ZAMAN AŞIMI

Bir hakkın kazanılmasını sağlayan veya dava edilmesini önleyen belli bir sürenin geçmesini ifade eden fıkıh/hukuk terimi.

Klasik fıkıh literatüründe zaman aşımı (mürûr-ı zamân) kavramı “bir şeyin üzerinden uzun zaman geçmesi ve eskide kalması” anlamındaki tekādüm kelimesiyle karşılanır. Bir şeyi elinde bulundurma ve ona el koymayı ifade eden hiyâze kelimesi, zaman aşımının bir unsuru olmakla birlikte Mâlikî mezhebi literatüründe zaman aşımı anlamında terimleşmiştir. Mecelle’de mürûrüzaman ve tekādüm-i zaman eş anlamlı olarak kullanılır. Mürûruzaman, hukuk terimi olarak bir hakkın kazanılmasını sağlayan veya dava edilmesini önleyen belli bir sürenin geçmesini ifade eder. Hukuk sistemlerinde bir işlem veya eylemin üzerinden belli bir zamanın geçmesi, eşya hukukunda bir hakkın kazanılmasına imkân verdiği gibi borçlar ve ceza hukukunda bir hakkın kaybedilmesine de yol açabilmektedir.

Kur’an’da zaman aşımıyla ilgili açık bir hüküm mevcut olmayıp haksızlığın önlenmesi, hakkın ve adaletin sağlanması, malların haksız sebeplerle yenmemesi gibi bu konuda dolaylı düzenleme sayılabilecek ilkeler vardır. Sünnette ise, “Kim bir şeyi on yıl süreyle elinde bulundurursa o şey onundur” şeklinde (Sahnûn, XIII, 192) mürsel bir hadis mevcuttur. Uygulamada ortaya çıkan ihtiyaçlara paralel olarak zaman aşımının hakların kazanılmasına ve kaybedilmesine etkisi fıkıhta gündeme gelmiş, doktrinde, fetvada ve örfî hukuklarda bazı temel yaklaşımlar belirginleşmeye başlamıştır. Çünkü imkân bulunduğu halde bir hakkın uzun süre aranmaması, gereğinin yapılmaması veya ispat edilmemesi onun yokluğuna karîne teşkil eder; ayrıca mahkemelerin çok gerilerde kalmış, ispatı ve aydınlatılması zorlaşmış davalarla meşgul edilmemesi de gerekir. Olaylar üzerinden geçen zaman uzadıkça yargılama zorluklarının yanı sıra sahtekârlık ve şüphecilik de artar. Hem bunu önlemek hem de insanları haklarını zamanında aramaya teşvik etmek gerekir (İbn Âbidîn, V, 421-422; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, I, 109, 243). Bu gerekçelerle tatbikatta zaman aşımını göz önünde bulundurmanın gerektiği yeni durumlar ortaya çıkmış; bunun sonucunda klasik dönemden itibaren fıkıh kitaplarının yargılama ve ceza hukuku alanları ile eşya hukukunun


ihyâ-ı mevât, şüf‘a, ihrâz, milk gibi konuları işlenirken zaman aşımıyla ilgili bazı kural ve açıklamalara meseleci bir yaklaşımla temas edilmiştir. Zaman aşımının dikkate alınmasını ve belli esaslara bağlanmasını gerektiren yeni gelişmeler ve ihtiyaçlar özellikle Osmanlı döneminde daha belirgindir ve bu durum belli ölçüde İslâm ülkelerinin XIX. yüzyıl kanunlaştırmalarına da yansımıştır (Mecelle, md. 1660-1675; Kadri Paşa, md. 151-161, 256-261; Usûl-i Muhâkemât-ı Cezâiyye Kanunu, md. 479-487).

Zaman aşımı, modern hukuktaki taksimden hareketle kazandırıcı (iktisâbî) ve hak düşürücü (ıskātî) şeklinde ikiye ayrılabilir. İslâm hukukunda mülkiyet konusu bir mala uzun süreli zilyedlik, süresi ne kadar uzun olursa olsun onu elde bulundurma kural olarak mülkiyet kazandıran bir sebep sayılmaz. Mecelle’deki ifadesiyle, “Tekādüm-i zamân ile hak sâkıt olmaz” (md. 1674). İbn Abbas ve bazı tâbiîin âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’de malların haksız yollarla yenilmesini, haksızlıkla yemek için bile bile hakemlere/hâkimlere götürülmesini yasaklayan âyette (el-Bakara 2/188), hak sahibinin hakkını ispat edememesini fırsat bilerek başkasına ait olduğunu bildiği bir malı sahiplenme iddiasını öne süren kimseden söz edildiği yorumu yapılır (Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, I, 225). Genel kural bu olmakla birlikte Mâlikîler yukarıda geçen rivayetten hareketle bir malı uzunca bir süre elde bulundurmayı (hiyâze) belli şartların da varlığı halinde o mala mülkiyetin karînesi saymış, o mala ilişkin davanın dinlenmesine engel görmüştür. Aradıkları şartlar ise zilyedin malda mâlik gibi tasarruf etmesi, malın asıl sahibinin malın kendisine ait olduğunu bile bile bu tasarruflara sessiz kalması ve zilyedin mülkiyet iddiasında bulunmasıdır. Her ne kadar Mâlikîler hiyâzenin tek başına mülkiyet kazandırıcı bir sebep olmadığını belirtseler de bu yaklaşım, Subhî el-Mahmesânî’nin de belirttiği gibi sonuç olarak zaman aşımını hak kazandırıcı bir sebep sayma anlamına gelmektedir (en-Nažariyyetü’l-Ǿâmme, II, 568).

Haklara Etkisi. İslâm hukukunda zaman aşımının hak düşürücü etkisi daha belirgindir. Fıkhın yerleşik sistemine göre zaman aşımı şahsî veya aynî bir hakkın özüne dokunamaz, sadece belli durumlarda bir hakkın ileri sürülmesine, alacak için dava açılmasına engel olur, dava hakkını düşürür. Meselâ zaman aşımı bir alacağın talep hakkını düşürmüşse kazâen dava edilme imkânı kalmamış olan bu borç diyâneten varlığını sürdürür ve borcu yargı yoluyla talep edilemeyen kimse diyânî açıdan borçlu sayılır. Mecelle’nin “Tekādüm-i zamân ile hak sâkıt olmaz” (md. 1674) maddesinden kastedilen de budur. Ancak zaman aşımının hak düşürücü etkisi hem ceza hem muâmelât hukukunda ilgili hakkın mahiyetine göre belli farklılıklar gösterir.

a) Ceza Hukuku. Zaman aşımının hak düşürücü etkisi ceza hukuku (ukūbât) alanında hayli sınırlı olup ya belli bir süre zarfında davanın açılmaması sebebiyle dava hakkının düşmesi ya da verilmiş bir mahkûmiyetten sonra belli bir sürenin geçmesinin cezanın infazına engel olması şeklindedir. Fıkıh mezhepleri, şahsî hakkın egemen olduğu adam öldürme ve yaralama suçlarında kısas ve diyet cezalarında zaman aşımını kabul etmez. Ta‘zîr suç ve cezalarına zaman aşımının etkisi kanun koyucunun takdirinde olan bir konudur. Had suçlarında ise zaman aşımı konusu fakihler arasında tartışmalıdır. Fakihlerin çoğunluğuna göre hadlerde hem davada hem cezada zaman aşımı işlemez. Çünkü bu cezalarda devlet başkanına bile af yetkisi verilmediğine göre zaman aşımı da müessir olmamalıdır. Züfer hariç Hanefîler’e göre kazf dışındaki had suçları eğer şahitlikle ispat edilecekse zaman aşımına tâbidir. Çünkü ikrarın aksine belli bir sürenin geçmesi şahitliğin ispat gücünü zayıflatır. Şahsî hakkın baskın olduğu kazf suçunda ise zaman aşımı işlemez. Hırsızlık suçunda zaman aşımı kamu hukukuyla ilgili ceza davasını düşürse de şahıs hakkını ilgilendiren malî davaları düşürmez. İbn Ebû Leylâ ise şahitlik ve ikrar ayırımı yapmadan suçlarda zaman aşımını işletmiş, Hanefîler ayrıca cezaların infazında yine zaman aşımını kabul etmişlerdir. Iraklı fakihlere göre şahit ya bir an önce şahitliğini yapmalı ya da suçu örtmeyi tercih etmelidir. Uzunca bir müddet sonra karar değiştirip isnatta bulunması şüpheyi ve töhmeti gerektiren bir durumdur (Serahsî, IX, 97; Kâsânî, VII, 46). Cezalarda caydırıcılık ve kamu vicdanını tatmin etme de önemlidir; cezalandırmada gecikme bu amacı yok eder. Sanığın şüpheli durumlardan yararlanması da yine Hz. Peygamber’in koyduğu bir ilkedir (İbn Mâce, “Ĥudûd”, 2, 5). Hanefîler’e göre suçun şahitle ispat edileceği durumlarda öngörülen süreler suçun niteliğine göre farklılık arzeder. Buna göre Ebû Hanîfe’ye ve İmam Yûsuf’a göre içki içme suçunun şahitle ispatı halinde zaman aşımı ağız kokusunun kaybolmasına kadar, İmam Muhammed’e göre ise bir aydır. Zina suçunda ise Ebû Hanîfe’den bir yıl ve altı ay şeklinde iki farklı rivayet gelmiştir. İmâmeyn’e göre bu süre bir aydır. Diğer suçlarda öngörülen süreler için farklı rivayetler varsa da tercihe şayan olan görüşün bir aylık süre olduğu genellikle kabul edilmektedir. Hanefîler’e göre dava zaman aşımına uğrayan suçlarda ceza zaman aşımı da cereyan eder. Fakat cezanın uygulanamaması hastalık, gebelik gibi hukukî gerekçelere dayanıyorsa bu durumda ne kadar süre geçerse geçsin zaman aşımı söz konusu olmaz.

b) Muâmelât. Zaman aşımının hakların kazanılmasına ve kaybedilmesine etkisi en çok eşya ve borçlar hukuku alanındadır. Kamu yararına tahsis edilen yollar, nehirler, otlaklar, harman, pazar, panayır, park, ibadethane ve çeşmelere ait davalarda zaman aşımı cereyan etmeyeceği hususunda İslâm hukukçuları arasında fikir birliği vardır. Şâfiî ve Hanbelîler şahsî ve aynî haklara ilişkin davalarda da zaman aşımını kabul etmezken Hanefî ve Mâlikî hukukçuları bu haklara ilişkin davalarda zaman aşımının işleyeceği kanaatindedir. Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik bu hususta kesin bir süre öngörmemiş ve örfün esas alınacağını belirtmekle yetinmiştir. Daha sonra gelen Mâlikî hukukçuları ise taşınmaz davalarının on, taşınır davalarının iki ya da üç yılda zaman aşımına uğrayacağını kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebinde ise hakkın konusuna göre bir aydan otuz altı yıla kadar farklı zaman aşımı süreleri söz konusu edilmiştir. Buna göre şüf‘a davaları bir aylık zaman aşımı süresine tâbidir. Osmanlı Devleti’nde göçmenlere tahsis edilen mîrî arazilerle ilgili davalarda iki yıllık zaman aşımı süresi kabul edilmiş, yine Osmanlı Devleti’nde mîrî araziye tasarruf davaları için on yıllık bir süre öngörülmüştür. Alacak, emanet, ödünç, taşınır, taşınmaz ve bunlarla ilgili irtifak hakkı, miras davaları, zevce dışındaki yakınların nafaka davaları ve vakıf taşınmazların asıllarıyla ilgili davalar için on beş yıllık zaman aşımı süresi kabul edilmiştir. Zevcenin nafaka ve mehir alacakları zaman aşımına tâbi değildir. Vakfın aslı ve vakıf taşınmazlarla ilgili irtifak hakları davalarında ise otuz altı yıllık süre benimsenmiştir (Mecelle, md. 1660-1662). Alacak davalarının kişilerin birbiriyle veya bir tarafında hazinenin olması arasında fark yoktur.

Usul. Dava esnasında zaman aşımının ileri sürülmesi def‘i değil itirazdır. Bu sebeple davacı veya davalı tarafından ileri sürülebileceği gibi ortaya konan bilgi ve belgelerden anlaşılıyorsa hâkim de zaman aşımını re’sen dikkate alır. Zaman aşımında


kamerî yıl esas alınır. Hatta senede bağlı bir borçta güneş yılı yazılmış olsa da zaman aşımı hesabı kamerî yıla göre yapılır. Ancak bu husus herhangi bir nassa dayanmadığından taraflar borcun tecili ve kira akdi gibi zamanla sınırlı işlemlerde hangi ay ya da yılın esas alınacağını kararlaştırabilirler. Zaman aşımı hakkın dava edilebilir olduğu andan itibaren işlemeye başlar, dava açılıncaya kadar devam eder (Mecelle, md. 1667). Buna göre peşin bedelle yapılan bir akidde akdin yapıldığı, vadeli akidde ise vadenin geldiği anda zaman aşımı işlemeye başlar. Mehr-i müeccelde zaman aşımının başlangıcı boşama veya ölüm anıdır. Müflis bir kimsede olan alacağın zaman aşımı ancak iflasın kalkmasıyla işlemeye başlar. Zaman aşımı süresinin tek şahıs üzerinde geçmesi şart değildir. Meselâ bir hakkı belirli bir süre mûris, ondan sonra da mirasçı ihmal etse zaman aşımı süresinde ikisinin toplamı esas alınır. Sadece mirasta değil alım satım ve hibede de aynı durum söz konusudur. Bir hakkın dava edilmesinde olduğu gibi hüküm altına alınmış bir hak da zamanında icraya konmazsa zaman aşımına uğrar. Zaman aşımı bunu durduran bir hal olmadığı sürece işlemeye devam eder. Şu durumlar zaman aşımının durmasına sebep olur, ortadan kalktığında da süre kaldığı yerden işlemeye devam eder: 1. Davacının kısıtlılığı. Hanefî mezhebinde hâkim görüşe göre hak sahibinin yaş küçüklüğü, akıl hastalığı gibi bir sebeple ehliyeti kısıtlı ise bu durum sona ermeden zaman aşımı işlemez (Mecelle, md. 1663). Bazı Hanefî hukukçuları ise kısıtlı kimsenin vasîsi varsa zaman aşımının işleyeceği kanaatindedir. 2. Gāiblik. Mâlikîler’e göre sadece davacının gāib olması zaman aşımını durduran bir sebeptir. Hanefîler’e göre ise her iki tarafın gāib olması da zaman aşımını durdurur. Bununla birlikte davalının gāib olması halinde eğer vekili varsa davalının mutlaka bulunması -yemin teklifinde olduğu gibi- gerekmeyen durumlarda zaman aşımının durmayacağını kabul etmek gerekir. Ülke içerisinde sefer mesafesi kadar uzaklıkta ve uzaklığına bakılmadan başka bir ülkede bulunmak gāiblik hükmündedir. 3. İkrah. Borçlu alacaklıyı korkutur ya da baskı altında bulundurursa bu da zaman aşımını durduran sebeplerdendir. 4. Âcizlik. Borçlu borcunu ödeyemeyecek durumda ise yine zaman aşımını durdurur. 5. Hak sahibi olduğunun bilinmemesi. 6. Hakkın talebinin yasaklanmış olması. Zaman aşımını durduran sebeplerde engel ortadan kalkınca zaman aşımı işlemeye devam eder. Borçlunun ikrarı ve alacaklının dava açması gibi hallerde ise zaman aşımı kesilir ve o zamana kadar işlemiş zaman aşımı tamamen ortadan kalkar. Buna göre zaman aşımı süresi dolsun veya dolmasın borçlunun ikrarı halinde zaman aşımına itibar edilmez (Mecelle, md. 1674). İkrarın sözlü olması durumunda hâkim huzurunda yapılması gerekir. Alacaklının zaman aşımı süresi dolmadan alacağını talep için dava açması da zaman aşımını keser ve önce geçen süreleri iptal eder. Zaman aşımı iddiasında bulunan kişi bunu ispat etmekle mükelleftir. Davacı iddiasını ispat için karşı tarafa yemin teklif edebilir. Bir şeyin zaman aşımına uğradığına ilişkin delil aksini gösteren delile tercih edilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Sahnûn, el-Müdevvene, Kahire 1323, XIII, 192; Serahsî, el-Mebsûŧ, IX, 66-70, 97, 109-115, 171-172, 176, 186, 204; XV, 23; XXIII, 178, 189; Kâsânî, BedâǿiǾ, VII, 46-52, 81-82; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîr, Kahire, ts. (Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), I, 225; Zeynüddin İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nežâǿir (nşr. M. Mutî‘ el-Hâfız), Dımaşk 1403/1983, s. 263-266; a.mlf., el-Baĥrü’r-râǿiķ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), VII, 58-60; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), V, 419-422; Mecelle, md. 1660-1675; Kadri Paşa, Mürşidü’l-ĥayrân, md. 151-161, 256-261; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, IV, 334-365; Bilmen, Kāmus, VI, 287; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıķhü’l-İslâmî fî ŝevbihi’l-cedîd, Dımaşk 1965, I, 109, 241-244; Muhammed Abdülcevâd Muhammed, el-Ĥiyâze ve’t-teķādüm fi’l-fıķhi’l-İslâmî, İskenderiye 1397/1977; M. Mustafa ez-Zühaylî, Vesâǿilü’l-iŝbât fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Dımaşk 1402/1982, II, 776-778; Subhî el-Mahmesânî, en-Nažariyyetü’l-Ǿâmme li’l-mûcebât ve’l-Ǿuķūd, Beyrut 1983, II, 565-584; Ali el-Hafîf, Aĥkâmü’l-muǾâmelâti’ş-şerǾiyye, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 73-75; Mahmûd Muhammed Sâlim, es-Suķūt ve’t-teķādüm fi’l-evrâķı’t-ticâriyye, Kahire 1988, s. 151 vd.; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıķhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1989, IV, 336; Ahmed Fethî Behnesî, MevsûǾatü’l-cinâǿiyye fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Beyrut 1412/1991, I, 386-394; Kelami Özdemir, İslam Hukukunda ve Türk Hukukunda Zamanaşımı (yüksek lisans tezi, 1995), EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; M. Revvâs Kal‘acî, el-MevsûǾatü’l-fıķhiyyetü’l-müyessere, Beyrut 1421/2000, I, 551-553; Sâcidürrahmân es-Sıddîkī el-Kandehlevî, “Nažariyetü’t-teķādüm fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye”, ed-Dirâsâtü’l-İslâmiyye, XVII/3, İslâmâbâd 1982, s. 74; Ahmet Akgündüz, “İslam ve Osmanlı Hukukunda Müruruzaman”, SÜ Hukuk Fakültesi Dergisi, sy. 1, Konya 1988, s. 43-89; Davut Yaylalı, “İslam Hukukunda Zamanaşımı”, UÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, Bursa 1992, s. 155-164; Abdülkerim Ünalan, “İslam Hukukunda Zamanaşımı (Tekaddüm)”, DÜİFD, sy. 12 (1999), s. 101-124; Yaşar Yiğit, “İslam Ceza Hukuku Hükümlerine Etkisi Açısından Zamanaşımı”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 3, Konya 2004, s. 155-166; Abdüsselam Arı, “İslâm Hukukuna Göre Hukuk ve Ceza Davalarında Zamanaşımı”, İÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 11, İstanbul 2005, s. 57-88.

Osman Kaşıkçı