USÛLİYYE

(الأصوليّة)

İmâmiyye Şîası geleneğinde dinî hükümlerin aklî istidlâl yoluyla elde edilebileceğini savunan ekol.

Ekolün adı, sözlükte “temel, esas” anlamındaki asl kelimesinin çoğulu olan usûlden gelmektedir. Usûliyye, İmâmiyye Şîası geleneği içinde, on ikinci imamın gaybetinden (260/874) sonra nazariyeyi ve tatbikatı yorumlamada daha çok fıkhın aklî prensiplerini ve özellikle ictihadı, mezhep mensuplarınca makbul sayılan nakillere uygulama taraftarı olanları ifade eder. Usûliyye adına VI. (XII.) yüzyıla kadar fazla rastlanmamış, bu dönemde Ahbâriyye* grubunun ahkâm konusunda aklın kullanılmasına karşı çıkması sonucu yaygınlık kazanmaya başlamıştır. İsnâaşeriyye, gaybet sonrası diğer Şiî gruplarından farklı bir mektep halinde ortaya çıktığı zaman fırka âlimleri, imamlarından gelen haberlerden faydalanmak amacıyla daha önce çeşitli şekillerde tesbit edilen hadisleri toplama işine koyuldu. Bir asrı aşan çalışmalar neticesinde Kütüb-i ErbaǾa diye isimlendirilen, Küleynî’nin el-Kâfî, İbn Bâbeveyh el-Kummî’nin Men lâ yaĥđuruhü’l-faķīh, Ebû Ca‘fer et-Tûsî’nin Tehźîbü’l-aĥkâm ve el-İstibśâr adlı kitapları derlenip ortaya çıkarıldı. İsnâaşeriyye Şîası gündeme gelen meselelerin hükmünü bu hadis mecmualarına dayanarak çözmeye başladı. Zaman içinde problemlerin söz konusu malzeme ile halledilememesi, ayrıca Ehl-i sünnet ile Mu‘tezile’nin uyguladığı esnek yöntemlerin etkisi Şiî gruplarını yöntem değişikliği zaruretiyle karşı karşıya getirdi. Bu dönemde Mu‘tezile’den etkilenen İsnâaşeriyye bünyesinde Şeyh Müfîd ile takipçileri Şerîf el-Murtazâ ve Ebû Ca‘fer et-Tûsî, Sünnî akılcıların kıyas ve ictihada başvurarak elde ettikleri bilginin şüphe ve ihtilâflardan uzak kalmadığını belirtti; buna karşılık Kur’an’a ve imamların beyanlarına dayanan ve İsnâaşeriyye’nin icmâını oluşturan hükümlerin kesinlik ifade ettiğini ortaya koymaya çalıştı. Beklenen imamın dönüşünün bilinmeyen bir zamana kadar gecikeceğini göz önünde bulunduran Şiî âlimleri, sonraki dönemlerle ilgili doktrinlerin ve gerçekleştirilecek uygulamaların temellerini attı. Meselâ diğer mezheplerin bilgi kaynağı olarak kullandığı aklî istidlâli kendi sistemlerine dahil ettiler. Bu anlayış fıkıh alanında da kendini gösterdi. Böylece Şiî fıkhı Kur’an, hadis, icmâ ve akıl üzerine kurulmuş oldu. IV ve V. (X-XI.) yüzyıllarda


İsnâaşeriyye fıkhına giren bu akımın mensupları Usûliyye diye anıldı.

Bu dönemde ulemânın, toplumun uygulamayla ilgili meselelerinin çözümünde söz konusu yöntemi benimseyen fakihleri yücelttiği görülür. Meselâ Ebû Ca‘fer et-Tûsî, imamın özel vekili kabul edilen sefirin veya onun gibi cuma namazını kıldırmaya yetkili kılınan bir fakihin bulunması halinde bu namaza katılmayı zaruri gördü; fakihlerin yargı işlerini yürütme ve had cezalarını uygulama görevlerinin olduğunu, bu sebeple zekâtın fakihlere teslim edilip onlar vasıtayla sarfedilmesinin gerektiğini söyledi. Daha sonraki dönemlerde âlimler aklî istidlâle dayalı fıkha vâkıf, doktrin ve uygulama konularında yetkili fakihlerin itibarını yüceltmeyi sürdürdü. Muhakkık el-Hillî, ictihad yapan İsnâaşeriyye fakihlerinin sadece metinlerden literal anlam çıkararak neticeye ulaşmadıklarını, çoğunun ictihadını ilmî esaslara dayandırdığını belirtti. Yeğeni ve öğrencisi Allâme el-Hillî, İsnâaşeriyye bünyesinde hadis metodolojisinin vazedilmesi, hadis literatürünün araştırılarak terimlerinin ortaya konulması yolunda önemli hizmetler ifa etti. Sünnî muhaddislerin metotlarını benimseyip İsnâaşeriyye bünyesinde dirâyetü’l-hadîs ilmini kuran, ana mecmualardaki hadislerin çoğunun güvenilmez olduğunu göstererek aklı merkeze alan Allâme el-Hillî, Şiî fıkhını yeniden düzenledi. Ca‘ferî fakihleri, diğer üç kaynağın yanı sıra aklı da kullanıp ictihad yöntemiyle fıkhî neticelere ulaşmaya çalıştı. Böylece ictihad, nakledilen bilgiyi aklî süzgeçten geçirerek imamların hukukî bir mesele hakkında verebilecekleri hükmü açıklığa kavuşturma şeklinde düşünüldü. Ortaya çıkan yeni meseleleri değerlendirme hususunda ihtiyatla amelin zorluklarına karşı büyük bir esneklik sağlandı. Her iki âlim ictihadda bulunacak kimselerin Arapça’ya ve icmâa dair bilgilere vâkıf olmasını, imamlardan gelen hadisleri bilmesini, aklî delilleri kullanmada ve uygun yorumlar ortaya koymada maharet kazanmasını şart koştu; avamın usûlü’d-dînde değilse de fürûda bir müctehidi taklit etmesinin gerektiğini belirtti. Safevîler devrinde imamın umumi vekilliği konusu ele alınıp incelendiğinde Muhakkık-ı Sânî el-Kerekî ve Şehîd-i Sânî gibi Usûlîler, ictihad şartlarını taşıyan fakihlerin imamın umumi vekilleri olduğunu söyledi ve toplum hayatında imam adına yetkili bulunduklarını ileri sürdü. XI. (XVII.) yüzyılda önemli İsnâaşerî beldelerindeki âlimlerin İran’a ve özellikle İsfahan’a gelmesiyle Ahbârîler’le Usûlîler arasında büyük bir mücadele başladı. Bu uzun mücadelede taraflar kendi prensiplerinin doğruluğunu ortaya koyarken birbirlerini kıyasıya eleştirdi; sonunda Usûlîler galip geldi.

Usûlîler’in düşüncesine göre dinî hükümlerin kaynağı Kitap ve Sünnet, icmâ ve akıldır. Kitap ve Sünnet’in literal anlamları muteber olup bunlar ancak akılla anlaşılır. Kütüb-i ErbaǾa güvenilmeyecek nakilleri de ihtiva eder. Bu sebeple yalnız güvenilir Şiî râvileri vasıtasıyla imamlardan nakledilen haberler muteber sayılır. Nakil yoluyla intikal eden hükümler aklın prensiplerine aykırı düşmez. İctihadla ortaya konan hükümler zanna dayanır; kesin bilgi, Kur’an’la sünnetin sarih metinlerinden ve huzurlarında bulunan kişilerin beyanlarına dayanılarak doğrudan imamlardan gelen nakillerden sağlanır. İmamların verdiği hükümler ferdî şartlara bağlı olup umuma uygulanmayabilir. Gaybet esnasında hükümler ictihad ve fetva usullerine başvurularak elde edilir. Bir nakle aykırı başka bir naklin bulunması halinde delillerin yine ictihad yoluyla tercih edilmesi gerekir. Konuyla ilgili menedici kesin bir beyanın olmaması halinde bu tür meselelerde serbest hareket edilir. Toplumdaki insanlar müctehid ve mukallid diye iki kısma ayrılır. Mutlak müctehid dinin bütün dallarında yetişmiş kimsedir. Hüküm çıkarabilmek için önceden birçok ilmin öğrenilmesi icap eder, bunların başında usûl-i fıkıh gelir. Ölmüş bir merciin yahut müctehidin taklit edilmesi doğru değildir. Ancak umumi vekil konumundaki müctehide imama itaat eder gibi itaat edilmelidir. Müctehid ulaştığı neticede hata etse bile onun ictihadı mânen mükâfata ulaşma vesilesidir (Semâhîcî, s. 25-36; Momen, s. 223-224).

Safevîler döneminde yaşayan Usûlîler, bir müminin çeşitli âlimler içinde kabiliyetini takdir ettiği müctehidi seçme konusunda serbest olduğunu benimsemekle birlikte mutlak veya kısmî ictihadın ayrılması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hasan b. Şehîd-i Sânî, belirli konularda ictihad edilmesine ve mutlak müctehidin otoritesine karşı çıkarken Bahâeddin el-Âmilî bu ayırımı mâkul karşılamıştır. Mutlak ve mukayyed ictihad yöntemlerini uygulayanlarla ilgili Semâhîcî’nin verdiği bilgilere göre bu ihtilâf XI. (XVII.) yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış ve ardından şekillenmiştir. Mutlak müctehid ve mukayyed müctehid ayırımının ortadan kaldırılıp müctehidliğin kurumlaşması neticesinde Muhammed Bâkır Bihbehânî (ö. 1206/1791-92) vasıtasıyla Usûlîler Ahbârîler’e karşı kesin zafer sağlamıştır. Din sınıfı hiyerarşisinin sonraki farklılıkları Muhammed Hasan en-Necefî ve özellikle Şeyh Murtaza el-Ensârî tarafından açıklığa kavuşturulmuş, onların katkısıyla “merci-i taklîd, hüccetü’l-İslâm, âyetullah” gibi kavramlar geliştirilmiş, nihayet aklî fıkhın “velâyet-i fakīh” tabirinde somutlaşan, yetkili bir fakih vasıtasıyla hükümet etme prensibi konulmuştur. Günümüz İsnâaşeriyye’si bünyesinde Ahbâriyye yok olmaya yüz tutmuştur. Usûliyye hâkim ekol haline gelmekle beraber G. Scarcia tarafından kaleme alınan bir makalede (bk. bibl.) bugün İran’daki fıkhî meselelerin çözümü için Usûliyye’nin yanı sıra Ahbâriyye metodunun da kullanıldığı, ayrıca bazı modern düşüncelere de atıf yapıldığı ileri sürülmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-Mebsûŧ fî fıķhi’l-İmâmiyye (nşr. M. Takī el-Keşfî), Tahran 1387, I, 228, 233, 252; a.mlf., en-Nihâye fî mücerredi’l-fıķh ve’l-fetâvâ (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1963, s. 300-303, 337; Abdullah b. Sâlih es-Semâhîcî, Münyetü’l-mümârisîn: el-Mesǿeletü’s-sâbiǾa (nşr. ve trc. Andrew J. Newman, BSOAS, LV/1 içinde), London 1992, s. 24-36; AǾyânü’ş-ŞîǾa, I, 110-112; Said Amir Arjomand, The Shadow of God and the Hidden Imam, Chicago 1984, s. 51-56, 137-144; M. Momen, An Introduction to Shī’ī Islam, New Haven-London 1985, s. 184-188, 223-224; Abbas Amanat, “In Between the Madrasa and the Marketplace: The Designation of Clerical Leadership in the Modern Shi‘ism”, Authority and Political Culture Shi’ism (ed. Said Amir Arjomand), Albany 1988, s. 98-132; Mazlum Uyar, Şiî Ulemanın Otoritesinin Temelleri, İstanbul 2004, tür.yer.; Gianroberto Scarcia, “Intorno Alle Controversie tra Ahbārī e Uśûlī Presso Gli Imāmiti di Persia”, RSO, XXXIII (1958), s. 211-250; “el-Aħbâriyyûn”, Dâǿiretü’l-maǾârifi’l-İslâmiyyeti’ş-ŞîǾiyye (haz. Hasan el-Emîn), Beyrut 1407/ 1986, I, 94-96; Ahmad Kâzemî Moussavi, “Usuliyya”, Encyclopedia of Islam and the Muslim World (ed. R. C. Martin), New York 2004, II, 717-718; A. J. Newman, “Uśūliyya”, EI² (İng.), X, 935-937.

Mustafa Öz