VELÂ

(الولاء)

Âzat olmaktan veya muvâlât sözleşmesinden doğan hükmî akrabalık bağı.

Sözlükte “yakınlık” anlamındaki vely kökünden türeyen velâ “yardım etmek, yardımlaşmak; sadakat ve tasarruf” mânalarına gelmektedir. Fıkıh terimi olarak âzatlıktan veya muvâlât sözleşmesinden doğan hükmî akrabalık bağını ifade eder; aralarında velâ bağı bulunan taraflardan her birine mevlâ denir. Bundan dolayı mevlâ kelimesi kölesini âzat eden efendi ve âzat edilen köle için müştereken kullanılır.


Köleliğin geçmişte hemen bütün toplumlarda varlığı bilinmekle beraber gerek kölelerin gerekse âzatlı kölelerle yabancıların statüsü ve bunların topluma kabulü hususunda farklı yollar izlenmiştir. Antik Yunan’da âzatlılara vatandaşlık hakkı tanınmamış, onlara hür yabancılara tanınan “metik” statüsü verilerek asıl vatandaşlarla köleler arasında bir tabakaya yerleştirilmiştir. Roma’da da âzatlılara sınırlı bir vatandaşlık statüsü tanınmış, kendilerine mülk edinme imkânı verilmekle birlikte önemli devlet görevlerinin ve siyasetin dışında tutulmuş, diğer bir kısım haklar da verilmemiştir. Ayrıca her iki toplumda âzatlıların eski efendilerine karşı çeşitli yükümlülükleri bulunduğundan tam bir hürriyetten söz edilemez (Davis, s. 66; Malay, s. 263-290). Ortaçağ Avrupası’nda ve ileri dönem Amerika kıtasında olduğu gibi ya kölelerin âzadı teşvik edilmediği için âzatlıların topluma katılımı önemli bir sorun teşkil etmemiş veya âzat edilenler birçok temel haktan mahrum bırakıldıkları için toplumda yarı hür statüsünde ayrı bir sınıf oluşturmuştur (Davis, tür.yer.). Amerika’da XIX. yüzyılın ortalarında köleliğin yasaklanmasından sonra kölelerin eşit vatandaşlar olarak topluma katılımının sağlanması 100 yıldan fazla bir zaman almıştır.

İslâm’dan önce Araplar arasında da kölelik yaygındı ve köleler hürlerden kesin çizgilerle ayrılmış alt bir sosyal sınıf teşkil ediyordu (bk. KÖLE). Âzat edilen kölelerin ve yabancıların topluma katılımını ve intibakını sağlayan akrabalık veya dostluk sözleşmesi, hilf, birinin himayesine sığınma, evlât edinme, âzat etmekten doğan velâ ve muvâlâttan doğan velâ gibi çeşitli yardımlaşma, dayanışma ve himaye müesseseleri bulunmaktaydı (Aynî, IV, 227; Mahmûd el-Mikdâd, s. 39, 40-72). Ancak toplum yapısı kan bağına dayalı kabile sistemi üzerine kurulduğundan bunlar sosyal yönden daha zayıf bir konuma sahipti (Cemâl Cevde, s. 57). Dolayısıyla velâ, kökleri Araplar’ın eski kabile dayanışmasına uzanan bir müessesedir. Karşılıklı yardımlaşma ve savunma amacıyla yemin ederek bir kabile ile ittifak yapanlara “halîf”, yeminsiz bir kabileye katılanlara ise “adîd” denilmekteydi (Kâsânî, VII, 344).

İslâmiyet, farklı soylardan gelenlerin kaynaşabileceği inanç bağını önceleyen bir toplum yapısı kurmuş (Cemâl Cevde, s. 59-76), bir yandan kölelik kaynaklarını sınırlarken diğer yandan köleliği sona erdirmeye yönelik teşvikler getirmiş, âzat edilenlerin topluma intibakını sağlayıcı tedbirler almıştır. Bu çerçevede akrabaları mirastan mahrum eden ve haksızlıkta yardımlaşmayı da içeren her türlü anlaşmayı iptal ederken bu kapsama girmeyen, âzatlıktan ve muvâlât sözleşmesinden doğan yardımlaşma ve dayanışma kurumlarının meşruiyetini teyit etmiştir. Ayrıca velânın Câhiliye dönemindeki gibi alınıp satılmasını ve hibe edilmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber, “Bir kavmin mevlâsı (âzatlı kölesi) kendilerindendir, halîfleri kendilerindendir” buyurmuştur (Müsned, IV, 340). Hanefîler hadiste geçen halîften (yeminli) maksadın mevle’l-muvâlât olduğu, zira Araplar’ın muvâlât sözleşmesini yeminle teyit ettikleri görüşündedir. Velâ, Arap kabile yapısının güçlü bir şekilde devam ettiği İslâm toplumunun erken dönemlerinde köle iken hürriyetine kavuşan, Müslümanlığı yeni kabul eden veya buluntu çocuk olduğu için nesebi bilinmeyen kişilerin hukukî bir statü elde ederek kabile dayanışmasına bağlı bazı haklardan istifade etmelerine imkân sağlayan bir tür sosyal yardımlaşma ve güvenlik kurumu gibi işlev görmüştür. Erken dönem fakihlerinin tartışmaları da bu sosyal olgunun hukukî çerçevesinin çizilmesine hizmet etmiştir. İslâm hukukuna göre hataen veya kasıt benzeri öldürme ve yaralama hadiselerinde suçlu adına diyet ödemeyi “âkıle” adı verilen kişiler topluluğu yüklenir. Ayrıca din farkı da akrabalar arası mirasa engel teşkil etmektedir. Bu açıdan İslâm’ı benimsediğinden gayri müslim akrabalarıyla zikredilen konularda hukukî ilişkisi kesilen kimseler, İslâm topraklarında kaldıktan sonra hürriyetlerini elde eden ve kendi ülkesine dönmeyip müslümanlar arasında kalan âzatlılar veya buluntu çocuklar için İslâm öncesi Arap toplumunda mevcut velâ sistemi yeni bazı düzenlemelerle muhafaza edilmiş, bu yolla kişinin İslâm toplumuyla kaynaştırılması ve karşılıklı bir güvenlik/dayanışma bağı oluşturulması hedeflenmiştir. Zira muvâlât yoluyla Arap kabilelerinden birinin himayesine giren mühtedîler o kabileye nisbetle anılırdı. Bu mühtedî müslümanların teşkil ettiği mevâlî adı verilen kitle, zaman içinde toplumun dönüşmesiyle birlikte herhangi bir Arap kabilesiyle velâ akdi bulunmayan yerli toplulukları da içerecek biçimde genişlemiş ve Arap olmayan müslümanları ifade eder hale gelmiştir. Mevâlî arasından yetişen pek çok seçkin sima İslâm ilim, kültür ve siyaset hayatında önemli rol oynamıştır. Muvâlât akdi Abbâsîler devrinden itibaren eski önemini kaybetmeye başlamış, ancak velâ kölelikle bağlantılı bir hukukî müessese olarak varlığını sürdürmüştür.

Fıkıhta velâ müessesesi, ifa ettiği sosyal rolüne bağlı olarak bazı ceza ve miras hukuku konuları münasebetiyle ayrıntılı biçimde ele alınır. Esasen velâ aynı kökten gelen, “başkası adına hukukî işlem yapma yetkisi” anlamındaki velâyetle de ilişkili olup özellikle eksik ehliyetli veya ehliyetsiz kimseler adına hukukî işlemde bulunma yetkisinden oluşan hususi velâyeti içermektedir. Gerek âzatlık gerekse muvâlât sözleşmesi sebebiyle velâ hakkını elinde tutanın âzatlı/sözleşmeli mevlânın suç işlemesi durumunda kendi âkılesiyle birlikte onun diyetini ödeme sorumluluğu, buna karşılık mevlânın vefatı halinde daha yakın akrabaları bulunmadığı takdirde cenaze namazını kıldırma ve mirasını alma hakkı, küçükleri ve delileri evlendirme velâyeti mevcuttur. Velâ bir kavme intisabın yollarından biri sayıldığı için gayri müslim bir kavimle yapılan antlaşmalarda onlara velâ yoluyla intisap edenler de antlaşmanın sağladığı haklardan yararlanır ve yüklediği sorumluluklarla yükümlü olur. Kabileye yapılan vasiyetlerden o kabileye velâ bağı ile bağlı kişiler de faydalanır. Velânın pek çok konuda nesep gibi hukukî sonuçlar doğurduğu kabul edilmekle birlikte taraflar arasında evliliğe engel teşkil etmemesi, nafaka sorumluluğu doğurmaması, şahitliğin kabulünü engellememesi ve kısası düşürmemesi gibi sonuçlarıyla nesepten ayrılmaktadır. Fıkıh literatüründe velâ iki kısımda ele alınır.

A) Âzat Olmaktan Doğan Velâ (velâü’l-atâka, velâü’l-ıtk). Bir kimsenin mülkü altındaki köleyi âzat etmesi (i‘tâk) veya mülküne geçen kölenin doğrudan âzat olması (ıtk) neticesinde efendi ile âzatlı (atîk) arasında doğan velâdır. Bir kölenin doğrudan âzat olması kişinin köle olan bir yakınına miras, satın alma veya hibe gibi bir yolla sahip bulunması üzerine söz konusu edilir. Kölenin hürriyetine kavuşarak âdeta hayata yeniden başlaması ve buna karşılık efendisinin onun vârisleri arasında yer alması sebebiyle bu tür velâya “velâü’n-ni‘me” adı da verilir. Kölesi âzat olan kişiye “mevle’l-atâka/mevle’l-atîk” denir. Âzatlıktan doğan velâ nesep gibi kabul edildiğinden cebrîdir ve feshi kabil değildir; akidden doğan velâya nisbetle daha güçlüdür. Âlimlerin çoğunluğuna göre bu velâ bağlayıcı bir hak sayıldığından iptal edilmesi ve bir mal olmadığından satım,


hibe, sadaka, vasiyet gibi bir yolla başkasına temliki mümkün değildir. Ayrıca âzat etme, feshi imkânsız bir tasarruf kabul edildiği ve hüküm sebebe uygun olarak vücut bulacağı için âzatlının, eski efendisine ait velâ hak ve sorumluluğunu feshedip bir başkasıyla muvâlât sözleşmesi yapma hakkı da yoktur. Nitekim Hz. Peygamber velânın yalnızca âzat edene ait bir hak olduğunu ve nesep gibi bir tür akrabalık bağı olmasından dolayı alınıp satılamayacağını ve hibe edilemeyeceğini ifade etmiştir (İbn Balâbân, XI, 326; Hâkim, IV, 379). Bu sebeple bir kimse sattığı kölenin velâsının beytülmâle ait olmasını şart koşsa veya üzerinde velâ hakkı bulunmaması şartıyla kölesini âzat etse bu şartlar geçersizdir. Nitekim Hz. Âişe, bedelini dokuz yılda ödeyip hürriyetini satın almak üzere efendisiyle anlaşma yapan Berîre’yi âzat etmek üzere sahiplerinden almak istediğinde onlar velâ hakkı kendilerinde kalmak şartıyla bu satışa rıza göstereceklerini söylemişlerdir. Durumdan haberdar olması üzerine Hz. Peygamber, velâ hakkının köleyi âzat edene ait olduğunu ve Allah’ın kitabında yer almayan hiçbir şartın geçerli sayılmadığını belirtmiştir (Buhârî, “Zekât”, 61, “BüyûǾ”, 67; Müslim, “ǾItķ”, 10-11).

Efendinin aralarında velâ bağı bulunmamak şartıyla kölesini âzat etmesine “tesyîb”, bu şekilde âzat edilen köleye de “sâibe” denmekteydi. Kur’ân-ı Kerîm’de yasaklanan sâibenin (el-Mâide 5/103) bir anlamının da bu şekilde âzat edilen köle olduğu ifade edilmiş (Cessâs, IV, 154), Abdullah b. Mes‘ûd tesyîbin bir Câhiliye âdeti olduğunu belirtmiştir (Buhârî, “Ferâǿiż”, 20). Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleriyle İbrâhim en-Nehaî, Şa‘bî gibi müctehidlerin yer aldığı çoğunluğa göre âzat işlemi bu şekilde yapılsa da şart geçersizdir, velâ âzat edene aittir. Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Rebîa b. Ebû Abdurrahman, Zührî, Mâlikîler, Ca‘ferîler ve Hanbelîler’de bir rivayete göre ise tesyîb şartı geçerlidir. Bu grupta, velânın beytülmâle ait olacağı veya sâibenin istediği kimse ile velâ akdi yapabileceği şeklinde farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Efendi ile âzat ettiği köle arasında velâ bağının meydana gelebilmesi için Mâlikîler’e göre ikisi arasında din farkının bulunmaması gerekir; gayri müslim tarafının sonradan müslüman olması velâyı geri getirmez. Yine Mâlikîler’e göre efendinin kölesini Allah rızası için âzat etmesi şarttır. Benzer bir şart koşan Ca‘ferîler’e göre de bir kefâret veya nezir sebebiyle âzat edilen köle sâibe olur ve biriyle anlaşma yapması hariç hiç kimseyle velâ bağı bulunmaz. Cumhura göre ise âzat edilen köle ile efendisi arasında velâ bağının teşekkülünde âzatlığın sebebi, şekli, efendinin iradesi ve kastı, ayrıca ileri sürülen şartların bir etkisi yoktur. Kölesini hayır kastı taşımadan âzat eden de, yakın akrabasına miras gibi bir yolla sahip olması sebebiyle kendi rızası aranmadan kölesi âzat olan kimse de velâ hakkına sahiptir. Yine âzat etmenin bir bedel karşılığı veya bedelsiz olması, vasiyet yoluyla gerçekleşmesi, derhal tencîz suretiyle olması veya efendinin ölümü gibi bir vakte izâfe edilmesi yahut câriyenin efendisinden çocuk doğurması gibi bir şarta bağlanması, kölenin efendisiyle yaptığı sözleşmede taahhüt ettiği bedeli efendinin ölümünden sonra ödemesi arasında da fark yoktur. Bazı tartışmalı meseleler hariç genelde ülke farkı velâ bağına engel sayılmadığı gibi din farkı da engel değildir. Ancak din farkı bulunduğu sürece, yani gayri müslim taraf müslüman olmadıkça miras ilişkisi söz konusu olmaz. Velâ nesep gibi kabul edildiği ve nesepte asıl olan ise baba tarafı olduğu için çocuklar velâda babalarına tâbidir. Anne ve babası farklı kişilerin kölesi olan ve annesi âzat edilen bir çocuğun velâsı annesini âzat edenlere ait olur; daha sonra babası âzat edilirse velâsı babasını âzat edenlere geçer. Bu meselede görüldüğü gibi iki farklı cihetle ilişkilendirilmesi mümkün görülen velâ bağının daha güçlü olan cihet yönünde el değiştirmesine “cerrü’l-velâ” denir. Âzat edilen kölenin velâsı kendisini âzat edene ve onun vefatı halinde binefsihi asabe olan akrabalarına aittir; ashâbü’l-ferâiz ve zevi’l-erhâm kapsamındaki yakınları ise velâ hakkına sahip değildir. Kadınlar binefsihi asabe sayılmadıkları için akrabalarının âzat ettikleri kölelerin velâlarına sahip olamazlarsa da âzat ettikleri kişiler ve çocukları ile âzatlı köleleri tarafından âzat edilen kölelerin velâ haklarına sahiptir. Cumhurun aksine, köle âzat etmenin zekât yerine geçeceğini söyleyen İmam Mâlik’e göre zekât malından âzat edilen kölelerin velâsı beytülmâle aittir (Sahnûn, I, 299).

Âzat eden kimse eski kölesinin işlediği, kasıt unsuru bulunmayan veya kasıt benzeri öldürme ve yaralama suçlarında diyeti âkılesiyle beraber öder. Âzatlılar ise eski efendilerinin işledikleri suçlarda diyet ödeyecek âkıle arasında yer almaz. Mâlikîler’e ve Şâfiî mezhebinde tercih edilmeyen bir görüşe göre eski sahibinin yeterli akrabası bulunmaması durumunda âzatlı onun âkılesi arasında yer alır. Cumhura göre velâda yalnızca âzat eden tarafa miras hakkı tanınır, bu da âzatlının vefatı halinde daha yakın mirasçılarının olmaması şartına bağlıdır. Fakat âzatlının eski efendisinin mirasını alma hakkı yoktur. Kādî Şüreyh ve Tâvûs gibi âlimlere göre ise mirasçılık ilişkisi karşılıklıdır. Eski kölenin nesep cihetinden asabesi ve ashâbü’l-ferâiz olan akrabalarının bulunmaması halinde her ikisinin de aynı dinden olması şartıyla velâ sahibi mirasın tamamını alır, çünkü sebebî asabe durumundadır. Sadece ashâbü’l-ferâiz olan akrabaları bulunursa onlar paylarını aldıktan sonra kalanı yine velâ sahibi alır. Dolayısıyla eski efendinin, ölen âzatlının hala ve teyze gibi zevi’l-erhâmdan olan akrabalarına göre mirasta önceliği vardır. Abdullah b. Mes‘ûd ise Hz. Ali gibi diğer sahâbîlerin aksine önceliğin zevi’l-erhâma ait olduğu kanaatindedir (Cessâs, IV, 263-264). Velâ, kendisi mirasa sebep teşkil etmekle birlikte velâ bağı hukukî tasarrufa konu olabilen bir mal sayılmadığı için satış ve hibe ile veya miras yoluyla intikal etmez. Bundan dolayı önce efendi, daha sonra âzatlısı vefat etse diyet sorumluluğu ile miras arasındaki mütekabiliyete bağlı olarak efendinin asabesi, efendiye yakınlık derecelerine göre âzatlıya mirasçı olur. Kādî Şüreyh gibi bazı müctehidlere göre ise velâ mal hükmünde görüldüğünden efendinin vârislerine intikal eder (Serahsî, VIII, 82-84).

Osmanlılar döneminde velâya dair bir mesele etrafında uzun bir tartışma ortaya çıkmıştır. Kendi döneminde cihad sebebiyle çok sayıda köle getirildiğine ve birçok âzat hadisesinin cereyan ettiğine, dolayısıyla velâ ile ilgili daha önce yeterince incelenmemiş bazı meselelerin bulunduğuna işaret eden Molla Hüsrev, Kâsânî’nin bir ibaresine dayanarak (BedâǿiǾ, IV, 162) babası âzat edilmiş, annesi aslen hür olan bir çocuğun vefatı halinde babasını âzat edenin onun velâ hakkına sahip bulunmadığını, dolayısıyla miras alamayacağını ileri süren bir risâle kaleme almıştır. Ancak bu risâleye karşı Molla Gürânî, Hızır Şah Menteşevî, Ebû Bekir et-Tokadî ve Güzelce (Gözlice) Mehmed Çelebi gibi âlimler risâleler yazmışlar; Zenbilli Ali Efendi, Sâdî Çelebi, Çivizâde Mehmed Efendi gibi bazı şeyhülislâmlar da karşı fetvalar vermişlerdir. Buna karşılık Kadızâde Ahmed Şemseddin, Bostanzâde Mehmed Efendi, Bayramzâde Zekeriyyâ Efendi,


Hoca Sâdeddin Efendi ve Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi gibi şeyhülislâmlarla Alâeddin el-Haskefî, İbn Âbidîn gibi bazı âlimler Molla Hüsrev’i desteklemişlerdir. Ebüssuûd Efendi ise önce Molla Hüsrev’in görüşüne uygun fetva vermiş, daha sonra verdiği bir fetva ile bu görüşünden dönmüştür (bazı şeyhülislâmların fetvalarının metinleri için bk. Mecmûatü’l-fevâid ve’l-fetâvâ, vr. 71b-72b; krş. İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, VI, 124).

B) Muvâlât Akdinden Doğan Velâ (velâü’l-muvâlât). Muvâlât kelimesi akrabalık bağlarını güçlendirmeyi, yardımlaşma ve dayanışmayı anlatır. Muvâlât sözleşmesi âzatlıktan doğan velânın aksine ihtiyarîdir, kişi isterse böyle bir akid yapmayabilir. Buluntu çocuk veya İslâm’a yeni giren bir kimse ile bir İslâm ülkesi vatandaşı arasında kurulan velâ sözleşmesine muvâlât (muhâlefe, muâkade), sözleşmeyi talep eden kişiye mevlâ yahut “el-mevle’l-esfel”, muvâlât sözleşmesini kabul eden kişiye de mevle’l-muvâlât veya “el-mevle’l-a‘lâ” denir. Velisi bulunmayanın velisi devlet olduğuna göre İslâm’ı seçen kişi ile ailesi bilinmeyen buluntu çocuğun velâsı kural olarak beytülmâle aittir; bununla birlikte bu kimseler İslâm ülkesi vatandaşı herhangi bir kişiyle muvâlât akdi yapabilirler. Bu çerçevede zorunlu görülmemekle beraber İslâm’ı seçen kişi Müslümanlığına aracılık eden kişiyle, hür ve müslüman kabul edilen buluntu çocuk da kendisini bulup himayesine alan kişiyle muvâlât sözleşmesi yapabilir. Ancak bir suçtan dolayı beytülmâl tarafından kendileri adına diyet ödenirse beytülmâlin velâ hakkı güçleneceğinden bu kimseler artık başkasıyla muvâlât sözleşmesi yapamazlar. Bazı âlimlere göre ise ihtida edenin velâsı, aralarında muvâlât sözleşmesi bulunmasa bile İslâm’a girmesine aracılık eden kişiye ait kabul edilir ve vâris bırakmadan ölmesi halinde mirası ona kalır.

Muvâlât akdinin meşruiyeti İslâm âlimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Bu akdin sahih olduğunu savunanlar arasında Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes‘ûd, Abdullah b. Ömer, İbrâhim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb, Rebîa b. Ebû Abdurrahman, Leys b. Sa‘d, Hanefîler ve Ca‘ferîler yer almaktadır. Hanefîler, “Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylarını verin” âyetinin (en-Nisâ 4/33) muvâlât sözleşmesiyle ilgili olduğunu, Câhiliye döneminde uygulanan ve İslâm’ın ilk yıllarında geçerliliğini koruyan bu hükmün neshedildiğine dair bir delile rastlanmadığını, daha sonra sadece vârisler arasında bir sıralama yapılarak zevi’l-erhâm derecesinde bir vârisin bulunmaması halinde kendisiyle muvâlât sözleşmesi yapılan kişiye miras hakkı tanındığını belirtmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber’in bir müslüman aracılığıyla İslâmiyet’i seçen kişiyle ilgili uygulamanın sorulması üzerine, “O müslüman o kişinin hayatında ve ölümünde ona en müstahak olandır” demesi de (Müsned, IV, 102-103; Ebû Dâvûd, “Ferâǿiż”, 13; Tirmizî, “Ferâǿiż”, 20) bu akdin meşruiyetinin sünnetten delilini teşkil etmektedir. Ayrıca hiç vârisi bulunmayan kimsenin bütün malını bir kişiye vasiyet etmesi câiz kabul edildiğine göre bir akidle malını başkasına bırakması da câiz olmalıdır. Zeyd b. Sâbit, Hasan-ı Basrî, Şa‘bî, İbn Şübrüme, Süfyân es-Sevrî, Evzâî, Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanbelîler’e göre ise muvâlât akdi sahih değildir. Zira, “Velâ ancak âzat edene aittir”, “İslâm’da hilf yoktur” (Buhârî, “Kefâlet”, 2, “Edeb”, 67; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 206) gibi hadisler muvâlât akdinin meşrû sayılmadığını göstermektedir. Bu sebeple vârisi bulunmayan bir kişinin mirası beytülmâle intikal eder. Halbuki muvâlât akdinin sahih kabul edilmesi bunu engelleyecek ve kamu hakkının iptaline yol açacaktır. Aynı sebeple bütün malı vasiyet etmek de câiz değildir.

Her akid gibi muvâlât akdinin de rükünleri, şartları, vasıfları ve hükümleri vardır. Muvâlât akdinin rüknü icap ve kabulden ibarettir. İslâm’ı seçen veya buluntu bir çocuk halinde yetişmiş olan bir kişi İslâm ülkesi vatandaşı bir müslümana veya zimmîye, “Sen benim hâmim ol. Ben bir cinayet işlersem benim adıma diyet ödersin, ben ölünce de sen bana vâris olursun” şeklinde teklifte bulunur, o da bunu kabul ederse aralarında muvâlât akdi kurulmuş sayılır. Bununla birlikte muvâlât sözleşmesinde mirasçılık ve diyet ödeme şartları karşılıklı da olabilir. Böyle bir akdin gerçekleşmesi için icapta bulunan tarafın (el-mevle’l-esfel) akid yapma ehliyetini taşıması, kendisine nesep yoluyla vâris olacak bir yakınının bulunmaması, Arap soyundan gelmemesi, âzat edilmiş olmaması, önceden işlediği bir suçtan dolayı kendisi adına beytülmâlden veya muvâlât sözleşmesi yaptığı bir başkası tarafından diyet vb. bir tazminat ödenmemesi, diyet ve mirasın zikredilmesi şarttır. Akdi kabul eden tarafın ergen olması akdin nefâz şartıdır; akdin gerçekleşmesi için ergenliğe ulaşmamış çocuğun hukukî temsilcisinin izninin bulunması yeterlidir (Kâsânî, IV, 170-171; krş. Serahsî, VIII, 95-96, 109). Velâ sözleşmesinde din birliği akdin sıhhati için şart değildir. Ancak müslümanın zimmî ile yaptığı muvâlâtta din farkı mirası ve aralarında dayanışma bulunamayacağı için işlenen suçun diyetine iştiraki engeller; gayri müslim tarafın İslâm’a girmesi halinde ise velâ hükümleri geçerli olur (Serahsî, VIII, 107). Akdin İslâm ülkesinde kurulması veya tarafların aynı ülkede olması şartı yoktur. İcapta bulunan tarafın nesebinin bilinmemesi şartı ise tartışmalıdır. İcapta bulunanın Arap asıllı olmaması şartı, Araplar arasında kabile esasına göre dayanışma sisteminin muhafaza edilmesi dolayısıyla onların muvâlât sözleşmesine ihtiyaçlarının kalmamasından kaynaklanır.

Hanefîler’e göre muvâlât sözleşmesi bağlayıcı (lâzım) değildir, bu sebeple taraflar diğerinin rızası olmasa da onun bilgisi dahilinde tek taraflı irade beyanıyla akdi feshedebilir. Ancak el-mevle’l-esfelin akdi feshedebilmesi için sözleşme yaptığı kişi tarafından kendisi adına daha önce diyet vb. bir tazminat ödenmemiş olması şartı aranır. Karşı tarafa bilgi vermeden ikinci bir kişiyle sözleşme yaparsa sahih kabul edilir ve bu zımnen ilk sözleşmeyi fesih anlamına gelir (a.g.e., VIII, 97). Tazminat ödenmesiyle akid bağlayıcı hale gelirse de tarafların karşılıklı rızasıyla feshedilebilir. Öte yandan muvâlât sözleşmesinden doğan velâ hakkının başka birine bedelli veya bedelsiz nakledilmesi câiz değildir. Bu hakkın devriyle ilgili hükümler tarafların küçük çocukları için de geçerlidir. Büyük çocuklar ise Müslümanlığı kabulde babalarına tâbi olmadıkları gibi velâda da babalarına tâbi değildir. Ayrıca küçükler de bulûğa erdikten sonra herhangi bir kimse ile muvâlât akdi yapıp yapmama hürriyetine sahiptir. Muvâlât akdi yapan kişi üzerinde, meselâ köle olan babasının âzat edilmesi gibi bir sebeple âzatlıktan dolayı velâ hakkı doğarsa bu velâ daha güçlü sayıldığı için velâsı babasını âzat edenlere geçer. Aynı şekilde babası ve annesi başka kişilerle muvâlât yapan bir çocuğun velâsı, annenin sözleşmesi daha önce olsa bile nesep ve velâ konularında baba tarafı esas alındığından babasıyla muvâlât yapanlara ait olur. Muvâlât akdini talep eden kişi vefat ettiğinde terekenin intikal kaidelerine göre ashâbü’l-ferâiz, nesebî asabeler ve sebebî asabelerden (âzatlık sebebiyle mirasçı olanlardan) hiç kimsenin bulunmaması durumunda zevi’l-erhâm mirasın tamamını alır; zira akrabalık


veraset hakkı doğurma bakımından muvâlât akdinden daha güçlü bir bağdır ve hiç kimse yaptığı bir akidle kendi malı üzerindeki başkasına ait hakkı iptal etme yetkisine sahip değildir. Zevi’l-erhâmdan kimsenin bulunmaması durumunda muvâlât akdiyle velâ hakkına sahip olanlar mirasçı kabul edilir.

Tarihsel süreçte her iki şekliyle velâ, yabancıların müslüman toplumla kaynaşıp bütünleşmesini sağlamada önemli rol oynamış; bir yandan onlara bir tür sosyal güvence ve kimlik verirken diğer yandan suçu engellemek amacıyla onları denetim altına sokmuş, suç işlemeleri halinde de mağdur tarafın haklarının zayi olmasının önüne geçmiştir. Dolayısıyla yabancıların devletle dikey uyrukluk ilişkisinin yanı sıra toplum içinde bir yatay ilişkiler geliştirmelerini sağlayan velâ bağı nimet-külfet dengesi çerçevesinde her iki tarafa da yükümlülükler ve haklar getirmiş, bugünkü sosyal güvenlik ve dayanışma fonksiyonuna benzer bir rol üstlenmiştir. Bu sebeple günümüzde velâ müessesesi hem müslüman âlimlerin hem de şarkiyatçı çevrelerin ilgisini çekmiştir. Ahmed Tâhâ es-Senûsî ve Mustafa Ahmed ez-Zerkā gibi çağdaş âlimler sigortanın meşruiyeti çerçevesinde yapılan tartışmalarda her ikisinin de bir tür sosyal güvenlik sistemi oluşunu dikkate alarak muvâlât akdini sigorta sisteminin cevazına delil göstermişlerdir (Zerkā, I, 560-561). Öte yandan İslâm’ın ilk asırlarına ilgi duyan pek çok şarkiyatçı velâ konusunu muhtelif değerlendirmelere tâbi tutmuş ve bilhassa kökeni hakkında farklı tezler ileri sürmüştür. Hollanda’da Nijmegen Katolik Üniversitesi (Nijmegen Radboud Üniversitesi) tarafından 2001 yılında düzenlenen bir konferansta İslâm’ın ilk dört asrı boyunca sosyal, kültürel ve hukuksal boyutlarıyla velâ müessesesi ele alınmış ve burada sunulan tebliğler yayımlanmıştır (bk. bibl.).

Velâ ve muvâlât terimleri literatürde ayrıca “dost edinme, ittifak kurma” anlamlarında kullanılır ve bu kavram altında kimlerle nasıl dostluklar kurulacağı, özellikle yahudileri ve hıristiyanları dost ve müttefik edinmenin hükmü inceleme konusu yapılmıştır. Bu anlamıyla velâyı ele alan Cum‘a Ali el-Hûlî el-Velâǿ fi’l-İslâm (Kahire 1984), Muhammed b. Saîd b. Sâlim el-Kahtânî el-Velâǿ ve’l-berâ fi’l-İslâm (Riyad 1404/1984), Mihmâs b. Abdullah b. Muhammed el-Cel‘ûd el-Muvâlât ve’l-muǾâdât fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (I-II, Mansûre 1407/1987), Abdullah b. İbrâhim et-Tarîkī el-Velâǿ ve’l-Ǿadâ fî Ǿalâkati’l-müslim bi-ġayri’l-müslim (Riyad 1411/1991) ve Zekeriyyâ Abdürrâzık el-Masrî Maķālât fi’l-velâǿ (Beyrut 1414/1994) adlarıyla eserler yazmıştır. Muvâlât terimi Hanbelî ve Mâlikî fıkhında “abdestin farzlarından biri sayılan organların ardarda yıkanması” anlamında da kullanılır.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, IV, 102-103, 340; Şâfiî, el-Üm, IV, 71, 78-79, 116-117, 125-135, 211, 276; V, 188, 281; VI, 112, 116, 161, 183-189, 225-226; VII, 65, 136, 224-225, 232, 260; Sahnûn, el-Müdevvene, I, 299; III, 347-382; İbn Balabân, el-İĥsân fî taķrîbi Śaĥîĥi İbn Ĥibbân (nşr. Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1412/1991, XI, 326; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (Kamhâvî), II, 289, 344; III, 3-7, 143-148, 188-189, 196-197; IV, 154, 255, 263-264, 326, 336; V, 8, 192; İbn Ebû Zeyd, en-Nevâdir ve’z-ziyâdât (nşr. Abdülfettâh M. el-Hulv v.dğr.), Beyrut 1420/1999, XIII, 237-273; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 379; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-Mebsûŧ fî fıķhi’l-İmâmiyye (nşr. M. el-Bâkır el-Behbûdî), Tahran, ts. (el-Mektebetü’l-Murtazaviyye), IV, 93-108; VI, 70-71; Serahsî, el-Mebsûŧ, VIII, 81-125; XXX, 38-46, 230; Kâsânî, BedâǿiǾ, IV, 66, 159-173; VII, 256, 343-344; Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, III, 271-275; IV, 229; Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1413/1992, IX, 214-255; Bedreddin el-Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1348, IV, 221-227; IX, 45, 90; XXIII, 251-259; Molla Hüsrev, Dürerü’l-ĥükkâm, İstanbul 1300, II, 42-47; Süyûtî, el-Bedrü’lleźî incelâ fî mesǿeleti’l-velâ (nşr. Saîd Muhammed el-Lahhâm), Beyrut 1417/1996; Ganîzâde Mehmed Nâdirî, Mektûb fî reddi mes’eleti’l-velâ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 682, vr. 387b-388b; Mecmûatü’l-fevâid ve’l-fetâvâ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 914, vr. 71b-72b; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), III, 76; VI, 119-128, 762-764; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıķhü’l-İslâmî fî ŝevbihi’l-cedîd, Dımaşk 1967-68, I, 559-561; D. Brion Davis, The Problem of Slavery in Western Culture, New York 1969, s. 53-60, 66, 101, 106, 262-272, 282-288; P. Crone, Roman, Provincial and Islamic Law, Cambridge 1987, s. 35-99; Mahmûd el-Mikdâd, el-Mevâlî ve nižâmü’l-velâǿ mine’l-Câhiliyye ilâ evâħiri’l-Ǿaśri’l-Ümevî, Dımaşk 1988, s. 32-72, 103-208, 301-305; Cemâl Cevde, el-EvżâǾu’l-ictimâǾiyye ve’l-iķtiśâdiyye li’l-mevâlî fî śadri’l-İslâm, Amman 1409/1989, s. 13-106, 143-154, 175-188, 199-205, 213; Hasan Malay, Çağlar Boyu Kölelik (Eski Yunan ve Roma), Ankara 1990, s. 263-290; A. Cilardo, “The Transmission of the Patronate in Islamic Law”, Miscellanea Arabica et Islamica (ed. F. de Jong), Leuven 1993, s. 31-52; Patronate and Patronage in Early and Classical Islam (ed. M. Bernards - J. Nawas), Leiden 2005; U. Mitter, “The Origin and Development of the Islamic Patronate”, a.e., s. 70-133; a.mlf., Das frühislamische Patronat: Eine Studie zu den Anfängen des islamischen Rechts, Würzburg 2006, s. 147-544; Ahmet Ali Korkmaz, Molla Hüsrev’in ‘Velâ’ Hakkındaki Görüşleri ve Bu Konuda Osmanlı Âlimleri Arasında Yapılan Tartışmalar: Velâ Risaleleri Çerçevesinde (yüksek lisans tezi, 2009), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Wael B. Hallaq, “The Use and Abuse of Evidence: The Question of Provincial and Roman Influences on Early Islamic Law”, JAOS, CX/1 (1990), s. 79-91; Abdulkerim Ünalan, “İslâm Hukukunda Muvâlât Akdi ve Sigorta Açısından Değerlendirilmesi”, Dicle Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, X/1, Diyarbakır 2008, s. 1-17; Hasan Özer, “Molla Hüsrev’in er-Risâle fi’l-velâ’sı, Molla Gürânî’nin Reddiyesi ve Molla Hüsrev’in Cevabı: Tahkikli Neşir”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 24, İstanbul 2010, s. 173-207; “Velâǿ”, Mv.F, XLV, 119-134.

Şükrü Özen