YESEVİYYE

(اليسويّة)

Ahmed Yesevî’ye (ö. 562/1166) nisbet edilen ve Orta Asya’da etkin olan tarikat.

Ahmed Yesevî’nin ardından onun tasavvuf yolu ve düşünceleri müridleri vasıtasıyla Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu yolun takipçilerinin mensup olduğu tarikata Yeseviyye denildiği gibi Ahmed Yesevî’nin “Sultan” lakabına nisbetle Sultâniyye, cehrî zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensuplarından çoğunun Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşâyih-i Türk de denilmiştir. Hoca Ahmed Yesevî’nin kimden hilâfet aldığı konusunda kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. İlk hocası ve şeyhi, aynı zamanda akrabası olduğu anlaşılan Arslan (Baba) Bâb’dır. Onun vefatından sonra kaynaklarda Yûsuf el-Hemedânî, Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî veya Ebû Hafs Ömer Sühreverdî’ye intisap ederek hilâfet aldığı söylenir. Bu rivayetlerden en çok kabul göreni Yûsuf el-Hemedânî’den hilâfet aldığı yolundadır. Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden Abdülhâliķ-ı Gucdüvânî, Hâcegân tarikatının kurucusu kabul edilir. Hemedânî’nin bir diğer halifesi sayılan Ahmed Yesevî’ ise Yeseviyye’nin kurucusudur. Dolayısıyla Hâcegân ile Yeseviyye birbirinden farklı iki tarikattır. Öte yandan Ahmed Yesevî’nin babası İbrâhim Ata’nın da bir şeyh olduğu ve onun Yesi’deki halifesi Mûsâ Hoca’nın Âişe Hoştâc adlı kızını Ahmed Yesevî ile evlendirdiği rivayet edilir. Bu rivayet dikkate alınarak Yesevî’nin bu akraba çevresinden de önemli derecede tasavvufî eğitim aldığı söylenebilir. Ahmed Yesevî’nin atalarından İshak Bâb’ın İshak Türk ile aynı kişi olduğu ve bu ailenin Mübeyyiza mezhebine mensup bulunduğu iddiası ise henüz kanıtlanabilmiş değildir.

Ahmed Yesevî’nin en meşhur halifeleri Mansûr Ata, Said Ata, Sûfî Muhammed Dânişmend ve Hakîm Ata’dır. Bunlardan Mansûr Ata, Arslan Bâb’ın oğludur. Mansûr Ata’nın oğlu Abdülmelik Ata, torunu Tâc Hoca ve torununun oğlu Zengî Ata da Yesevî şeyhidir. Yesevî’nin ikinci halifesi Said Ata hakkında yeterli bilgi yoktur. Üçüncü halifesi Sûfî Muhammed Dânişmend, Otrar şehri civarında irşad faaliyetinde bulunmuş, şeyhi Ahmed Yesevî’nin ve diğer bazı sûfîlerin tasavvufî görüşlerini Mir’âtü’l-kulûb adlı Türkçe eserinde toplamıştır. Sûfî Muhammed Dânişmend’in halifesi Süzük Ata (Süksük Ata) diye anılan Şeyh Mustafa’dır. Şeyh Mustafa’nın halifesi İbrâhim Ata, İbrâhim Ata’nın oğlu İsmâil Ata’dır.


Babası öldürüldüğünde on yaşında olan İsmâil Ata zâhir ilimleri tahsile ve tasavvufî eğitimine Hârizm, Buhara ve Semerkant’ta devam etmiş, ardından Hocend’de Şeyh Maslahat Hocendî’den hilâfet alıp kendi memleketi Kazıgurt’ta irşada başlamıştır. Oğlu ve halifesi Hoca İshak, XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Hadîkatü’l-ârifîn isimli Türkçe eserinde İsmâil Ata’nın ve diğer bazı sûfîlerin görüşlerine yer vermiştir. Yeseviyye’nin bu kolunda adı geçen Süksük Ata’nın Taraz’da yöneticilik yapan “Melikü’z-zühhâd” lakaplı bir kişiye hilâfet verdiği, bu silsilenin Ebü’n-Nûr Süleyman Âşık b. Dâvûd, Cemâleddin Muhammed Kâşgarî ve İbrâhim b. Ömer el-Alevî ez-Zebîdî yoluyla devam ederek önce Yemen’de, daha sonra Kuzey Afrika’da başka tarikatlarla birleştiği ve nihayet XIX. yüzyılda Senûsiyye’nin içinde eridiği anlaşılmaktadır.

Ahmed Yesevî’nin dördüncü ve en meşhur halifesi Hakîm Ata’dır (ö. 582/1186). Asıl adı Süleyman Bakırgānî olup tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Yesi’den ayrılarak Hârizm bölgesine gitmiş ve orada halkı irşadla meşgul olmuştur. Ahmed Yesevî gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata’nın bazı şiirleri Bakırgan Kitabı adlı bir mecmua içinde günümüze ulaşmıştır. Âhir Zaman Kitabı, Hazret-i Meryem Kitabı ve Mi‘râcnâme gibi başka manzum eserleri de bulunan Hakîm Ata’nın hayatı ve menkıbeleri yazarı belli olmayan Türkçe mensur Hakîm Ata Kitabı’nda toplanmıştır (nşr. Münevver Tekcan, İstanbul 2007). Hakîm Ata’nın en önemli halifesi Zengî Ata’dır (ö. 656/1258). Taşkent’te yaşayan Zengî Ata’nın çobanlık yaparak geçimini sağladığı ve şeyhi Hakîm Ata’nın vefatından sonra dul kalan hanımı Anber Ana ile evlendiği nakledilir. Zengî Ata’nın meşhur dört halifesi Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Mâverâünnehir’de ilim tahsil eden bu dört genç tasavvuf yoluna yönelmeyi arzu edip Zengî Ata’nın yanına gelmiş ve kendisine intisap ederek hilâfet almıştır. Bunlardan Seyyid Ata, Hârizm bölgesinde yaşamış ve Hâcegân şeyhlerinden Ali Râmîtenî ile görüşmüştür. Reşeĥât müellifi Fahreddin Ali Safî’ye göre yukarıda adı geçen İsmâil Ata hilâfetini Seyyid Ata’dan almıştır. Zengî Ata’nın tavsiyesiyle Seyyid Ata ve Sadr Ata’nın Deştikıpçak’taki Sarayçık’a gittiği, orada bulunan Altın Orda Hükümdarı Özbek Han’ı İslâmiyet’e davet ettiği ve Sadr Ata’nın gösterdiği keramet neticesinde Özbek Han ile birlikte 70.000 kişinin müslüman olduğu nakledilir. Sadr Ata’nın ardından Elemîn Baba (bazı kaynaklarda Eymen veya Almîn), Şeyh Ali Şeyh ve Mevdûd Şeyh halkı irşada devam etmiştir.

Mevdûd Şeyh’ten sonra Yeseviyye silsilesi iki kola ayrılmıştır. Bunlardan biri Kemal Şeyh Îkānî, diğeri Hâdim Şeyh ile başlamaktadır. Kemal Şeyh’in ardından silsilenin bu kolu şöyle devam etmektedir: Şeyh Aliâbâdî (Seyyid Ahmed), Şemseddin Özgendî, Abdal Şeyh (Şeyh Üveys), Şeyh Abdülvâsi ve Şeyh Abdülmüheymin. Son şeyhin XVI. yüzyılda Taşkent’te yaşadığı bilinmektedir. Bu silsiledeki Şemseddin Özgendî “Şems-i Âsî” mahlasıyla hikmet tarzında şiirler söylemiştir. Hâdim Şeyh ile başlayan diğer Yesevî kolu da kendi içinde ikiye ayrılmıştır. Birinci kol Hâdim Şeyh’in halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kâşgarî Buhârî, Süleyman Gaznevî, Seyyid Mansûr Belhî ile devam ederek II. Selim ve III. Murad döneminde iki defa İstanbul’u ziyaret eden Nakşibendî ve Yesevî şeyhi Ahmed b. Mahmûd Hazînî’ye ulaşır (ö. 1002/1593’ten sonra). Hazînî’nin Cevâhirü’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr, Menba‘u’l-ebhâr fî riyâzi’l-ebrâr, Ĥüccetü’l-ebrâr, Teselliyyü’l-ķulûb, CâmiǾu’l-mürşidîn adlı eserleriyle bir divanı bulunmaktadır. Bu koldaki Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’den sonra başka bir alt kol Şeyh Hudâydâd Buhârî Gazîregî (ö. 939/1532), Mevlânâ Velî Kûh-i Zerî, Kasım Şeyh Azîzân Kermînegî ve Pîrim Şeyh yoluyla devam ederek Âlim Şeyh lakaplı Muhammed Âlim Sıddîkī’ye (ö. 1043/1633) ulaşır. Âlim Şeyh 1033’te (1624) tamamladığı Lemeĥât min nefeĥâti’l-ķuds adlı Farsça eserinde Ahmed Yesevî’den başlayıp kendi dönemine kadar yaşamış olan birçok Yesevî şeyhi hakkında önemli bilgiler vermiştir. Âlim Şeyh’in halifesi Mevlânâ Osman’a intisap ederek hilâfet alan Buharalı Mevlânâ Muhammedî İmlâ (ö. 1162/1749) Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendiyye’den de icâzetli idi.

Âlim Şeyh’in halifelerinden M. Şerif Hüseynî (ö. 1109/1697) Farsça kaleme aldığı Ĥüccetü’ź-źâkirîn li-reddi’l-münkirîn adlı eserinde cehrî zikrin meşrûluğunu ispatlamak için deliller getirmiş ve önceki Yesevî şeyhleri hakkında bilgi aktarmıştır. Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendîlik’ten de icâzet alan Muhammed Şerîf’in hikmet tarzında Türkçe şiirler yazan Kul Şerîf ile aynı kişi olduğu tahmin edilmektedir. Kendisinden sonra silsile Fethullah Azîzân ve Lutfullah Azîzân ile devam edip Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî’ye (ö. 1216/1801) ulaşır. Tasavvufa dair birçok eser kaleme alan Şeyh Hudâydâd, Bustânü’l-muhibbîn adlı Türkçe eserinde Yeseviyye tarikatının âdâbı hakkında önemli bilgiler nakleder ve cehrî zikri savunur. Onun halifesi Ömer Îşân, Yesevîliğin yanında Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna da bağlıydı. XIX. yüzyılın başlarına kadar izi sürülebilen ve zayıflamış ya da Nakşibendîliğin içinde erimeye başlamış olsa da silsilesi takip edilebilen Yesevîlik bu tarihten sonra yazılı kaynaklarda izlenemez olmuş ve XIX. yüzyılın sonlarında Ruslar’ın Orta Asya’da hâkimiyet kurmasının ardından gözden kaybolmuştur.

Yukarıda adı geçen Yesevî şeyhlerinin dışında kaynaklarda hayatı veya silsilesi hakkında yeterli bilgi bulunmayan Yeseviyye mensupları da mevcuttur. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Baba Maçin ve Yaşlıg Yûnus Ata, İsmâil Ata’nın müridi Otluğ Yûnus Ata, Bahâeddin Nakşibend’in kendileriyle görüştüğü Kusem Şeyh, Halil Ata ve Pehlivan Ata, Emîr Külâl’in oğlu ile görüşen Kök Ata, Türkistanlı Tonguz Şeyh, yalnız Türkçe konuştuğu için Türkçü Ata diye anılan Taşkentli bir Yesevî şeyhi bunlardan bazılarıdır. Yaşayan bir şeyhten tasavvufî eğitim almayıp rüyasında


Ahmed Yesevî’den ya da sonraki Yesevî şeyhlerinden Üveysî yolla hilâfet aldığını söyleyen kişiler de olmuştur. XV. yüzyılda Şehrisebz yakınlarında yaşayan ve Hazret Beşîr diye anılan Seyyid Ahmed Beşîrî ile XVI. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayan ve Yârkend’de vefat eden Muhammed Şerîf Büzürgvâr bunlardandır. Seyyid Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbeleri Nâsır b. Kāsım Türkistânî Fergānî’nin Ĥadâǿiķu’l-cinân (Heşt Ĥadîķa) adıyla anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Büzürgvâr’ın menkıbeleri ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe manzum Tezkire-i Hoca Muhammed Şerîf Büzürgvâr’ı ile aynı adı taşıyan, ancak yazarı bilinmeyen Türkçe mensur bir eserde bir araya getirilmiştir.

Bazı kaynaklarda Tatar ve Bulgar bölgelerinde yaşayan Biraş b. Abraş Sûfî, Ufa yakınlarında kabri olan Hüseyin Beg, Azerbaycan’ın Niyazâbâd şehrinde türbesi bulunan Avşar Baba ve Türkmenistan’da yaşamış olan Gözlü Ata gibi şahısların Yesevî şeyhi ya da dervişi olduğu ileri sürülmüştür. XV. yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin edilen Vilâyetnâme’de Hacı Bektâş-ı Velî doğrudan veya dolaylı biçimde Ahmed Yesevî’nin halifesi diye gösterilmişse de bu eserden daha önce XIV. yüzyılda yazılan Eflâkî’nin Menâķıbü’l-Ǿârifîn’inde ve XV. yüzyılda kaleme alınan Âşıkpaşazâde’nin Târih’inde Hacı Bektâş-ı Velî’nin Vefâiyye tarikatı şeyhi Baba İlyâs-ı Horasânî’nin halifesi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ayrıca XVII. yüzyılda kaleme alınan Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yesevî dervişi olarak tanıtılan Geyikli Baba ve Emirci Sultan (Emîr-i Çîn Osman) daha eski ve güvenilir kaynaklar olan Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-kudsiyye’si ile Âşıkpaşazâde’nin Târih’inde Vefâiyye şeyhi Baba İlyâs’ın önde gelen halifeleri arasında gösterilmiştir. Güvenilirliği tartışmalı olan geç döneme ait Vilâyetnâme ve Seyahatnâme gibi kaynaklarda Anadolu’daki bir kısım Vefâiyye mensuplarının Yeseviyye tarikatı mensubu gibi gösterilmesi, XIII. yüzyılda Vefâiyye şeyhlerinden Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı başlattığı isyanın doğurduğu toplumsal psikoloji ile doğrudan ilişkili olmalıdır. Babaîler İsyanı adı verilen bu hareket devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra Vefâiyye tarikatına mensup, özellikle Babaîler’le ilişkisi bulunan birçok sûfî muhtemelen isyan suçlamasından kurtulmak için tarikatının adını gizlemiş ya da Ahmed Yesevî yolundan geldiğini öne sürmüş olmalıdır. Sonraki asırlarda bu söylentiler Vilâyetnâme ve Seyahatnâme gibi kitaplara da geçmiştir. Bu sebeple güvenilir kaynaklarda ve orijinal silsilenâmelerde yer almadığı sürece Anadolu ve Balkanlar’da Yeseviyye tarikatının varlığından söz etmek oldukça zordur. XIX. yüzyılın sonlarında Orta Asya’nın Fergana vadisinde ve Kırgız bölgelerinde görülen Laçiler ile Saçlı Îşânlar’ın da Yesevîlik’le bağlantısı ispat edilememiştir. Bunlar Orta Asya’daki Kalenderîler’in son kalıntıları olmalıdır.

Yesevîler, Orta Asya’da faaliyet gösteren diğer tarikatlarla bazan dostane ilişkiler kurmuş, bazan da karşılıklı rekabet ve muhalefete girişmişlerdir. Orta Asya’da yaygın ve etkin olan Nakşibendîler’den bazıları Yesevîler’i cehrî zikir, şeyhliğin babadan oğula geçmesi, tekke ve merasimlere fazla önem vermeleri gibi konularda eleştirmişler, Yesevîler de cehrî zikrin câiz olduğunu ispatlamak amacıyla birçok eser kaleme almışlardır. Ancak Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye kolunda cehrî zikir, semâ ve halvet gibi uygulamalara hoşgörü ile bakıldığı için bu kola mensup bulunanlar Yesevîler’le genelde iyi ilişkiler kurmuşlardır. XVI. yüzyıldan itibaren bazı Yeseviyye mensuplarının Nakşibendîliğe de intisap etmeye başladıkları görülmektedir. Yesevî şeyhi Hazînî, Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye kolundan Hâce Sa‘d Cûybârî’nin halifesi Molla Emîn’den Nakşibendî icâzeti almıştır. XVII. yüzyılın başlarında yaşayan Yesevî şeyhi Tokum Şeyh Hîvekī, 400 müridiyle birlikte bir Nakşibendî şeyhine intisap etmiştir. Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Cemâleddin Hâce Dîvâne Seyyid Atâî de (ö. 1016/1607) Yesevîlik’le birlikte Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Aşkıyye tarikatlarına mensuptu. Rıdvân lakaplı oğlu Muhammed Kāsım babasının menkıbelerini Menâķıbü’l-aħyâr (Maķāmât-ı Seyyid ǾAŧâǿî) adlı Farsça eserinde bir araya getirmiştir.

Devlet yöneticileriyle münasebetler konusunda Yesevîler, Mâverâünnehir’de her zaman Nakşibendîler’in gerisinde kalmıştır. Şeybânîler’in ilk döneminde bu durum Yesevîler lehine değişecek gibi olmuşsa da Şeybânî Han’ın önceleri intisap ettiği Yesevî şeyhi Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’yi Buhara’dan Herat’a sürgün etmesi durumu yine Nakşibendîler’in lehine çevirmiştir. XVIII. yüzyılda bazı Mangıt hanlarının Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna bağlı olması ve cehrî zikri yasaklamaları zaten gücünü yitirmiş olan Yesevîler’i daha da sönük hale getirmiştir.

Âdâb ve Erkân. Yesevî şeyhlerinden Hoca İshak’ın XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Ĥadîķatü’l-Ǿârifîn’de (vr. 91b) anlattığına göre intisap merasimi şöyle yapılırdı: Şeyh mürid olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tövbe etmesini ve Allah’a yönelmesini tavsiye ederek tövbe virdini (Estağfirullahe’llezî lâ ilâhe illâ hû el-hayye’l-kayyûm ve es’elühü’t-tevbe) üç defa tekrarladıktan sonra eline bir makas alır ve “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallāhi tevbeten nasûhan” âyetini okur (et-Tahrîm 66/8). Ardından müridin saçından önce sağ, sonra sol, sonra da orta taraftan ikişer üçer adet kıl keser ve müride nâfile namaz kılmayı, sürekli zikretmeyi, şeyhinden izinsiz iş yapmamayı tavsiye eder.

Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icra edilen zikre “zikr-i erre” adı verilir. Zikr-i erre Farsça’da “testere zikri” demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sadece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için zikre bu ad verilmiştir. XVI. yüzyılda Semerkant civarında yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikir yapardı. Ancak Türkistan bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış ve zikr-i erre adındaki sesli ve tesirli zikri başlatmıştır. XVII. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî, Yesevî dervişlerinin bazan “Allah”, bazan “hay”, bazan da “hay, Allah” diye zikrettiklerini, zikir esnasında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikir yapan kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyormuş gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazan da “hû” zikriyle meşgul olduklarını ifade etmiştir. Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn adıyla bilinen, Çağatay Türkçesi’yle yazılmış, müellifi meçhul bir eserde Yesevî zikrinin altı türünden bahsedilir. 1. İsm-i zât zikri: “Allah”. Bu zikir “Allah hû, Allah hû, yâ hû, Allah hû” şeklinde de icra edilir. 2. İsm-i sıfat zikri: “Hay âh, hay âh”. Bu zikir öğle namazından sonra ayakta (kıyâmî) icra edilir, “Hay” ve “âh” derken beş parmak yumulur. 3. Dûsere zikri: “Hay, âh, Allah, hay, hû; hay, hayyen, hû Allah hay, hayyen, hû Allah”. 4. Zikr-i hû: “Hû hû hû Allah, hû hû hû Allah”. 5. Zikr-i çaykun. Zikir sırasında ritim, âhenk ve mûsikinin bir arada uyum içinde devam etmesi için zâkirin, elinde çıngırak gibi bir aleti hareket ettirmesi, “çak çak” diye ses çıkartmasıdır


(hû [çak], hû [çak])”. 6. Çehâr darb: “Hay, âh âh âh, hay, hû; hay, âh âh, âh, hay, hû”. Bu altı zikir usulünün yanında bir de “zikr-i kebûter” (güvercin zikri) vardır ki “hû hû” diye icra edilir.

1873’te Orta Asya’da seyahat ederek bölgenin kültür hayatına dair önemli bilgiler derleyen Eugene Schuyler, Taşkent’te Îşân Sâhib Hoca Mescidi’nde izlediği bir Yesevî zikrini anlatırken perşembe akşamı bu mescide gittiğini, genç yaşlı otuz kadar erkeğin kıbleye doğru diz üstü oturmuş, yüksek sesle ve vücutlarını hızlıca hareket ettirerek, “Hasbî rabbî cellallah, mâ fî kalbî gayrullah, nûr Muhammed sallallah, lâ ilâhe illallah” cümlelerini okuduklarını, bu esnada başın sol omuza ve kalbe, ardından sağ omuza ve oradan tekrar kalbe doğru hareket ettirildiğini, bu hareketlerin yüzlerce defa tekrarlandığını, sesleri kısılıncaya kadar farklı zikirleri okuyan dervişlerin daha sonra “hay, hay, Allah hay” zikrine başladıklarını, ritim hızlanınca ayağa kalkılıp aynı merkez etrafında birkaç halka oluşturdukları, “hay, Allah hay” zikrinin “hû Allah” şekline dönüştüğünü, fizik güçleri tükenince halkanın içine oturup şeyh (îşân) dua okurken murakabe ve tefekküre daldıklarını, Hâfız’ın Dîvân’ından bazı beyitler okunduktan sonra sesli ve hareketli zikrin tekrar başladığını, bu şekilde sabaha kadar devam ettiğini söyler.

Yesevîlik’te tasavvufî eğitimin önemli unsurlarından biri de halvettir. Hazînî’nin Cevâhirü’l-ebrâr’da verdiği bilgiye göre diğer tarikatlardaki uygulamalardan farklı olarak Yeseviyye’de halvet gruplar halinde yapılır. Halvete girecek müridler mürşidin muvafakatiyle bir gün önceden oruç tutmaya başlar, halvetten bir gün önce sabah namazından sonra zikir ve tekbirlerini çoğaltırlar. Aynı gün ikindi namazının ardından halvethânenin kapı ve pencereleri kapatılır, müridler güneş batıncaya kadar tövbe ve zikirle meşgul olurlar. Akşam namazı kılınınca iftar için sıcak su getirilir, müridler bununla oruçlarını açar ve bundan sonra su verilmez. Daha sonra kara darıdan halvet çorbası getirilir. Bütün halvet ehli bu çorbadan içtikten sonra harareti teskin için küçük bir karpuz kesilir ya da ayran verilebilir. Yemeğin ardından Kur’ân-ı Kerîm’den bir sûre yahut birkaç âyet okunur. Ayakta saf tutup üç kere tekbir getirilir, sonra oturulup gece yarısına kadar zikirle meşgul olunur. Bu esnada “hikmet” adı verilen ilâhîler okunur. Ardından başlar tıraş edilir ve halvethânenin dört yönüne doğru tekbir getirilir. Daha sonra mum sönünceye kadar zikre devam edilir, ardından birkaç saat istirahat edilir ve görülen rüyalar şeyhe tabir ettirilir. Halvet gece gündüz kırk gün devam eder. Kırk günün sonunda mutfak görevlileri diğerlerinden daha önce halvethâneden çıkar ve kurban keserler. Kurbanların kanlarını ve kemiklerini gömerek saklamak âdettir. Kesilen kurbanların boğazları kebap yapılarak soğuk su veya ayranla halvet ehline dağıtılır. O gece sûfîler evlerinde dinlenir ve ertesi gün sabah namazında dua ve zikirlerle halvetin tamamen bittiği ilân edilir.

Bustânü’l-muhibbîn’de halvet konusunda şu bilgiler verilir: Halvete giren sûfîlerin dört önemli vazifesi ve virdi vardır. Birincisi kuşluk namazından sonra kefâret niyetiyle iki rek‘at namaz kılmak ve her rek‘atta Fâtiha’dan sonra Kevser sûresini okumak, ikincisi, dört rek‘at tesbih namazı kılmak ve ardından ne dileği varsa onu Allah’tan isteyip dua etmektir. Üçüncüsü, her gün Kur’an’dan 100 âyet okumak, dördüncüsü de zikirle meşgul olmaktır. Bu zikri icra edecek kişi eğer gönlü canlanmışsa hafî, gönlü canlanmamışsa cehrî zikre devam eder (Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî, s. 222-224). Yesevîlik’te tasavvufî eğitimi tamamlayıp hilâfet alan müride hırkanın yanı sıra bir asâ verilmesi de gelenekti. Ahmed Yesevî’nin müridi Sûfî Muhammed Dânişmend’in Mir’âtü’l-kulûb adlı eserinde Yesevî’den naklettiği, âhir zamanda sahte şeyhlerin ortaya çıkacağı ve bunların Ehl-i sünnet’i sevmeyeceği şeklindeki rivayetlerle Hoca İshak’ın Ĥadîķatü’l-Ǿârifîn’inde İmam Mâtürîdî’ye atıf yapılması ve Yesevî kaynaklarında cehrî zikri müdafaa için sürekli Hanefî fıkıh kitaplarına referansta bulunulması, Yeseviyye mensuplarının diğer Orta Asya Türkleri gibi Mâtürîdî ve Hanefî olduğunu göstermektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Sûfî Muhammed Dânişmend, Mirǿâtü’l-ķulûb, Uppsala Universitetsbibliotek, nr. 472, vr. 158b-177a; Hoca İshak b. İsmâil Atâ, Ĥadîķatü’l-Ǿârifîn, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü Ktp., nr. 11838, vr. 1b-131a; Elvan Çelebi, Menâkıbü’l-kudsiyye, s. 153, 169-170; Ahmed Eflâkî, Menâķıbü’l-Ǿârifîn (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1976, I, 381; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 1, 46, 204-205; Menakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî: Vilâyetnâme (haz. Abdülbâki Gölpınarlı), İstanbul 1958, s. 14-20, 100-103; Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mahabbe (haz. Kemal Eraslan), Ankara 1996, s. 383-390; Fahreddin Safî, Reşeĥât-ı ǾAynü’l-ĥayât (nşr. Ali Asgar Muîniyân), Tahran 2536/1977, I, 17-34, 97; II, 370-372; Nâsır b. Kasım Türkistânî, Heşt Ĥadîķa, Kitâbhâne-i Gencbahş (İslâmâbâd), nr. 4031; Ahmed el-Kâsânî, Risâle-i Bâbüriyye, İÜ Ktp., FY, nr. 649, vr. 239b; Hazînî, Cevâhirü’l-ebrâr, İÜ Ktp., TY, nr. 3893, vr. 15a-17b, 25b-28b; M. Âlim Sıddîkī, Lemeĥât min Nefeĥâti’l-ķuds (nşr. M. Nezîr Rânchâ), İslâmâbâd 1986; M. Şerîf Hüseynî, Ĥüccetü’ź-źâkirîn li-reddi’l-münkirîn, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372, vr. 1b-203b; Seyyid Zinde Ali, Ŝemerâtü’l-meşâyiħ, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü Ktp., nr. 1336, vr. 1a-291b; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, II, 18, 46; III, 237; M. Sıddîk Zelîlî, Dîvân (nşr. İmin Tursun), Beijing 1985, s. 478-555; Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî, Bustânü’l-muhibbîn (nşr. B. M. Babacanov - M. T. Kadırova), Türkistan 2006, s. 222-224; Muhammed b. Ali es-Senûsî, es-Selsebîlü’l-maǾîn fi’ŧ-ŧarâǿiķi’l-erbaǾîn, Bingazi 1968, s. 140-142; Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 108b; III, vr. 264b-266b; E. Schuyler, Turkistan, London 1876, I, 158-161; Gulâm Server Lâhûrî, Ħazînetü’l-aśfiyâǿ, Kanpûr 1312/1894, I, 531-539, 657; Nâsırüddin Buhârî, Tuĥfetü’z-zâǿirîn, Buhara 1910, s. 52-54, 85-94, 97, 133-138; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (İstanbul 1919) (nşr. Orhan F. Köprülü), Ankara 1981, s. 44-48, 87-118; D. DeWeese, Islamization and Native Religion in the Golden Horde: Baba Tükles and Conversion to Islam in Historical and Epic Tradition, Pennsylvania 1994, s. 567-573; a.mlf., “Yasaviya”, İslam na Territorii bıvşey Rossiyskoy imperii, Moskva 2003, IV, 35-38; a.mlf., “The Yasavî Order and the Uzbeks in the Early 16th Century: The Story of Shaykh Jamâl ad-Dîn and Muhammad Shibânî Khân”, Tsentralnaya Aziya: İstoçniki İstoriya Kultura (ed. E. V. Antonova v.dğr.), Moskva 2005, s. 297-310; a.mlf., “The Mashâ’ikh-i Turk and the Khojagân: Rethinking the Links Between the Yasavî and Naqshbandî Sufi Traditions”, Journal of Islamic Studies, VII/2, Oxford 1996, s. 180-207; a.mlf., “Atāǿīya Order”, EIr., II, 904-905; Hakim Ata Kitabı (haz. Münevver Tekcan), İstanbul 2007; Ashirbek Muminov v.dğr., İslamizatsiya i Sakralnıe Rodoslovnıe v Sentralnoy Azii, Almatı 2008, II, 188-189; Necdet Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi, II/2, İstanbul 1997, s. 41-85; a.mlf., “Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, a.e., III/1 (1998), s. 73-81; a.mlf., “The Basic Views of Khoja Ahmad Yasavî and His Followers”, EKEV Akademi Dergisi, sy. 38, Erzurum 2009, s. 29-38; Mertol Tulum, “Hikmetlere Göre Yesevîlik ve Orta Asya Kültür Tarihi Bakımından Önemi”, İlmî Araştırmalar, sy. 7, İstanbul 1999, s. 207-215; Yusuf Akgül, “Hoca Ahmet Yesevi’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler”, Bilig, sy. 8, Ankara 1999, s. 47-63; Bakhtiyar Babadjanov, “Une nouvelle source sur les rituels de la tarîqa yasawiyya: Le risâla-yi Dhikr-i Sultân al-‘Ârifîn”, Journal of the History of Sufism, III, İstanbul 2001, s. 223-228; Seyfuddin Refiuddin - Nadirhan Hasan, “Hazînî’nin Câmiu’l-Mürşidîn Adlı Eseri Hakkında”, Tasavvuf, sy. 12, Ankara 2004, s. 159-166; Thierry Zarcone, “Yasawiyya”, EI² (İng.), XI, 294-296.

Necdet Tosun