VEDÎA

(الوديعة)

Bir kimseye koruması için bırakılan malı ve bu hukukî işlemi ifade eden fıkıh terimi.

Sözlükte “bırakmak, terketmek” anlamındaki vd‘a kökünden türeyen vedîa fıkıhta bir kimseye koruması için bir malın bırakılmasını ve bu şekilde bırakılan malı ifade eder. Fıkıh literatüründe kelimenin ikinci anlamda kullanımı daha yaygındır. Vedîa, fıkhın muâmelât bölümünde güvene dayalı olarak cereyan eden emanet akidleri sıralaması içinde ayrı bir akid türü olarak ele alınmıştır. Bir malın başkasına emanet edilmesi işlemine îdâ‘, akde konu olan şeye vedîa veya el-mâlü’l-mûda‘, akdin taraflarından vedîayı verene mûdi‘ / müstevdi‘, malı kabul edene mûda‘ / müstevda‘, bazan da vedî‘ denir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde “vd‘a” kökünden türeyen kelimeler sözlük anlamıyla sıkça geçmekte, terim anlamında vedîaya dair önemli ilkelere genelde emanet kavramı çerçevesinde temas edilmektedir. Fıkıhta da vedîa hukuken çok geniş anlam ifade eden emanet türlerinin bir çeşidi olup iki kavram arasında umum-husus ilişkisi bulunmakta, vedîa özel hükümleri olan sınırlı bir emanet akdi özelliği taşımaktadır. Bundan dolayı Mecelle’de vedîa lukata ve âriyet akdine dair hükümlerle birlikte “Kitâbü’l-Emânât” başlığı altında ele alınmıştır (md. 762-832).

Vedîanın Şartları ve Hükmü. Vedîa diğer akidlerde olduğu gibi akid yapma ehliyetine sahip tarafların birbirine uygun karşılıklı irade beyanı ile kurulur. Hanefîler akdin kurucu unsurunu sadece sîga (icap ve kabul) olarak görürken fakihlerin çoğunluğu mûdi‘ ve mûda‘ ile akde konu edilen malı da (vedîa) akdin unsurlarından sayar. Vedîa konusu malın belirli, dinen mubah ve teslim edilebilir bir özellik taşıması gerekir. İslâm hukukunda gerek tanım bakımından gerekse özellikleri yönünden vedîadan mal diye söz edilmiştir.


İslâm hukukçularının çoğunluğu bu hususta taşınır-taşınmaz ayırımı yapmazken Mâlikî hukukçularından İbn Arafe, ancak taşınır malların vedîa konusu olabileceğini ileri sürmüştür. İki taraflı rızaya dayanan bir akid olan vedîa şekle tâbi değildir.

Vedîa akdi bir çeşit vekâlet hükmünde ise de mutlak vekâletin aksine malda tasarrufta bulunmadan sadece onu korumaya yöneliktir, bu sebeple vekâletin özel bir şekli sayılır. Vedîa iki taraf için de bağlayıcı olmayan (gayri lâzım) akidlerdendir, dolayısıyla mûdi‘ malı dilediği zaman geri isteyebilir, mûda‘ da geri vermekle yükümlüdür. Ayrıca mûdi‘ akid yapıldığı halde malını teslim etmeme hakkına, mûda‘ da dilediğinde akdi feshedip malı iade hakkına sahiptir; zira vedîa mûda‘ açısından bir teberru akdi niteliğindedir ve mûda‘ akdi sürdürmeye zorlanamaz. Vedîanın teberru niteliğinde oluşunun bir başka sonucu da ücretin akdin tabii unsurları arasında yer almamasıdır. Bununla beraber akid sırasında böyle bir şartın koşulması veya bu konuda bir örf bulunması halinde malı emanet alan kimseye ücret isteme hakkı tanınır.

Vedîa akdinin başlıca hukukî sonucu (hükmü) vedîanın mûdaın elinde emanet oluşu, mûdaın bu malı koruma ve istendiğinde geri verme yükümlülüğüdür. Mûdaın temel görevi olan vedîayı koruma yükümlülüğü malı teslim almasıyla başlar. Vedîanın korunmasında örf ve teamül en belirleyici unsur kabul edilmiş ve mûdaın vedîayı kendi malı gibi koruması esası getirilmiştir (Mecelle, md. 780). Vedîa olan bir hayvanın yavrusu, sütü, yünü gibi malın bizzat kendisinden kaynaklanan artma ve gelirler asıl mal sahibine aittir (a.g.e., md. 798); bunların da emaneten vedîanın aslı gibi korunması gerekir. Mûdi‘, malını tevdi ederken korumayı mutlak şekilde mûdaın kendi takdir ve tedbirine bırakabileceği gibi korumanın şekli, mahiyeti, zamanı ve yeri hakkında bazı şartlar da ileri sürebilir. Ancak mûdaın bunlara uymakla zorunlu tutulması için bu şartların korumayı gerçekleştirmede bir anlam ifade etmesi ve uygulanabilir olması gerekir (a.g.e., md. 784). Mûdi‘ tarafından vedîanın saklanacağı yer konusunda özel bir şart ileri sürülmedikçe mûda‘ malı örfteki uygulama çerçevesinde saklamakla yükümlüdür. “Hırz-ı misl” denilen bu muhafaza yeri, kişinin kendi malını koymakla zayi etmiş olmayacağı veya malların genelde saklandığı yerdir (a.g.e., md. 781-782). Bu yerin emsaline uygunluğu konusundaki ölçü yine örf ve teamüldür.

Vedîayı muhafaza hususunda mûdaın bir diğer yükümlülüğü de vedîanın ekonomik değerini kaybetmemesine yönelik tedbirler almasıdır. Bu tedbirler vedîanın cinsine ve niteliğine göre farklılık gösterir. Klasik kaynaklarda vedîa olarak bırakılan hayvanın sulanıp yemlenmesi, yünün güve için ilâçlanması, mekanik aletin yağlanması örnekleri verilir. Bu konuda mûdiin ayrıca bir istekte bulunması gerekmez; zira ne tür bir koruma işleminin uygulanacağını belirlemede örf ve teamül yeterlidir. Hanefîler dışındaki mezhepler bu görüştedir. Hanefîler ise vedîanın bakım yükümlülüğünün akidle doğmayacağını söyler ve bunun için mûdiin ayrıca talepte bulunmasını gerekli görürler. Vedîanın bakımı için yapılan bütün harcamaların mûdi‘ tarafından karşılanması gerekir; bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir. Masrafların mal sahibi tarafından ödenmemesi halinde mûdaın alacağına karşılık vedîayı hapsetme hakkı vardır. Ancak mûdaın bu hakkı kullanabilmesi mal sahibinin böyle bir borcu inkâr etmesi veya ödememekte direnmesi şartına bağlıdır. Mûdi‘ borcunu kabul eder ve meşrû bir sebepten dolayı ödemede gecikeceğini yahut zor durumda bulunduğunu ifade ederse mûda‘ bu hakkı kullanamaz. Öte yandan mûdi‘, tevdi ettiği şeyin zarar verici olduğunu bildiği halde bunu söylemez ve mûda‘ da bir zarara uğrarsa mûdi‘ onu tazminle yükümlüdür.

Vedîada Tasarruf. Vedîayı elinde bulunduran kimse mal sahibinden izin almadan vedîada satış, kiralama, ödünç ve rehin verme gibi bir tasarruf hakkı yoktur, bu hususta İslâm hukukçuları aynı görüştedir. Eğer akid sırasında veya sonrasında mûdi‘ vedîayı satma, kiralama, ödünç verme, bağışlama gibi konularda mûdaa yetki vermişse akdin vedîa niteliği kalkar, işlem vekâlet akdine dönüşür ve vekâlet hükümleri uygulanır. Modern hukukta “usulsüz vedîa” denilen ve günümüz İslâm hukukçuları tarafından bankacılık işlemlerinde geçerliliği ve uygulama alanı tartışılan vedîa türünde ise mûdaın tevdi edilen malı kullanmasına izin verilmesi ve bunun sonucunda mûdaın malı aynen değil aynı vasıf ve miktarda mislen iade etmesi söz konusudur. Usulsüz vedîanın en öncelikli ve önemli şartı akde konu edilen malın mislî olmasıdır. Mislî eşyanın en bilineni de nakit olduğundan usulsüz vedîanın esas konusunu nakit teşkil eder. Usulsüz vedîa akdi için normal vedîa akdindeki şartlar aynen geçerlidir. Fakat normal vedîanın aksine usulsüz vedîada mûda‘ mutlak tazminle yükümlü tutulmuştur. Bir kısım Mâlikî hukukçuları, ödeme gücü bulunan mûdaın mislî mal olan vedîayı harcayıp borçlanmasını câiz görmüştür. Buna göre nakit para tayinle muayyen hale gelen bir şey olmadığı ve mûda‘ da malı aynı miktarda iade edeceği için mûdiin zarar görmesi söz konusu değildir. Mislî maldan yararlanmak ise duvarın gölgesinden istifade etmek gibidir. Para dışındaki diğer mislî eşya için de aynı hüküm geçerlidir. Vedîa konusunda önemli olan husus, güven unsurunun zedelenmemesi ve emanet verilen malın sahibine sâlimen iade edilmesidir. Usulsüz vedîanın konusunu mislî mal teşkil ettiğinden aynı değer ve miktarda malın iadesi onun sâlimen iadesi demektir. Uygulamada normal vedîadan önemli farklılıklar taşıyan usulsüz vedîanın klasik terminolojide gerçek vedîa olarak nitelendirilmediği ve genelde karz akdi kapsamında görüldüğü, bununla beraber günümüzde yapılan yorumlar çerçevesinde usulsüz vedîa terimine en yakın ifadenin istisnaî vedîa tabiri olduğu söylenebilir.

Vedîanın Tazmini. Vedîa mûdaın elinde emanet hükmündedir. Bunun için de mûdaın taaddî veya kusuru dışında telef ve zayi olması halinde tazmini gerekmez (a.g.e., md. 777). “Emanetlerin mazmun olmaması” hükmü bunu ifade eder (a.g.e., md. 768). Vedîanın mûdaın taaddî yahut kusuru neticesinde telef olması veya zarar görmesi durumunda tazmininin gerektiğinde İslâm hukukçuları müttefiktir (a.g.e., md. 787). Vedîada sahibinin rıza göstermeyeceği bir tasarrufta bulunulması taaddî sayılmıştır (a.g.e., md. 779). Ancak bu taaddî ve kusurun mûdaın emanet vasfını nasıl etkileyeceği fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefî ve Mâlikî hukukçularına göre vedîada taaddî veya kusur sayılabilecek bir davranışta bulunan mûda‘, mala zarar gelmeden bu ihlâlinden vazgeçer ve önceki meşrû duruma dönerse tazmin yükümlülüğü altına girmez. Şâfiî ve Hanbelîler ile İmam Züfer’e göre ise mûda‘ vedîa akdinin gereklerine aykırı davranmakla tazmin sorumluluğunu yüklenmiştir. Taaddî veya kusuru giderip tekrar aynı korumayı sürdürse de tazminden kurtulamaz; çünkü mûda‘ bu hareketiyle güvenilirliğini kaybetmiş ve vedîa akdi hükmen ortadan kalkmıştır. Artık mûda‘ malı hemen sahibine iade etmediği takdirde gāsıp hükmündedir ve tesadüfî kazalardan bile sorumlu tutulup mutlak tazminle yükümlü tutulur. Vedîanın izinsiz kullanılması, mal sahibinin rızası


dışında başka bir malla karıştırılması, bir başkasına verilmesi, vedîanın nakli ve yolculuğa giderken birlikte götürülmesi, başkasına tevdii, mûdaın vedîayı inkârı, vedîayı korumada ihmal gösterilmesi, vedîa için gerekli bakımın yapılmaması, vedîanın sahibine iade edilmemesi gibi güven unsurunu ihlâl eden davranışlar vedîanın tazminini gerektiren başlıca sebeplerdir.

Vedîa akdinin gereklerine uygun davranmayan mûda‘ gāsıp sayılır. Tazmin için değer biçmeye ölçü olacak vakti belirleme işi gasba konu teşkil eden malın tazmin vaktiyle yakından ilgilidir. Bu hususta İslâm hukukçuları mislî veya kıyemî mala göre farklı görüşler ileri sürmüştür. a) Emsali piyasada satılmaz duruma gelen mislî mal kıymeti üzerinden tazmin edilir. Ebû Hanîfe, böyle bir mala kıymet takdiri konusunda mahkemenin tazmine karar verdiği tarihin ölçü alınması gerektiği görüşündedir. Çünkü malın kıymetini ödeme sorumluluğu mûdaın zimmetine ancak mahkeme kararıyla geçer. İmam Muhammed’e göre ise malın mislinin ödenebilmesi bu tarihte imkânsızlaştığından piyasadan kalktığı zamanki kıymeti esas alınmalıdır. Ebû Yûsuf da bu konuda mûdaın tazmine yol açtığı zamanı ölçü almıştır. Hanefî hukukunda Ebû Yûsuf’un görüşü tercih edilmiş, Mecelle’nin 803. maddesi buna göre düzenlenmiştir. Mâlikî hukukçuları da aynı görüştedir. Şâfiîler’e göre tazmin kusurunun işlendiği vakitle o beldede söz konusu mislî malın piyasadan çekilmesine kadarki süre içindeki en düşük fiyat ödemede esas alınır. Eğer telef sırasında mal piyasada bulunmuyorsa sahih görüşe göre tazmin kusurunun işlenmesiyle telef arasındaki en yüksek kıymete itibar edilir. Hanbelîler ise misli bulunmayan malın piyasadan kalktığı zamanki değeri üzerinden tazmin edileceğini söylemiştir; zira onlara göre mislî mal kişinin zimmetine kıyemî olarak bu zamanda geçmiştir. b) Tazmini gereken vedîa kıyemî mal ise Hanefîler ve Mâlikîler tazmin sebebinin vuku bulduğu vakitteki değerinin ödenmesi gerektiği görüşündedir. Şâfiîler, tazmini gerektiren ihlâlin yapıldığı günle malın telef olması arasında geçen süre içinde en düşük kıymetin ödenmesi gerektiğini savunurken Hanbelîler ödeme anına kadarki en yüksek fiyatın tazmine esas alınacağını ileri sürmüştür.

Akdin Sona Ermesi. Vedîa akdi karşılıklı rıza ile veya tek taraflı fesihle sona erer. Ayrıca taraflardan birinin ölümü veya akid ehliyetini kaybetmesi, vedîanın mülkiyetinin başkasına intikali gibi sebepler de vedîa akdini sonlandırır. Şâfiî ve Hanbelî hukukçuları mûdaın tazmini gerektiren kusurlu davranışı ile vedîa akdini bozacağını söylerken Hanefî ve Mâlikî hukukçuları bu durumda akdin sona ermeyeceği, sadece mûdaın bu davranışıyla tazminle yükümlü tutulacağı görüşündedir. Vedîa sözleşmesinin sona ermesiyle mûdaın elindeki vedîa, akidsiz meydana gelen emanet niteliği kazanmış olur, dolayısıyla sahibine veya vârislerine iadesi gerekir. Aksi takdirde mûdaın vedîaya gelecek zararı tazmin borcu doğar. Bütün İslâm hukukçularına göre mûdiin istemesi halinde vedîanın iade edilmesi zorunludur. Çünkü mûdiin malını talep etmesiyle akid bozulmuş ve malını geri alma hakkı doğmuştur. Mûda‘ meşrû bir mazereti yokken iadede gecikirse tazminle yükümlü tutulur. Öte yandan mûda‘, elde olmayan sebeplerle ve mâkul bir mazerete binaen iadeyi geciktirmesinden dolayı meydana gelen zarardan sorumlu tutulamaz. Meselâ vedîanın mûdaın elinden gasp yoluyla alınması veya müsadere edilmesi meşrû bir özür sayılır. Vedîa kural olarak mûdiin kendisine iade edilmelidir. Mûdiin vefatı halinde vârislerine iade edilir; ancak tereke borcu batık ise mahkeme izni olmadan vârislere teslim edilmez (a.g.e., md. 802). Bunun yanı sıra vekil veya elçi gibi mûdii temsil yetkisi bulunanlara yapılan iade de geçerlidir. Fakat vedîayı bizzat mal sahibi veya onun hukukî temsilcisi teslim alsa bile bunlar malı kabzetme ehliyetine sahip değilse iade geçersiz sayılır. Vedîanın iade edileceği yer akdin yapıldığı ve malın teslim alındığı yerdir (a.g.e., md. 797). Ancak taraflar akid sırasında başka bir yerde anlaşabilirler. İade için vedîanın naklinde nakil masrafları mûdie aittir. Mûda‘, vedîaya yaptığı harcamalar yahut vedîanın yol açtığı zararlardan dolayı vedîa sahibinden alacaklı duruma gelebilir. Mûdi‘ borcunu kabul ettiği takdirde ödemeyi geciktirse de mûdaın alacağına karşılık vedîayı takas yoluyla sahiplenmesi veya alacağını bu vedîadan tahsil etmesi İslâm hukukçuları tarafından câiz görülmemiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Şâfiî, el-Üm (nşr. Rif‘at Fevzî Abdülmuttalib), Mansûre 1422/2001, V, 290-295; VIII, 263-265; Sahnûn, el-Müdevvene, VI, 144-161; İbn Hazm, el-Muĥallâ, VIII, 276-278; Şîrâzî, el-Müheźźeb, I, 358-362; Serahsî, el-Mebsûŧ, XI, 108-133; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 207-214; Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye, Kahire 1400/1980, III, 215-219; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 1401/ 1981, II, 310-312; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1406/1986, IX, 256-280; Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İħtiyâr li-taǾlîli’l-Muħtâr (nşr. Mahmûd Ebû Dakīka), Kahire 1395/1975, III, 25-28; Beyzâvî, el-Ġāyetü’l-ķuśvâ (nşr. Ali Muhyiddin el-Karadâğî), Kahire 1982, II, 711-714; Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ĥaķāǿiķ, Bulak 1315, V, 76; Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, el-Miśbâĥu’l-münîr, Bulak 1324/1906, II, 812-813; İbn Receb, el-ĶavâǾid, Mekke 1999, tür.yer.; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, VIII, 484-497; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), VII, 273-279; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, III, 79-92; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, IV, 166-184; Ahmed b. Guneym en-Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-devânî, Beyrut 1415, II, 169-172; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), V, 662-676; Mecelle, md. 762-832; Vehbe ez-Zühaylî, Nažariyyetü’đ-đamân, Dımaşk 1402/1982, s. 140; Abdurrahman b. Abdullah et-Tüveycirî, el-VedîǾa fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (yüksek lisans tezi, 1402), Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye el-Ma‘hedü’l-âlî li’l-kazâ; Abdullah Özcan, ǾAķdü’l-îdâǾ fi’l-fıķhi’l-İslâmî ve mekânetühû fî Ǿâlemi’l-mâl ve’l-iķtiśâd (yüksek lisans tezi, 1403/ 1983), Câmiatü Ümmi’l-kurâ Külliyyetü’ş-şerîa, tür.yer.; Nezîh Hammâd, ǾAķdü’l-vedîǾa fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Dımaşk 1414/1993; Mustafa Yıldırım, İslâm Borçlar Hukukunda Vedîa, İzmir 2005; Zahit İmre, “Usulsüz Vedîa Akdi”, İÜ Hukuk Fakültesi Mecmuası, X/1-2, İstanbul 1944, s. 188-228; Nurettin Gürsel, “Usulsüz Tevdi”, Adalet Dergisi, sy. 1, Ankara 1950, s. 77-92; “VedîǾa”, Mv.F, XLIII, 5-88; Hamza Aktan, “Emanet”, DİA, XI, 83-84.

Mustafa Yıldırım