (12 Mart 2003); Abdullah Gül başbakan yardımcısı ve Dışişleri bakanı oldu. Faiz ve enflasyon oranları hızla düştü. Avrupa Birliği’nin öngördüğü Kopenhag kriterleri doğrultusunda uyum yasaları çıkarıldı. Demokrasinin gelişmesi yolunda önemli reformlara devam edildi. Statükocu bazı çevreler düzenledikleri cumhuriyet mitinglerinde rejimin tehlikede olduğunu ileri sürerek orduyu göreve çağıracak kadar ileri gittiler. Nisan ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi için Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Abdullah Gül’ü aday göstermesi üzerine Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde aleyhte bir açıklama yer aldı. Seçim sonuçlarının Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi üzerine hükümet erken seçim kararı aldı ve temmuz ayında yapılan seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi oyunu arttırarak %47 oyla yine birinci parti oldu. Ağustos ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde de Abdullah Gül on birinci cumhurbaşkanı seçildi. Adalet ve Kalkınma Partisi 2011 Haziran ayında yapılan seçimde %49,83 oyla ardarda üçüncü seçimi de kazandı.

BİBLİYOGRAFYA:

M. Philips Price, Türkiye Tarihi (trc. M. Asım Mutludoğan), Ankara 1969; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Ankara 1969; a.mlf. v.dğr., Türkiye Tarihi: Çağdaş Türkiye (1908-1980), İstanbul 1992; Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi: 1918-1938, Ankara 1983; Mehmet Gönlübol, Türk Dış Politikası (1919-1990), Ankara 1993; Necdet Ekinci, İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, İstanbul 1997; Durmuş Yalçın v.dğr., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara 2000-2002, I-II; Ahmet Yeşil, Türkiye Cumhuriyeti’nde İlk Teşkilatlı Muhalefet Hareketi: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Ankara 2002; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler 1876-1938: Mütareke, Cumhuriyet ve Atatürk 1918-1938, İstanbul 2002; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (ed. Ayten Sezer), Ankara 2003, s. 203; Türkiye Cumhuriyeti 80’inci Yıl Kronolojisi (ed. M. Mesut Uyanık), Ankara 2003; R. H. Davison, Kısa Türkiye Tarihi (trc. Durdu Mehmet Budak), Ankara 2004, s. 137-202; M. Serhan Yücel, Türkiye’nin Siyasal Partileri (1859-2005), İstanbul 2006; Kemal H. Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980 (trc. Esin Soğancılar), Ankara 2007; K. Kreiser, Küçük Türkiye Tarihi (trc. Yunus Emre Gürbüz), İstanbul 2008, s. 303-383; İştar Gözaydın, Diyanet: Türkiye Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi, İstanbul 2009; Mücahit Küçükyılmaz, Türkiye’de Siyasal Katılım: Tek Partiden AK Parti’ye Siyasal İslam ve Demokrasi Tartışmaları, İstanbul 2009.

Cevdet Küçük




III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

1. Dil ve Edebiyat.

Dil: Cumhuriyet Dönemi. Türkiye Türkçesi’nin tarihi bakımından Osmanlı Türkçesi’nin son yıllarıyla Cumhuriyet dönemi Türkçesi’nin ilk yılları iç içe girmiş durumdadır. Türkiye Türkçesi’nin hazırlıkları II. Meşrutiyet (1908) yıllarında başlar ve Cumhuriyet döneminde devam eder. Eskiden yeniye geçişte pek çok yazar ve şairin eserlerinde her iki dönemin özellikleri yan yana görülür. Dilin gramer ve cümle yapısında farklılık bulunmamakla birlikte önceki dönemin en belirgin özelliği Osmanlıca’daki Arapça, Farsça kelime ve tamlamaların fazlalığıyla cümlelerin uzunluğudur. Osmanlı Türkçesi’nden Türkiye Türkçesi’ne geçiş ve dilde sadeleşme faaliyetleri ana hatlarıyla şöyle gelişmiştir: Sadeleşme XIX. yüzyıl ortalarında ders kitapları, gazeteler, dergiler ve tiyatro oyunlarının dilinde başlamıştır. Tanzimat devrinin ilk nesli Şinâsi, Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa ve Ali Suâvi yazı dilinin konuşma diline yakınlaştırılması gerektiğine inanmışlar ve bunu uygulamaya çalışmışlardır. Fakat bir sonraki nesilden Recâizâde Mahmud Ekrem, Abdülhak Hâmid, Sâmi Paşazâde Sezâî gibi yazarlarla Edebiyât-ı Cedîde ve Fecr-i Âtî mensupları sanat gayesiyle dili sunileştirmişlerdir. Bu yapaylık Meşrutiyet devrinde tepki çekmiş, farklı ekollere ve görüşlere sahip olanlar bile sade dil konusunda gerçekçi faaliyetlerde bulunmuşlardır.

II. Meşrutiyet’in ilânında Osmanlı aydınları arasında Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük olmak üzere üç siyasî düşünce belirmiş, dilin sadeleşmesi için ileri sürülen görüşler de bu akımlara göre biçimlenmiştir. Sadeleşmeyi isteyenlerin çoğu Türkçü-milliyetçiler olmakla birlikte bunların arasında sadeleşmenin derecesi


hususunda düşünce birliği yoktur. Bu dönemde dille ilgili görüşler şöylece ele alınabilir: 1. Muhafazakârlar diye nitelendirilen Edebiyât-ı Cedîdeciler (Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Hüseyin Cahit, Süleyman Nazif, Halit Ziya vb.) dil ve edebiyatı belli bir kültür seviyesinde olanlara ve aydınlara (havas) mahsus kabul ediyor; çoğu okuma yazma bilmeyen halk tabakasının (avam) edebiyatının ise halk destanları, masallar, âşık hikâyeleri ve türkülerden ibaret olduğunu söyleyerek edebiyat dilindeki yabancı kelime ve tamlamaların sadeleşmesine gerek görmüyorlardı. Onları takip eden Fecr-i Âtî mensuplarının pek çoğu da aynı görüşü benimsemiştir. 2. Türkçeciler diye adlandırılanlar ise Türkçe’nin Arapça ve Farsça etkisinden kurtularak herkesin kolayca anlayabileceği bir dil haline gelmesini istiyorlardı. Ancak sadeleşmenin derecesi konusunda bunlar da ikiye ayrılmıştır. a) Birinci görüş Türkçe’ye yabancı dillerden geçmiş tamlamaların terkedilmesi, bunların yerine Türkçe kurallara göre ifadeler kullanılması, yabancı kelimelerin Türkçe karşılıklarının tercih edilmesi biçimindeydi. Bu görüş, Edebiyât-ı Cedîde devrinde II. Meşrutiyet’ten önce Ahmed Midhat Efendi, Şemseddin Sâmi ve Necip Âsım’ın (Yazıksız) savundukları görüştür. Osmanlıcılığı benimseyen Rıza Tevfik, Mehmed Âkif (Ersoy) ve Fecr-i Âtî mensuplarından Refik Halit (Karay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) gibi şair ve yazarlar sade Türkçe’nin örneklerini vererek dilde izlenmesi gereken mâkul yolu göstermişlerdir. Yeni lisancılar diye bilinen, Selânik’te çıkan Genç Kalemler (1911) dergisi yazarlarından Ömer Seyfeddin, Ali Cânip (Yöntem), Ziya Gökalp gibi isimler Türkçe’deki yabancı terkiplerin atılmasını, fakat halkın diline yerleşmiş kelimelere dokunulmamasını savunmuştur. İstanbul’da yayımlanan Türkçü ve milliyetçi görüşe sahip Türk Derneği (1909), Türk Yurdu (1911), Celal Sâhir’in (Erozan) yönettiği Halka Doğru (1913) ve Türk Sözü (1914) gibi dergiler dilin sadeleşmesiyle ilgili konulara yer vererek bu tür faaliyetleri desteklemişlerdir. b) Tasfiyecilik denen ikinci görüş sahipleri Türkçe’deki bütün yabancı terkip ve kelimelerin atılması, bunların yerine Türkçe olanların konulması, karşılığı olmayanlar için diğer Türk lehçelerinden kelime alınması veya yeni karşılıkların türetilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Tasfiyecilerin temsilcisi Fuat Köseraif’tir. Bu görüşü Cumhuriyet döneminde Nurullah Ataç ısrarla sürdürmüştür.

Cumhuriyet’ten sonraki reform hareketlerinden biri de harf inkılâbı olmuştur. 1 Kasım 1928 tarihinde Latin asıllı Türk alfabesi kabul edilmiş, Arap harflerinin resmî ve hususi zabıtlarda kullanılmasına 1 Haziran 1930 tarihine kadar izin verilmiştir. Yirmi dokuz harfli yeni alfabe şöyledir: Aa-Bb-Cc-Çç-Dd-Ee-Ff-Gg-Ğğ-Hh-Iı-İi-Jj-Kk-Ll-Mm-Nn-Oo-Öö-Pp-Rr-Ss-Şş-Tt-Uu-Üü-Vv-Yy-Zz. Türk dilinin meseleleriyle meşgul olmak üzere 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tedkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kurulmuş ve Atatürk’ün himayesinde faaliyetlerine başlamıştır. Ardından Türkiye Türkçesi, Türk Dil Kurumu’nun faaliyetlerine bağlı olarak çeşitli değişikliklere uğramıştır. Bu devirde en dikkat çekici husus, Ziya Gökalp’in dille ilgili görüşlerinin Atatürk tarafından benimsenerek Türkiye Türkçesi’nin prensipleri haline getirilmesi olmuştur: 1. Osmanlı Türkçesi’ni bırakıp halkın anlayacağı dille, İstanbul Türkçesi’yle yazmak; 2. Türkçe karşılıkları olan Arapça ve Farsça kelimeleri dilden çıkarmak; 3. Türkçe’de halkın anladığı Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçeleşmiş kabul etmek; 4. Türkçe olsa bile ölü kelimeleri diriltmeye çalışmamak; 5. Yeni terimleri önce halkın dilinde aramak, yoksa Türkçe’nin kurallarına göre türetmek, bu da mümkün olmuyorsa yabancı terimleri kullanmak; 6. Türkçe’yi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak; 7. İstanbul Türkçesi çok gelişmiş olduğundan başka Türk lehçelerinden kelime almamak; 8. Türkiye Türkçesi’nin bu esaslara göre sözlük ve dil bilgisini hazırlamak.

Filoloji ve lengüistik, lugat ve ıstılah, gramer ve sentaks, etimoloji ve dil tarihiyle ilgili konularla uğraşan Türk Dili Tedkik Cemiyeti tarafından düzenlenen I. Türk Dili Kurultayı 26 Eylül 1932’de toplanmıştır. Kurultayda benimsenen en önemli fikir halkın anlayamadığı yabancı kelime ve unsurların Türkçe’den tasfiye edilmesidir. Ayrıca Arapça ve Farsça’dan Türkçe’ye geçmiş kelime, terim ve terkiplere Türkçe karşılıklar bulmak için büyük bir çalışma başlatılmış, yabancı asıllı kelimeler halkın onları anlayıp anlamadığına bakılmaksızın atılıp yerine Türkçe karşılıkları konulmuş, Türkçe’si yoksa yeni kelimeler türetilmiş veya uydurulmuştur. Bu çalışmalarda dilin Türkçeleştirilmesini ilmî çizgide götürebilecek yeterli uzman ve bilim adamının bulunmayışı yüzünden işin devrime yaranmak isteyen bazı cahillerin elinde kalması dikkat çekmektedir. Böylece Türkçe’nin sadeleştirilmesi meselesi farklı bir yöne kaymış ve bilimsellikten uzaklaşılmıştır. Nitekim yanlış bir yola girildiğini farkeden Atatürk, “Dili bir çıkmaza saplamışızdır”; “Birbirimizi anlamaz olduk”; “İki şeyde inkılâp olmaz: Dilde ve mûsikide” gibi sözleriyle bunu itiraf etmiştir (Emre, s. 43, 52-53; Atay, s. 447 vd.). İzlenecek doğru yöntemin halkın kullandığı kelimelere dokunulmaması olduğu anlaşılmış, ancak dil işleriyle uğraşan tasfiyeci kadro Atatürk’ün ölümünden sonra Türkçe’nin yanlışlar ve yapaylıklarla örselenmesini sürdürmüştür. Yapaylık sadece kelimelerle sınırlı kalmayıp söz diziminde de uygulanmış, bazı kesimlerce halen kullanılan devrik cümle bu dönemden kalmıştır.

1950’den sonra dilin devlet tarafından yönlendirilmesi faaliyetlerine son verilse de yanlış uygulamalar devam etmiş, mesele tam bir başı boşluğa terkedilmiş, dil konusu anlamsız inatlaşmalarla Doğucu-Batıcı, sağcı-solcu, ilerici-gerici tartışmalarına malzeme yapılmıştır. Bu ortamda kurumun yapaylığa kaçan dil uygulamalarını eleştiren pek çok yazı yayımlanmıştır. Türkçe’nin durumu artık hem bilim hem devlet işi haline geldiğinden Türk Dil Kurumu 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun içine alınmıştır. Dilin sadeleşmesinde orta ve mâkul bir yol izlenerek pek çok eser neşredilmiş, ancak 2000’li yıllardan itibaren Türk Dil Kurumu’nun Türk dili üzerindeki etkinliği azalmıştır. Bunda eski kadronun yapılanların ideolojik olduğu iddiasının büyük etkisi vardır. Günümüz Türkçesi’nde Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin yüzdesi hâlâ yüksektir; bunlar artık halk diline mal olmuş ve Türkçeleşmiştir. Öte yandan teknoloji transferi, ticaret gibi ilişkilerle yabancı dillerden ve özellikle İngilizce’den Türkçe’ye sürekli giren kelimeler kaygı verici düzeye ulaşmıştır. Türk Dil Kurumu’nun yabancı kelimelere Türkçe karşılık bulma çabaları ve dilin yozlaştırılmasına karşı tedbir arayışları çok yavaş ve yetersiz kaldığından Türkçe, kendi kaderini geçmişte olduğu gibi yine kendi yapısındaki özel gücüyle korumak durumundadır.

Yeni Türkçe diye adlandırılan Türkiye Türkçesi kelime yapısı ve türleri, ses uyumu, ünlü ve ünsüz benzeşmesi, vurgu bakımından öteki Türk yazı dilleriyle ortak özellikler taşır. Türk yazı dilinde sekiz ünlü bulunmaktadır. Arka damaktan çıkan a, ı, o, u kalın, ön damaktan çıkan e, i, ö, ü incedir. Bunlardan a, e, o, ö açık ve geniş; ı, i, u, ü kapalı ve dardır. Ünlüler söylenirken dudakların alacağı duruma göre düz veya yuvarlak olur. Düz ünlüler a, e, ı, i; yuvarlaklar o, ö, u, ü’dür. Yazıda


gösterilmeyen kapalı e (é) varlığını ağızlarda sürdürmektedir. Türkiye Türkçesi’nde kullanılan ünsüzler de şunlardır: b, c, ç, d, f, g, ğ, h, j, k, l, m, n, p, r, s, ş, t, v, y, z. Bunlardan b, p; d, t; c, ç; g, k patlayıcı; v, f, z, s, j, ş, ğ, h, y sızıcı; m, n nazal (genizsi); l, r akıcı ünsüzlerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Ankara 1339), İstanbul 1958, tür.yer.; Ahmet Cevat Emre, Atatürk’ün İnkılap Hedefi ve Tarih Tezi, İstanbul 1956, s. 35, 43, 52-53; Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, İstanbul 1962, tür.yer.; Atatürk ve Türk Dili, Ankara 1963, tür.yer.; Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihî Akışı İçinde Atatürk ve Dil Devrimi, Ankara 1963, s. 35 vd.; Faruk K. Timurtaş, Dil Davası ve Ziya Gökalp, İstanbul 1965, s. 21-39; Türk Dili İçin, Ankara 1966-68, I-VI, tür.yer.; Tahsin Yücel, Dil Devrimi, İstanbul 1968, s. 55-56; Berke Vardar, Dilbilim Sorunları, İstanbul 1968, s. 8-9; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul 1969, s. 477 vd.; A. Dilaçar, Türkiye’de Dil Özleşmesi, Ankara 1969, s. 9-21; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1972, tür.yer.; Ali Karamanlıoğlu, Türk Dili Nereden Geliyor, Nereye Gidiyor?, İstanbul 1972, tür.yer.; Mustafa Canpolat, “Türkiye’de Yazı Devrimi Girişimleri”, Yazı Devrimi, Ankara 1979, s. 22-32; Tahsin Banguoğlu, Türkçenin Grameri, Ankara 1986, s. 34-37; ayrıca bk. tür.yer.; Hasan Eren, Türk Dil Kurumundan Eski Anılar, Ankara 2008, s. 11-57; Ercümend Kuran, “Atatürk ve Ziya Gökalp”, TK, II/13 (1969), s. 12; Hamza Zülfikar, “Dünden Bugüne Türkçe”, TDl., XCVIII/697 (2010), s. 50-58; Nuri Yüce, “Türkler (Türk Dili)”, İA, XII/2, s. 496, 499; a.mlf., “Oğuzca”, DİA, XXXIII, 323-325.

Nuri Yüce




Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının farklı türlerde temel ve ortak özellikleri şunlardır: II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemi yazarları Cumhuriyet dönemi başlarında da eser vermiş ve etkilerini sürdürmüştür. Daha önceki dönemlerden Abdülhak Hâmid (Tarhan) ve Sâmipaşazâde Sezâi ile Servet-i Fünûncular’ın çoğu hayattadır. Abdülhak Hâmid dışında hepsi dil konusunda sadeleşmeye uymuştur. Yeni devletin kuruluşu Tanzimat’tan beri devam eden kötümserliği ortadan kaldırmış, iyimserlik, zaferi gerçekleştiren millete, orduya ve öndere hayranlık edebî eserlere de yansımıştır. Şiiri günlük konulardan uzak tutmaya çalışan Ahmed Hâşim ile Yahya Kemal (Beyatlı) bu bakımdan eleştirilmiş olsalar da bunlar Cumhuriyet sonrası şiirini beslemiş ve etkileri bugüne kadar ulaşmıştır. Ülkenin yoksulluktan kurtarılması, ağa/eşraf baskısına tepki, demokrasiye geçme özlemi eserlerde geniş biçimde işlenmiş, ülkeyi geliştirecek mesleklere mensup asker, öğretmen, doktor hikâyeleri anlatılmış, dikkat Anadolu toprağı ve insanına dönmüştür. Yahya Kemal’in ifadesiyle artık “Metristepe’den görünüş” Türk edebiyatçılarına yön verecektir. Memleket edebiyatı anlayışı, Gökalp’in halkta yaşayan harsın keşfedilip toplanması ve işlenmesi tezi ve Faruk Nafiz’in (Çamlıbel) “Sanat” şiiriyle (1927) kategorikleştirdiği sanat anlayışı Mehmet Emin’in (Yurdakul) devamı görünüşünde olan hemen bütün sanatçıları içine almıştır. Eğitim, sağlık ve tarım hizmetlerinin ülkenin her yanına götürülmesi mücadelesi kısmen romanlara yansımıştır. Roman ve hikâyede özellikle Köy enstitüsüleri mezunu yazarların eserleri köy romanları diye anılmaktadır. Bu tarz, şehirde işçi ve gecekondu romanları olarak devam eder. Bu arada sıradan insanların yaşantıları, anlık duyguları, avareliği işleyen hikâyeler de vak‘a hikâyelerinin yerini alır (Memduh Şevket Esendal, Sait Faik Abasıyanık). 1960’lardan itibaren köylü kesiminden hiçbir hazırlık yapılmadan Almanya’ya gönderilen işçiler, parçalanmış ve geride bırakılan aileler Almanya tecrübesini bizzat yaşayanların yazdıklarıyla bir çeşit belgesele dönmüştür: Füruzan’ın Berlin’in Nar Çiçeği, Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya gibi eserleri. Almanya’ya ilk gidenlerin torunları arasında çağdaş edebiyata katkıda bulunan birçok sanatçı yetişmiştir. Avustralya’ya giden bir ailenin parçalanma eşiğindeki hikâyesini Sevinç Çokum yazmıştır (Çırpıntılar, 1996).

Şiirde hece-aruz çatışması Yahya Kemal ve Ahmed Hâşim’e rağmen hecenin zaferiyle sonuçlanmıştır. Hece giderek yerini serbest nazma bırakmışsa da zaman zaman aruza dönenler de olmuştur. Hecenin klasik duraklarıyla oynayan şairler çok âhenkli bir şiir ortaya koymuştur. Bu arada eserlerinde halk hikâyeleriyle folklordan yararlananlar olmuştur. Büyük bir kısmı köylerde ve kasabalarda yetişen yazarlar kendi yaşantılarına bağlı bu malzemeyi kullanmışlardır. Bir kısmı kendi basmakalıbını meydana getirirken bir kısmı çok güzel ve orijinal eserler vermiştir (Ahmet Kutsi Tecer, Turan Oflazoğlu, Latife Tekin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Abbas Sayar). Yıkılan Osmanlı Devleti’ne karşı olumsuz tavır başlangıçta çok kuvvetliyken zamanla geçmişin güzelliklerinin dile getirilmesiyle bu tepki aşılmıştır. Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip Adıvar ve Ahmet Hamdi Tanpınar bu konuda pek çok yazarı etkilemiştir. Türkiye’deki ideolojik çatışmalar ve yazarların benimsedikleri ideoloji doğrultusundaki eserleri propaganda nitelikli bir edebiyatın gelişmesine yol açmıştır. Sanat yönü zayıf olanlar bir tarafa, bir dünya görüşü tezini savunan güçlü sanatçılar yazdıklarıyla sürekli tartışma konusu olmuştur (Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Yaşar Kemal). Demokratikleşme sürecinde siyasî partilerin kurulması, kapatılması ve askerî darbeler de özellikle romanlarda geniş ölçüde yer alır. Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübesi, Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken, Kemal Tahir’in Yol Ayırımı’nda, 27 Mayıs Darbesi Samim Kocagöz, Vedat Türkali ve Sevgi Soysal’ın romanlarında işlenir. Darbe mağdurlarından Avrupa’ya gidip yerleşenlerin izlenimleri ve siyasî hesaplaşmaları ele alınır. 12 Mart müdahalesine karşı yazılan birçok eserde bu müdahaleye yol açanların eziklikleri ve bir çeşit savunmaları işlenmiştir. Mustafa Miyasoğlu, Erdal Öz, Ümit Kıvanç, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Çetin Altan, Yahya Akengin, Nadir Ülker, Emine Işınsu Okçu’nun 12 Eylül’le ilgili romanları vardır. Osmanlı Devleti’nin yıkılışı sırasındaki olaylar, Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan İstanbul’a akın eden insanların hikâyeleri, mübadele ile gelenler ve gidenler yazarların hayalini harekete getirmiş, aile arşivleri açılmıştır. Bu tür eserler, Osmanlı’nın yıkılışında büyük rol oynayan Türk dışı unsurların hikâyeleri kadar işlenmektedir (Yılmaz Gürbüz, Mübadiller, 2006; Turgay Bostan, Son Kofidis, 2008). 1940’tan sonraki çeviri faaliyetlerinin etkisiyle edebiyatta sanat endişesini ön plana alan yazarların sayısı artmıştır. Bunlar Batı edebiyatındaki gelişmeleri takip etmekte, bunları Türkçe’ye aktarmaktadır. Zamanla bu ilgi bütün dünya edebiyatına yönelir.

1950 sonrasında İkinci Yeni şiir akımı ve paralelindeki hikâyecilik gelişir. Yazarlık serüvenini anlatan hikâye ve romanlar da dikkati çekmektedir. Bir Şehre Gidememek’in yazarı Mario Levi, En Güzel Aşk Hikâyemiz’de (1992) dilediği, özlediği aşk hikâyesini kimse yazmadığı için kendisi yazmak isteyen yazarın yazma, Zeynep Ankara Kanatsız Düşüşler’de (1992) bir genç kızın yazar olma çabalarını işler. Millî Mücadele’nin ardından İstanbul’a karşı Anadolu ve Ankara yüceltilirken İstanbul bir süre edebiyatçıların gözünden düşer; İkinci Yeni’den İlhan Berk, İstanbul’u tiksindirici bir şehir olarak niteler ve bunu tarihe yayar. Ancak zamanla İstanbul edebiyattaki yerine kavuşmuştur, hatta son yıllarda müstakil bir İstanbul romanına doğru gidilmektedir (Selim İleri, Melisa Gürpınar,


Orhan Pamuk). Kadın konusu çok işlenmiş ve kadın yazarların sayısı artmıştır. Onların eserleri hem kadın hem toplum konularına farklı bakış açıları katmıştır. Cumhuriyet döneminin en önemli olaylarından biri kadının her alanda kendisini göstermesi, meslek kadınlarının artmasıdır. Bu arada kadınlar arasında çok sayıda romancı ve hikâyeci yetişmiştir. Özellikle 1970 sonrası edebiyatta kadın sadece ev içinde anne olarak geçmez. Feminist bakışın da yaygınlaşmasıyla kadının hem ekonomik hem cinsel hayattaki özgürlüğü işlenir. Cinsellik ve eşcinsellik her türlü tezahürüyle roman ve hikâyelere girmiştir.

Dil konusu Türk edebiyatında çok önemli bir yer tutar. Arapça ve Farsça’nın etkisinden kurtulma çabaları zamanla konuşulan Türkçe’nin öne çıkmasıyla son bulur. Bu arada yazarların kendilerini ifade etmek için bir süre öztürkçe denilen aşırı sadeleşme gayretleri, mahallî ağızların taklitle verilmesi, Batı dillerinden alınma kelimeler ve ifade şekilleri bu dönem edebî eserlerinde kendini gösterir. Eski dönem yazarlarını ve roman kahramanlarını kendi eserlerinin kahramanları olarak işleyen Selim İleri bir model oluşturmuşa benzemektedir. Atilla Birkiye, Beşir Fuad’ın peşinde yeni bir intihar olayını üretmiş (Aşk İntiharın Peşinde, 2004), Fatma Barbarosoğlu Fatma Aliye’nin romanını yazmıştır (Uzak Ülke, 2007). Edebî bir üslûpla, hatta kurmacayla biyografi kitaplarının sayısı artmıştır. Midhat Cemal Kuntay, Mehmet Emin Erişirgil bu alandaki eserlerini, daha yakın yıllarda Mustafa İnan’ın Bir Bilim Adamının Romanı adıyla biyografisini yazan Oğuz Atay; Ahmed Hâşim, Yahya Kemal, Peyami Safa, Tarık Buğra biyografileriyle Beşir Ayvazoğlu, kendi yakınlarının aile hikâyeleri, sanatçı ve ünlülerin biyografileriyle Ayşe Kulin takip eder. Bu arada hâtıra yazarlığı ve tarihî romana duyulan ilgi de aynı şekilde artmıştır. Bir tarih belgesi olan hâtıra ile kurmacanın zaman zaman birbirine karıştığı görülmektedir. Günümüzde İslâmî içerikli roman diye nitelendirilen, edebiyattan çok sosyolojiye dahil edilmesi gereken romanların başlangıcı Hekimoğlu İsmail’in (Ömer Okçu) Minyeli Abdullah’ıdır. Çok sayıda kadın yazarın da yer aldığı bu harekette Cihan Aktaş daha farklı bir çizgiye sahiptir. Sanatçıların Türkiye dışına açılmaları onlara yeni teknikler kazandırmıştır. Dostoyevski’nin yanı sıra Proust, Joyce ve Huxley, Woolf’dan gelen bilinç altı ve deneysel roman akımına Kafka ve D. H. Lawrence etkileri 1980 sonrasında postmodern anlatım tekniği de eklenmiştir. Yazarlara büyük bir esneklik sağlayan bu anlayış tecrübesiz yazarlardaki dağınıklığın da bir çeşit mazereti olmuştur. Roman anlatım tekniklerinde kullanılan kolaj, pastiş, pentimento, palimsest yazarların hayal güçlerini harekete geçirmiştir. Resimdeki pentimento anlayışını eserinin ana fikrine uygun şekilde kullanan İnci Aral bunun başarılı örneğini Yeni Yalan Zamanlar’da vermiştir. Palimsest ise yazarları tarih gerçeklerinin veya resmî tarihin altındaki başka bir metni bulma/oluşturma çabasına itmiştir. Ancak roman tekniklerinin değişmesi romanları pek çok okuyucu açısından kolay okunur olmaktan çıkarmıştır (ayrıca bk. HİKÂYE [Yeni Türk Edebiyatı]; ROMAN).

Şiir. Türk edebiyatındaki önemini Cumhuriyet döneminde de koruyan şiir bir yandan toplumun ihtiyaçlarını nazımla ifade etme, diğer yandan sanat kaygılarıyla gelişir. 1923-1940 arasında sanat görüşleri farklı da olsa şiir ürünlerinin çoğu memleket edebiyatı adı altında toplanabilir. Buna tepki olarak 1928’de sanat için sanat endişesiyle ortaya atılan Yedi Meşale topluluğunun ömrü kısa olur. 1940’larda daha sert bir tepki, şiirle ilgili önceki değerlerin hemen hepsini reddeden Garip hareketiyle gelir. Garip hareketine karşı çıkanlar 1950’den sonra Hisar dergisinde bir küme oluşturarak memleket edebiyatının bir çeşit devamı özelliğinde, şiirin geleneksel ve poetik değerlerini reddetmeden değişmeyi benimseyen bir çıkışta bulunur. 1955-1965 arasında aynı nesle mensup olmayan ve birbirlerinden ayrı şiir yazanların meydana getirdiği İkinci Yeni, Türk şiirinde önemli bir tartışmayı başlatmıştır. Bu akım zor anlaşılması, kelimeciliği, orijinal hayalleri, folklora karşı oluşuyla tanınmıştır (bk. ŞİİR [Türk Edebiyatı]).

Tiyatro. Diğer edebî türlere göre tiyatro oyunlarının arka planda kalması, eserlerin sahnelenmesi ihtiyacı kadar Nâmık Kemal’den başlayarak oyunlardan fayda amacının güdülmüş olmasındandır. Cumhuriyet sonrasında fayda amacı ve propaganda ile birlikte sadece eğlendirme amacı güden eserler çoğunluktadır. Bunlar arasında Musahibzâde Celâl, İbnürrefik Ahmet Nuri geleneksel seyirlik sanatlardan ve vodvillerden yararlanırlar. Reşat Nuri Güntekin oyunlarında toplumsal eleştiriler yapar. Faruk Nafiz Çamlıbel Canavar (1926), Akın (1932), Kahraman (1933) adlı oyunlarıyla 1940’a kadar oyunların konularını tayin etmişe benzer. Bu yazarların ortak özelliği inkılâpları tanıtmak, Cumhuriyet’in getirdikleriyle Osmanlı’nın yozlaşmış taraflarını karşılaştırmak ve tarih tezini işlemektir. Şiirde olduğu gibi oyun yazarlığında da karşı karşıya gelen Nâzım Hikmet ile Necip Fazıl Kısakürek’in oyunları sosyal ve felsefî tezleri tartışan diyaloglarla yüklüdür. Konuları tarih, köy ve aile hayatı, siyasal ve sosyal hiciv, kadınla ilgili problemler olan oyunların pek çok yazarının adı ise bugün unutulmuştur. Ahmet Kutsi Tecer’in Koçyiğit Köroğlu (1941) ve Köşebaşı (1947) adlı oyunlarından ilki millî destanlardan, ikincisi geleneksel Türk tiyatrosundan başarıyla yararlanmış eserlerdir. Cevat Fehmi Başkut, Recep Bilginer, Refik Erduran ve Cahit Atay günlük hayatın her cephesini oyunlarında yansıtan gazeteci yazarlardandır. Diyaloglara yer yer şiirsel ifadeler kazandıran şair tiyatro yazarları arasında Ahmet Muhip Dıranas, Oktay Rifat Horozcu, Melih Cevdet Anday zikredilebilir. Hikâyeci Haldun Taner, Brecht tiyatrosu ile seyirlik oyunları birleştirerek çok başarılı siyasal ve sosyal taşlamalar yazmıştır: Günün Adamı, Keşanlı Ali Destanı, Eşeğin Gölgesi, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı. Sonuncusu oyun içinde oyunlarla Türk tiyatro tarihinin hikâyesidir. Şair ve hikâyecilerden Sabahattin Kudret Aksal tiyatro edebiyatında özel bir yere sahiptir. Bütün eserlerinde insan-çevre-kâinat ilişkilerini geniş zaman dilimlerinde araştıran yazar oyun yazarlığında dilin gücünü başarıyla kullanır: Şakacı, Kahvede Şenlik Var, Kıral Üşümesi, Bay Hiç, Sonsuzluk Kitabevi, Önemli Adam. Orhan Asena Tanrılar ve İnsanlar-Gılgameş ile başladığı oyunlarda güç/iktidar kavramını işler: Kanuni Sultan Süleyman Dörtlemesi, Alemdar Mustafa Paşa-Tohum ve Toprak, Simavnalı Şeyh Bedreddin ve Atçalı Kel Mehmet, Şili Üçlemesi, Yıldız Yargılanması. Necati Cumalı Boş Beşik, Mine oyunlarında kadınların kaderi üzerinde durur. Turgut Özakman değişen Türkiye’yi Ocak adlı eseriyle aileden başlayarak işler. Romancı Adalet Ağaoğlu aile ve kadın konularını, eğitim boyutuna ağırlık vererek ele alır: Evcilik Oyunu, Çatıdaki Çatlak. Tiyatro eğitimi görmüş olan Güngör Dilmen ve A. Turan Oflazoğlu tiyatro yazarlığını ön planda tutmuş ve klasik tiyatrodan hareketle Türk tiyatrosunda bir tragedya geleneği oluşturmaya çalışmıştır. Güngör Dilmen konusunu mitolojiden alan Midas’ın Kulakları, sömürgeci Amerika ile


sömürülen Çin’i son derece etkili ve şiirsel bir dille anlattığı Canlı Maymun Lokantası, Anadolu kadınının kuma ıstırabını ve karşı koyuşunu Medea örneğine dayanarak işlediği Kurban ile ünlenmiştir. A. Turan Oflazoğlu konusunu köyden (Keziban, Allahın Dediği Olur, Elif Ana) ve Osmanlı tarihinden (Deli İbrahim, IV. Murat, Genç Osman, Kösem Sultan, Bizans Düştü-Fatih, Cem Sultan, III. Selim Kılıç ve Ney, Yine Bir Gülnihal, Sinan, Kanunî Süleyman-Hem Kanunî Hem Muhteşem, Yavuz) aldığı oyunlarıyla tragedyalar yazmıştır. İnsanın zıtlıklarını dile getiren Gardiyan, Dörtbaşı Mamur Şahin Çakır Pençe ise birer komedidir.

Deneme. Süreli yayınlar sayesinde çok gelişen bir türdür. Makale gibi çok çeşitli konuların işlendiği denemeler daha çok felsefe, ahlâk, siyaset, sanat ve edebiyat alanlarında ispat gayesi gütmeyen, sübjektif yorumlara dayanan ve birkaç sayfayı geçmeyen yazılardır. Cumhuriyet dönemi yazarlarının hemen hepsi bu türde eser vermiştir: Ahmed Râsim, Ruşen Eşref Ünaydın, Reşat Nuri Güntekin, İsmail Habip Sevük, Malik Aksel, Hasan Âli Yücel döneminin ilk denemecileri arasındadır. Türün en güzel örneklerini veren Ahmed Hâşim şiirinde uzak tuttuğu alelâdeyi denemelerinde hârikulâdeye dönüştürür: Gurebâhâne-i Laklakan (1928), Bize Göre (1928), Frankfurt Seyahatnâmesi (1933). Nurullah Ataç, dil konusundaki tutumunda kendi zevkini hâkim kıldığı denemelerinde izlenimci tavrı dolayısıyla hem çok beğenilmiş hem çok yerilmiştir. Divan, halk ve Avrupa edebiyatını iyi bilmesi, yeniyi sürekli takip etmesi ve beğendiklerini açıkça söylemekten çekinmemesi denemelerinin özelliğini teşkil eder. Ahmet Hamdi Tanpınar’da tarih, toprak ve kültür içinde oluşup bugüne ulaşan insanı, günlük yaşayışı, geçmişe bakışı ve geleceğe uzanışıyla Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u anlattığı Beş Şehir’de bu şehirleri Türk kültürünün aynaları haline getirir. Öteki denemeleri Yaşadığım Gibi adlı eserindedir. Abdülhak Şinasi Hisar, Suut Kemal Yetkin, Sabri Esat Siyavuşgil, Ahmet Muhip Dıranas, Sabahattin Eyüboğlu, Haldun Taner, Salâh Birsel ve Alain’in yazarak düşünmek metodunu denemeleriyle gerçekleştiren Mehmet Kaplan deneme alanının önemli adlarıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Niyazi Akı, Çağdaş Türk Tiyatrosuna Toplu Bakış: 1923-1967, Ankara 1968; Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (İstanbul 1969) (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1995; Kemal Karpat, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Ankara 1971; Sevda Şener, Türk Tiyatrosunda Ahlâk, Ekonomi, Kültür Sorunları, Ankara 1971; a.mlf., Çağdaş Türk Tiyatrosunda İnsan (1923-1972), Ankara 1972; Metin And, Elli Yılın Türk Tiyatrosu, Ankara 1973; a.mlf., Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu, Ankara 1983; Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, İstanbul 1973; Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı, İstanbul 1974; Özdemir Nutku, Yaşayan Tiyatro, İstanbul 1976; a.mlf., Zümrüdüanka’nın Külleri “Tiyatro Yazıları”, İstanbul 1991; Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar: I, İstanbul 1976; a.mlf., Edebiyatımızın İçinden, İstanbul 1978; a.mlf., Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar: II, İstanbul 1987; Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983-90, I-II; Fethi Naci, Eleştiri Günlüğü, İstanbul 1986; a.mlf., Eleştiride Kırk Yıl: Eleştiri Günlüğü (1992-1994), İstanbul 1994; Gürsel Aytaç, Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler, Ankara 1990; Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, İstanbul 1993; Bilge Ercilasun, Yeni Türk Edebiyatı Üzerine İncelemeler, Ankara 1997, I-II; Zeynep Kerman, Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, Ankara 1998; Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Sempozyumu (haz. Hüseyin Atabaş v.dğr.), Ankara 1998; İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul 1998; a.mlf., Araştırmalar ve Belgeler, İstanbul 2000; a.mlf., Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul 2001; Necat Birinci, Edebiyat Üzerine İncelemeler, İstanbul 2000; Öztürk Emiroğlu, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Hisar Topluluğu ve Edebî Faaliyetleri, Ankara 2000.

İnci Enginün




2. Sanat.

Hat. İslâm medeniyeti çerçevesinde yer alan milletlerin çağlar boyunca kullandıkları İslâm yazıları aynı zamanda dinî duygu ve düşüncelerle işlenerek sanat yazısı seviyesine yükselmiş, İslâm kültürünün en önemli unsurlarından biri olmuştur. Hat sanatının tarihî süreci içinde Türkiye Cumhuriyeti dönemi Osmanlı hat ekolünün bir devamı şeklinde bugüne ulaşmıştır. XV. yüzyıldan sonra İslâm sanat birikim ve tecrübesini devralan Osmanlı hattatları özellikle kitap sanatları ve celî yazılarda yeni üslûp arayışlarına yönelmiş, Şeyh Hamdullah, Ahmed Şemseddin Karahisârî, Hâfız Osman, Mustafa Râkım, Şevki ve Sâmi efendiler gibi üslûp sahibi büyük hat üstatları yetişmiştir (bk. OSMANLILAR [Hat]). Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra devlet geleneği kültür, sanat ve ilim mirası, müze ve kütüphaneleri dolduran binlerce el yazması eser ve tarihî âbideleriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir. Ancak III. Selim döneminden başlayarak kültür ve sanat hayatını derinden etkileyen askerî, siyasî, içtimaî alanlardaki yenilik hareketleri, özellikle Tanzimat’ın ardından gerçekleştirilen inkılâplar ve medeniyet değiştirme çabaları toplumda birtakım buhran ve tartışmalara yol açmıştır. Batı devletleriyle siyasî ve ticarî alanda kurulan sıkı ilişkiler sonucu yüksek tabaka ve zenginler arasında Avrupaî zevk, dekor ve giyim tarzı daha çok ilgi görüp yaygınlaşmış, giderek mimari ve diğer sanat alanlarında esaslı kültür değişimleri yaşanmıştır. Bir medeniyetten diğerine geçişin yarattığı sıkıntı ve buhranlar sonucu tezhip, minyatür, cilt gibi sanatlar birer birer klasik değerlerini kaybederek yozlaşırken yalnızca hat sanatı üstatların uyguladığı geleneksel, disiplinli meşk sistemiyle nisbeten tarihten gelen güçlü varlığını devam ettirmiştir.

Hat ve hattatlık XIX ve XX. yüzyıllarda klasik çağına ulaşmışken toplumda meydana gelen sosyal ve ekonomik değişimler ve matbaanın yaygınlaşması gibi etkenlerle eski görkemini kaybetmeye yüz tutmuş, Osmanlı aydınlarının bu sanata karşı ilgisi giderek azalmıştır. Bu olumsuz gelişmenin işaretlerini gören bir kısım aydının girişimi, Şeyhülislâm ve Evkāf-ı Hümâyun Nâzırı Hayri Efendi’nin emriyle hat ve onunla ilişkili cilt, tezhip, ebrû, minyatür gibi geleneksel sanatların eğitim ve öğretiminin yapılması için 7 Mayıs 1915 tarihinde resmî açılışı yapılan Medresetü’l-hattâtîn adıyla bir mektep kurulmuştur. Müdürlüğüne Ârif Hikmet Bey’in getirildiği bu kurumda çoğu Sâmi Efendi’nin talebesi olan devrin en seçkin üstatlarından Reîsülhattâtîn Hacı Kâmil (Akdik), İsmail Hakkı (Altunbezer), Hulûsi Efendi, Necmeddin Bey (Okyay), Ferid Bey, Mehmed Said, Hasan Rızâ Efendi, Beşiktaşlı Hacı Nûri, Emîrzâde Kemâleddin Bey, Tâhirzâde Hüseyin Behzad, Yeniköylü Nûri Bey, Bahâeddin Bey (Tokatlıoğlu), Hüseyin Hâşim Bey hoca olarak görevlendirilmiştir (bk. MEDRESETÜ’l-HATTÂTÎN). 1918’de on üç, 1923’te yirmi mezun veren bu kurum yetiştirdiği Necmettin Bey, Mustafa Halim (Özyazıcı), Abdülkadir, Hamdi (Tezcan), Hüseyin Macit (Ayral) ve A. Süheyl (Ünver) gibi sanatkârlarla hat sanatının çöküşünü önlemiş, Cumhuriyet döneminde güçlü bir kadroyla ve değişik isimlerle devam ederek hat sanatının geleceği için sağlam bir temel oluşturmuştur. Yazı devriminin ardından hat sanatını maddî ve mânevî zorluklar içinde büyük bir özveriyle yaşatmaya çalışan, bilgi ve hünerlerini yeni nesillere aktaran Osmanlı üstatlarının çoğu Medresetü’l-hattâtîn’in hocaları ve talebeleridir. İbnülemin Mahmud Kemal, Son Hattatlar adlı eserinde Cumhuriyet döneminde yaşayan


Osmanlı hattatlarının biyografilerine yer vermiş olup bunlar arasında Ömer Vasfi Efendi ve kardeşi Mehmet Emin ile (Yazıcı) Hamdi (Yazır) ve kardeşi Mahmut Bedrettin (Yazır), ayrıca Ressam Feyhaman Bey geçiş döneminin ünlü hattatlarındandır.

Cumhuriyet’in ilânından sonra 1924’te Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu çıkarılmış, okullar Maarif Vekâleti’ne devredilip Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’ne bağlı medreseler kapatılmıştır. Bu sırada sanat eğitimi verdiği halde faaliyeti sona erdirilen Medresetü’l-hattâtîn, müzeler müdürü Halil Ethem Bey’in (Eldem) çabaları sonucu Hattat Mektebi adıyla eski kadrosunu koruyarak tekrar açılmıştır. Bu olumlu girişime rağmen toplumda yaşanan hızlı değişim sebebiyle bazı sıkıntılar yaşanmıştır. 28 Mayıs 1927’de yürürlüğe giren kanun gereğince resmî binalarda Osmanlı saltanatını temsil eden tuğra, arma ve sultanları öven kitâbelerin kaldırılarak müzeye konulması veya uygun bir şekilde üstlerinin örtülmesi öngörülürken devlet büyüklerinin bilgisi dışında özellikle İstanbul’da yapılan aşırı ve yanlış uygulamalarla pek çok tarihî yapının tuğra ve kitâbeleri kazınmış, yazma eser ve hat levhaları kayba uğramıştır. 1 Kasım 1928 tarihli kanunla Arap harfleri yerine Latin asıllı Türk alfabesi kabul edilmiş, bu yazının halk kitleleri tarafından öğrenilmesini hızlandırmak amacıyla geniş çapta eğitim ve öğretim programları hazırlanmıştır. Bu köklü değişimler doğal olarak hat sanatını da etkilemiş, geçerliliğini yitirdiği düşüncesiyle Hat Mektebi kapatılmıştır. Yine Halil Ethem Bey’in gayretleri sonucu bu kurum programından hat sanatı çıkarılmak suretiyle 1929’da Şark Tezyînî Sanatları Mektebi adıyla hoca kadrosu korunarak yeniden açılmıştır.

Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yıl kutlama programları çerçevesinde Ekim 1933’te Ankara Sergi Salonu’nda Şark Tezyînî Sanatları Mektebi’nin hocaları bir sergi düzenlemiştir. Sergiyi gezen Mustafa Kemal eserlerden çok etkilenmiş, sanatçılara takdir ve tebriklerini belirterek, “Hepiniz yerinize adam yetiştirin” demiş, sergide çok beğendiği Muhsin Demironat’ın çini tabak eserini 500 lira karşılığında satın almıştır. 1936’da Atatürk’ün emriyle Şark Tezyînî Sanatları Mektebi, Türk Tezyînî Sanatları Şubesi adı altında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne katılmış, Maarif Vekili Saffet Arıkan’ın aracılığıyla Atatürk’ün uygun görmesi üzerine eski yazılarla yazılmış güzel sanat eserlerinin icabında tamir ve ikmaline mâtuf bulunmak şartıyla, öğretilmesi yasaklanan hat sanatı dersine programda yer verilmiştir (Derman, Birinci Millî Kültür Şurası, s. 380). İsmail Arif Sanver (hakkaklık), Bahâeddin Tokatlıoğlu (cilt, tezhip), İsmail Hakkı Altunbezer (tehzip), Yusuf Çapanoğlu (tezhip), Hüseyin Yaldız (altın varak), Vâsıf Sedef ve İsmail Yümni Sonver (sedefkârlık), Necmeddin Okyay (cilt, yazı), Feyzullah Dayıgil (çini), A. Süheyl Ünver (minyatür), Mihriban Sözer (tezhip), Sacit Okyay (cilt), Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt (tezhip) çeşitli sanat dallarında hoca olarak bu kurumda görev almıştır. Bu şubede Hacı Kâmil Akdik, Necmeddin Okyay, Beşiktaşlı Hacı Nûri Korman, Mustafa Râkım Bey, Mustafa Halim Özyazıcı gibi üstatlar da hat sanatını öğretmeye ve yaşatmaya çalışmıştır. 1954 yılına kadar ortaöğretim seviyesinde eğitim veren bu şube aynı yıl akademinin Dekoratif Sanatlar Bölümü ile birleşerek yüksek okul seviyesinde öğrenci almaya başlamıştır. Ancak geleneksel el sanatlarının akademi çatısı altında varlığını kabullenemeyen bir kısım öğretim üyesinin hat, tezhip gibi sanatların çağın gerisinde kaldığı, akademinin kuruluş amacı olan çağdaş sanat eğitimi çizgisine ters düştüğü, devrini tamamladığı şeklinde ortaya attıkları fikirler ve yaptıkları faaliyetler sonucu Dekoratif Sanatlar Bölümü 1967’den sonra öğrencisiz kalmış, İsmail Hakkı Altunbezer, Hacı Nûri Korman ve Necmeddin Okyay gibi üstatların emekliye ayrılmasıyla 1971’de resmen kapalı duruma gelmiştir. Bu hocaların bir süre sonra maaş alamadıkları için geçim derdine düşmeleri üzerine Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, her ay evlerinde hazırlayıp akademi yönetimine teslim edecekleri bir eser karşılığında kendilerine 200 lira verilmesini emretmiştir. Bu karara uyan hocaların sıkıntıları biraz hafiflemiş, aynı zamanda akademide iyi bir hat koleksiyonu meydana gelmiştir. Fakat gereken ilgi ve dikkatin gösterilmemesi ve 1 Nisan 1948’de akademinin merkez binasında çıkan yangın sonucu büyük bir kısmı kaybolan koleksiyonun yalnız tezhiplenmiş olanları bugün İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.

Akademide geleneksel sanatlara karşı devam eden olumsuz tutumlar karşısında Kerim Silivrili’nin üst düzey yetkilileri ikna etmesi sonucu Akademi Senatosu’nun kararıyla Geleneksel Türk El Sanatları Kürsüsü kurulmuştur (1976). Kadrosuna yeni eğitim elemanları alarak günümüze ulaşan bölümün eğitim öğretim kadrosunda Kerim Silivrili (çini desenleri), Nezihe Bilgütay Derler (çini desenleri), Mehmet Emin Barın ve talebesi İlhami Turan (yazı ve cilt), Mahmut Öncü (hat), İslâm Seçen (cilt), Tahsin Aykutalp (tezhip), Cahide Keskiner (minyatür), Neşe Aybey (minyatür), Engin Özdeniz (cilt), Yusuf Durul (halı-kilim desenleri), Sitare Turan Bakır (çini desenleri), Hamit Aytaç’ın talebesi Hüseyin Gündüz (hat), Ali Alparslan’dan icâzetli Ali Rıza Özcan (hat), Pınar Doğu Ezmen (hat) yer almıştır. Bu kurumun dışında Türkiye’de ilk defa 1976 yılında Yüksek İslâm enstitüleri programına haftada iki saat zorunlu hat dersleri konmuş, enstitülerin üniversitelere bağlanmasının ardından İlâhiyat fakültelerinde seçmeli hat dersleri uygulamasına geçilmiştir. 1982’de Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) yasası ile sanat eğitiminde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin eğitim öğretim programları ve yapısı örnek alınarak Marmara, Dokuz Eylül, Selçuk, Erzurum, Sakarya üniversitelerinde de Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü açılması öngörülmüştür.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne Osmanlı döneminde yetişmiş üstatlar ve onların yetiştirdiği genç sanatkârlar özellikle 1950 yıllarından sonra geleneksel usulde evlerinde, derneklerde, vakıf kurumlarında karşılıksız ders vermeyi sürdürmüşler; hat sanatının yaşatılması, korunması, geçmişteki görkemli seviyesine ulaşması konusunda büyük bir özveriyle çalışmışlardır. Harf devriminin ardından maddî sıkıntılar ve mânevî baskılar altında sanatlarını yaşatmaya çalışan üstatlar arasında Hamit Aytaç, Cağaloğlu’ndaki yazıhanesinde yurt içinden ve yurt dışından gelen levha ve cami yazıları siparişlerini hazırlarken bir taraftan da 1950’li yıllardan sonra daha yoğun biçimde hat meraklılarına sülüs ve nesih öğretmek için hayatının son yıllarına kadar çalışmış, bu sanatın günümüze ulaşmasında, yetenekli genç kuşakların yetişmesinde önemli rol oynamıştır. Hamit Aytaç’tan sülüs, nesih ve celî meşkeden, aynı zamanda Kemal Batanay’dan nesta‘lik meşketmiş olan Hasan Çelebi hat sanatı alanındaki çalışmalarını başarıyla sürdürmüş, Davut Bektaş, Ferhat Kutlu, M. Efdalüttin Kılıç, Tevfik Kalp gibi yeni kuşak hattatlar yetiştirmiştir. Çok verimli ve feyizli sanat çalışmaları ile dikkati çeken Hüseyin Kutlu da Hamit Aytaç’ın talebelerindendir. Kurduğu uygulamalı Türk İslâm sanatları atölyesine devam eden ve kendisinden icâzet alan Erol Dönmez ve Fevzi Günüç ile Hamit Aytaç’ın talebesi Hüseyin Öksüz de kıymetli


hattatlardandır. Savaş Çevik, hat sanatını Hamit Aytaç ve Kemal Batanay’dan meşkederek bu alanda çok başarılı eserler vermiş, Hamit Aytaç’ın bir diğer talebesi Fuat Başer sülüs, nesih ve celî çalışmaları yanında pek çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında Mehmet Özçay ve kardeşi Osman Özçay sülüs, nesih ve celîde iyi seviyede verdikleri eserlerle dikkati çekmiştir. Yine Hamit Aytaç’ın seçkin öğrencilerinden Hüsrev Subaşı bilimsel çalışmaları ve eserleriyle hat sanatını yaşatan hattatlar arasındadır. Türkiye’de bu sanatkârların dışında hat çalışmaları ile tanınan Turan Sevgili, Talip Mert, Yusuf Sezer, Ali Hüsrevoğlu da Hamit Aytaç’ın öğrencilerindendir.

Beşiktaşlı Hacı Nûri Korman, Cumhuriyet döneminin sülüs, nesih ve celî yazılarında en güçlü hattatlarındandır. Suud Yavsi Ebüssuudoğlu, Mahmut Öncü, M. Recep Berk ve Mustafa Bekir Pekten onun tanınmış talebelerindendir. Bâb-ı Meşîhat’ta görevli iken 1922’de Kral I. Fuad tarafından Kahire’ye davet edilen Rifâî Aziz Efendi onun isteği üzerine kendisi için bir mushaf yazmış, ayrıca açtığı hat mekteplerinde on bir yıl Türk üslûbunu İslâm ülkelerinden gelen gençlere öğretmiş, hat sanatını bugüne taşıyan güçlü hattatlar yetiştirmiştir. Bu dönemin öne çıkan hattatlarından Macit Ayral da Medresetü’l-hattâtîn’de yetişmiş, uzun süre Bağdat Güzel Sanatlar Akademisi’nde hat dersleri vererek Türk hat üslûbunu Türkiye’de ve Türkiye dışında en iyi şekilde temsil etmiştir. Cumhuriyet döneminin ünlü sanatkârlarından Mehmet Emin Barın, Batı soyut resim teknik ve metotlarıyla hat sanatına büyük cesaretle yeni bir ruh, hız ve zevk kazandırmış, modern bir yorum getirmiştir. Divanî, kûfî ve Latin harfleriyle düzenlediği kompozisyonlar akademi, sanat ve siyaset çevrelerinde büyük ilgi ile karşılanmış, perşembe günleri Çemberlitaş’taki atölyesinde bilim ve sanat adamlarından oluşan, hat ve geleneksel sanatlar üzerinde konuşma ve eksperliğin yapıldığı toplantılarla bu sanatların tanıtılması ve canlı tutulmasında önemli bir görevi yerine getirmiştir. Medresetü’l-hattâtîn’den mezun olan Mustafa Halim Özyazıcı hat sanatlarını Cumhuriyet döneminde yaşatan, örneğine az rastlanan büyük sanatkârlardandır. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde sülüs, nesih ve divanî yazılarda pek çok öğrenci yetiştirmiş, bunun yanında tarihî yapıların tamir ve restorasyonunda çalışarak yazılarını yenilemiş, yeni yapılan çok sayıda caminin yazılarını yazmış, bu sanatın sürekliliğini sağlamıştır. Ahmet Hamdi Efendi, Ali Alparslan, Saim Özel, Mustafa Bekir Pekten ve Aydın Yüksel bilinen talebelerindendir.

Cumhuriyet döneminde sülüs ve nesih yazıların dışında ana üslûp olarak devamlılığını koruyan nesta‘lik ve celî ta‘lik yazılar Medresetü’l-hattâtîn’in hocalarından Mehmet Hulûsi Yazgan ve Mehmed Necmeddin Okyay’ın büyük fedakârlıkla yetiştirdiği öğrencileriyle yozlaşmadan bugüne ulaşmıştır. Üstün yeteneği ve Türk İslâm sanatlarında derin bilgi ve tecrübesiyle nesta‘lik yazı ekolünü Cumhuriyet döneminde en iyi şekilde temsil eden Necmeddin Okyay akademide ve evinde verdiği derslerle hat sanatını genç kuşaklara aktarmıştır. Okyay’ın yetiştirdiği M. Uğur Derman, hocasının bilgi ve birikimine kendi araştırmalarını da katarak hat sanatı ve diğer Türk İslâm sanatları alanında makaleleri, ansiklopedi maddeleri, bildiri, konferans ve kitaplarıyla hat sanatının Türk aydınları arasında tanınması, sevilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması konusunda önemli rol üstlenmiştir. Okyay’dan icâzet alan talebelerden Ali Alparslan akademik yayınları, özellikle nesta‘lik, divanî ve celî divanî yazılarda yetiştirdiği genç öğrencileriyle Türk kültür ve sanat hayatında iz bırakmıştır. Ali Alparslan’ın özel olarak ilgilendiği ve icâzet verdiği talebesi Ali Toy nesta‘lik hattının Türkiye’de en başarılı sanatkârlarındandır. Ali Toy’un nesta‘lik ve celî nesta‘lik çalışmalarının yanında çok başarılı modern, özgün hat uygulamaları sanat çevrelerinde ilgi uyandırmaktadır. Tahsin Kurt da Ali Alparslan’ın icâzet verdiği hattatlardandır. Mehmet Hulûsi Efendi’nin önde gelen talebesi bestekâr ve tanbûrî Hâfız Kemal Batanay nesta‘lik yazı alanında evinde hat meraklısı gençlere karşılıksız meşk ve eserler vererek Türk nesta‘lik yazı ekolünün sürekliliğini sağlamıştır. Kemal Batanay’dan nesta‘lik icâzeti alan Muhittin Serin 1982’den beri eski yazı ve hat tasarımı derslerini sürdürmektedir. Sadri Sayıoğulları, Aynur Maktal ve Mehmet Memiş de hat sanatları eğitimi veren günümüz sanatkârlarındandır.

Türkiye’de bir kısım çevrelerin ideolojik yaklaşım ve baskılarına rağmen hat sanatı alanında Menâkıb-ı Hünerverân, Tuhfe-i Hattâtîn, Gülzâr-ı Savâb ve Devhatü’l-küttâb gibi Osmanlı dönemi kaynak eserlerinin yeniden yayımlanması yanında sayıları giderek artan akademik çalışmalar, bilimsel kitaplar, konferans ve sergiler, hat yarışmaları Türkiye’de hat sanatına olan ilgiyi daha da arttırmıştır. Hat sanatları alanında genç hattatların ortaya çıkmasında İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nin İstanbul’da 1986’da başlattığı, 2006’da yedincisi gerçekleştirilen milletler arası hat yarışmasının önemli payı vardır. Bu kuruluş hatla ilgili yayımlanan ilmî eserler, düzenlenen konferanslar, yurt içi ve yurt dışında hazırlanan sergilerle Türkiye’de ve İslâm ülkelerinde hat sanatının yeniden değer kazanmasında tarihî bir görevi yerine getirmiştir. Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı, Türk Petrol Vakfı gibi kuruluşlar da bilimsel yayınlar ve açtıkları kurslarla hat sanatı alanında verimli ve kalıcı hizmetler yapmıştır.

Cumhuriyet döneminde avukat Halil, mimar Refik, Baha, Galip, Esat Fuat beyler, Evrenoszâde Sâmi Bey, Ekrem Hakkı Ayverdi, Aydın Bolak, Mehmet Emin Barın, Ziya Aydın gibi duyarlı ve gayretli bazı iş adamları Osmanlı hat eserlerinin yurt dışına kaçırılmasını önlemek amacıyla hat koleksiyonları oluşturmuş, yıpranmış eserleri tamir ve tezhip ettirerek Türk kültür hayatına yeniden kazandırmıştır. The Art News dergisinin araştırmasında dünyanın en büyük 100 koleksiyoncusu arasında yer verdiği Erdoğan Demirören, Suna ve İnan Kıraç, Koç ve Sabancı aileleri zengin hat sanatı koleksiyonları ile tanınmaktadır. Bugün Türkiye çeşitli illerde bulunan kütüphane, müze ve camilerde, özellikle İstanbul’da Topkapı Sarayı Müzesi, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi, Süleymaniye ve Beyazıt Devlet kütüphanelerinde sergilenen ve korunan kaynak niteliğinde el yazması eser, murakka‘ ve hat levhaları ile çok zengin imparatorluk birikimine sahiptir. Bunların dışında Türkiye’de 1980’de kurulan ilk özel müze olarak bilinen Sadberk Hanım Müzesi, Batı anlayışında Sevgi Gönül’ün emeğiyle oluşan zengin koleksiyonlarının arasında hilye-i şeriflerin öne çıktığı hat sanatının en güzel koleksiyonuna sahiptir. Emirgân Atlı Köşk’te bulunan zengin hat ve resim koleksiyonu 1998’de Sakıp Sabancı Müzesi adı altında müzeye dönüştürülmüş, ardından Sabancı Üniversitesi’ne bağlanmıştır. Bu müzede hat sanatının tarihî süreci içinde gelişimini, eşsiz güzelliklerini gösteren, belgeleyen mushaf, cüz, murakka‘ ve özenle seçilmiş hat levhaları korunmakta ve sergilenmektedir.

Türkiye’de geleneksel sanatlar alanında sürdürülen bunca çabaya rağmen sık sık değişen ve bir türlü hedefi belirlenemeyen eğitim öğretim sistemleri içinde yetişen Cumhuriyet kuşağı dinle kaynaşmış


olan yazıyı okuyup şekil güzelliği arkasındaki mânayı kavrayamadığı için yazı zevkinden ve kültüründen, özünden uzaklaşmış, böylece hat sanatının şekil ve mâna bütünlüğü arasındaki âhengi de bozulmuştur. Üniversite çatısı altında sürdürülen hat ve geleneksel sanatlar öğretimi fakülte bünyesinde geçmişin sürekli sorgulanması, ideolojik yaklaşımlar, fizikî imkânların ve öğretim kadrosunun yetersizliği, çok yetenekli gençlerin iş ve gelecek endişesiyle diğer sanat dallarına yönelmesi ve istihdam sorununun çözümlenmemesi gibi sebeplerle çağdaş sanat düzeyinde istenen başarıya ulaşamamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

VGMA, Defter, nr. 950, s. 31-33; Türkiye Maarif Tarihi, I, 192-194; II, 1130; III, 2138-2141; İbnülemin, Son Hattatlar, s. 4-5; Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1956, s. 97-100; a.mlf., Yaşadığım Gibi, İstanbul 2000, s. 28-39; Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1969, s. 255-261; Yazı Devriminin 50. Yılı Sergisi Kataloğu, Ankara 1979; M. Uğur Derman, “Türk Hat Sanatını Yaşatmalıyız”, Birinci Millî Kültür Şurası: 23-27 Ekim 1982, Ankara 1983, s. 379-382; a.mlf., “Hat Sanatının Dünü, Bugünü, Yarını”, Türkiye’de Sanatın Bugünü ve Yarını, I. Ulusal Sanat Sempozyumu (17-19 Nisan 1985), Ankara 1985, s. 411-414; a.mlf., “Medresetü’l-Hattâtîn’in Açılışına Dair Mühim Bir Belge”, Antik Dekor, sy. 100, İstanbul 2007, s. 228-234; Ozanay Omur, “Geleneksel El Sanatlarının Çağdaş Eğitimdeki Yeri”, Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Sempozyumu Konferansları, Eskişehir 1995, s. 44-66; Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul 1999, s. 781-788; Muhittin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul 2003, s. 197; Akademiye Tanıklık 3: Güzel Sanatlar Akademisine Bakışlar: Dekoratif Sanatlar (ed. Ahmet Önder Gezgin), İstanbul 2003, s. 68-103; Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, İstanbul 2005, s. 17-29, 52-56; İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “Ustadlar Ne Diyorlar: X. Necmeddin Okyayla Görüştüm”, Yeni Adam, sy. 447, Ankara 1943, s. 6-7; sy. 448 (1943), s. 6-7, 11; İbrahim Ateş, “Vakıf Hattat Okulu”, VD, XXII (1991), s. 5-14; Gülbün Mesârâ, “A. Süheyl Ünver’in Medresetü’l-Hattâtîn Yılları ve Ötesi”, Antik Dekor, sy. 17 (1992), s. 60-64; Mustafa Cezar, “Türkiye’nin Çağdaşlık Yoluna Işık Tutan Yüksek Öğretim Kurumlarından Akademi”, Sanat Çevresi, özel sayı, sy. 4, İstanbul 2003, s. 10-27; Kerim Silivrili, “Güzel Sanatlar Akademisinden Anılar”, a.e., s. 78-83; Sitare Turan Bakır, “Geleneksel Türk Sanatlarında Eğitim Serüveni”, a.e., s. 90-93; “Türkiye ve Dünyadaki En Büyük 100 Sanat Koleksiyoncusu”, Antik Dekor, sy. 10 (2007), s. 48-57.

Muhittin Serin




Geleneksel Türk El Sanatları. Genelde “insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla toplumun gelenek ve göreneklerine dayalı, basit alet, el emeği ve becerisiyle ortaya çıkan güzel ve yararlı iş” olarak tanımlanmıştır. İnsanlığın binlerce yıllık kültür, birikim ve deneyimine dayanan el sanatları milletlerin inanç, zevk ve yaşam tarzından etkilenerek zenginleşmiş, kökleşmiş, halk tarafından sevilmiş, büyük bir emekle işlenmiş, korunmuş ve nesilden nesile aktarılmıştır. Böylece geleneksel özelliği kazanan el sanatları toplumda ortak bir ruh, güçlü bir duygu ve düşünce birliği oluşturmuş, toplumun süreklilik bilincini canlı tutmuştur. Yüzyıllara göre konu, kullanılan doğal madde, uygulanan teknik ve üslûp bakımından farklılık gösteren geleneksel Türk el sanatları maden, ahşap, çini, seramik, dokuma, halı, kilim, ev sanatları, halk sanatları, kuyumculuk, cilt, ebru, minyatür ve hat gibi çok geniş bir alana yayılmıştır. Ustalık, yoğun emek ve iş terbiyesi gerektiren, halkın kültür, zekâ, zevk ve yaratıcılığını yansıtan bu sanat ürünleri arasında basit, sade işler olduğu gibi büyük bir hünerle yapılmış, dünya sanatları ölçüsünde estetik değer taşıyan eserler de bulunmaktadır.

Geleneksel Türk el sanatlarının kökleri Hun, Göktürk, Uygur gibi eski Türk devletlerine kadar uzanmaktadır. Orta Asya’da yapılan arkeolojik çalışmalar sonunda elde edilen metal, ahşap, taş, seramik ve dokuma ürünleri burada zengin el sanatlarının ve yüksek bir kültürün varlığını göstermektedir. Türkler’in müslüman olması ve Abbâsîler döneminde Orta Asya’dan devşirilen Türk unsurları ile beraber Orta Asya Türk sanatının İslâm sanatında izleri görülmeye, Türk sanatı da İslâmî bir kimlik kazanmaya başlamıştır. Bu sanat tecrübesi ve bilgi birikimi Büyük Selçuklular devrinde İran ve Irak’ta yöresel kültürlerden etkilenerek gelişmiştir. İpek yolu üzerinde çok önemli bir konumunda bulunan Anadolu’ya göç eden Türkler, kendi gelenek ve göreneklerini Anadolu uygarlıklarının kültürleriyle kaynaştırıp el sanatlarında yeni bir senteze ulaşmış, Anadolu’nun kültürel yapısını oluşturmuştur.

Türk el sanatları geleneğini uzun bir Anadolu Selçuklu tecrübesinden sonra devralan Osmanlılar, sanata ve sanatkâra her türlü desteği ve imkânı sağlayarak geleneksel el sanatlarını en üst düzeye ulaştırmıştır. Saray teşkilâtında yer alan ve çeşitli bölüklerden oluşan ehl-i hiref teşkilâtlarında her türlü sanatı icra eden seçkin ustaları görev yapmış, bu yüksek saray kültürü içinde el sanatları yeni üslûp ve tarzlar kazanarak hızlı bir gelişme göstermiş, büyük sanatkârlar yetişmiştir. Osmanlı toplumunda geleneksel el sanatlarının İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinde Avrupa’yı da etkileyen inceliğe ulaşmasında saray ve paşa konaklarının desteği kadar Ahîlik ve lonca örgütünün de büyük etkisi olmuştur. Tanzimat’la başlayan Avrupaî zevk, dekor, giyim ve hayat tarzının benimsenip yayılması ve kültür değişimleri geleneksel Türk el sanatlarını derinden etkilemiş, bu olumsuzluklar bazı el sanatlarının yok olmasına veya yozlaşmasına sebep olmuştur. Hat, tezhip, minyatür, cilt, ebru, çini, halı, kilim gibi geleneksel el sanatları Medresetü’l-hattâtîn ve onun Cumhuriyet döneminde devamı sayılan kurumlarda varlığını sürdürmüştür. Bir kısım el sanatları ise ev, çarşı, dükkân ve atölyelerde usta-çırak ilişkisiyle sürekliliğini korumuş, böylece el sanatları alanındaki bu zengin imparatorluk mirası Cumhuriyet dönemine aktarılmıştır.

Anadolu’nun her yöresinde el sanatları görülmekle birlikte ham madde özellikleri, motif, renk ve teknik bakımından bir kısım bölgelerde bazı el sanatları daha çok gelişme göstermiş, yöresel kültürleri yansıtmıştır. Uşak, Kayseri, Bünyan, Milas, Hereke, Yağcıbedir, Sivas, Gördes ve Isparta halı ve kilim dokumacılığında; İznik, Kütahya, Çanakkale çini ve seramik; Gaziantep el sanatları ve Kahramanmaraş demircilik gibi sanatlarda öne çıkan yörelerdir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kırsal alanda yaşayan halkın çoğu günlük ihtiyaçlarını el emeğine dayalı ürünlerle gidererek ülke ekonomisine büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Fakat zamanla artan nüfus, köyden şehre yapılan yoğun göçler, teknolojik ilerlemeler, bilgisayar donanımlı makine ve tezgâhlar, yeni malzeme araç ve teknikler el sanatlarında endüstrileşmeyi zorunlu kılmış, seri üretime geçilmiştir. Cumhuriyet devrinde hazırlanan kalkınma plan ve programlarında esnaf ve sanatkârların desteklenmesi yanında orta, yüksek öğrenim ve Güzel Sanatlar fakültelerinin Geleneksel Türk El Sanatları bölümlerinde el sanatları alanında teknik bilgiler kazanmış, yeni tasarımlar yapabilen, yaratıcı genç sanatkârların yetişmesi, böylece bu sanatların gelecek kuşaklara taşınması hedefleri de yer almıştır. Bu çabalara rağmen sanayileşme ile beraber el sanatlarında görülen bozulmanın önüne geçilememiştir. Sabır ve büyük bir ustalıkla ortaya çıkan yüksek kalite seri üretimle bozulmuştur. Doğal boyaların yerini sentetik, kimyasal boyaların alması, renk, motif ve motifleri oluşturan unsurlarda görülen bozulmalar dünyaca ünlü Uşak, Kayseri, Hereke, Yağcıbedir ve Isparta gibi yörelerde dokunan halı ve


kilimlerin kendine özgü güzelliğini kaybettirmiştir. Müzelerde sergilenen, camileri süsleyen, yüksek sanat değeri taşıyan eski seramik ve çinicilik sanatı geleneksel usulde bugün İznik, Kütahya ve Çanakkale yöresinde sürdürülmekle beraber renk, desen, malzeme ve kalite yönüyle Osmanlı dönemi seviyesine ulaşamamıştır. İstanbul, Trabzon, Midyat, Diyarbakır, Van ve Beypazarı’nda altın, gümüş ve bakır üzerinde kakmacılık sanatı dökme, dövme, oyma, kabartma, savatlama ve telkâri gibi tekniklerle bugün de sürdürülmektedir (bk. SAVAT).

Cumhuriyet döneminde İstanbul Kapalı Çarşı esnafından Ziya Oygan Bey, devlet adamları için yaptığı hediyelik eşyalar ve yarışma kupaları ile tanınan gümüş kakmacılık sanatının önde gelen ustalarındandır. Onun kalfası Hüseyin Azmi Baykal ve Refik Ertürker bu sanatı günümüzde ustalıkla yürütmektedir. Türkiye’de geleneksel sanatlara ilgi ve desteğin azaldığı bir dönemde M. Zeki Kuşoğlu güçlü sanatkâr kişiliğiyle gümüş kakmacılık sanatını eserlerinde yeniden canlandırmış ve sanat çevrelerinde tanıtmıştır. İnce marangozluk işlerinin sedef, fildişi, kemik, bağa gibi maddelerle süslenmesi olan sedefkârlık sanatı Osmanlılar döneminde klasik çağına ulaşmış geleneksel Türk el sanatlarındandır (bk. SEDEFKÂRLIK). Sedefçilik XVIII ve XIX. yüzyıllarda yok olmak üzere iken kendisi de usta bir marangoz olan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’nda kurduğu sedefhane atölyesinde çalışan ustaların verdiği eserlerle tekrar canlanmıştır. Bu atölyeye kolağası olarak tayin edilen Topkapı Sarayı Hırka-i Saâdet Dairesi kapılarının ustası Vâsıf Sedef Usta, sedefçilik sanatının bütün inceliklerini Cumhuriyet döneminde Beşiktaş’ta açtığı atölyesinde ve 1936’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Şark Tezyînî Sanatları Şubesi’nde İsmail Yümni Sonver ile yeni kuşaklara aktarmıştır. Bu dönemde yetişen sanatkârlar arasında Nerses Semercioğlu sedefkârlık sanatının son temsilcilerindendir. Bugün yaptığı sedef kakma eserleriyle ün kazanan M. Zeki Kuşoğlu ve Salih Balakbabalar sedefkârlık sanatını sürdürmektedir. Salih Balakbabalar’ın özellikle abanoz, ceviz üzerine sedef, fildişi ve bağa ile oyma ve kakma teknikleriyle harf bünyelerini bozmadan yaptığı celî hat kompozisyonları, altın ve gümüş takılar, rahleler sedefkârlık sanatının en güzel örneklerindendir.

Günümüzde Türkiye’de süsleme sanatları içinde daha çok ilgi gören ve klasik değerlerini yeniden bulma yönünde ilerleyen tezhip sanatı Medresetü’l-hattâtîn’de ve onun devamı olan kurumların programlarında yer almış, Tâhirzâde Hüseyin, Yeniköylü Nûri Ulunay, Bahâeddin Tokatlıoğlu, İsmail Hakkı Altunbezer, Yusuf Çapanoğlu, Feyzullah Dayıgil, Münevver Üçer, A. Süheyl Ünver ve Mihriban Sözer’in büyük emek ve gayretleriyle yeni kuşaklara aktarılmıştır. Özellikle İsmail Hakkı Altunbezer’in öğrencileri olup Cumhuriyet dönemi tezhip sanatının yeniden canlanmasında öncülük eden iki büyük sanatkâr Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt, Şark Tezyînî Sanatları Şubesi’nde görev yapmış, günümüz tezhip sanatının ustalarını yetiştirmiştir. 1967’den sonra öğrenci olmadığı için kapanan bu bölüm, 1976’da Geleneksel Türk El Sanatları Kürsüsü adıyla yeniden açılmıştır. Burada Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt’un öğrencileri Tahsin Aykutalp tezhip, Kerim Silivrili çini desenleri derslerini sürdürmüşlerdir. Bugün aynı bölümde Rikkat Kunt’un yetiştirdiği Faruk Taşkale tezhip eğitimini yürütmektedir. Yüksek Öğretim Kurulu yasası ile bazı üniversitelerin güzel sanatlar fakültelerinde Geleneksel Türk El Sanatları bölümleri açılmıştır. A. Süheyl Ünver, Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt’tan icâzet alan İnci A. Birol, Çiçek Derman ve bu hocaların izinde giden Gülnur Duran, Ayşe Üstün, Arzu Tozlu, Celalettin Karataş çeşitli üniversitelerde görev yapmakta, klasik üslûpta güzel eserler vermektedir. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde görev yapmış olan A. Süheyl Ünver’in yetiştirdiği öğrencilerden Cahide Keskiner, Gülbin Mesara, Melek Antel, Ülker Erke, Semih İrteş ve Mamure Öz, Cumhuriyet döneminde öne çıkan tezhip sanatkârları arasındadır. Ayrıca tezhip alanında yetişmiş pek çok genç sanatkâr kendi atölye, vakıf, dernek ve belediyelerin açtığı kurslarda tezhip sanatı eğitimi vermektedir.

Klasik Osmanlı cilt sanatı da hat ve tezhip sanatları gibi Medresetü’l-hattâtîn’in devamı olan kurumların programında yer almış, eğitim ve öğretimini bugüne kadar sürdürmüştür. Bahâeddin Tokatlıoğlu, Sâmi Necmeddin (Okyay), Sacit Okyay, Mehmet Emin Barın, günümüzde ünlü mücellit İslâm Seçen, Cumhuriyet dönemi klasik cilt sanatını yeni kuşaklara öğreten sanatkârlardandır. İslâm Seçen’in yetiştirdiği Habip İşmen, Kâzım Hacımeyliç, Gürcan Mavili, Ali Kunduracı da bu sanatı geleneksel usulde sürdüren sanatkârlar arasındadır. Türk geleneksel sanatları arasında ilgi gören ebru sanatı Buhara’dan İstanbul’a göç eden Şeyh Sâdık ve oğlu Edhem efendilerin yetiştirdiği öğrencilerle yeni bir döneme girmiştir. Klasik tarzda ebru yapma sanatını Şeyh Edhem Efendi’den öğrenen Mehmed Necmeddin Okyay, “Necmeddin ebrusu” adı verilen kendi tarzını geliştirerek bu sanat alanında yeni bir çığır açmıştır (bk. EBRU). Bu tavrı daha da ileri seviyeye ulaştıran talebelerinden Mustafa Düzgünman, Türkiye’de ebru sanatının meraklı genç nesil arasında yayılması ve sevilmesinde büyük çaba harcamıştır. Pek çok el sanatının yanında sanatkâr kişiliğini renk, desen ve kompozisyon olarak ebru sanatına da yansıtan neyzen Niyazi Sayın günümüzde bu sanatın iyi temsilcilerindendir. Genç nesil arasında Timuçin Tanarslan, Feridun Özgören, Alparslan Babaoğlu, Sadrettin Özçimi, A. Hikmet Barutçugil kendi yorumlarını da katarak ebru sanatını bugün yaşatan sanatkârlardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972, s. 111; H. Örcün Barışta, Türk El Sanatları, Ankara 1988, s. 1; a.mlf., “Günümüzde El Sanatları Eğitimi Yapılan Yüksek Öğrenim Kurumları ve Bu Kurumlarca Yapılan Süreli Yayınlarla Belirlenen Eğitim Kurumları Dışında Uygulanan El Sanatları Üzerine”, V. Türk Kültürü Kongresi: Cumhuriyetten Günümüze Türk Kültürünün Dünü, Bügünü ve Geleceği-El Sanatları (haz. Şebnem Ercebeci), Ankara 2005, XIII, 1-8; H. Glassie, Günümüzde Geleneksel Türk Sanatı (trc. Süha Oğuzertem), İstanbul 1993, s. 39; a.mlf., Turkish Traditional Art Today, New York 1994; Sitare Turan Bakır, “Geçmişten Günümüze Türk Çini Sanatında Tasarım”, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Geleneksel Türk El Sanatlarının Sanatsal, Tasarımsal ve Ekonomik Boyutu Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1999, s. 75-81; İnci A. Birol-Çiçek Derman, Türk Tezyini Sanatında Motifler, İstanbul 2001; Halil İnalcık, Şâir ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, Ankara 2005, s. 10; Taciser Onuk-H. Feriha Akpınarlı, “Cumhuriyetten Günümüze El Sanatlarının Doğuşu, Gelişimi Sosyal Kültürel Eğitim ve Ekonomik İlişkileri Bakımından Bugünkü Durumu ve Geleceği”, V. Türk Kültürü Kongresi, XIII, 27; M. Zeki Kuşoğlu, Gelenekten Geleceğe Köprü İnsanlar, İstanbul 2006, s. 146-157, 160-162; Ayşe Üstün, “Türk Tezhip Sanatı”, İSMEK Türk Kitap Sanatları Sempozyumu Bildirileri, İstanbul 2007, s. 32-47; Sadrettin Özçimi, “Geçmişten Geleceğe Türk Ebru Sanatı”, a.e., s. 57; “Bir Hanım Sanatkarımız, Rikkat Kunt Kendi İfadesiyle Hayat Hikayesi”, Sandoz Bülteni, sy. 18, İstanbul 1985, s. 10.

Muhittin Serin




Mûsiki. Osmanlılar’da Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri, müzik üzerinden de izlenebilecek olan, Türk mûsikisinin üstünde geri dönülmeyecek bir üslûp ve tarz farklılaşmasına yol açmıştır. Esasen başka sanat dallarında da görülen biçim ve içerik değişimleri, XX. yüzyılın başlarından


itibaren Cumhuriyet’e geçişi hazırlayan şartların etkilerini yansıtmaktadır. Muzıka-i Hümâyun kanalıyla II. Mahmud döneminden itibaren ülkeye giren Batı notası ve Batı müzik repertuvarı, bu müziğin ilk temsilcileriyle birlikte başta askerî kurumlar olmak üzere birçok alana yayılmış, bu tarz çeşitli formlarda marş, mazurka, polka gibi popüler örnekler yoluyla dinleyicisini oluşturmaya başlamıştır. Çeşitli imparatorlukların çözülmeye başlamasının da etkisiyle bölgesel ve daha geniş savaşlar cereyan etmekte, bununla birlikte milliyetçilik akımları da yükselmektedir.

Bu dönemde ülkede resmî iltifat gören Batı müziğinin yanı sıra geleneksel müziğin de önemli birikiminin yaşadığına ve güçlü bestekârlar eliyle aktarıldığına işaret etmek gerekir. Zekâi Dede gibi klasik üslûbu devam ettiren bestekârlardan Hacı Ârif Bey ve Rahmi Bey gibi velûd şarkı bestekârlarına, Tanbûrî Ali Efendi’den yenilikçi Tanbûrî Cemil ve Ûdî Nevres beylere uzanan bu müzisyenler zinciri eliyle geçmiş kültür ürünleri yeni üretilen melodik yapılara dönüşerek halka mal olmayı sürdürmektedir. Her ne kadar Türk mûsikisi formları küçülüp şarkı formu öne geçmekte ve Batı müziğinin melodik-ritmik etkisi eserlere yansımaktaysa da bu karşılaşmanın daha çok kendini farketme, hatta korumaya çalışma anlamını taşıdığı söylenilebilir. Müziğin kendisinin yanı sıra düşünce hayatındaki etkileri bağlamında da bu etkileşimin izlenebilmesi dönem yayınlarında çoğunlukla polemiğe dönüşen üslûplardan anlaşılmaktadır. O dönemin müzik yayınlarından bütün bu dağınıklık ve tartışmaları izleyebilmek mümkündür. Aynı dönemde yaygınlıkla dinlenen ilk kayıt örnekleri, başta Tanbûrî Cemil Bey gibi virtüoz bir sâzende olmak üzere çeşitli icracılar tarafından halka ulaştırılmakta ve sözel kültür basılarak yayılan müzik neşriyatına paralel şekilde dinleyiciyle buluşmaktadır.

XX. yüzyılın başında hürriyetin ilânının sağladığı coşkulu ortamda Rauf Yektâ Bey, Hoca Mehmet Râkım Bey (Elkutlu), Muallim İsmâil Hakkı Bey gibi geleneği sürdüren bestekârların bestelediği marşlara, sayısı gittikçe artan mûsiki cemiyetlerinin repertuvarına ve daha popüler tarzdaki operet, kanto gibi müzik formlarına bakıldığında çok farklı örneklerden oluşan bir yelpaze göze çarpmaktadır. Bu arada Dârülfeyz-i Mûsikī, Dârülmûsikī-i Osmânî, Dârütta‘lîm-i Mûsikī gibi sivil müzik toplulukları yoluyla geleneksel müzik toplumun çeşitli katmanlarında yaygınlaşmakta ve Dârülbedâyi, Dârülelhan gibi resmî kurumlar aracılığıyla da müziğin muhafaza edilmesi ve ileriki kuşaklara aktarılması hedeflenmektedir. I. Dünya Savaşı’nın güç şartlarında fazla ayakta kalamayan Dârülbedâyi’nin temsil kolu kapandıktan sonra mûsiki bölümü bir müddet devam etmiştir. Daha sonra bestekâr Yûsuf Ziyâ Paşa başkanlığında bir mûsiki encümeni kurularak Dârülelhan adını taşıyan ilk konservatuvarın temeli atılmıştır. Bu kurum, İstanbul Belediye Konservatuvarı adını alarak yakın müzik tarihinde belirleyici bir rol oynayacaktır. 1923’te Mûsiki Encümeni’nin lağvedilip Dârülelhan’a Batı müziği derslerinin konması, müziğin çeşitli alanlarında yayınlar yapılması ve konserler verilmesi, yöneticilerin ve İstanbul halkının coşkuyla bu etkinlikleri takip etmesi gibi gelişmelerin ardından 1926’da etkileri ileriki yıllarda daha da hissedilecek olan Türk mûsikisi eğitimine bir yasak getirilir. Türk mûsikisi yasağı, kurumdaki gelişmeler açısından ve genelde tartışılmakta olan alafranga-alaturka mûsiki ikileminin açığa çıkmasından dolayı denilebilir ki bugünün mûsiki ortamında bile etkisi hissedilen çok önemli bir olaydır.

1923’te yapılan bir yarışma sonucunda İstiklâl Marşı’nın Ali Rıfat Bey’e (Çağatay) ait acem-aşiran makamındaki bestesi birinciliği kazanmış, ardından fazla alaturka bulunarak farklı bestekârların marşları çeşitli bölgelerde okutulmaya başlanmıştır. Bu süreç, Ankara’da hâkim olacak Batı müziği cereyanlarının etkisiyle 1930 yılında Osman Zeki Bey’in (Üngör) bugün icra edilen marşının kabulü yolundaki kararla tamamlanmıştır. Bu arada İstanbul’dan Ankara’ya nakledilen eski Muzıka-i Hümâyun kadroları, Osman Zeki Bey başkanlığında Riyâseticumhur Orkestra ve Bandosu olarak teşkilâtlanmış, Riyâseticumhur Fasıl Heyeti serhânende Hâfız Yaşar’ın ve dönemin ünlü mûsikişinaslarının iştirakiyle bilhassa Mustafa Kemal’in özel meclislerinde mûsiki icra eden bir topluluk hüviyetini almıştır. Önce 1932’de Maarif Vekâleti’ne geçen, daha sonra yapılanması değiştirilip farklı şeflerle geliştirilen orkestranın günümüzde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın başlangıcı olduğu söylenebilir. Riyâseticumhur Fasıl Heyeti ise Atatürk’ün ölümünden sonra teşkilâtlanamadan dağılmıştır. 1924’te Maarif Vekâleti’ne bağlı Mûsiki Muallim Mektebi’nin kurulmasıyla Ankara’da resmî müzik eğitimi için bir adım atıldığına tanık olunur. Osman Zeki Bey’in müdürlüğünü yaptığı bu mektebin kurulmasıyla okullarda öğretilen Türk mûsikisi yerine Batı müziği öğretecek eleman yetiştirilmesi hedeflenmiş ve yurt dışına öğrenci gönderilmeye başlanmıştır. Mûsiki Muallim Mektebi’nde Riyâseticumhur Filarmoni Orkestrası’nın elemanlarından ders veren hocalar daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nün açılmasıyla oraya nakledilmiştir. Bu kurum, 1936’da kurulacak Ankara Devlet Konservatuvarı’nın hazırlayıcısı niteliğinde çok sayıda eğitimci yetiştirmiştir. Bu arada yurt dışında müzik eğitimi alan gençler 1930’lardan itibaren yurda dönerek bu kurumlarda görevlendirilmiş, bunlar genç Cumhuriyet’in yeni müzik yapılanmasına katkıda bulunmuştur.

1926’da İstanbul’da Dârülelhan’da Türk müziği eğitiminin yasaklanması ile eş zamanlı olarak başlatılan Anadolu’nun çeşitli yörelerinden türkü derleme gezileri bir başka açıdan bu yeni müzik yöneliminin tamamlayıcısı kabul edilebilir. Burada amaç, hem Cumhuriyet’le birlikte önem kazanan folklorik malzemeleri toplamak hem de Batı müziği eğitimi alan genç bestecilere millî motifler sağlamaktır. Bu dönemden günümüze ulaşmış önemli bir etki de başından beri yörelerine göre farklılıklar göstermekle birlikte yan yana yer alan, hatta birbirine kaynaklık eden anonim karakterli kırsal mûsiki ile daha sonraları sanat müziği diye adlandırılacak geleneksel mûsikinin farklı adlarla tamamen farklı enstrüman ve icracılar kanalıyla ayrışmasıdır. 1920’lerin başında Ege


tarafında yapılan ve Yurdumuzun Nağmeleri adıyla kitaplaştırılan ilk derleme gezisi, ardından Dârülelhan heyetlerinin 1926’dan itibaren yurdun çeşitli bölgelerine yaptıkları derleme gezileri ve 1930’lardan sonra Ankara Konservatuvarı’nın düzenlediği geziler halk mûsikisi için yapılmış temel çalışmalar arasında anılabilir. Anadolu’nun en eski kültürlerinden ve Orta Asya Türk kültüründen beslenerek tarihin, coğrafyanın her türlü müdahalesini konularına ekleyerek günümüze ulaşan folklor mûsikisi bugün konservatuvarlarda ayrı bir bölüm halinde ele alınmakta, farklı tasnif ve notalama ile öğretilmektedir. Teknik bakımdan formları uzun ve kırık havalar şeklinde bölümlenen, icra üslûbu ve nağme kalıplarıyla ayrı bir tarz telakki edilen halk mûsikisinde makam kavramının karşılığı olarak ayak, usullerin yerine de çeşitli ritim grupları kullanılmaktadır.

Cumhuriyet’in ilân edildiği yıllarda yerli mûsikinin mevcut kaynaklarının, özel meşkhâne ve cemiyetlerde devam ettirilen mûsiki faaliyetleriyle ve giderek artan basılı müzik yayınları, metot ve nazariyat kitaplarıyla, çok rağbet gören taş plak kayıtları yoluyla varlığını korumaya ve 1924’te Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’yla başlayan yeni düzenlemelerin getirdiği şartlara direnmeye çalıştığı söylenebilir. 1925’te tekkelerin ve bu ortamlarda yaşayan müzik kanallarının kapatılmış olmasının, 1926’daki Türk müziği eğitim yasağının, ülkede gelişen Türk müziği karşıtı zihniyetin ve en son 1930’ların başında radyo yayınlarından Türk müziğinin kaldırılmasının bütün bu olumsuz şartları desteklediği ve birbirini tamamladığı görülmektedir. 1932’de ezanın Türkçeleştirilmesi ve Ayasofya’da Türkçe okunan Kur’an’ın radyodan naklen yayımlanması, aynı tarihlerde kurulan Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti, Türk Dili Tedkik Cemiyeti ve halkevleri bu ilk dönem sanat ve kültür yaklaşımlarına yön veren kuruluşlardır.

1933’te Cumhuriyet’in 10. yılı münasebetiyle görkemli törenler yapılmış, “Türk beşleri” diye anılacak olan bestecilerden Cemal Reşit Bey (Rey) bugün de icra edilen 10. Yıl Marşı’nı bestelemiştir. 1934’te Ankara’da kurulan Devlet Mûsiki ve Temsil Akademisi bugünden bakınca mûsiki inkılâbını karara bağlamak için oluşturulan bir kuruldur. Kesin bir kurul kararı alamamasına rağmen bu kurul Özsoy, Bayönder, Taşbebek gibi ilk dönem operalarının da bestelenmesini içeren birçok sesli müzik sürecinin uygulaması olarak yakın tarihimizdeki yerini alır. 1930’ların ortalarında yurt dışından gelen Paul Hindemith, Ernst Praetorius, Lohmann gibi müzik eğitimcileriyle Macar bestecisi Bela Bartok, Ankara’da yerleşmekte olan çok sesli müzik ortamına katkıda bulunmuşlardır. İstanbul’da ise konservatuvarda süren Batı müziği eğitimi ve orkestrası, şehir bandosu ve Kadıköy Şark Müziği Orkestrası, çeşitli operet grupları gibi topluluklar eliyle sürdürülen müzik ortamında Türk mûsikisi görünür olmaktan çıkarak ancak meraklıların ve Türk mûsikisi taraftarı entelektüellerin zihninde, hususi hayatlarında devam etmektedir. İlk zamanlarda çok kısıtlı sürelerde Türk müziği yayını yapan radyonun icra kalitesi ve repertuvarı açısından giderek gelişen neşriyatı da mûsikiyi topluma ulaştıran önemli bir vasıta niteliğini taşımaktaydı. Geleneksel müziğin modern Türk müzikolojisine kavuşmasının öncülerinden müzikolog ve bestekâr Rauf Yektâ Bey ve onun kurduğu nazarî temelleri kendisinin 1935’teki ölümünden itibaren değiştirerek yaygınlaştıran Hüseyin Sadeddin Arel ve Mehmet Suphi Ezgi, Türk mûsikisi eğitiminin yasak olduğu yıllardaki ilmî çabalarıyla anılması gereken isimlerin başında gelir. Onların gayretleriyle bugün sürdürülen notalama, ses sistemi ve nazarî yaklaşıma geçilmiştir.

1943’te İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda kısıtlı bir kadroyla eğitimine ve İcra Heyeti yoluyla konserlere başlanabilen Türk müziğinin 1975 yılına kadar devlet katında bir destekten mahrum kaldığını söylemek gerekir. 1975’te Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak bir Türk Mûsikisi Devlet Konservatuvarı ve Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun kurulması bu yasağın fiilen sona erdiği tarih diye kabul edilebilir. 1983’te Türk Mûsikisi Devlet Konservatuvarı, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne bağlandıktan sonra hocalarına akademik statüye geçiş yolu açılmış, kompozisyon, halk oyunları, müzikoloji gibi bölümler eklenerek yüksek lisans ve doktora programlarına geçilmiştir. Ardından İzmir, Gaziantep ve başka illerde açılan, ancak Batı müziği eğitimi veren konservatuvarlara nazaran çok az sayıda olan müzik kurumları eliyle yerli mûsikiyi öğrenen gençler yetişmiş, çeşitli seslendirme topluluklarının artmasıyla geniş ölçüde Türk mûsikisi kadroları oluşmuştur. Ancak farklı kurumlarda öğretilmeye çalışılan müzik türlerinin esasen bu farklılığın ayrımcılığa dönüştüğü, birbiriyle etkileşmeyen, bilgi alışverişi yapmayan bir zihniyeti beslemeye devam ettiği unutulmamalıdır.

Cumhuriyet dönemi mûsikisine bestekârlar ve üretilen besteler açısından bakıldığında geçmiş mûsiki mirasının korunmasını hedefleyen çalışmaların giderek azaldığı, daha sonra adına Türk sanat müziği denen ve eski eserlerin basitleştirilip popüler amaca hizmet eden bir şekle sokulduğu görülmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında hayatta olan Muallim İsmâil Hakkı, Ali Rifat (Çağatay), Ûdî Sedat (Öztoprak), Tanbûrî Refik (Fersan), Mesut Cemil (Tel) beyler gibi gelenekten beslenen bestekârların ardından Ahmet Cevdet Çağla, Yesâri Âsım Arsoy, Emin Ongan, Münir Nurettin Selçuk gibi meşhur icracı-bestekârların geldiği ve geniş halk kitleleri tarafından benimsenen, daha modern üslûplu eserler besteledikleri söylenilebilir. Bu bestekâr kuşağının arasından Selahattin Pınar’ın şarkı formunu bol nağmeli ve süslemeli kullanımıyla piyasa tavrına yaklaştıran eserleri ve Sadettin Kaynak’ın genelde halk müziğini referans alan, usul ve makam geçkilerini sıkça kullanan tarzdaki eserleri halkın bu müzikle bağını sıkılaştıran örnekler olarak dikkat çekmektedir.


Çoğunlukla şarkılardan oluşan bu repertuvarın örnekleri “fasıl” adı altında yeniden düzenlenip gerek gazino gibi eğlence mekânlarında gerekse Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nda ve son dönemde özel kanallarda yer almaktadır. Aynı şekilde halk müziği repertuvarının da klasik örnekleri giderek terkedilmekte, bunların yerine imitasyon karakterli bestelerin icralarına ağırlık verilmektedir. Türk mûsikisi, özellikle ilk dönemlerde mûsiki cemiyetleri ve değişen toplum yaşayışı içinde etkisi artan piyasa fasıl müziği ve yapılan alaturka-alafranga polemikleri gibi kanallarla dağınık, çeşitlenmiş ve yozlaşmaya aday bir görüntü sergilemiş, Cumhuriyet’in başlarında yaşanan yasaklama da ayrışmaların derinleşmesine yol açmıştır. Bu ayrışmaların ve yozlaşmaların sonuçları, günümüzde önüne geçilemeyen hızdaki popülerleşme olgusu ve iletişim kanallarının yaygınlaşması vasıtasıyla daha açık görülebilmektedir. Türk mûsikisinin alanında imiş gibi görünen popüler müzik parçaları geleneksel mûsikinin makam ve ritimlerinin kullanılmasından dolayı yaygınlaşmış, ancak sanat değeri ve kalıcılık açısından geçmiş mûsiki kültürünün mirası olamamış örnekler biçiminde telakki edilmelidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Mahmud Ragıb [Gazimihal], Anadolu Türküleri ve Mûsıkî İstikbâlimiz, İstanbul 1928, tür.yer.; a.mlf., Türkiye-Avrupa Musiki Münasebetleri, İstanbul 1939, tür.yer.; a.mlf., Türk Askerî Muzıkaları Tarihi, İstanbul 1955, s. 41-54; İbnülemin, Hoş Sadâ, tür.yer.; Yaşar Okur, Atatürk’le Onbeş Yıl: Dinî Hatıralar, İstanbul 1962, s. 19-23; Muhittin Nalbantoğlu, İstiklâl Marşımızın Tarihi, İstanbul 1963, s. 145-161; Mustafa Rona, 20. Yüzyıl Türk Musıkisi, İstanbul 1970; Hikmet Nuri Tongur, İstanbul Belediye Konservatuarı, İstanbul 1973, s. 8-16; Leyla Saz, Harem’in İçyüzü (haz. Sadi Borak), İstanbul 1974, tür.yer.; Osman N. Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977, IV, 1509-1510, 1531-1534, 1578-1590; V, 1829-1850, 1951-1952; Atatürk Türkiyesi’nde Müzik Reformu Yılları, İstanbul 1982, s. 5-6, 18-19; A. Adnan Saygun, Atatürk ve Musıkî, Ankara 1982, s. 47; Gültekin Oransay, Atatürk+Küğ, İzmir 1985, s. 24-25, 107-127; a.mlf., “Çok Sesli Musıki”, CDTA, VI, 1517-1519; Rauf Yekta, Türk Musikisi, s. 54-56; Cumhuriyetin Sesleri (haz. Gönül Paçacı), İstanbul 1999, s. 10-19, 104-108, 122-128; Süleyman Kâni İrtem, Osmanlı Sarayı ve Haremin İçyüzü: Muzıka-i Hümayun ve Saray Tiyatrosu (haz. Osman Selim Kocahanoğlu), İstanbul 1999, s. 278-283; Özalp, Türk Mûsikîsi Tarihi, II, 3-12; Gönül Paçacı, Osmanlı Müziğini Okumak: Neşriyât-ı Musıkî, İstanbul 2010, tür.yer.; a.mlf., “Dârül-elhân ve Türk Musıkisi’nin Gelişimi”, TT, XI/121 (1994), s. 48-54; XI/122 (1994), s. 81-87; Nida Tüfekçi, “Türk Halk Müziği”, CDTA, VI, 1482; Öztuna, BTMA, I-II, tür.yer.

Gönül Paçacı Tunçay




Dinî Mûsiki. XIX. yüzyılın ilk yarısında özellikle devlet kademelerinde himaye görmeye ve teşvik edilmeye devam eden dinî mûsikiye asrın ikinci yarısında bu rağbetin yavaş yavaş azaldığı görülmektedir. Özellikle Sultan III. Selim zamanında pek çok cami na‘tı ve ramazan ilâhisi bestelenmiş, ancak seviyeli eser besteleyen sanatkârların giderek azalması cami ve tekke (tasavvuf) mûsikilerinde bir durgunluğun yaşanmasına yol açmıştır. Dinî mûsikinin mükemmel eserleri arasında yer alan na‘t ve duraklar kaybolmaya başlamış, mi‘râciyye ve mevlid besteleri çok az sayıda kişinin hâfızasında hayatiyetini devam ettirmeye çalışmıştır. Bu dönemde bazı yeni tekke ilâhileri bestelenmesine rağmen daha çok eskiden bestelenmiş ilâhiler okunmuş, sanat değeri yüksek eserlerin yerini öğrenilmesi kolay besteler almıştır. Ancak Mevlevî âyini besteciliğinde geçmiş yüzyıllara göre büyük bir ilerleme dikkati çekmektedir. XIX. yüzyıla kadar bestelenen Mevlevî âyini sayısı on altı iken sadece bu dönemde kırkın üzerinde âyin bestelenmiştir. Her şeye rağmen dinî mûsiki icraatı ve besteciliğiyle geleneklerini kesintisiz devam ettirmektedir.

XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür politikaları arasında yer alan mûsiki inkılâbı tamamen Batı müziği hâkimiyeti esası üzerine şekillenmiş, bu değişimden dinî mûsiki de nasibini almış ve önemli bir bölümünü kaybetmiştir. 30 Kasım 1925’te tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla yüzyıllar boyu dinî mûsikiye kaynaklık eden ve bu mûsikinin öğretilmesinde büyük payı olan bir kurum ortadan kalkmıştır. Asıl mekânlarıyla birlikte açık tarikat âyinlerinin de (zikirler) artık mevcut bulunmaması yüzünden icra mahallerinden yoksun kalan tekke mûsikisinin çeşitli formları zaman zaman düzenlenen özel dinî toplantılarda icra edilmeye devam edilmiştir. Bunlardan Mevlevî âyinlerinin, Osmanlı döneminin yoğun ve canlı dinî mûsiki icraları ile mukayesesi mümkün değilse de 1950’lerden sonra halka açık toplantılarda ve törenlerde seslendirildiği ve yeni bestelerle kuvvet kazandığı görülmektedir. Bunda özellikle devletin diğer tarikatlar yanında Mevlevîliğe biraz daha farklı yaklaşmasının da etkisi büyüktür. Bütün tekkelerin kapatılmasına rağmen Konya’daki Mevlevî Âsitânesi’nin kapanmaması önemli bir ayrıntıdır. Mevlevî âyini bestekârlığı bir sanat faaliyeti çerçevesinde nisbeten canlılığını korumuştur. Cumhuriyet döneminde elliye yakın Mevlevî âyini bestelenmiştir (Hüseyin Sadeddin Arel’in elli bir âyini bu sayının dışındadır). Ahmet Avni Konuk, Zekâizâde Ahmet Irsoy, Rauf Yektâ Bey, Sadettin Heper, Mehmet Râkım Elkutlu, Hâfız Kemal Batanay, Cinuçen Tanrıkorur, Necdet Tanlak, Zeki Atkoşar, Ahmet Çalışır bu bestekârlardan sadece birkaçıdır.

Bu dönemin ilk yarısında Muallim İsmâil Hakkı Bey, Zekâizâde Ahmet Irsoy, İzzettin Hümâyi Elçioğlu, Abdülkadir Töre, Ali Rıza Şengel gibi mûsikişinaslar klasik üslûba bağlı kalarak ilâhi formunu yaşatmaya çalışmışlardır. 1970’li yıllardan sonra tamburî Ahmet Hatipoğlu’nun bu forma yeni bir soluk getirdiği söylenebilir. Bestelerinin yanı sıra yeni form arayışlarıyla da dikkati çeken Hatipoğlu’nun Ankara Radyosu’nda kurduğu Türk Tasavvuf Mûsikisi Korosu ile hazırladığı mûsiki programları, radyo ve televizyon vasıtasıyla dinî mûsiki repertuvarının halka tanıtılmasında ve ulaştırılmasında çok etkili olmuştur. Aynı devirde salâ icraları giderek azalmış, bazıları tatbikat sahasından tamamen kalkmıştır. Nitekim yüzyıllarca okunan sabah salâsı, cuma ve bayram salâsı ile cenaze alayı esnasında okunan cenaze salâsı artık okunmaz olmuş, salât-ı ümmiyye ve salâtü selâm ise dinî tören ve toplantılarda okunmaya devam edilmiştir.

XIX. yüzyılın sonlarına kadar belirli bestesiyle okunmasına rağmen XX. yüzyılın başlarında bestesinin unutulması üzerine bahirler arasında belli bir makam sıralaması takip edilerek okunması sürdürülen Süleyman Çelebi’ye ait mevlidin Cumhuriyet’ten sonra da mübarek gün ve geceler (kandiller) başta olmak üzere sevinç ve üzüntülerin beraberce paylaşılması için düzenlenen toplantılarda okunması geleneği devam etmiştir. Özellikle 1950’den sonra halkın mevlide rağbeti fazlalaşmış ve yeni bir mevlid hamlesi başlamış, bu ilgiye bağlı olarak Ali Rıza Sağman Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar adlı bir eser kaleme almıştır. 1950’li yılların ardından radyolarda, daha sonra televizyon vasıtasıyla bu icralar geniş halk kitlelerine ulaşma imkânı bulmuştur. Bu arada Hâfız Kemal Batanay’ın mevlid bestesinin neşredilmediği için yaygınlaşamadığı da zikredilmelidir. Bu dönemde önemli mevlidhanlar yetişmiş, bunlar arasında Hâfız Sâmi, Hâfız Burhan, Süleymaniye Camii başmüezzini Hâfız Kemal, Beyoğlu Ağa Camii imamı Hasan Rıza, Yeraltı Camii imamı Üsküdarlı Ali Efendi, Muhyiddin Tanık, Kâzım Büyükaksoy, Zeki Altun, Kâni Karaca, Halil İbrahim Çanakkaleli, Fevzi Mısır,


Aziz Bahriyeli öne çıkan isimlerdir. Mi’râciyye okuma geleneği ise Cumhuriyet döneminde sadece küçük bazı grupların icralarıyla (meselâ Hopçuzâde Mehmet Şakir Çetiner ve arkadaşları gibi) sınırlı kalmıştır.

Ezan, 1932-1950 yılları arasında Türkçe olarak okunması dışında aslî şekliyle de okunmaya devam etmiştir. 1931’de Evkaf Umum Müdürlüğü’ne ve daha sonra (1950) Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak sürdürülen müezzinlik müessesesi, zaman zaman bazı kadro kısıtlamaları yaşansa da ülkede kesintisiz biçimde sürdürülmüştür. Bu arada müezzin kadrosu kalabalık büyük camilerdeki cumhur müezzinliği icraatının da günümüzde eski canlılığını kaybettiği belirtilmelidir. Önceleri müezzinler tarafından şerefe dolaşılarak okunan ezanlar zamanla mikrofonla şerefe kapısında ve ardından minare kapısında okunmuş, günümüzde ise merkezî sistemle ezan okuma yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu dönemin ünlü müezzinleri arasında Süleymaniye Camii müezzinleri Hâfız Şevket ve Hâfız Kemal, Üsküdar Yeni Vâlide Camii müezzini Hâfız Süleyman (Karabacak), Beyazıt Camii müezzini Hâfız Kerim (Akşahin) ile Aksaray Vâlide Camii müezzini Hâfız Cemal’den (Gürses) bilhassa söz edilmelidir. Son dönemlerde Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi bünyesinde açtığı bazı kurslarla ezanın güzel okunması konusunda faaliyetler göstermektedir. 1950’li yıllardan sonra dinî mûsikiye müfredat programlarında sadece Yüksek İslâm enstitüleri ve İlâhiyat fakülteleri gibi eğitim kurumlarında yer verilmiştir. Geleneğin genç kuşaklara aktarımında önemli roller üstlenen bu kurumlar, son yirmi beş yıl içerisinde açtıkları lisans üstü programlarla dinî mûsikinin akademik düzeyde ele alınmasını sağlamıştır.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Türk mûsikisi neşriyatı, XX. yüzyılın ilk yarısındaki ciddi çalışmalarla tesbit edilebilen repertuvarın halka ulaştırılmasında çok önemli rol oynamıştır. Dinî ve din dışı formlarda belirlenen eserler arasında neşredilemeyenler ise muhtemelen kaybolmuştur. Bu konudaki ilk neşir çalışması İstanbul Mûsiki Konservatuvarı tarafından yapılmıştır. 1926’da Dârülelhan’dan (İstanbul Mûsiki Konservatuvarı) Türk mûsikisi eğitimi ve öğretiminin kaldırılması üzerine oluşturulan, önceleri Rauf Yektâ Bey’in başkanlığında Zekâizâde Hâfız Ahmet Efendi ve Muallim İsmâil Hakkı beyler, daha sonraları Ali Rifat Çağatay, Mehmet Suphi Ezgi ve Mesut Cemil’in katılımıyla devam eden Tarihî Türk Mûsikisi Eserlerini Tasnif ve Tesbit Heyeti ilâhi, tevşîh, nefes ve Mevlevî âyinlerinden meydana gelen bir seri nota yayımlamıştır (1931-1939). Birçok dinî eserin plaklara okunması da bu çalışmanın diğer bir yönünü teşkil eder. Ardından gerçekleştirilen münferit dinî eser neşriyatı dışında Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından yayımlanan “Türk Mûsikisi Klasikleri İlâhîler” adlı seri (İstanbul 1979-1996), yüzyılın ikinci yarısında dinî mûsiki konusundaki en kapsamlı nota neşriyatı olarak nitelendirilmektedir. Ancak günümüzde gelişen teknoloji yardımıyla internet ortamında dinî mûsiki repertuvarına ulaşmak daha da kolay hale gelmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1943, II, 629-656; Gültekin Oransay, “Cumhuriyetin İlk Elli Yılında Geleneksel Sanat Musikimiz”, CDTA, VI, 1496.

Nuri Özcan




3. Eğitim Öğretim. Her kültür ve medeniyet kendi sosyal ve kültürel tarihinde, eğitim deneyimlerinde nasıl farklı aşamalardan geçmiş, evrimler yaşamış, özgün eserler ortaya koymuşsa Türkler de eğitim tecrübelerinde tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren bir yandan kendilerini öğrenmeye açık tutarken bir yandan da eğitim içeriğinden kurumlarına, öğretim yöntemlerine kadar başarılı deneyim ve örnekleri üretmekten geri kalmamışlardır. Sınıf farklılıklarının derin olmadığı, hayat boyu elde edilen deneyim ve birikimin öne çıktığı, mücadele ve eşitlik anlayışının özel bir yer tuttuğu Türkler’in Orta Asya dönemlerinde erdemli, onurlu ve cesur bir şekilde hayata katılma fırsatlarının bulunduğu belirtilmektedir. Kâşgarlı Mahmud’un ünlü Dîvânü lugāti’t-Türk’ü Türkler’in eğitim anlayışından izler taşırken hayatta sadelik, mertlik, cömertlik ve güzel ahlâk öne çıkan ilkeler olarak göze çarpar. Yûsuf Has Hâcib Kutadgu Bilig’de yer alan, “Bilgiyi ve anlayışı ulu bil, seçkin kulu bu iki şey yükseltir”; “Anlayışa ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan dil zenginliğinin değerini bil” gibi sözleriyle ilk dönemlerden itibaren Türk eğitim ve öğretim tasavvurunun şekillenmesinde önemli katkılar yapmıştır. X. yüzyılın ortalarına doğru İslâm’ı benimseyen Karahanlılar’ın, Bağdat’taki eğitim kurumlarını örnek alarak İslâmiyet’i yaymak ve eski inançlarla mücadele etmek için Türkistan ve İran’da okullar açtıkları bilinmektedir. İlk medresenin ne zaman ve nerede ortaya çıktığı tesbit edilemese de bu alandaki en ciddi girişim XI. yüzyılda Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ün öncülüğünde başlatılmıştır. Eyyûbîler, Anadolu Selçukluları, Artuklular ve diğer Türk devletleri çok programlı (fıkıh, tıp, astronomi, matematik) medreseler kurma konusunda önemli teşebbüslerde bulunmuştur. Günümüze kadar gelen Mardin’deki Kāsımiyye Medresesi, Artuklu döneminden kalma önemli bir eğitim-kültür mirasıdır.

XII. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan medreseler ve bunları besleyen vakıf düzeni sadece İslâm dünyasında yayılmakla kalmamış, komşu kültür ve medeniyetleri de etkilemiştir. Monica Gaudiosi, 1274’te kurulan ve modern yüksek okul sisteminin başlangıcı sayılan Oxford Üniversitesi, Merton College’ın oluşumunda, İngiltere’deki vakıf sistemi ve anlayışının gelişmesinde İslâm dünyasında uygulanan vakıf düzeninin etkili olduğunu tesbit etmiştir (CXXXVI/4 [1988], s. 1231-1261). George Makdisi, müslümanların açtığı eğitim ve bilim kurumlarının Avrupa’daki yüksek okul ve üniversite sisteminin


gelişmesine, hatta doktora ve kürsü gibi uygulamalara kaynaklık ettiğini ileri sürmüştür. Batı üniversitesinin Atina ve İskenderiye’nin değil Paris ve Bologna’nın, Paris ve Bologna’nın da Bağdat’ın mirasçısı olduğu iddia edilmektedir (Centres of Learning, s. 141). İslâm dünyasındaki bu deneyim ve birikim, daha sonra Olaf Pedersen’in de ifade ettiği gibi Avrupa’da yüksek eğitimin yeniden yapılanmasında rol oynayan en önemli etkenlerden biridir.

Osmanlılar. Bu büyük mirastan beslenen Osmanlılar’da sıbyan mektepleri, medrese ve Enderun ile daha yaygın olan cami, kütüphane, dârüşşifâ, rasathâne, muvakkithâne, dergâh, tekke gibi yarı dinî, yarı eğitimsel ve kültürel kurumlar, Ahîlik teşkilâtı ve loncalar gibi meslekî eğitim kurumları ortaya çıkmış, bunlar Osmanlı Devleti’ni yüzyıllarca beslemiş ve modern zamanlara kadar taşımıştır. Osmanlılar kuruluş döneminde mevcut eğitim kurumlarını kendi dünyalarına uyarlamada gecikmemiş; İznik, Bursa, Edirne, İstanbul medreseleri bütün İslâm dünyası için hem dinî ilimlerde hem felsefe, tıp, astronomi gibi bilimlerde merkez haline gelmiştir. Osmanlılar’da eğitim anlayışı ve kurumları dinî ağırlıklı olmakla birlikte felsefe, matematik ve astronomi gibi alanlar da zaman zaman medrese müfredatında yer bulmuş, bazan da dışlanmıştır. Özellikle XVII. yüzyılın ortalarında felsefî ilimlere karşı merkezdeki medreselerin ortaya koyduğu olumsuz tavır ve medrese müfredatındaki yozlaşma Kâtib Çelebi ve Hafâcî gibi dönemin ilim ve fikir adamları tarafından eleştiri konusu yapılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları Avrupa’da yapılan çalışmalardan yararlanarak çeşitli çeviri ve telif eserler ortaya koymuştur. XVIII. yüzyılın başlarında modern kozmoloji ve tabiat felsefesine yönelen Osmanlı düşünürlerinin bulunduğu bilinmektedir. XV-XVI. yüzyıllardan itibaren matematik bilimini ileri bir aşamaya taşıyan Osmanlı âlimleri Başhoca İshak Efendi ile modern matematiği kendi dünyalarına aktarmışlar, aynı zamanda Cambridge Üniversitesi üyeliğine kabul edilen Emin Paşa’nın Fransızca kaleme aldığı matematik sahasındaki eserlerle (DİA, XXXIII, 553) modern matematik alanında da dönemlerini yakalamaya çalışmışlardır. Tıp sahasında önceki medeniyetlerin deneyimlerinden faydalanan, Abbâsî ve Selçuklular’daki bîmâristanları devralan ve geliştiren Osmanlılar hem saray ve ordu hem de halk için sağlık hizmetlerini yaygınlaştırmışlar, tıp eğitimini ise bazan sağlık kurumları bünyesinde, bazan da müstakil konumda bulunan tıp medreseleriyle geliştirmişlerdir.

Modern anlamda sınıfların bulunmadığı, daha çok kitap ve hoca merkezli bir eğitim anlayışının uygulandığı medreselerdeki derslerde takip edilen öğretim seviyelerine bakılırsa genellikle üç aşamanın öne çıktığı görülür: Giriş (iktisâr), orta (iktisâ) ve ileri (istiksâ). Bazan yedi, bazan on, bazan da -Süleymaniye Medresesi’nde uygulandığı gibi- on iki seviyeye çıkan medrese yapılanmasında bu seviyeler öğretim düzeninde belirleyici olmuştur. Okutulacak kitaplar bu aşamalar dikkate alınarak tesbit edilmiş, ders kitaplarıyla derslerin içeriği ve öğretim yöntemleri seviyelere göre farklılaşmıştır. Medreselerde öğretim yöntemleri ezberleme, tekrarlama, anlama, müzakere ve not tutma şeklindeydi. Ayrıca medreseden mezuniyet esnasında veya müderris sıfatıyla görevlendirilmeden önce ortaya konan “ta‘lîkāt” adlı çalışmalarla medreseliler, kendilerine ait anlayışları da yansıtıp bir âlime bağlı şekilde herhangi bir konu veya eserle ilgili ilmî çabalarını değerlendirdikleri kısmen de olsa özgün eserler üretiyorlardı. Ta‘lîkāt tarzı eserlerde genel geçer bir yöntemin bulunmadığı, her bölgenin kendine has yöntemi inşa ettiği bilinmektedir. XVI. yüzyılda İstanbul’un önde gelen medreselerine müderris tayini için imtihandan başarıyla geçenlerden bazan bir ta‘lîkāt yazmaları istenirdi. Bu arada Türk eğitim tarihi açısından ilginç bir uygulama olarak, Fâtih Sultan Mehmed’in medrese teşkilâtını yapılandırırken kurduğu medreselerde sıbyan mekteplerinde muallimlik yapmayı düşünenler için ayrı dersler koyduğu ve bu dersleri görmeyenlerin sıbyan mekteplerinde muallimlik yapmalarını yasakladığı bilgisi aktarılabilir (Nâfi Atuf, I, 9). Medrese eğitiminden önce bugünkü ilköğretim seviyesinde eğitim veren, daha çok okuma yazma, Kur’an, ilmihal ve aritmetiğin öğretildiği, kızların da eğitim gördüğü sıbyan mektepleri Osmanlı ülkesinde köylere kadar yayılmıştı. Evliya Çelebi, XVII. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’da 1299 sıbyan mektebinin bulunduğundan bahseder. Onun verdiği rakamlar bazan abartılı olsa da XVI. yüzyılın sonlarında İstanbul’da uzunca bir süre kalan Protestan vâizi Salomon Schweigger da sadece İstanbul’da değil başka şehirlerde de çocuklara okuma yazmanın öğretildiği ilkokulların sayısının çok yüksek olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Türkler’in çocuk eğitimi konusundaki tavırlarını da günlüklerinde anlatan Schweigger çocukların Almanya’da olduğu gibi sertlik ve korku ile eğitilmediğini, Türkler’in de çocuklarını cezalandırdıklarını, ancak daha ölçülü ve sabırlı davrandıklarını, hıristiyanlarda yapıldığı gibi kızılcık sopası ile onları dövmediklerini söylemektedir (Sultanlar Kentine Yolculuk, s. 127).

Osmanlılar’da örgün bilimsel ve teknik eğitimin başlangıcı Humbaracı Ahmed Paşa’nın 1734’te Üsküdar’da açtığı Hendesehâne ile başlatılır. Daha sonra Çeşme


yenilgisi üzerine 1775’te Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun kurulur. Bu mühendishânenin özellikle yabancı hocalara çok bağlı kalması, onların da çeşitli sebeplerle ülkelerine dönmeleri yüzünden başarısız olması üzerine imparatorluk genelinde yeniden bir yapılanma süreci başlatan III. Selim 1795’te Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’u, kendi ifadesiyle “etraftan mühendis celbolunmaktan ise Devlet-i Aliyye’de bir mühendishâne” açmayı kararlaştırır (Kenan, Nizâm-ı Kadîm’den, s. 133-137). Her ne kadar Niyazi Berkes, III. Selim dönemini Türk çağdaşlaşma tarihinin ikinci aşaması diye gösterse de bu devir mühendishâne sınıflarına sıraların girmesinden matbaaya, hatta yabancı dil öğrenimine kadar Türk eğitiminde görülen yenilikler sebebiyle Türk eğitim tarihinde modern anlayışın ve kurumlaşmanın ilk ortaya çıktığı aşama olarak dikkat çekmektedir. Her şeyden önce III. Selim, imparatorluk düşüncesinin fizik dünyaya ve doğa bilimlerine bakan yönünü geliştirmeye çalışmış, öte yandan medreselere liyakati ölçü alan bir düzen getirmiş, bu arada ulemâzâdeye sınavsız müderrislik pâyesi verilmesi âdetini kaldırmıştır. III. Selim’in eğitim girişimleri II. Mahmud döneminde ve ardından XIX. yüzyıl boyunca ilerleyerek devam etmiştir. XIX. yüzyıl, Avrupa’da görüldüğü gibi Osmanlılar için de kendi dünyası ve dinamikleri çerçevesinde bir eğitim çağı olmuştur. II. Mahmud, 1824 tarihli fermanında para kazanmak için beş altı yaşlarındaki çocukların mektep yerine usta yanına verilmesini doğru bulmamış, çocukların iş yerlerine alınmasını yasakladığı gibi o dönemde çıraklık yapıp mektep tahsili görmeyenlerin de çalıştıkları yerden alınarak okullara devamlarının sağlanmasını emretmiştir. 1835’te ilk büyük askerî okul olan Mekteb-i Harbiyye açılırken öğrencilerine “nefer” yerine “talebe” denmiş, en başarılı olanlar her yıl gruplar halinde Avrupa’daki askerî akademilere gönderilmeye başlanmıştır. Harbiye, Bahriye, Hendese ve Tıp mekteplerine daha donanımlı öğrenci almak için sıbyan mektebinden sonra on üç yaşına kadar çocukların eğitimlerini sürdürebilecekleri rüşdiye mektepleri farklı isimlerle 1838’de açılmıştır. Bu dönemin dikkat çekici bir başka gelişmesi de özellikle 1819’dan itibaren misyoner okullarının imparatorluğun çeşitli bölgelerinde kurulmasıdır.

1839’da ilân edilen Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ile birlikte Tanzîmât-ı Hayriyye dönemi başlamış; Osmanlı eğitim anlayışında kişinin gerekli ilmihal bilgilerini öğrendikten sonra kimseye muhtaç olmayacak seviyede bir tahsil kazanması, ilim ve fen öğrenmesi, görgü kuralları ve erdemle donanıp kişiliğini geliştirmesi önem kazanmıştır. Okullara lisân-ı Osmânî, tarih ve coğrafya dersleri konmuş, bir Batı dilinin müfredatta yer alması kurala bağlanmış, anlaşılır bir dille halka hitap etmeye önem verilmiştir. Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e kadar geçen uzun dönemde temel eğitim kurumları daha yaygın, düzenli ve sistematik hale gelmiştir. 1847’de ortaokul (rüşdiye), 1850’lilerde modern anlamda ilkokul (ibtidâî), 1874’te ilk lise (idâdî) açılmış, nitelikli öğretmen yetiştirecek okullar tesis edilmiş, kısa ömürlü de olsa İstanbul Dârülfünunu bu devirde faaliyete geçmiştir (1863). Halka açık dersler 1863’te, yapılı yüksek öğretim programı 1869’da başlamıştır. Üst seviyedeki bürokratlardan çarşı esnafına kadar herkes eğitimle ilgilenmiş, muallim, mektep ve kalem halkın yoğun biçimde gündemine girmiştir. Bunun sebebi eğitimin artık kurtuluşun en önemli çaresi olarak görülmesidir. Bunu en çarpıcı şekilde dile getirenlerden Âlî Paşa, Osmanlı’yı oluşturan toplumların her bireyinin eğitim seviyesinin, bilgi ve donanımının en ileri noktaya götürülmesi gerektiğini belirtmiş, bu başarılamadığı takdirde Osmanlı Devleti “Çin seddi gibi hisarlar”la çevrilse bile daha bilgili ve eğitimli toplumların devlete üstünlük sağlayacağını, her şeylerini ellerinden alabileceklerini söylemiştir.

Modern eğitimin II. Mahmud’un saltanatının sonlarına doğru özellikle Tanzimat’la beraber Türkiye’ye gelmekle birlikte 1869’da Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi yayımlanıncaya kadar geçen uzun dönemin sistemsiz olduğu söylenebilir. Çeşitli alanlarda ihtiyaç duyulan okullar açılmışsa da bunlar arasında bağlantı ve bütünlük kurulamamıştır. Her okulun “bir adacık gibi” tek başına durduğu, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle bazan bir yapıya orta katından başlar gibi önce orta seviyedeki okulların açıldığı veya askerî olanla sivil olanın birbirine karıştığı bir ortamda temel eğitimden yüksek eğitime kadar bütün okulların, bilhassa medreseler, meslek okulları ve giderek artan azınlık okullarının Osmanlı eğitim düzeni içinde âhenkli bir yere oturtulması ancak 1869’dan sonra sağlanabilmiştir. Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nin ardından maarif merkez teşkilâtı şekillenmiş, okullar sistemli bir düzene girmiş, dârülfünunun kurulmasına karar verilmiş, ilköğretim kız çocuklarını da içine alacak biçimde zorunlu hale getirilmiştir. Tanzimat döneminde kız ve erkek öğretmen okulları, kız ve erkek teknik okulları tarzında değişik alanlarda önemli girişimler yapılmıştır. Bunlardan ilki 1847’de Yeşilköy’de açılan Ziraat Mektebi’dir. Meslekî eğitim alanındaki bu girişimler imparatorluğun çeşitli bölgelerinde hızlanarak devam edecektir. Midhat Paşa, Tuna valiliği esnasında bu meslek okullarından başka Balkanlar’da yetim ve fakir çocuklar için iş okulu tarzında öğrencilerine hem meslek edindirme hem iş kurmada yardımcı olan ıslahhâneler açmıştır.

Osman Nuri Ergin maarifte yayılma ve ilerleme seneleri diye adlandırdığı, Kānûn-ı Esâsî’nin ilânından itibaren otuz iki yıl süren II. Abdülhamid iktidarı döneminde, o zamana kadar “İstanbul surlarının içine hapsedilmiş olan” okullaşma ve eğitim faaliyetlerinin vilâyetlere ve imparatorluğun bütün bölgelerine yayıldığını ifade etmektedir (Türkiye Maarif Tarihi, III-IV, 874). XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dikkat çeken bir başka husus Avrupa’nın bilim, teknoloji ve ekonomiye dayalı ilerlemesini idrak eden ve bunun Osmanlı dünyasına kendine özgü yapı ve dinamikler içerisinde yansıması için uğraşan Nâmık Kemal ve Ziyâ Paşa gibi düşünürlerin de katkılarıyla Osmanlı bürokratları ile aydınlarının modern eğitim anlayış ve kurumlarının nasıl gerçekleşebileceğini kavramalarıdır.

Öte yandan, II. Mahmud’dan II. Abdülhamid döneminin sonlarına kadar eğitimin pek çok alanında önemli girişimler ve yenilikler yapılmasına rağmen medreselerin ihmal edilmesi yüzünden bu kurumlardaki eğitim daha da kötüye gitmiştir. Eğitimdeki yenileşme hareketleri içerisinde medreselerin göz ardı edilmesinin önemli sebeplerinden biri, bu devirde medreselerin ve temsil ettiği zihniyetin ıslahının imkânsız olduğu şeklinde bir düşüncenin ortaya çıkmasıdır. XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde artık medreseliler de bu bozulmadan şikâyet eder hale gelmiş, nihayet İttihatçılar döneminde medreselerin ıslahı arayışları gündeme gelmiştir. Tanzimat’ın eğitim politikası temelde Osmanlılık ilkesine dayandırılmış, açılan yeni okullarda müslüman ve gayri müslim her uyruğun eğitilmesi ve Osmanlılık bilincini elde etmesi hedeflenmiştir. Bu politika 1912’deki Balkan bozgununa kadar varlığını devam ettirmiş, ancak bu ağır bozgunla birlikte Osmanlılık ideali iflâs


edince yerini millîlik ve Türklüğün eğitim alanına yansımasıyla millî terbiye vurgusu almış, hatta Arap alfabesi yerine yeni alfabe arayışları bile görülmüştür. Ziya Gökalp, kozmopolit eğitim anlayışıyla suçladığı dönemin medrese ve mektep eğitiminde en önemli eksiğin millî terbiye olduğunu, bunun ülkeyi tahrip ettiğini belirttikten sonra millî eğitim anlayışını hayata geçirebilmek için dinde, ahlâkta, hukukta, dilde, güzel sanatlarda ve iktisatta Türk kişiliğinin keşfedilmesinin zorunlu olduğunu belirtmiştir (Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, I, 28, 171).

II. Meşrutiyet’in ilânıyla (1908) başlayan dönem, önceki devirle mukayese edilmeyecek derecede özgür bir ortamın sağladığı fırsatlar içerisinde imparatorluğun geçmişine, o anki durumuna ve geleceğine yönelik siyaset, kültür ve eğitime ilişkin her sorunun rahatça ortaya atıldığı, “Bu imparatorluk nasıl kurtulur?” sorusunun içtenlikle tartışıldığı, aynı zamanda verilen cevaplara göre siyasî hareketlerin ve eğitim politikalarının şekillendiği bir dönemdir. Türk eğitim tarihinde genellikle tartışma ve bocalama dönemi olarak geçen bu önemli aşamada eğitimin millîleştirilmesi, kızların yüksek öğretim kurumlarına alınması ve alfabenin değiştirilmesi teşebbüsü eğitimde yaşanan önemli gelişmelerdir. Bu devirde eğitimdeki tartışmaların somuta dönüştürülmesi konusunda bir bocalama yaşandıysa da teorik çerçevede modern Türk eğitim felsefesinin öncü fikirleri ortaya atılmış, bu birikim Cumhuriyet’ten sonraki uygulamalarda etkili olmuştur. “Fenn-i terbiye” türü eserlerin yavaş yavaş görülmeye başlandığı bu devirde eğitimci-şair Tevfik Fikret, “yeni mekteb”inde bir yandan nazarî eğitimden ziyade tecrübe ederek öğrenmeye dayalı eğitim anlayışı sayesinde öğrencilerde merakın tetiklenmesini ve bu sayede inceleme ve araştırma ruhunun gelişmesini hedeflerken diğer yandan “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” öğrenciler yetiştirmek için çaba harcamış, kızların eğitimine ayrı bir önem vermiş, kadınların alçaldığı bir toplumda insanlığın yükselemeyeceğini anlatmaya çalışmıştır. Öte yandan Fikret benmerkezli bir ahlâk yerine toplumcu ahlâk anlayışını inşa etmenin yollarını aramıştır. Ziya Gökalp ise kültür ve medeniyet arasında yaptığı ayırımı terbiye ve tâlime de uygulayarak Avrupa ülkelerinde olduğu gibi temel ve orta öğretimde millî kültür ve terbiyenin verilmesini, üniversitede ise evrensel olması gereken bilimin öğretilmesini savunmuştur (a.g.e., I, 27).

II. Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte temel eğitimdeki kurumlaşma çerçevesinde bazı girişimler yapılmış, okul öncesi eğitimle ilgili ilk yasal düzenleme Tedrîsât-ı İbtidâiyye Kanunu ile 1913 yılında gerçekleşmiş, böylece ana okulları açılmıştır. İlköğretime bağlı zorunlu eğitim kurumları olan bu okullar 1915’te Ana Mektepler Nizamnâmesi’nin yayımlanmasıyla kurulmuştur. Bu dönemde meslekî ve teknik eğitim alanında da önemli teşebbüsler olmuş, Polis Mektebi’nden (1909) Dârülbedâyi’e (1914) ve Orman Ameliyat Mektebi’ne (1915) kadar farklı alanlarda okullar açılmıştır. 1910’da çıkarılan Medâris-i İlmiyye Nizamnâmesi’yle medrese müfredatına dinî ilimlerin yanı sıra matematik, geometri, fizik ve kimya gibi dersler konmuştur. II. Meşrutiyet, Balkan ve I. Dünya savaşları gibi iki büyük bozgunun yaşandığı bir dönem olmasının yanında Türk düşünce ve eğitim hayatı açısından Cumhuriyet devrindeki uygulamaları hazırlayan birçok fikrin ortaya atıldığı “özlü bir dönem” olmuştur (Tunaya, s. 1).

Türkiye Cumhuriyeti. Gösterilen bütün çabalara rağmen halkın eğitimi konusunda nitelikli kadrolara ulaşamamış ve yeterli derecede kurumsallaşamamış, hatta zaman zaman ayrışmış ve bölünmüş (mektepli ve medreseli gibi) bir Osmanlı eğitim deneyimini devralan Cumhuriyet, yeni eğitim politikasını belirlerken Avrupa’daki gelişmelerle de örtüşecek biçimde millî bir tavır sergilemenin yanında laik bir yönelim göstermiş, böylece eğitim giderek modern ve laik bir çizgi takip ederek kadrolaşması ve kurumsallaşması buna göre düzenlenmiştir. Atatürk’e göre Cumhuriyet’in eğitim felsefesi millî olmalıydı; çünkü diğer eğitim anlayışları, özellikle de esaret ve zillet zincirleri altında kalan milletlerin ailede ve okulda aldıkları mânevî terbiye ve ahlâk onlara bu zincirleri kırabilecek meziyyet-i insâniyyeyi vermemiştir (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, 206). Mektep genç dimağlara insanlığa hürmeti, millet ve memleket muhabbetini, şerefli istiklâli öğretmeli, en mühim vazife maarif işleri olmalı, öğretme vazifesi güvenilir ellere teslim edilmeli, muallimlik diğer yüksek meslekler gibi refah teminine müsait bir meslek haline konmalıdır. Cumhuriyet’in eğitim felsefesinin temelinde fikri hür, vicdanı hür birey yetiştirme anlayışı yer almıştır. Bunun başarıya ulaşabilmesi için bireyin etnik geçmişinden veya dinî/mezhebî kökeninden bağımsız şekilde hareket edebilmesi ve karar verebilmesi hedeflenmiştir. Özgür bireyin yetiştirilmesi üzerinde özellikle durulmasında böyle bir ferdin insanlara etnik ve dinî kimliğine bakarak yaklaşmasına engel olunması gibi bir insanî tavrın teşekkülü amaçlanmıştır. Cumhuriyet hükümetinin kurulduğu ilk günlerde Osmanlı döneminden miras kalan mektep-medrese ayrışması daha da derinleşerek devam ediyordu. II. Meşrutiyet devrinde medreselere modern pedagojik yöntemlerin ve konuların girmesine, bazı yeniliklerin yapılmasına rağmen bu ayrışma bitmemişti. Öte yandan Avrupa’daki modellere göre geliştirilen mekteplerde de bir birlik sağlanamamıştı. Yüksek askerî okullar kendi liselerini ve ortaokullarını kurmuş, her bakanlık ihtiyaç duyduğu elemanları yetiştirmek için kendine bağlı okullar açmış, böylece Osmanlı eğitim kurumları Harbiye Nezâreti, Maârif-i Umûmiyye Nezâreti,


Evkaf Nezâreti, Şer‘iyye Nezâreti (Ders Nezâreti), Ziraat, Ticaret, Orman, Maâdin vb. nezâretler tarafından yönetilir hale gelmiştir (Ergün, s. 46). Bu durum eğitim kurumlarının uyumlu çalışmasına ve bir düzen kazanmasına engel olmuştur.

1921’de yapılan Maarif Kongresi’nden itibaren Türk eğitiminin bu temel sorunu çeşitli ortamlarda tartışılmaya başlanmış, nihayet 3 Mart 1924’te çıkarılan Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile Şer‘iyye ve Evkaf nezâretleri lağvedilmiş, medreseler Maarif Vekâleti’ne devredilerek tedrîcen kapatılmıştır. Kanun tasarısını hazırlayanlar gerekçelerini bu girişimle Tanzimat’tan beri devam eden ve birbiriyle uyuşmayan iki farklı eğitim, dolayısıyla iki farklı düşünce ve duyguda birey yetiştirme sorununun çözüleceğine, eğitim sisteminin artık bir millet yetiştireceği tezine dayandırmıştır. Ayrıca kanunda Maarif Vekâleti’nin Dârülfünun’da bir İlâhiyat Fakültesi tesis edeceği ve imâmet ve hitâbet gibi din hizmetlerinin ifasıyla mükellef memurların yetişmesi için ayrı mektepler açacağı belirtilmiştir. Bu çerçevede medreselerin yerine İmam-Hatip mektepleri ve İstanbul Üniversitesi’nde İlâhiyat Fakültesi kurulmuş, askerî idâdîler liseye dönüştürülmüştür. Bu okullarda öğretmenlik yapan subaylardan bazıları lise öğretmeni olarak tayin edilmiş, askerî okullar 1925’te Millî Müdafaa Vekâleti’ne bağlanmıştır. Türk eğitim tarihi açısından önemli dönüşümlerin yaşandığı 1924’teki bir başka gelişme, merkezî teşkilâttan meslekî eğitime kadar çeşitli alanlarda rapor sunmak üzere yurt dışından uzman eğitimcilerin davet edilmesidir. Bunların başında döneminde yankı uyandıran Democracy and Education’ın yazarı John Dewey gelir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu eğitimcilerin ülkedeki eğitim sisteminin çeşitli açılardan geliştirilmesine dair sunduğu raporlar eğitimciler ve bürokratlar tarafından ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik yapısına uyarlanarak kısmen de olsa hayata geçirilmiştir.

Okul programlarına Osmanlılık yerine Cumhuriyet’i öne çıkaran bir muhteva getirilmiş, 1924 müfredat değişikliğiyle ilkokullar birinci devrede üç sınıf, ikinci devrede iki sınıf olmak üzere beş yıl halinde düzenlenmiştir. Müfredatta Türkçe, hayat bilgisi, hesap-hendese, resim, el işi ve müziğin yanı sıra üçüncü sınıftan itibaren din dersi programa girmiş, ikinci devrede ayrıca tarih, coğrafya, tabiat bilgisi, yurt bilgisi dersleri yer almıştır. Müfredat düzenlenmesinde dikkat çeken bir nokta da eski programlarda dersler ve konular birbirinden ayrı şekilde ele alınmışken yeni müfredatta ders konularının birbiriyle bağlantılı ve insicamlı olmasıdır. Mustafa Kemal, eğitim programında başarılı olabilmek için takip edilmesi gereken müfredatın özelliklerini şu şekilde belirlemişti: “Program milletimizin bugünkü haliyle, içtimaî, hayatî ihtiyacı ile, muhitî şartlarıyla ve asrın icaplarıyla tamamen mütenâsip ve mütevâfık olsun. Bunun için muazzam ve fakat hayalî, muğlak mütalaalardan tecerrüd ederek hakikate nâfiz nazarlarla bakmak ve el ile temas etmek lâzımdır” (İlkokul Programı, s. iii). 1926, 1936, 1962 ve 1968’de önemli değişimlerden geçen öğretim programları dönemin siyasal, toplumsal ve kültürel tercih, tartışma ve yönelimleriyle irtibatlı olarak 1973, 1982, 1997 ve 2006’da da çeşitli açılardan gözden geçirilip yeniden düzenlenmiştir. Cumhuriyet devrinde eğitimdeki diğer önemli bir uygulama da karma eğitimdir. 1924’te ilkokullarda, 1928’de ortaokullarda, 1934’te liselerde ve 1937 yılında köy ilkokullarında karma eğitime geçilmiştir. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan, okur yazarlığı kolaylaştırmak ve yaygınlaştırmak için Latin harflerine geçiş tartışmaları 1928’de noktalanmış ve Türkçe yeni harfleriyle tanışmış, ertesi yıl Arapça ve Farsça okul müfredatından çıkarılmıştır. 1935’ten itibaren ilkokul müfredatına cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık ilkeleri eklenmiştir (Sakaoğlu, s. 211-218).

1926’da çıkarılan Maarif Teşkilâtı Kanunu’ndan sonra merkezde İlköğretim Genel Müdürlüğü, Halk Eğitimi Terbiyesi Şubesi, Dil Heyeti kurulmuş, 1921’de oluşturulan Telif ve Tercüme Dairesi, Tâlim ve Terbiye Dairesi’ne dönüştürülmüş, belirli bölgelerde maarif emirlikleri kurulmuştur. Kısa bir zaman sonra Halk Eğitimi Terbiyesi Şubesi kapatılarak görevleri İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir. Merkezdeki bu oluşumların yanı sıra ülkede okur yazarlık düzeyini yükseltmek için 1925’te çeşitli yörelerde yetişkinlere yönelik millet mektepleri açılmış, Latin harflerinin kabulünün ardından giderek yoğunlaşan bir okuma yazma seferberliği başlatılmıştır. Yüz binlerce yurttaşın katıldığı bu yaygın eğitim sürecine yaptığı katkılardan dolayı Mustafa Kemal’e “başöğretmen” unvanı verilmiştir.

Temel eğitim ve halk eğitiminde yapılan düzenlemelerden sonra 1930’dan itibaren yüksek öğretim konusunda da somut adımlar atılmaya başlanmıştır. Aslında I. Dünya Savaşı yıllarında dârülfünunun yeniden yapılandırılması gündeme gelmiş, bu hususta yabancı uzmanlardan yararlanmak için girişimlerde bulunulmuş, Almanya ve Avusturya’dan hocalar getirilmiş, ancak dil sorunu yüzünden enstitülerde ve laboratuvarlarda yapılan çalışmalar dışında onlardan fazla verim alınamamıştır. Öte yandan Balkan ve I. Dünya savaşlarında lise öğrencilerinin askere alınması ve geride kalanların geçim derdine düşmesi sebebiyle dârülfünun ve yüksek okullar öğrencisiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca bu okulların öğrenci kabul şartlarında değişikliğe gidilmiş, liselerin ilk devresini bitirenler bile kabul edilir hale gelmiştir (Ergün, s. 81). İstanbul’daki genç erkeklerin hem askerî hem iktisadî açıdan sıkıntı yaşadığı bu dönemde kız sultânîlerini bitirenler dârülfünunda en nitelikli öğrenciler olarak öne çıkmıştır. 1930’lara gelindiğinde dârülfünunun ıslahı yeniden ele alınmış, üniversitenin mevcut yapısı ve eğitim kalitesi hususunda bir rapor hazırlaması için İsviçreli eğitimci Albert Malche davet edilmiştir. 1932’de İstanbul’a gelerek çeşitli anket ve gözlemler yapan Malche aynı yıl raporunu hükümete sunduktan sonra İstanbul Dârülfünunu 1933’te kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi kurularak Türkiye’de yüksek öğretim konusunda yeni bir sayfa açılmıştır.


Bir yandan İstanbul’da reform çalışmaları sürerken diğer yandan Ankara’da farklı tarihlerde çeşitli yüksek öğretim okulları kurulmuştur: Hukuk Mektebi (1925), Ziraat Enstitüsü (1930), Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (1935), Fen Fakültesi (1943), Tıp Fakültesi (1945), İlâhiyat Fakültesi (1949) (Akyüz, s. 311).

Üniversitelere özerklik ve tüzel kişiliğin verildiği 1946’daki yeni yapılanma yüksek öğretimde uzun süre geçerli olmuş; Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi (1955), İzmir’de Ege Üniversitesi (1955), Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi (1957) ve Erzurum’da Atatürk Üniversitesi (1958) açılmıştır. Üniversite öğretimi konusunda 1973’te yeni bir düzenleme yapılmakla birlikte 1981’de çıkan Yüksek Öğretim Kanunu ile üniversitelerin yapısı ve işleyişi kapsamlı biçimde değiştirilmiş, yüksek öğretimle ilgili üst kuruluşlar olarak Yüksek Öğretim Kurulu ve Üniversiteler Arası Kurul ihdas edilmiştir. 1982’de çıkarılan 41 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnâme ile (daha sonra 2809 sayılı kanun) ülkedeki bütün yüksek öğretim kurumları üniversitelere bağlı fakülte, yüksek okul ve enstitülere dönüştürülerek yeniden yapılandırılmıştır. Halen varlığını sürdüren Yüksek Öğretim Kurulu yüksek öğretimi düzenlemekte ve yüksek öğretim kurumlarının faaliyetlerine yön vermektedir. Cumhuriyet’in kuruluşunda bir üniversiteye sahip olan Türkiye’de 2010 yılı sonu itibariyle üniversite sayısı 103’ü devlet, elli üçü vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 156’ya yükselmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan halk dershaneleri dönüştürülerek hem ülkedeki okuma yazma oranını yükseltmek hem de Cumhuriyet ilkelerini, dünya görüşünü ve yaşam tarzını halka öğretmek üzere yaygın bir şekilde millet mektepleri açılmıştır (1928 ve sonrası). Şehirlerdeki modern eğitim imkânlarının Türkiye nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı taşraya da yansıması bakımından gösterilen çabalar arasında kırsal kesimlerdeki insanlara temel eğitim vermenin yanında köylüye nitelikli üretim becerileri kazandırmak amacıyla 1940’ta özgün bir eğitim kurumu olan Köy enstitüleri açılmıştır (bk. KÖY ENSTİTÜSÜ).

Günümüz Türk millî eğitim sisteminin genel yapısı 1973’te çıkarılan 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile birlikte örgün ve yaygın eğitim şeklinde iki ana başlık altında tasarlanmıştır. Belirli yaştaki bireylere amaca göre hazırlanmış programlarla okullarda düzenli biçimde verilen örgün eğitim okul öncesi eğitimi, ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim kurumlarını kapsamaktadır. Yaygın eğitim ise örgün eğitim sistemine ya hiç girmemiş veya herhangi bir kademesinde bulunan ya da bu kademelerden ayrılmış bireylere ilgi ve ihtiyaç duydukları alanda bilgi ve beceri kazandırmayı amaçlayan eğitim faaliyetlerini içermektedir (Türk, s. 95). 1739 sayılı kanunda genel ve özel amaçları tanımlanan Türk millî eğitiminin ayrıca bu hedefleri besleyen on dört maddelik temel ilkeleri bulunmaktadır. Buna göre Türk eğitiminin genel amacı halkın bütün fertlerini beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan yapıcı, yaratıcı kişiler olarak eğitmenin yanı sıra Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı; Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, mânevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir. Ayrıca bireylerin ilgi ve kabiliyetlerini geliştirip gerekli bilgi, beceri ve davranışları, birlikte iş görme alışkanlığını kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve meslek sahibi olmalarını sağlamak gibi genel hedefleri bulunan Türk eğitim sisteminin özel amaçları, çeşitli derecede ve türdeki eğitim kurumlarını bu genel amaçları ve


temel ilkeleri gerçekleştirecek şekilde düzenlenmektedir. Türk millî eğitiminin on dört temel ilkesi Millî Eğitim Temel Kanunu’nda (4-17. md.ler) şu şekilde belirlenmiştir: Genellik ve eşitlik (eğitim kurumlarının dil, ırk, cinsiyet ve din ayırımı yapmaksızın herkese açık olması), ferdin ve toplumun ihtiyaçları, yöneltme (bireylerin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda çeşitli program veya okullara yönlendirilmesi), eğitim hakkı, fırsat ve imkân eşitliği, süreklilik, Atatürk inkılâp ve ilkeleri, Atatürk milliyetçiliği, demokrasi eğitimi, laiklik, bilimsellik, planlılık, karma eğitim, okul ile ailenin iş birliği, her yerde eğitim (Ada-Baysal, s. 39-42).

XIV. Millî Eğitim Şûrası’nda tanımı ve kapsamı belirlenen okul öncesi eğitimi, otuz altı-yetmiş iki ay grubundaki çocuklar için ailelerin tercihine bağlı olarak verilen bir eğitimdir. 2009-2010 eğitim döneminde otuz iki ilde beş yaşındaki bütün çocukların katıldığı resmî ve özel okul öncesi eğitim programları anaokulları, uygulamalı ana sınıfları ve ana sınıfları adıyla başlamıştır. Ülke genelinde 2010-2011 okul döneminde okul öncesi kayıt oranı üç-beş yaş grubunda %26,2, dört-beş yaş grubunda %38,2, beş-altı yaş grubunda %64,4 olmuştur. 1997’de ilköğretimi bütünlük içinde ele alan yeni bir düzenlemeyle zorunlu eğitim süresi sekiz yıla çıkarılmıştır. Altı-on dört yaş grubunu içine alan bu örgün eğitim programına ülke genelinde 2010’da katılım oranı %98’e çıkmıştır. Okul öncesinden üniversiteye, örgün eğitimden yaygın eğitime kadar bütün eğitim basamakları içerisinde zorunlu olan tek eğitim basamağı ilköğretimdir. Sekiz yıllık temel eğitim veren bu okullar şunlardır: İlköğretim Okulları, Yatılı İlköğretim Bölge Okulları, Pansiyonlu İlköğretim Okulları, İşitme Engelliler İlköğretim Okulları, Görme Engelliler İlköğretim Okulları, Ortopedik Engelliler İlköğretim Okulları, Zihinsel Engelliler İlköğretim Okulları, Özel Türk, Yabancı Azınlık Uluslararası İlköğretim Okulları (Şişman-Taşdemir, s. 88). 2006’da ortaöğretimin yeniden yapılandırılması projesi çerçevesinde eğitim sistemi içinde var olan otuz farklı lise türü ve çeşitliliği yerine program tür ve çeşitliliğini kapsayacak ve programlar arası geçişleri kolaylaştıracak şekilde geniş tabanlı bir ortaöğretim sisteminin kurulması amaçlanmıştır. Bu projeyle ortaöğretimdeki araç gereç ve materyallerin niteliğinin yükseltilmesi, insan gücü ve kaynak israfının önlenmesi, ortaöğretimdeki öğrencilerin %65’inin meslekî ve teknik eğitime, %35’inin akademik eğitime yönlendirilerek insan gücü, eğitim düzeni ve istihdam arasındaki dengenin sağlanması hedeflenmiştir (Türk Eğitim Sistemi 2007, s. 29). Bu arada 2005-2006 öğretim döneminden itibaren üç yıllık meslekî ve teknik liselerle genel liselerin eğitim öğretim süreleri dokuzuncu sınıflardan başlamak üzere kademeli şekilde dört yıla çıkarılmıştır.

Türkiye’nin gerek Avrupa Birliği ile olan ilişkileri gerekse bulunduğu coğrafî konumun ve özellikle günümüzde herkesin bir şekilde mâruz kaldığı küreselleşme olgularının ortaya çıkardığı çok yönlü ihtiyaçlarla bağlantılı olarak okullaşma düzeninin yanı sıra öğrenme imkânı sunan bütün ortamların devreye sokulmasına yönelik biçimde Türk eğitim sisteminde yaygın eğitim genel ve meslekî teknik alanlar şeklinde ikiye ayrılıp yaşam boyu öğrenmenin düzenli şekilde sürdürülmesi hedeflenmiştir. Yaygın eğitim kurumları arasında yer alan halk eğitim merkezleri, çıraklık eğitim merkezleri, olgunlaşma enstitüleri, eğitim ve uygulama okulları (özel eğitim), açık öğretim lisesi vb. kurumlarda genel hatlarıyla meslek, okuma yazma, sosyal ve kültürel kurslar ve uygulamalar her yaş ve eğitim düzeyindeki bireylere yönelik olarak yapılmaktadır. Yaygın din eğitimi alanında 1926’dan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı şekilde hizmet veren bir başka eğitim kurumu da Kur’an kurslarıdır (bk. KUR’AN KURSU).

Türk eğitim tarihinde ilk bakanlık Osmanlı Devleti döneminde Maârif-i Umûmiyye Nezâreti adıyla 1857’de kurulmuş, 1923’te İstanbul’daki Maarif Nezâreti kapanırken Ankara’da Maarif Vekâleti örgütü genişleyerek yoluna devam etmiş, daha sonra on bir birim halinde yeniden düzenlenmiştir. Maarif Vekâleti’nin merkez örgütünü düzenleyen ilk kanun 22 Mart 1926’da yürürlüğe girmiştir. Bu tarihten itibaren bazan Kültür Bakanlığı (1935-1941) bazan Maarif Vekilliği (1941-1946) ismiyle anılan bakanlık 1983’te Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı haline getirilmişse de 1989’da yeniden Millî Eğitim Bakanlığı adını almıştır. Bakanlık içindeki en önemli kurum başta eğitim sistemi, eğitim plan ve programları olmak üzere ders araç gereçlerini araştırmak ve geliştirmek, öğretim programlarını ve ders kitaplarını incelemek ve yenilemek, Millî Eğitim Şûrası’nın sekreterliğini yapmak gibi görevleri olan Tâlim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’dır. Millî Eğitim Bakanlığı merkez teşkilâtı içinde yer alan çeşitli ana hizmet birimlerinin yanı sıra farklı genel müdürlükler bulunmaktadır. Bunlar arasında Ortaöğretim Genel Müdürlüğü, Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürlüğü ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü gibi birimler yer alır (a.g.e., s. 35-36). Türk eğitim sisteminin en özgün faaliyetlerinden biri, 1939’dan itibaren yaklaşık beş yılda bir yapılan ve çalışmaları kanunla düzenlenen Millî Eğitim Şûrası’dır. Ülkedeki eğitim düzenini ve anlayışını demokratikleştiren bu şûralarda öğretmenler, bilim insanları, bakanlık mensupları, kamu ve özel kurum, sendika, dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşları dahil olmak üzere farklı uzmanlık alanlarından yüzlerce katılımcı yaklaşık bir hafta boyunca eğitim sistemini geliştirmek ve niteliğini yükseltmek, önemli eğitim sorunlarını tartışmak, çözüm önerileri ve yeni modeller üretmek için bir araya gelmektedir. Son olarak on sekizincisi 2010’da yapılan şûralar Millî Eğitim Bakanlığı’nın danışma organı niteliğindedir.

Dünyadaki yeni gelişmelerle bir taraftan insanın öğrenme imkânları önceki nesillerin hayal bile edemeyeceği ölçüde zenginleşirken diğer taraftan öğretim sürecinde öğrenen bireye aktif unsur olma sorumluluğunu vermeyi hedefleyen “öğrenen merkezli eğitim” anlayışının gelişmeye ve yaygınlık kazanmaya başladığı XXI. yüzyılın ilk yıllarında, Türk eğitim sistemi de bu anlayışın daha etkin ve işlevsel bir şekilde kullanımını kolaylaştırmayı sağlayan eğitimde yapılandırmacılık yöntemini benimsemiş, 2005-2006’dan itibaren ülke genelinde ilk ve ortaöğretim programları yapılandırmacı anlayışa göre yeniden tasarlanmıştır. Sadece öğrenciyi değil okulu da eğitim açısından daha aktif bir sürece zorlayan öğretim programındaki bu değişiklik öğretmenleri de hem öğretim yöntemlerinde hem içerikte yeni arayışlara yönlendirmiştir.

1923-1924 eğitim döneminde 10.238 öğretmen 4894 ilkokulda 341.941 öğrenciye eğitim verirken bu rakamlar 2009-2010 döneminde 33.310 ilköğretim okulu, 485.677 öğretmen ve 10.916.643 öğrenciye yükselmiştir. Ortaöğretim kurumlarında meslekî ve teknik liseler dahil 1923’teki lise sayısı seksen yediden 2010’da 9813’e, öğrenci sayısı da 7788’den 4.240.139’a çıkmıştır. 1923’te fakülte ve yüksek okul sayısı dokuz iken 2009’da 1495’e, öğrenci sayısı 2915’ten 2.757.828’e ulaşmıştır (Millî Eğitim İstatistikleri, s. 11). Temel eğitimden yüksek öğretime kadar bütün eğitim


kurumları ve anlayışlarının toplum yapısındaki değişimlerle orantılı biçimde gelişim gösterdiği söylenebilir. Gerek müsbet bilimlerde veya tıp alanında uluslar arası çapta özgün çalışmalarıyla tanınan Türk bilim insanları gerekse uluslar arası ödüller alan kültür ve edebiyat insanları Cumhuriyet döneminde kurulan, daima gelişmeye ve yenilenmeye açık tutulan eğitim felsefesinin ve bu alanda gerçekleştirilen önemli girişimlerin kazanımlarıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

S. Schweigger, Sultanlar Kentine Yolculuk: 1577-1581 (trc. S. Türkis Noyan), İstanbul 2004, s. 127; Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehak, İstanbul 1306, tür.yer.; Hafâcî, Reyĥânetü’l-elibbâ, I-II; İbn Osman el-Miknâsî, Riĥletü’l-Miknâsî: İĥtirâzü’l-muǾallâ ve’r-raķīb fî ĥacci Beytillâhi’l-ĥarâm ve ziyâreti’l-Ķudsi’ş-şerîf ve’l-Ħalîl ve’t-teberrük bi’l-ķabri’l-Ĥabîb (nşr. Muhammed Bû Kebût), Ebûzabî-Beyrut 2003, s. 93-97; Muallim Nâci, Medrese Hâtıraları, İstanbul 1302; Cevdet, Târih, I-XII, tür.yer.; Mahmud Cevad, Maârif-i Umûmiyye Nezâreti Târihçe-i Teşkîlât ve İcrââtı, İstanbul 1338; Ali Haydar [Taner], Millî Terbiye, İstanbul 1926; İlk Mekteblerin Müfredat Programı, İstanbul 1927; Nâfi Atuf [Kansu], Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme, İstanbul 1930-32, I-II; İlkokul Programı, Ankara 1948; Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı: İkinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul 1959; Faik Reşit Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ankara 1964; A. M. Kazamias, Education and the Quest for Modernity in Turkey, London 1966; Cumhuriyetin 50. Yılında Istanbul Üniversitesi, İstanbul 1973; Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977, I-V; Engin Deniz Akarlı, Osmanlı Sadrazamlarından Âlî ve Fuad Paşaların Siyâsî Vasiyetnameleri, İstanbul 1978, s. 1-8; Muallim Cevdet [İnançalp], Mektep ve Medrese (haz. Erdoğan Erüz), İstanbul 1978; G. Makdisi, The Rise of Colleges: Institutions of Learning in Islam and the West, Edinburgh 1981; a.mlf., “Baghdad, Bologna and Scholasticism”, Centres of Learning: Learning and Location in Pre-Modern Europe and the Near East (ed. J. W. Drijvers-A. A. MacDonald), Leiden 1995, s. 141-157; Reşat Özalp, Millî Eğitimle İlgili Mevzuat (1857-1923), İstanbul 1982; Mustafa Ergün, Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara 1982; Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük: 1889-1902, İstanbul 1985, s. 16-26; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (haz. Mehmet Kaplan), Ankara 1986, s. 25-41, 74-132; a.mlf., Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri (haz. Rıza Kardaş), İstanbul 1992, I; R. C. Repp, The Müfti of İstanbul: A Study in the Development of the Ottoman Learned Hierarchy, London 1986; Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret: Devir, Şahsiyet, Eser, İstanbul 1987, s. 165-192; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (haz. Nimet Arsan-Nimet Unan), Ankara 1989, I, 202-207; M. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ankara 1989, s. 295-356; a.mlf., Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti, İstanbul 2008, s. 95-121; C. M. Stanton, Higher Learning in Islam: The Classical Period, A.D. 700-1300, Savage 1990, s. 145-186; Aydın Sayılı, Uluğ Bey ve Semerkand’daki İlim Faaliyeti Hakkında Giyasüddin-i Kâşî’nin Mektubu, Ankara 1991, s. 7-31, 76-92; Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, İstanbul 1991; Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform: 1836-1856, İstanbul 1993, s. 222-246; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 1994; Kemal Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishâne: Mühendishâne Matbaası ve Kütüphânesi: 1776-1826, İstanbul 1995; O. Pedersen, The First Universities: Studium Generale and the Origins of University Education in Europe (trc. R. North), Cambridge 1997, s. IX-28; Halis Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, İstanbul 1999; Mehmet Ö. Alkan, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri: 1839-1924, Ankara 2000; 21. Yüzyılda Eğitim ve Türk Eğitim Sistemi (haz. Orhan Oğuz v.dğr.), İstanbul 2001; Salih Zeki-Yusuf Akçura-Muallim A. Cevdet, Skolastik Eğitim ve Türkiye’de Skolastik Tarz (der. Hasan Ünder), Ankara 2002; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (haz. Ahmet Kuyaş), İstanbul 2002; Ercan Türk, Türk Eğitim Sistemi ve Yönetimi, Ankara 2002; Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, Ankara 2003; Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul 2003; İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 2004, s. 121-145; A. Mango, Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu (trc. Füsun Doruker), İstanbul 2004, s. 421-509; Rıfat Okçabol, Türkiye Eğitim Sistemi, Ankara 2005; B. C. Fortna, Mekteb-i Hümayûn: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde İslam, Devlet ve Eğitim (trc. Pelin Siral), İstanbul 2005; Muhsin Hesapçıoğlu-Alpaslan Durmuş, Türkiye’de Eğitim Bilimleri: Bir Bilanço Denemesi, Ankara 2006; C. H. Haskins, The Rise of Universities (ed. L. S. Lewis), New Brunswick 2007, s. 3-36; Cemil Öztürk, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, Ankara 2007; Seval Fer-İlker Cırık, Yapılandırmacı Öğrenme: Kuramdan Uygulamaya, İstanbul 2007, s. 15-22; Türk Eğitim Sistemi 2007 (EURYDICE-Milli Eğitim Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı), Ankara 2007; İsmail E. Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri: Tarihî Gelişimi ve Organizasyonu, Ankara 2008, s. 171-293; Mehmet Şişman-İbrahim Taşdemir, Türk Eğitim Sistemi ve Okul Yönetimi, Ankara 2008; Sefer Ada-Z. Nurdan Baysal, “Türk Eğitim Sistemi”, Eğitim Yapıları ve Yönetimleri Açısından Çeşitli Ülkelere Bir Bakış, Ankara 2009, s. 37-95; Seyfi Kenan, “II. Meşrutiyet’le Gelen Yeni Eğitim Arayışları: Tevfik Fikret’in ‘Yeni Mekteb’i ve Eğitim Felsefesi”, 100. Yılında II. Meşrutiyet Gelenek ve Değişim Ekseninde Türk Modernleşmesi Uluslararası Sempozyumu, Bildiriler (haz. Zekeriya Kurşun v.dğr.), İstanbul 2009, s. 275-287; a.mlf., “Phases of Religious Education in Modern Turkey”, Islamische Erziehung in Europe: Islamic Education in Europe (ed. Ednan Aslan), Viyana 2009, s. 519-541; a.mlf., “III. Selim Dönemi Eğitim Anlayışında Arayışlar”, Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi- Selim III and His Era from Ancien Régime to New Order (ed. Seyfi Kenan), İstanbul 2010, s. 129-163; K. Kreiser, Atatürk: Bir Biyografi (trc. Dilek Zaptçıoğlu), Ankara 2010, s. 267-345; Selçuk Akşin Somel, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908): İslamlaşma, Otokrasi ve Disiplin (trc. Osman Yener), İstanbul 2010; Ekmeleddin İhsanoğlu, Darülfünun: Osmanlı’da Kültürel Modernleşmenin Odağı, İstanbul 2010, I-II; Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi, İstanbul 2010, I-V; Millî Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim/National Education Statistics Formal Education 2009-2010, Ankara 2010; M. M. Gaudiosi, “The Influence of the Islamic Law of Waqf on the Development of the Trust in England: The Case of Merton College”, University of Pennsylvania Law Review, CXXXVI/4, Philadelphia 1988, s. 1231-1261; Arslan Terzioğlu, “Bîmâristan”, DİA, VI, 163-178; Abdülkadir Özcan, “Harbiye”, a.e., XVI, 115-119; Mehmet İpşirli, “Medrese”, a.e., XXVIII, 323-333; İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlılar”, a.e., XXXIII, 548-556.

Seyfi Kenan